Elvan Yenihayat Kurşun - Öykü

Gülşen Hanım

Ağrısına tahammül edebilmek için kısık tutmaya gayret ettiği sesi, çoğu zaman dediği anlaşılmayan martı çığlığına benzerdi. Ağrısı dayanılmaz olup koridor sınırlarını aştı mı hiçbir insan yüreği dayanamazdı çığlıklarına.  İşte o zaman doktordan talimatlı, mürebbiye kılıklı hemşireler, elinde morfin iğneleri odasına girerler, birkaç dakika sonra güzellik muskası iyilik perisi olarak ayrılırlardı odadan. Morfin etkisini göstermeye başladı mı, ben dâhil bütün hastane romantikleri müritleri gibi Gülşen Hanımın odasına dizilirdik. Uyuşturucunun etkisinde, ecinni yatağında sihre uğramış bir masal kahramanı gibi, hasta, yaşlı, lanet kadın gider, dünya tatlısı, sırrıyla dışını aydınlatan bilge bir romantik gelirdi onun yatağına…
Gülşen Hanım, kökleri Osmanlı hanedanına dayanan bir soydan gelmekteymiş. Sadece köklü ve zengin olmakla kalmayıp, küçüklüğünde sarı saçları, mavi gözleriyle ve yumuşak mizacıyla ağzında gümüş kaşıkla doğmuş… Ailenin mal varlığı saymakla bitmezmiş. İstanbul Boğazının farklı güzergâhlarında birkaç yalı, Nişantaşı ve Etiler’de apartman daireleri, Bağdat Caddesi ve Kalamış’ta bahçeli deniz gören köşkler. Ayrıca İzmir Kordonboyu’nda bahçeli köşkler, Antalya’da portakal ve mandalina bahçeleri, Bodrum’da denize nazır araziler. Çocukluğu deniz kenarında bir yalıda geçmiş olan Gülşen her zaman ağırbaşlı bir çocuk olmuş. Okumayı çok sever, musikiye ayrı bir ilgi duyarmış. Daha on iki yaşındayken, aldığı şan dersleri sırasındaki performansı ile mahallenin gönlünü kazanınca, baba zadesi bahçedeki manolya ve erguvan ağaçlarının altında senede iki kere piyano hocası eşliğinde, konu komşuya konser verdirirmiş. Gülşen’in yedi yaşına kadar, iki kardeşi ve yan yalıda amca çocukları, yine iyi aile terbiyesi almış mahalle esnafının çocuklarıyla harika bir çocukluğu olmuş.
Kendisi de eğitim alan anneciği biraz değişik bir kadınmış. Fransa’da daha eğitim alırken ilgi duymaya başladığı astroloji denilen bilim dalına danışmadan yazlığa bile gitmezmiş. Gülşen’in de istikbali için, kızı yedi yaşındayken, yıldız haritasına baktırmış. Astrologunun söylediği şeylerden hiç hoşlanmamış. Bu yıldızlara bakarak her şeyi bilen astrolog, Gülşen’in daha on sekizine gelmeden şansının döneceğini, sonrasında hayatının geri döndürülemez bir şekilde değişeceğini, ailesinden ayrı düşeceğini, evlenemeyeceğini ve hiç çocuk sahibi olamayacağını söylemiş.
Bundan yetmiş sene önce kız çocuklarının istikbalinin sadece yaptığı iyi bir evlilikle ölçüldüğü zamanlar için bu öngörü ne talihsiz bir öngörüymüş ki, yedi yaşından itibaren aslında rahat ve mutlu bir çocukluk geçirmeye muktedir Gülşen’in tüm standartlarını değiştirmiş. Eve gelip giden arkadaş sayısı azalmaya, dış mihraklardan gelecek tehlikelere karşı, Gülşen’in daha güçlü olabilmesi için farklı konularda alınan özel derslerin sayı ve süreleri artırılmaya başlanmış. Arkadaşsızlıktan muzdarip olan Gülşen yavaş yavaş sıkıntı ve duygularını paylaşmak için günlük tutmaya başlamış. Her konuda iyi bir gözlemci olmuş. Bu bahçedeki kedinin Karabaş’tan nasıl korktuğundan, bakkal çırağı Adem’in eve siparişi nasıl teslim ettiğine kadar birçok farklı konuda olabiliyormuş. Tüm bu gözlemleri içinse farklı bir defter tutmaya başlamış. Yıllar geçtikçe defterleri çoğalmış, okunmayı bekleyen kitaplar gibi odasındaki raflarda yerlerini almış… Gözlemlerini yazılarıyla kişilerarası oyunlara dönüştürmüş. Yazı yazmaktan sıkıldığı zaman da evdeki bebeklerine bu gözlemlediği oyunları oynatıp ev ahalisini bazen eğlendirir bazen de güldürürmüş. Ama en çok sevdiği uğraşlardan biri de okumakmış. Türkçe hocası Vasfiye Hanım’dan gittikçe okumak için daha çok kitap ister olmuş. Okudukça aydınlanmış. Aydınlandıkça etrafındakiler için yabancı olmaya başlamış… On beşine varmadan kardeşleri, kuzenleri, annesi babası nezdinde “yabani Gülşen” olarak çağırılmaya başlanmış. On yedisinde görücüye gelen, helal süt emmiş, hali vakti yerinde ailelerin oğulları onun güzelliğiyle büyülense de, sohbete başladıktan sonra ondan çekinip, uzaklaşır olmuşlar. Yirmi yaşına geldiğinde ailesi evlilik için artık yaşının geçtiğini düşünmüş. Fransa’da yemek kurslarına giden annesinin peşine takılan Gülşen o yaz gittiği üç aylık kursun sonunda, gizlice Sourbonne Üniversitesi’nin sınavlarına girmiş. Edebiyat bölümünü kazanınca ve evlenmesi de artık zor göründüğünden, ailesi onu orada okutmaya karar vermiş. Üniversite’deki gazete için yazdığı makalelerden, kadınlar hakkındaki iç gözlemleriyle zenginleştirdiği romanlardan, tiyatro oyunlarına kadar birçok eser yazmış. Fransızcanın yanı sıra İngilizce, ayrıca İstanbul’da öğrendiği Arapça ile dört farklı insan olmuş.
Tabi ki falında çıktığı gibi mutlu mesut bir evliliği ve çoluk çocuğu olamamış… Ama Avrupai ve kültürlü beylerle kitaplarına ilham kaynağı olan pek çok farklı romantik ilişki yaşamış… Morfin etkisi altında öğrendiklerimiz bunlar oldu Gülşen Hanım’dan…
Hastalık, ağrı, çektiği acılar ve kâbusları mı? O kısmı bizi hiç ilgilendirmedi… Belki de bedeni acı içinde kıvrandıracak her türlü fiziksel acıya meslek icabı sağır olduğumuz için. Belki de edebiyat içine saklanmış her türlü romantizm ruhlarımızda morfin etkisi yaptığından…

Elvan Yenihayat
Bu öykü Yeşim Cimcoz Yazıevi, Füsun Çetinel önderliğindeki öykü uygulama atölyesinde yazılmıştır.

Öykü-Sumru Tunçyürek

Gölde Akşam

Akşam güneşi, yaşlı zeytin ağaçlarını, sarılı turunculu kaya parçalarını ve kaskatı toprağın üzerinde gelişigüzel savrulan toz bulutlarını şekilsiz gölgelere dönüştürmeye hazırlanıyordu.   Belli belirsiz bir serinlik, silinmeye yüz tutmuş tekerlek izlerini, artık kullanılmayan, yine de rüzgârda garip bir çırpınma sesi çıkaran şemsiyeleri, birkaç kırık plastik sandalyeyi ve etrafa saçılmış cam kırıklarını üşütmeye başlamıştı.  Yaz bitiyordu.  Birkaç yıl öncesine kadar bereketli ve şefkatli sularıyla insan, balık ve böceklerin akınına uğrayan göl, kuruyordu.  Tıpası çekilmişçesine hızla kuruyordu hem de.  Kıyıda, gölden artakalanla toprağın birleştiği yerlerde yosunlar, çamurla karışık çürük bir kokuyla, yeşil sümüksü bir bulamaç halinde birikmişti.  Boyaları dökülmüş, küreklerinden biri kayıp, balçığa saplanmış bir kayığın göle değen kavisli ucundan çatırtılar duyuluyordu.
Cırcır böcekleri sustuktan, kurbağaların bağırtıları kesildikten ve kasabaya giden son otobüsün motor sesi uzaklaştıktan sonra, kıyıdaki iki karaltının nefes alışları duyuldu.  Daha iri olan karaltı, kapısı açık unutulmuş, ahşap kulübenin önünde yerde oturuyor, başı ellerinin arasında boğuk sesler çıkartıyor, omuzları sarsılıyor, ıslanan yüzünü daha da dizlerine gömüyordu.
“Gitmek zorunda mısın?”
Ayakta, kollarını kavuşturmuş, ağırlaşmış göle bakıyordu diğer karaltı.  Etekleri esintiyle kıpır kıpır uçuşuyor, saçlarını, omuzlarının hemen üzerinden kıyıya doğru dalgalandırıyordu.
“Defalarca denedik.  Olmuyor.”
“Birlikte kurduk bu kampı.  Şehrin karmaşasından birlikte kaçtık.  Kendi cennetimizi yaratmıştık.”
Kadın sustu. Adam devam etti:
“Hep hayalini kurduğumuz yerdi burası.  Yıldızların altında bir açık hava oteli gibi, doğanın kalbinde ağırlayacaktık gelenleri.  Tabelamızı ellerinle yazmış, martılar boyamıştın kenarına.  Gölde martının işi ne demiştim.  Mavi Göl kampı evimizdi.  İlk yıl gelen aileleri hatırlıyor musun? Ne neşeli insanlardı.”
Karanlık çöktükçe sazlıklar hışırdamaya, yarasalar kör uçuşlarında kanat çırpmaya, kurbağalar daha da inatla bağırmaya başlamıştı.
“Aile olamadık biz,” dedi kadın.
Sesi, kelimeleri, adamın kalbine saplanan sivri oklar fırlatan bir yaydı şimdi.
“Biz birbirimize yeterdik.”
“Tatlı su ile tuzlu su gibiyiz seninle.  Yan yanayken bile karışamıyoruz. Buraya geldiğimizde aile olabiliriz sanmıştım.  Bir çocuğumuz olsaydı… Gülen oynayan çocukları, şezlonglarında fısıldaşan anne babaları, kahkahalar atılan sofraları izlemekten yoruldum.”
“Baba olmayı ben de istedim…”
“Hayır! Yine başlama! İstemediğini ikimiz de biliyoruz. Şehirden, işinden, ailenden, arkadaşlarından, ödenecek faturalardan, sorumluluktan kaçtın hep.  Baba olmak mı?  Sen mi?”
Karanlıkta bir baykuş öttü.
“Göl kurumasaydı her şey yolunda olacaktı.  Hepsi şu sulama kanallarının suçu!  Yeraltı sularını kuruttular! Sivrisineklerle dolu bu bataklıkta kim kalır ki?  Haklısın.  Taşınmalıyız.  Başka bir göl kenarı bulup, kampı tekrar eski günlerine döndürmeliyiz!  Neden düşünemedim bunu!”
Kadın kaskatı omuzlarını gevşetti, kollarını çözdü.
“Tabelayı yeniden boyaman gerekecek.  İstediğin kadar martı çizebilirsin.  Şemsiyeler de tamir edilecek. Minik bir mutfak da yaparız.  Kek filan pişirirsin kampçılar için.  Mavi Kamp Cafe!  Meşrubat da satarız. Elden düşme bir buzdolabı bakmalı.  Jeneratörü de yenilemeli.  Muhasebeye faturaları bırakmış mıydın bugün?”
Kadın eğildi, yerde dertop olmuş bir misina yumağının ucundaki paslanmış olta iğnesini aldı.  Ahşap kapının çürük, yer yer şişmiş gövdesine geçirdi kancayı.
“Evet, olta da kiralarız.  Tekneyi de onarmak gerek.  Küreğin tekini bir türlü bulamıyorum!”
“Aradın mı hiç?”
“Neyi?”
“Küreğin tekini.  Aradın mı hiç?”
Adam kısa bir süre düşündü.
“Yarın arayacaktım. Yarın, ilk işim küreği bulmak!”
“Kürek, yaz başından beri kayıp. Göl de aniden kurumadı. Biliyorduk zamanla kimsenin gelmeyeceğini.”
Ay doğmuştu tepenin ardından. Yarımdı bu gece. Yine de gümüş ışıklar saçıyordu. Karanlıkta, kulübenin içini, girişteki iki küçük valizi, üzerinde kağıtlar, tarihi geçmiş gazeteler, boş şarap şişeleri ve kavun kabuklarının olduğu masayı aydınlatıyordu.
“Ben... Sensiz ne yaparım?”
Kadın, kulübenin kapısını kaparken menteşeler gıcırdadı, birkaç yarasa karaltısı ansızın belirip kayboldu. Üzeri hala dağınık yatağa doğru ilerleyen ayak sesleri duyuldu. Kurbağalar sustu. Sazlıkların dibinden suyılanları geçti. Havada yosun, çamur ve çürük tahta kokusu asılı kaldı kadından geriye.

Sumru Tunçyürek
Bu öykü Yeşim Cimcoz Yazıevi, Füsun Çetinel önderliğindeki öykü uygulama atölyesinde yazılmıştır.










Gümüş İçten


Gümüş İçten 

Yamalı bir bohçaydı, itilmiş
Dolabın en gerisinde.
Zilli halhal, kolçak, alınlık,
Has kakmalı gümüş.

İçten sordu çocuk,
Anneanne bu haç mı?
Yabancı çiçek tarlası işlemeler,
Anlaşılmaz harflerle dolu alfabe,
Cep aynasında kaybolmuş an.

Neşeyle uyanırdık sabahlara.
Çanlar derdi ki, okul zamanı.
Babam tarardı saçlarımızı tel tel,
İşte bu kemik tarakla.
Kuru üzüm doldururdu anam ceplerimize.
Hey çocukluk, karlara bata çıka, bata çıka, bata çıka.
Hiç üşümezdik o zamanlar.
Pekmez doluydu küplerimiz. Sofrada şarabımız. Tulumda peynir.
Elma kurusu, incir, “alüce”.
İşlikte gümüş asalar, kemerler, takunyalar.
İçten ışıldar insan, derdi babamın nasırlı elleri.
Benle Suren’in yüzünü okşarken.

Anneanne, senin gerçek adın ne?
De git, kaldır şu bohçayı geveze çocuk!
Bana seccademle tespihim gerek.

Füsun Çetinel

El Arabası-Filiz Müldür

"Biraz ayakların yere bassın."

Küçük bir kız çocuğu olduğum günlerden beri bana hep aynı şeyi söylerler. Evet, ama ya gerçekler beni mutsuz ediyorsa? Kendi gerçeğimi yaşamak daha iyi değil midir? Hayallerin, düşlerin peşinden gitmek, gerçek olmalarını istemek kime ne zarar verebilir ki? Kim ne derse desin ben her akşam yattığımda kalın yorganlar altında her istediğim şekle bürünürüm. Engeller kalkar, ayrılıklar biter, sevgiler çoğalır, aşklar hararetlenir, yatağım balkabağına dönüşür, bütün kahramanlarım canlanır.

On dört yaşımın Edirne’si. Karne hediyesi olarak amcamlarda kalabileceğim koca bir yaz tatilim var. Ailemden ayrı olmaksa benim için asla bir üzüntü nedeni değil. Çünkü kuzenim Sevinç en iyi dostum. Onunla köyde bir yaz geçirmek beni çok mutlu ediyor. Ne tuhaf! Birinin cenneti olan yer bir başkasının cehennemi olabiliyor. Annesini üç yaşında trafik kazasında kaybeden Sevinç filmlerde görüp “ yok canım bu kadar da olmaz “ dedirtecek bir üvey anneye sahipti. Evin bütün işlerinden ve mutfaktan sorumlu olmasına rağmen işlerimizi erkenden bitirir sokağa atardık kendimizi. Çocuk olmamız mıdır acaba anılarımızda yaşadığımız yerleri güzel yapan?

Diğer kuzenlerle buluşmak, erik toplamak, tarlaya karpuza gitmek, saklambaç oynamak en büyük eğlencelerimiz. Bir de düğünler var tabi. Köyün bütün gençleri için çok önemli bu düğünler. Kızların ve oğlanların avlunun karşılıklı iki tarafına geçip birbirleriyle bakıştıkları, küçük çocuklarla birbirlerine mektup yolladıkları, ilerleyen saatlerde alkolün de etkisiyle karşılıklı oynaşmaların başladığı sosyalleşme yeri. İşte bu basit hayatta her şey çok güzeldi.

Amcamların evi yokuşun başında büyük bir bahçenin içindeydi. Kendimize, çok eğlendiğimiz, yeni bir oyun bulmuştuk. Yokuşun başına çıkıyor, eşya taşımak için kullanılan el arabasının içine birimiz oturuyor, diğerimiz arabayı hızla yokuştan aşağı sürüyorduk. Zar zor çıktığımız yokuşun başından öyle bir hızla bırakıyorduk ki kendimizi içimdeki o uçma hissiyle yokuştan aşağı inerken göklere yükselip bulutlara değeceğimi zannediyordum.

Yine öyle son hızla, Sevinç’i aşağı iterken sokağın köşesinde amcamın oğlunu gördüm. Uzun boylu, daha önce hiç görmediğim biriyle konuşuyor. Bir an onlara çarpacağım korkusuyla el arabasını ters yöne çevirmeye çalışırken ikimiz birden yere düştük. Sevinç kahkahalarla yerde debelenirken ben ayağa kalkmaya çalışıyordum. Üstümü başımı düzeltirken Hüsnü abim, “İşte bu da bizim küçük yeğen. İstanbul’dan geldi,” diyordu. Yanaklarım kızardı, ellerimi ne yapacağımı bilemeyip önüme baktım. Çok yakışıklı biri bu. Yirmi beşlerinde olmalı. Alnına düşen açık kahve saçları, sert mi yumuşak mı içten mi şeytansı mı olduğunu anlamadığım o lacivert gözleriyle karşılaştığımda, o uçma hissini, salıncağa bindiğim zaman hissettiğim o iç çekilmesini duyuyorum yine. Belki de bilmeden daha sonra hep o hissi aradım, filmlerde, şarkılarda, sevgilerde...

Abime dönüp alaycı bir tavırla, “kızımız biraz yaramaz galiba,” diyor. Sinirleniyorum. Eve girerken abime, “manyak mıdır nedir bu çocuk, “ diyorum. “Kemal mi? Yok iyi çocuktur kızlar bayılır ona,” diyor.
Yemeğimi yiyip erkenden yatmaya gidiyorum. O gece karanlıkta, koca yastıkların altında günün birinde onun karşısına çıkacağımı, güzelliğimden dilinin tutulacağını, bana âşık olduktan sonra da o günkü yaramaz kızın ben olduğumu söylediğimde yüzünün aldığı şekli hayal edip duruyorum. O sırada bilmiyorum ama yıllar sonra o geceyi hiç umulmadık bir şekilde tekrar hatırlayacağım.

Kırk yaşımın İstanbul’u. Küçük şık mağazalarla, pahalı kafelerin olduğu geniş bir caddedeyim. Dar girişli bir apartmanın dördüncü katına çıkıyorum. Arka caddeye bakan camın önündeki yeşil renkli josephin koltuğa oturmamı söylüyor güzel gözlü kadın.
“Derin ve uzun nefes alıp veriniz.”
 “Arkanıza yaslanıp gözlerinizi kapatınız.”
“Aldığınız her nefeste vücudunuzun doğal ritimleri ve gelişen rahatlama duygusunu daha çok hissedeceksiniz. “
“Ayaklarınızdan başlayarak teker teker bütün kaslarınız gevşeyecek. “
“Şimdi size daha huzurlu bir ortam yaratacağız.”
“Sıkıntılı olduğunuzda gitmek istediğiniz, güvenli, mutlu olduğunuzu hissettiğiniz ve en çok olmak istediğiniz yeri bulup oraya gitmenizi istiyorum.”
“Ben söylediğim zaman beşten geriye sayacağız. “
“İneceğimiz her basamakta daha huzura, daha derine ineceğiz.”

Beş- Nice’de tren garındayım. Beni Monaco’ya götürecek hızlı treni bekliyorum. İdrar kokusunun arkasında iki çipil göz. Korkuyorum. Çantamı kucağıma alıp sıkıca sarılıyorum.

Dört-Arka camında güllerle adımızın baş harflerinin yazıldığı gri spor bir arabanın içindeyim. Danteller, çiçekler, duvak… yanımda  siyah takım elbiseli, papyonlu yüzü tanıdık gelen bir adam oturuyor. Hafızamı zorluyorum.

Üç derine- İşte annemin sesini duyuyorum, bizi çaya çağırıyor. Elmalı kurabiye ve pişinin kokusu buraya kadar geliyor.

İki- daha derine.

Bir şimdi en derine- Koca yorganı başıma çekiyorum. Yokuştan hızla inerken hissettiğim içimdeki o çekilmeyi, heyecanı bastıramıyorum. El arabası gidiyor, gidiyor, hızlandıkça hızlanıyor. Evin kırmızı kiremitlerinin üstünden, erik yüklü dalların arasından, elektrik direğinin üzerine yuva yapmış leyleğe selam verip mavi gökyüzüne, top top bulutların üzerine çıkartıyor beni. Lacivert iki göz derinden, alaycı küçük bir kız çocuğuna bakıyor.

Huzurluyum. Derindeyim. Büyümek istemeyen küçük bir kız çocuğuyum ben.

Filiz Müldür
Bu öykü Yeşim Cimcoz Yazıevi, Füsun Çetinel önderliğindeki öykü uygulama atölyesinde yazılmıştır.