Öykü etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Bir Karakterin Ölümü


Bizim evin bir Müfit abisi vardı 

Babası, ananemin çocukluk arkadaşıymış, erken yaşta vefat etmiş. Ailesi yoksulluk içinde kalmış. Herkes umudunu bu oğlana bağlamış. Okuyacak, adam olacak, dağılan ailesini kurtaracakmış. Orman Fakültesinde okumak için İstanbul’a gelince, gidecek başka yeri olmadığından, evimizin zorunlu bir ferdi oldu.  Ananem hep önünde arkasında durdu, üstüne titredi biricik emanetinin.

Müfit abi lüle saçlı, kocaman gülüşlü, patates burunlu, kepçe kulaklı, mülayim biriydi. Üstünde kendisine bol gelen ceketi, sanırım babamın eski ceketlerinden biriydi, altında ütüsü bozuk çuval gibi pantolonu ile çok sevdiğim çizgi film kahramanlarına benziyordu. Öğrenciliğinden arta kalan zamanlarında bizim evde takılır, ananemin pişirdiği dolmaları, imambayıldıları, içli pilavları midesine indirir, salonun ortasına kurulan yer yatağında gelen gidene aldırmadan günlerce gecelerce uyurdu. Bazı günler, aniden çıkar gelir de evde bizi bulamaz diye, anahtarı köşedeki Laz bakkala bırakmamız gerekir, annem ‘ne işi var evin anahtarının el âlemin bakkalında,’ diye söylenirdi.

Babamın uzun gemi yolculukları yüzünden evde olmadığı zamanlar, onun ‘robe de chambre’ ını giyip bize orman hayatını, hayvanları, ağaçları hiç bilmediğimiz bir dünyayı anlatırdı. Ona sokulunca babamın kıyafetlerindeki tanıdık deniz kokusu gelirdi burnuma. Sabah gözlerimi açar açmaz, soluğu yanında, salondaki yer yatağında alırdım. Öyle derin uyurdu ki, ittirip yanına sokulduğumun farkına bile varmazdı. Bir süre sonra kımıltısız durmaktan sıkılır, sağa sola dönerek uyandırırdım onu. Ananem yumurtalı ekmekleri kızartana kadar her şeye gülüp dururduk. Sonra o yine bitmeyen iştahı ile sofrada ne varsa yer bitirirdi.

Annem Müfit abiyi hem sever, hem de habersiz geliş gidişlerinden, yemekleri bitirmesinden, teklifsizce babamın kıyafetlerini giymesinden, salonu kendi yaşam alanına çevirmesinden bezer, kendisiyle yüzleşemez, ne zaman gidecek bu çocuk, diye ananemi didiklerdi.

Altından kalkamayacağı iş yoktu Müfit abinin. Bir çırpıda ampulleri değiştirir, atan sigortalara tel sarar, kömürlükten kova kova kömür taşır, en ağır piknik sepetlerini yüklenir, evde ekmek bitmişse babamın pijamalarıyla bir koşu alıp gelir, sobanın başında ananemle teyel söker, düğmeleri renklerine göre ayırır, çile sarar, aklınıza gelebilecek her işin üstesinden gelirdi. Ananem babasını anlatırdı, güzel köylerini, ceplerini kuru üzümle doldurup, diz boyu karda okula yürüyüşlerini, öğretmenlerini, çocukluğunun hatırlayabildiği her detayını anlatırdı ona. Müfit abi ağzı açık dinler, ananemin hikâyelerinde özlediği babasını bulurdu.

Sonra üniversiteden başarıyla mezun oldu, görev yaptığı Belgrat ormanında bir lojman verdiler kendisine. Ama çoğunluk yine bizdeydi. Nöbette olduğu günler ya cipinin farına ürkek bir tavşan yakalanır, ya yolunu kaybetmiş bir ördek yavrusu önüne çıkar, ya da yaralı bir kirpi muhakkak onu bulurdu. Benim hayvanları nasıl sevdiğimi bilir, tutar hepsini bizim eve taşırdı. Dünyanın en normal şeyiymiş gibi kazağının içinden veya ceketinin cebinden çıkan bu kadersiz canlılar bir süre bizimle yaşamak zorunda kalır, hiçbirinin sonu iyi olmazdı.

Aman evladım, bak Nevin çok kızıyor. Ne olursun beni arada bırakma. Getirme bu hayvanları eve, derdi ananem her seferinde. O ise gülümsemekle yetinir, bir dahaki sefer yine aynı şeyi yapardı. Annem çoğunluk okulda olduğundan, akşam yorgun argın gelir, antredeki şekli bozuk, çamurlu ayakkabılardan yine eve ormandan bir misafir geldiğini sezer, suratı düşer, elindeki paketleri aceleyle mutfağa bırakıp yanımıza gelirdi. Müfit abiye sinirlenmesine rağmen eve gelen hayvanları en çabuk o benimserdi. Hemen onlara yatacak yer yapar, yemek verir, su verirdi.

İlk gelen sarışın, paytak ördek yavrusu yerini yurdunu aramasın, üzülmesin diye bir leğenin içine su doldurduk, ördeği de içine bıraktık. Uzunca bir süre yüzdü, oynadı, daldı, çıktı. Sonra bir hapşırık, bir tıksırık başladı hayvanda. Üşütmüştür dedik, çay kaşığının içinde bir adet bebe aspirinini eritip zorla yutturduk. Balkonda tuttuk birkaç gün ama garip iflah olmadı, annem paytak ördeği Belgrat ormanlarına kaderine geri postaladı.

Sonra kocaman vahşi bir tavşan geldi salonun ortasına. Kolum uzunluğunda kulakları vardı. Yeni doğmuş bir kuzu büyüklüğündeydi. Hayvan öyle korktu ki, hemen divanın altına saklandı. Ne havuç yiyordu ne de lahana. Ben arada yanına sürünüp yaşıyor mu diye bakıyordum. Kocaman, karanlık gözlerle beni izliyordu. İki gün sonra ansızın dışarı çıktı, bizde nasıl bir sevinç. Demeğe kalmadı o dağ gibi hayvan bir zıpladı, iki kere tavana çarptı ve oracıkta hayata veda etti. Ben çok ağladım. Annem çok sinirlendi. Ananem ne yapacağını şaşırdı.

Hepimiz cehenneme gideceğiz senin yüzünden Müfit, dedi annem.

Cennete giden hayvanların bizim evdeki yeri belliydi. Eski toz bezlerine sarıyoruz, ben önde ananem arkada Bomonti’deki çayırlığa çıkıyoruz. Ben artık çukur kazmayı çok güzel öğrendim. Ananem dua okuyor, ben ağlayarak gömüyorum tavşanı. Çukura hepsi sığmıyor, kulakları biraz dışarıda kalıyor. İyi kazamamışım. Üzerine papatya toplayıp koyuyorum. Ananem, hazır çayırlara gelmişken oturalım soluklanalım biraz, diyor. Cebinden eksik etmediği çakısıyla elma dilimliyor. Birlikte yiyoruz.

Başka bir gün Müfit abi, ben, bir de ananem pazara gittik. Ananem seçiyor, alıyor, biz fileleri taşıyoruz. Ananem sebzeciden şalgam alacak, seçmesi uzun sürer siz dolaşın biraz, dedi. Müfit abi beni çekiştirip karton bir kutunun başına sürükledi. İçinde bir sürü sarı civciv oynayıp zıplayıp duruyor. Ceplerini yokladı, az biraz bozuk para buldu. Al takke ver külah, ananem şalgamları seçene kadar biz bir kesekâğıdına iki civcivi seçmiştik bile.

Civcivler eve gelir gelmez utangaçlıklarını attılar üzerlerinden. Ben kutuya koyuyorum, onlar çıkıyor. Ananem besliyor ya, hep onun peşindeler artık. Bir taraftan koşuyorlar bir taraftan pisliyorlar. Salonun parkesinde bir patinaj, biri sağa uçuyor biri sola. Her yer battı. Ananem bıktı. Annem yine sinirlendi. Müfit abi ormanda. Biz de okuldayız çoğunluk. Ananem baktı ki baş edemiyor ikisine de bir örnek don dikti, zorlukla da olsa giydirdi üzerlerine. Civciv ne olduğunu anlamadı ilkten, hareket edemedi. Koşmak isteyen arka üstü devrilip kaldı. Annem kapıcıyı çağırıp civcivleri kutusuyla tutuşturdu eline. Bu adam bunları kesip yer, diye nasıl ağlıyorum.

Bir yaz Müfit abiyi Kızılcahamam ormanlarında göreve çağırdılar. Orman içinde tek katlı, ağaç bir lojman vermişler otursun diye. Okullar kapanır kapanmaz soluğu yanında aldık. Hem biz orman havası alacağız, hem de ananem ona sevdiği yemekleri pişirecek. Ağaç evin tam önünden buz gibi bir dere akıyor şırıl şırıl. Her yer sık çam ağacı. Derenin içinde koyu yeşil benekli kurbağalar, daha tam büyümemişler. Kahvaltımı eder etmez, dizlerime kadar derenin içine giriyorum. Kısa sürede kurbağa avcısı kesiliyorum. Ellerim, kollarım kurbağa dolu. Ancak yemek vakti sudan çıkıyorum. Güneş çekilmeye başlayınca kozalak topluyoruz Müfit abiyle. Akşamları sobada çıtır çıtır yakıyoruz, tatlı kokusu çıkıyor. Soba üzerinde yine ormandan topladığımız mantarları pişiriyoruz. Neler konuşmuyoruz ki! Çoğunluk büyülü orman hikâyeleri, garip hayvanlar, kahraman ormancılar. Upuzun, eğlenceli bir yaz. Okullar açılırken evimize dönüyoruz yeniden. Kurbağaları hiç unutamıyorum. Her yerimi siğil basıyor. Ananemle gitmediğimiz hoca kalmıyor, nafile. Annem Müfit abiye söyleniyor yine.

Müfit abi okulu bitirdi, işe girdi, para kazanıyor. Oyunu kurallarına göre oynamaya başladı, benden başka herkes çok mutlu. Tamamlanması gereken bir şey ufak şey daha var. Ananem annemin başının etini yemeye başladı.

Nevin, bu çocuğun bizden başka kimi kimsesi yok. Okudu, sayende bir meslek edindi. Uygun bir kız bul da, yerini yurdunu bilsin. Bak kaç yaşına geldi.

Babamın kaptan bir arkadaşı vardı o sıralar. Baston Raci lakaplı, safi poz bir adam. Dört tane boy boy kızı var, ikisi yaşça pek uygun. Müfit abi de oldukça hevesli. Ailecek iki dirhem bir çekirdek hazırlanıp görücüye gidiyoruz. Annem hemen Müfit abiyi övmeye başlıyor. Efendim şöyle iyi çocuk, pek bir kültürlü, parası şimdilik çok yok ama kapı gibi diploması, mesleği var elinde. İçkisi sigarası kesinlikle yok. Biz ailesi olarak arkasındayız. Ne gerekirse usulüne uygun yapılacak. Kahve geliyor, çikolata geliyor. Sıra sıra kızlar geliyor. Nasılsınız? Daha ne var ne yok? Kızlarınız, maşallah hepsi çok güzel. Burası külliyen yalan. Hepsi bana göre çok çirkin. Müfit abi evlenmesin, başka eve gitmesin. Sonra biri, çocuklar anlaşsın gerisi boş, diyor. Hepsi yalan. Kızın anası annemi ablukaya aldı. Koca bir sayfa ihtiyaç listesini hazırlamış önceden. Paranız var mı, durumunuz müsait mi? Sormak yok. Kolay değil kız almak bizden, diyor. Kızın babası diğer koldan girişiyor. Gel bakalım. Seninle şöyle erkek erkeğe bir konuşalım, diye. Kaç para kazanıyorsun? Bizim kızı geçindirebilir misin? Biz ne bilelim, senin kız kaça geçinir. Ne yer ne içer. Müfit abi kıpkırmızı oldu. Annem ter içinde, arada kaldı diye çok sinirli. Baba pişkin. En büyük kız olmazsa bir ufağı var, diyor. Bizimki her şeye razı evlenecek, evi olacak, ailesi olacak, kendi çocukları olacak ya. Gözü hiçbir şey görmüyor o anda. Suratında gevşek bir sırıtış, başına gelecekleri çoktan kabullenmiş veya hayal bile edemiyor.

Düğüne dek istekler tam gaz devam ediyor. Gecelik, tüylü terlik, kombinezon, düğün bohçası, bir sürü fantezi eşya, hep alışveriş, hep para muhabbeti.
Ah, kaptılar aslan gibi çocuğu. Vur kafasına al lokmasını. Kiralasaydık ya gelinliği. Düğün sonrası hatıra saklayacakmış. Çok görgüsüz bir aileye gitti. Sapsız üzüm, istediklerini yaptırıyorlar. Gitti gider bizim oğlan, diye dert yanıyor annem önüne gelene.

Babam başka bir âlem, Baston Raci arkadaşı ya, hır çıksın istemiyor. Herkes birbirine girdi evde. Ananem sevinsin mi üzülsün mü emin değil. Bir taraftan annemi teselli ediyor,  bir taraftan Müfit abinin mürüvvetini görecek diye pır pır seviniyor. Ben o kadının gözlerini oymak istiyorum, nasıl evlenir benim Müfit abimle. Ölsün, yok olsun, diye dualar ediyorum.

Düğün günü gelin ve diğer tüm kadınlar bizim evin altındaki kuaföre üşüşüyorlar. Şekerci dükkânı gibi oluyor kuaför, rengârenk kocaman fiyonklu tuvaletlerin içinde suratı boyalı bir sürü kadın. Kuaförler ellerinde tarak ve fırçalarla etrafta koşturuyorlar. Nermin Yenge’ye topuz, gençlere ve çocuklara bir örnek lüleler, Aynur Teyze’ye muhakkak mizanpli.

Saçlarım tüy gibi hemen bozulur, saç spreyi gerekli.

Gelin başı için papatya mı olsun zambak mı?

Gelin buketi nerede kaldı canım?

Ay, çorabım kaçtı. Tırnağımın ucu kalkmış, bir kat daha oje sürelim lütfen. Bıyıklarım çok belli oluyor mu?

Kuaför çıkışı herkes sıkış tepiş arabalara doluştu, düğün salonuna gidilecek. Annem alı al moru mor ödenmesi gereken kuaför ücreti ile kalakalıyor tek başına. Ananem masraf olmasın diye evde saçlarını çayla tarayıp, bir güzel taşlı filesinin içine yerleştirmiş bile. Bir hır gür içinde düğün salonuna varıyoruz.

Aman o ne bilmiş bir aileydi öyle. Gelinin kız kardeşleri fır fır etrafta dönenip, herkesi hoş tutmaya çalışırken, Baston Raci bir düğün organizatörü edası ile iskemleler getirtiyor, yaşlıları boş yerlere oturtuyor. Kimin içeceği eksik? Düğün pastası zamanında gelebilecek mi? Gelinimiz, damadımız aç kalmasın, çok yorulacaklar sonra. Heh heh! Siz Mükremin Bey, orada cereyanda kaldınız gerçekten. Karısı da boş durmuyor, o geniş kalçaları ile masaların arasında rahatça manevralar yaparak herkesin halini hatırını soruyor. Herkes yerleşti, sıra takı töreninde.

Anneler, babalar lütfen küçük meleklerimize sahip çıkalım. Pisti boşaltalım, gelin ve damadı takı töreni için piste davet ediyoruz.

Bizim ailenin kadınları, yani annem ve ananem, utana sıkıla geline aldıkları bilezik ve kolyeyi takıyorlar. Baston Raci ve karısı atmaca gibi başındalar bizimkilerin. Gözler takılan şeyleri tartıyor ve fiyat biçiyor. Memnun kalmadıkları kesin.

Düğün pastasını çok seviyorum. Üstünde minik bir gelin ve damat figürü var. Bu gecenin sonunda benim olmasını çok istiyorum. Pasta eşit olarak kesilip dağıtılıyor. Herkes iyi niyetlerini sunuyor. Gelinin benimle yaşıt kız kardeşi ile aynı masada yiyoruz pastalarımızı, bitirince ikimiz de kalan pastanın yanına doğru gidiyoruz. Annemi görüyorum uzaktan, bana kaş göz yapıyor etrafta fazla dolaşmayayım diye. Gelin, pastadaki süslü gelin ve damat figürünü küçük kardeşine veriyor, ben uzaktan baka kalıyorum. Müfit abi kafamı okşuyor. Son danslar ediliyor ve yorgun, mutsuz, paraları tüketmiş olarak evimize dönüyoruz. Arabada kadınların düğün dedikodularını dinlerken uyuyakalıyorum.

Zavallı Müfit abim. Böyle bir sonun olmasını istemezdim gerçekten. Düğün sonrası başka biriydi artık o. Bize hep mesafeli, hep uzak, hep temkinli. Evimize geliş gidişleri iyice seyrekleşti. Yeni evlendi anlayış göstermek lazım, dedik ilk önceleri. Çok fazla bize gelmesinden şikâyet eden annem bile, onu arar oldu. Karısı tek başına bize gelmesini istemiyormuş. Beraber geldiklerinde de devamlı göz hapsinde tutuyordu onu. Müfit abi suskundu artık. Eskisi gibi iştahla yemiyordu ananemin yemeklerini. Benim yemeklerimi pek seviyor, dedi karısı gururlanarak. Ananem tek bir şey bilmek istiyordu. Mutlu mu?

Siyah beyaz bir düğün fotoğrafı kalıyor geriye elimde. Ben çiçekli tafta elbisemle en önde çömelmişim, yanımda gelinin sevimsiz küçük kız kardeşi, elinde pastanın süsü gelin damat figürü. Annem ve ananem Müfit abinin yanına sıkıştırmışlar kendilerini, babam arkada kalmış biraz. Baston Raci ve ailesinin kadınları öbek halinde gelinin etrafını çevirmişler. Müfit abi hiç olmadığı kadar mutlu, kocaman bir gülüş var suratının orta yerinde, muhtemelen son gerçek gülüşü.

Füsun Çetinel

Yazı Maratonu Alıştırmaları 2

Yazı Maratonunun Sonuna Geldik

Avusrtralya, Amerika, Kanada ve Türkiye'den yüzlerce kişi katıldı bu çalışmaya. On beş gün sonunda her bir kişinin yazdığı satır uzunluğu 1750 metreyi buldu! Yazdıklarımızın uzunluğundan çok ağırlığı önemliydi benim için. Hiç aklımızda olmayan detaylar bilinçaltımızdan yukarılara çıktı. Kimimiz her gün yazdı, kimimiz aralarda katılabildi çalışmalara. Yazmak için soyunmak gerek ya, gerçekten de başardık bunu, tüm samimiyetimizle içimizdekileri sayfalara döktük. Yine hüzünlendik, yine güldük hem kendimize hem de yazılarını bizlerle paylaşan diğer arkadaşlara. Ve bu etkinliği haftalık çalışmalarla devam ettirme kararı aldık. Çok özel bir birliktelik bizimkisi, yazıkardeşliği. 

Blog üzerinden yazı alıştırmalarını ve izlenimleri sizlerle paylaşmaya devam edeceğim. 

10. İlkler
Hayatındaki ilkleri düşün! Aklına ne gelirse listele. Ne kadar çok ilkin olduğuna şaşıp kalacaksın. Bunlar benim aklıma gelenler; ilk öpücük, ilk ev, ilk iş, ilk okuduğun kitap, ilk defa ''seni seviyorum'' dediğin zaman. Kim bilir sen neler hatırlayacaksın? Listenden bir tanesini seç ve yaz.

11. Sesler
Lise yıllarında, sivilceli suratlarla diskoteklerde, gazinolarda hangi parçalarla dans ederdin? Unutamadığına eminim! Şimdi yapacağın şey şu: Bir kâğıda birden sekize kadar numaralar yaz. Sonra ekteki ses kaydını dinle ve her numaranın yanına o sesin neye ait olduğunu bulup yazmaya çalış. Bazı sesler sana tanıdık gelebilir, bazılarını belki hiç duymamışındır. Elinden gelenin en iyisini yap. Sonra bu sekiz sesin seni hangi hatıralara götürdüğünü ufak notlarla yanlarına yaz. Ve içlerinden bir tanesini seçip derinleşşşşşşşş.
Ses kaydı https://www.youtube.com/watch?v=OLyufCIOc7k

12. Meditasyon
Evde sessiz, rahat bir köşe bul, otur ve gevşe. Bu çalışma için rahatsız edilmemen gerekiyor.
Birkaç derin nefes al ve vücudundaki gerginlikten kurtul. Şimdi gözlerini kapa, hayalinde, bugün olduğun halini gör, bu koltukta otururken bu odada. Hafifle, koltuktan havalandığını, yükseldiğini gör. Tavan yok, mavi gökyüzüne bulutlara gidiyorsun, hafifsin yükseliyorsun balon gibi. Aşağıya bildik yerlere akarken zaman, yer ve fiziksel vücudun yok oluyor. Her yeri görebiliyorsun, kilometreler ötesini.
Sağa doğru dönüyorsun çok hafif bir kapı var. Kapısı aralık, hafif bir ışık geliyor ve sana çok tanıdık bir melodi.  Başka bir odada tanıdık sesli insanlar var, kapıdan bakıyorsun hepsi çocukluğunun tanık yüzleri. Bir dirhem değişmemişler, hepsi aynı çocukluğundaki gibi. Kendine bakıyorsun sen de aynısın çocukluğundaki gibi. Kolların bacakların çocukluğundaki gibi, elbiselerin aynı.
Odadaki insanlar senin farkına varıyorlar. Biri sana doğru geliyor. Bu kişiyi çok iyi tanıyorsun. Her detayını biliyorsun, sesi nasıl, kendi nasıl. Seni içeride birlikte bir masada oturmaya davet ediyor. Masa sessiz bir odada, bir bakıyorsun üzerinde senin çocukluğunda yemeği ve içmeyi sevdiğin şeylerle bezeli, bardak ve tabaklarıyla kurulu bir masa. Çocukluğundaki gibi oturup bekliyorsun.
Geçmişten bahsediyorsunuz, eski zamanlarda yaptığınız şeylerden. Konuşma çok rahat ve doğal akıyor tıpkı yıllar öncesindeki gibi. Hoşuna gidiyor, mutlusun burada olmaktan.
Sana bir şeyim var diyor, bu kişi. Çocuk avucunun içine bir şey koyuyor. Sen o şeye dikkatle bakıyorsun.  O şeyin mesajını söylüyor sana. Unutmayacaksın bu mesajı. Kalbinde tutacaksın hep. Odadan çıkarken arkanı dönüp birlikte olduğun bu kişiye bakıyor ve el sallıyorsun. Kapıyı arkandan sessizce kapıyorsun.
Yürürken her adımın seni bugünkü yaşantına, yaşına biraz daha yaklaştırdığını fark ediyorsun. Hole vardığında bugünkü halinsin. Bulutlarda süzülüyorsun, tanıdık yerler, evin, oturduğun koltuk ve ağırlığını yeniden hissediyorsun. Koltuğunda oturuyorsun artık. Nefeslerin rahat, şimdidesin.
Hazır olduğunda gözlerini aç, derin nefes al. Kalemi kâğıdı al ve deneyimini yaz! Kimi ziyaret ettin* Bu kişiyi tanımla. Neler konuştunuz? Avucuna konan şey neydi?  Mesaj neydi?
Yazmaya başla!

13. Mektup
Elektronik postalardan önce kalem, kâğıtla mektuplar yazardık sevdiklerimize. Posta kutusundan faturaların arasından çıkan bir mektup başka hiç bir şeyin yerini tutamaz! Evet, kalemi kâğıdı hazırla. Düşün bakalım, geçmişten kiminle haberleşmek isterdin? Hala yaşayan ama izini kaybettiğin biri olabilir, uzun zaman önce aramızdan ayrılan biri... Ona bugünkü yaşamını anlatabilirsin, geçmişte yaşadığın bir kırgınlığı düzeltmek için yazabilir veya bir şey için teşekkür edebilirsin. Bu zarfı postaya vermeyeceksin. Mektup yazarak içini dökeceksin. Kendini serbest bırak, kelimelerin hakkını ver. Mutlaka kâğıt ve kalemle yaz!

14. Sevgililer Günü
Bugün konumuz aşk, ilk veya son aşk, bir deneyim, hayal kırıklığı, sevgi, sevginin her çeşidi, kedi, yazı, öykü, bisiklet. Tutku belki de... Yapmayı çok sevdiğin bir şey. Sevdiklerin hep seninle olsun.

15. Spor Hayatım
Başlığımız yazı maratonu, bu son alıştırma da sporla ilgili. Sporda yenildiğin veya yendiğin bir anı düşün. Ne amaçlamıştın, ne oldu? Sporla ilişkin nasıldı hayatın boyunca? Yapmanı kim istemişti, nasıl başlamıştın, nerelere geldin? Hep iyi miydin? Eğlenceli olacağa benziyor...

Ve İzlenimler...

Ayşecan 
Anılar ve anıları yazmak. Daha önce denediğim ama içine dalmaktan haz etmediğim bir çalışma idi. Bu sefer ne oldu tam olarak çözemiyorum. Daha önce de başkaları ile birlikte yazıyordum ama bu sefer hiç zorlanmadan kendi akışında çıkıyor yazılar. Üzerinde çalışılmamış yazılar. Hiç biri rahatsızlık vermiyor üstelik. Her hatıra bir şeyleri çekiştirip getiriyor. Bambaşka bir hayatı kendi hayatım olarak anlatır gibi oluyorum. Ama her şey çok doğal gerçekleşiyor. Bu kısmı özellikle çok ilginç geldi. Ve çocuk yanım yanımda hazır duruyor. Bana başka soracakların var mı der gibi. İçimden, kendi hayatımdan temel alarak kurgu ne çok hikâye çıkabileceğini görüyorum. Sevdim bu çalışmayı. 

Reyhan
Bir süredir yazamıyordum. Bu maraton başladığında heyecan duydum. Yeniden yazmaya zaman ayırabilmek, üstelik yazdıklarımı çoğunu maraton sırasında tanıyıp sevdiğim birbirinden güzel yazan arkadaşlarla paylaşmak bir armağan gibi geldi bana. Sonuna yaklaşırken maratonun zorladığı tempoyu ve aracı olup açığa çıkardığı ruhu çok arayacağımı hissediyor, şimdiden üzülüyorum. Teşekkür ederim. 

Ayşegül
Bu maraton çalışması benim için bir eşzamanlılık. Maraton öncesi Yeşim Cimcoz hoca ile öykü kitabı çalışmasına başlamıştık. Maratonda yazmaya başlayınca kendime dair unuttuğum ne kadar şey varsa hatırlamaya başladım. Öyküleri besleyecek bir dolu şey varmış heybemde, hepsi birer birer ortalığa döküldüler. Ama en güzeli ne biliyor musunuz ne arkadaşlar? Ben Füsun Çetinel’i sadece iki saat gördüm. Diğerlerinizi hiç tanımıyorum. Yazdınız okudum, yazdım okudunuz. Yorumladınız, hislerinizi paylaştınız. Maraton o kadar değerli bir çalışma oldu ki benim için. Sizler de yorumlarınızla yeni girdiğim bir hayat planında ufkumu açtınız. Hepinize canı gönülden teşekkür ediyorum. Ben iyice gaza geldim ve Yeşim Cimcoz Yazı Evinde, Öyküde ve Romanda Kurgu atölyesine başlıyorum.

Rehan 
Ben bugüne kadar sadece teknik yazılar yazmış, bir mühendis, sol beyin insanıydım. Kitaplar çocukluğumdan beri hayatımın vazgeçilmezleri olduğu için, yazabilmeyi  hep dilemiştim. Ancak bu konuda hiç bir eğitim almadığım gibi, karışık bir zihnim, özgüven noksanlığım bir ton çekincem vardı. Maratonu görünce katılmayı çok istedim ama bir o kadar da çekindim. Niyetim sadece sizleri okumak ve feyiz almaktı. İlk gün öğretmen yazısını yazdım ve fakat cesaret edip yollayamadım. Sonra ikinci gün, üstüme bir cesaret geldi. Kaybedecek neyim vardı ki? Ya herrü ya merrü diyerek yolladım yazımı. Sonrası malum işte, düşe kalka koşuyorum ekiple. Ben bu grubu, maraton olayını çok çok sevdim. Beni mutlu ediyor. Zihnim açıldı, ellerim açıldı sanki. Bir de yazdıkça ferahladığımı görüyorum. Konunun sabah verilmesi, bir temaya yoğunlaşmak çok yardımcı oluyor. Sonra tabii o konuda farklı kalemleri okumak inanılmaz keyifli ve faydalı. Keşke bu çalışmaya benzer şeyleri daha sık yapabilsek. Kısacası ben bu ekibi ve çalışmayı çok faydalı, çok etkili buldum.

Funda
Beni kendi içime yönlendirip, kendimle hesaplaşmama yol açtı,  geçmişimi tekrar düşünmeye başladım ve yorumladım. Yazıyla birlikte bilip de bilmeyi istemediklerim ya da unutmayı tercih ettiklerim su yüzüne çıkmaya başladılar. Sanki ben bir filmin başrolündeydim ve kendimi perdeden izliyordum, acımasızca eleştiriyordum. Bu filmin zaman zaman iyi, bazen kötü bazen de iflah olmaz karakteriydim.

Söz Uçar Yazı Kalır
On dört gün on dört harika yazı çalışması! Heybemizde neredeyse bir kitabı dolduracak metinler var, aklımızda yazacak, yazmayı düşündüğümüz bir dolu şey. Bu çalışmaya katılan arkadaşlarıma sonsuz teşekkürler, onlarla birlikte ben de yazdım ben de büyüdüm.

Füsun Çetinel



Konuşan Masa

Masa Konulu Tablolar


Konuşan masa etrafında on iki meraklı kişiydik. Kimimiz ressam, kimimiz yazar, kimimiz sahne sanatlarından. Yıllardır görmediğim sevgili dostum, çocuk kitapları illüstratörü Huban Korman’la da Konuşan Masa sayesinde karşılaştım.

Çağla Göksu, Mimar Sinan Üniversitesinde plastik sanatlar koordinatörü ve ressam. 120 tablo görseli eşliğinde, bize Rönesans’tan günümüze Avrupa’da ve Türkiye’de, masa konulu figürleri tanıttı. Masa kültürü Türklere çok daha sonraları geldiği için gösterilen eserler tabi ki de Batı ağırlıklıydı.

Leonardo da Vinci'yle başlayıp Recep Batuk’la bitirdik geceyi 
Pieter Brueghel’in masasında, İncil’in dışında günlük hayatın rastgele izlerini ve neşesini yakaladık. Manet, Monet, Renoir, Degas, Gaugin, Picasso, Holbrook, Şeker Ahmet Paşa, Mahmut Cuda, Fikret Mualla, Cihat Burak’ın masalarında bize anlatmak istedikleri hikâyeyi görmeye çalıştık. Göremediklerimizi de güler yüzlü eğitmenimiz Çağla Göksu gösterdi. Bimece parçalarını on iki çift meraklı gözle bir araya getirdik.

Öykü bütün sanat dallarından beslenir ama bence en çok şiire ve resme yakındır. İyi öyküler, sözcüklerle yapılan resimler değil midir zaten? Hemingway örneğin, Beyaz Fil Tepeler öyküsünü yazarken, Cezanne’den, onun ‘’basitmiş gibi görünen fırça darbelerinin aslında duygularını son derece kontrollü bir biçimde dışa vuruşundan’’ yararlandığını söyler.


Ben en çok Frida Kahlo’nun yemek masasından etkilendim. Leonardo’nun masasında et, şarap, ekmek varken Frida kendini yatırmış masaya, üzüntüsünü, hastalığını, ölümünü, erkekleri, düşüncelerini. Yemek masasını ameliyat masasına çevirmiş. Üretkenliğini, kısırlığını sorgulamış. Tüm yaşamını didik didik etmiş bu masada. Kendi kendini yemiş bitirmiş. Kutsallığı simgeleyen beyaz masa örtüsünü bir kenara atmış, yeşil sermiş masaya. Doğanın yeşili onun kutsallığı. Güneşin doğuşu, batışı. Sonra her tarafına ok saplanmış bir geyik var tam masanın önünde, Frida hep yaralıydı ya zaten. Acılarını resmeden kadındı o.


Vincent Van Gogh’un masasında ışığın vurduğu tozlu patatesler var. Sabah, öğlen, akşam yenen ama hiçbir zaman şikâyet edilmeyen patatesler. Karanlık bir huzur var aynı masanın etrafına toplanmış yoksul insanların suratında. Patates ekenler. Patates Yiyenler.


Salvador Dali’nin masası ise sürreal. Belleğin Azmi ya da Eriyen Saatler(La Persistencia de la Memoria ) diye bilinen tablosunu yapmak için atölyesinde çalışıyormuş. Bir zaman kompozisyonu kurmak istiyormuş ama nasıl yapacağına bir türlü karar veremiyormuş. Zaman nasıl çizilir? Belki bir saat çizebilirim, diye düşünmüş.  Çok sıradan gelmiş. Biraz şarap içmiş,  birkaç üzüm atmış ağzına. Camambert peyniri masanın üzerinde tabakta duruyormuş. Uykusu gelmiş, kanepesine kıvrılıp yatmış. Sabah uyandığında yanı başında erimiş, kendini odanın sıcağına teslim emiş, Camambert ile göz göze gelmiş. İşte bu demiş, şekil değiştiren, eriyen bir zaman tam da aradığım. Artık kompozisyonunu nasıl kuracağını biliyormuş.


Botero’nun piknik örtüsünü es geçemem. Tombul muzlar, çatlayacak denli büyük portakal.Kendi tarzında şişman insan modeli ile hafızalara kazınmıştır sanatçı. Gerçekçi dünyaları anlatırken gerçek dışılık yaşatır. Fizik kuralları yerine kendi bakış açısını verir. Yemek yemenin ve şişmanlığın tabu olduğu günümüzde bana cesaret verdiği için seçtim inadına.


Mihri Müşfik Hanım.  Kendisi farkına varmamış da olsa çok farklı resmetmiştir masadaki karpuzu. Gerçeklerle yüz yüze bir kadın olarak çekirdekli bir karpuz çizmiştir. Aynı ve daha eski dönemin erkek ressamlarının tablolarındaki karpuzlar ise çekirdeksizdir. Hizmetkârları veya eşleri, karpuzun çekirdeklerini ayıklayıp öyle masaya getirmiş olmalılar. Başka nasıl açıklanabilir ki bu çekirdek meselesi?


Recep Batuk’un masasındaki Sucuklu Yumurta basit, sıradan ama bir o kadar da insana ait. Sanatçı bir pazar sabahı evinden çıkar. Apartmanın içini sucuklu yumurta kokusu sarmıştır. Canı fena halde sucuklu yumurta çeker ancak çalışmak için bir an önce atölyesine gitmesi gerekiyordur. Baştan çıkartıcı koku hep aklındadır. Atölye çevresinde hiçbir açık bakkal bulamaz, ancak tuvaline tava içinde yağları cızırdayan sucuklu yumurta çizer.

Masa ve yemek iki ayrılmaz parça. Biz de gece boyunca bunun keyfini çıkarttık. Aynı masanın çevresinde yedik, içtik, sanatçıları ve sanatı konuştuk. Konuşan Masa’da çok değişik temalar var ve her gün yenileri eklenmeye devam ediyor; Masallarda Yemek, İki Mutfağın Kesiştiği Noktada, Bizans’tan Osmanlı’ya İstanbul Mutfağı, Likör ve Şerbet Yapımı Atölyesi.

Detaylı bilgi için;
http://konusanmasa.com/?p=116

Füsun Çetinel


Yazı Maratonu Alıştırmaları 1


Yazı Maratonu Devam Ediyor...

Dokuz günün sonunda aşağı yukarı 1000 metre uzunluğunda bir satıra yazı yazdık! Az buz değil. İş güç, hayat gailesi vız geldi tırıs gitti. Adı üzerinde, Hayatım Roman Yazı Maratonu. Disiplini bozmadık, durmadık yazdık. Birbirimizin yazdıklarını okuduk, duygulandık, kimi zaman ağladık kimi zaman güldük. Kendi unuttuklarımızı hatırladık. Utanmadan sıkılmadan soyunup tüm samimiyetimizle yazdık. Belki sizler de yazmak istersiniz diye dokuz günün alıştırmalarını paylaşıyorum.

1. En Etkilendiğim Öğretmen
Liste yapmak günlük hayatımızda sıklıkla kullandığımız yararlı bir alışkanlık. Bilgi toplamanın da en kısa yolu. Alışveriş listesi, sınıf listesi, arkadaş listesi, ilaç listesi. Kronometreyi beş dakikaya ayarla ve listele! Senin üzerinde çok büyük bir etki bırakan öğretmenin hakkında aklına ne gelirse, cümle kurmadan kelimelerle listele. Nasıl biriydi? Nasıl kokardı? Ne giyerdi? Nasıl konuşurdu? Sadece cevaplarını bildiğin şeyleri yazmak zorunda değilsin. Bildiğin bilmediğin her şeyi listele! Sonraki bir kaç dakikada bu listeyle öğretmeninin kısa bir hikâyesini yaz!

2. Groundhog Day - Dağsıçanı Günü
Her yıl 2 Şubatta, Amerika'da Dağsıçanı Günü kutlanır. Pennsylvanya'da sabah 7.20'de Punxsutawney Phil kovuğundan çıkıp kışın bitmesine ne kadar kaldığını bildirir. Altı hafta daha! Bu tür tahminlere ne kadar değer veriyorsunuz? Kırık ayna, siyah kedi sana şanssızlık getirir mi? Kaşınan avucuna hiç para geldi mi? Güneş girmeyen eve doktor girer mi gerçekten? Merdiven altından korkmadan geçer misin? Bugün batıl inançlardan, inançlardan, kalıplardan bahsedelim biraz da. Ama ilk önce Groundhog Day nedir araştır!

3. Yazmak Çok Eğlenceli
Bugün yazında devrim yap! Bilgisayarda yazıyorsan karakterleri büyüt, fondu değiştir, renklendir. Deftere yazıyorsan bambaşka renklerle yaz. Yazının içeriği nasıl da değişecek. Bugün, sevdiğin veya sevmediğin bir özelliğini yazacaksın. Bu vücudundaki bir iz, ben, yara, et beni veya siğil olabilir. Karakter özelliğin olabilir, inatçı, asabi, hayır diyemeyen... Davranış olabilir, tırnak yemek, tik. Seni engelleyen veya benzersiz kılan bir özellik. Seni diğer insanlardan farklı kılan bu özelliğini anlat. Nasıl hissediyorsun? Elinden gelseydi değiştirir miydin? Patricia'nın sağ baldırında bir doğum lekesi varmış. Gençliği boyunca annesi etek boyunu ona göre ayarlamış. Kızın başına dert olmuş leke:)

4. Hafıza Envanteri
Bugün hafıza envanterinde şöyle bir gezintiye çık! Geçmişten gelen eşyaların ve hikayeleri. Bu eşya sana çok eski aile büyüklerinden kalmış olabilir. Veya onu yaşamının bir evresinde çok beğenip satın almış olabilirsin. Sana anlam ifade eden herhangi bir eşyayı seç. İlk önce bu şeyin fiziksel tanımını yap ki okuyucun gözünün önüne getirebilsin. Sonra da anlat. Bu eşyanın ilk sahibinin yaşadığı zaman ve yer? Sana kim verdi? Senden önce başkasına mı aitti? Sana ne ifade ediyor? Nerede saklıyorsun veya sergiliyorsun? Dolap köşelerinde bir yerlerde mi gizli yoksa salondaki büfe üzerinde mi? Patricia'nın hazinesi ananesinden kalma beyaz çiçekler ve koyu yeşil yapraklarla bezeli muhteşem bir cam sürahi. 1933 yılında evlenen ananesine evlilik hediyesi olarak gelmiş. Sadece çok özel zamanlarda kullanıyor...

5. Çocukluğun Tadı
Bazen yazarken beş duyumuzu kullanmayı unuturuz. Tat, dokunma, duyma, görme, koklama duyularımız var. O zaman, bir şeyi tanımlarken niye hepsini kullanmayalım. İlk önce çocukluğunun yemeklerini listele. Sadece kelimeler. Sonra listeden bAir tanesini seç ve onu etralıca yaz. Bu yemek niye çocukluğunu hatırlatıyor? Tadı nasıldı? Nasıl görünüyordu? Yerken ses çıkarıyor muydu? Dokusu nasıldı? Seviyor muydun, nefret mi ediyordun? Kim pişirirdi? Özel günler için mi yoksa her gün mü pişerdi? Pişmesine yardım eder miydin? Niye sende bu kadar yer etti? Eğer bu yemeği şimdi yapabilseydin kiminle paylaşmak isterdin? Niçin?
Dikkat: bu alıştırma yemek öncesi aşırı miktarda acıkmaya yol açabilir.

6. Kısa Mesafe 
Artık atağa kalkma zamanı geldi. Bu günkü çalışma için bu yazının sonunda beş kelime vereceğim. Kelimeleri merak edip okumaya başlama lütfen! Her kelime için bir dakika yeterli. Kronometreyi ayarla. Aklına geleni yaz, kısa ve etkili, kelime yazmak veya kelime kelime yazmak en iyisi. Her şey kabul, ne kadar mantık dışı olursa olsun. Ve bu şekilde beş kelimeyi sırasıyla tamamla. Geriye dönüp oku bakalım neler yazmışsın, ne komik ve çılgınca şeyler. Bir tanesini seçip onun hikayesini yaz.
Kelimelerimiz: 1. Mantarlar 2. Kırık bir şişe 3. Rüya görmek 4. Eller 5. Matematik.

7. Hafıza Şöleni
Evet yazı maratonunun yarısına geldin ve ikinci yarılar hep daha çabuk geçer, yazmanın keyfini çıkar. Bugün fazla bir açıklama vermeyeceğim. Sadece yaşamanı istiyorum. Zaten de aşağıdaki videoyu izlemen yeterli olacaktır sanırım. Aklına yazmak için yüzlerce şey üşüşecektir. Dinle, izle ve özümse. Bir şey hatırlamaya, not almaya çalışma. Arkana yaslan ve gevşe! Yazmak için gerekli olan şey kendiliğinden gelecektir.
Video izle-- http://www.youtube.com/watch?v=c9KHo9z86rA

8. Alışkanlıkları Kırmak
Yazarlar alışkanlıkları olan yaratıklar. Kalemleri, belirli kâğıtları, masa ve iskemleleri, olmazsa olmazları var. Bugün bunlardan kurtuluyorsun. Her zaman yazmadığın bir yerde yazmayı dene! Açık havada, parkta, ormanda, deniz kenarında... Hava çok soğuksa kapalı ama farklı bir mekânda yaz! Kafe, restoran, banka neden olmasın? Belki gürültülü ve kalabalık bir restoranda. Her zamankinden biraz hızlı yaz. Günün karmaşası içinde yazacak bir yer illaki bulursun. Yazına şu cümleyle başla
'' ... olduğunda yanlış yapacağımı biliyordum.''
Cümle seni nereye götürecek bakalım?

9. Hastalıklar
Bugün konumuz hastalık! Çocukluğunda ailen hastalıklara, yara berelere nasıl tepki verirdi? Evde hazırlanan ilaçlar var mıydı? Tavuk suyuna çorba, Viks krem, bebek aspirini, veya hatırladığın başka ev ilaçları neler? Belki de hastalıklar ortada kan ve kırık olana kadar pek ciddiye alınmazdı? Çocukken, hasta ve yaralı olduğunda, nasıl tedavi ederlerdi seni, yaz!

HayatımRomanYazıMaratonu facebook sayfamıza katılabilir, günlük alıştırmaları izleyebilir ve yazarak bizlerle paylaşabilirsin. 

Füsun Çetinel

Kedi Sesleri

 
Kedi seslerini, Marsık gittikten hemen sonra duymaya başladım. 

Ağaçların arasından bana sesleniyor gibi geldi. Uykumun arasında bahçeye açılan kapıya koşmuşum. Gecelikle, yalınayak karlara çıkmışım. Başka bir gün de kitap okuyordum, birdenbire kendimi sokak kapısında buldum. Ne Marsık ne de çöp almaya gelen kapıcı vardı. Pencerenin dışındaki en ufak sese yerimden fırladım. Marsık yok, fırtına var dışarıda. Alışmalısın artık, dedi sevgilim omuzlarımı okşayarak. İkimiz de Marsık’ın az ileride, karla kaplı yenidünya ağacının altında yattığını biliyorduk.

Bu seslerden çok önce, pencerenin hemen önünde oturuyordu Marsık. Ne içeri giriyor ne de bahçeye atlıyordu. Oysaki kardan göz gözü görmüyordu. Yenidünya ağacının tepesinde kızılgerdanları gözlediği noktaya dikmişti donuk bakışlarını. Kuru mamasını da yememişti. Sonra gözlerini gördüm. Yabancı, kara birer boşluktu. Yeşili, saydamlığı kaybolmuştu. Korktum. Üşütmüştür, bahçedeki bütün kedilerin burunları akıyor zaten, diye avuttum kendimi.

İşten eve gelince kucağıma alıp okşadım, tüyleri elimde kaldı. Bir günde derisi bollaşmış. Burnu kuruydu. Ağzı, o çok sevdiğim çiğ kıyma kokusunu yitirmişti. Damlalıkla süt versem biraz.  Rahatsız etmek istemedim, bir şey yiyecek hali yoktu zavallının. Sessizce kahvelerimizi yudumladık sevgilimle.

Ertesi gün veterinere götürdüm.  Ne miyavladı, ne tısladı Marsık. Hiç itiraz etmedi. Veteriner gözlerine baktı. Kafasının içinde bir şeyler baskı yapıyor olmalı, dedi. Ödemin gitmesi için kortizon iğnesi yapacağım. Canlanması için de vitamin. Epey de yaşlı.

Her sabah ayaklarımıza saldırıyor yorganın altından. Mevsimi şaşırmış sineklerle odadan odaya uçuyor evin içinde. Karlarda köpeklerle yuvarlanıyor. Sen ona aldırma Marsık. Daha Sığırcıklar gelecek bahçeye. Pembe beyaz baharlar açacak. Kertenkelelerin peşinden koşacaksın gün boyu.

Pek iyi değil, hatta hiç iyi değil, dedi veteriner daha ertesi gün. Bence eve götürün. Ne olacaksa orada olsun. Battaniyeye sarıp sarmaladım. Nasıl da hafiflemiş, nefesi azalmış. Dışarı çıktığımızda üçümüz de üşüdük.

Dolapların üzerinde gezerdi. Oradan kitaplığa, masaya atlardı. Mahallenin kedileriyle yüz göz olmamak için çam ağacının en yüksek dallarına tırmanır, bazen de inemezdi aşağıya. En yakın dallara uzanır cesaret sözleri fısıldardık. Saatler sonra yere indiğinde, hiç bir şey olmamış gibi tüylerini yalar, gözlerini kırpıştırırdı. Komik kedicik. Ağzı kırmızı bir pembeydi o zamanlar.

Yerde yatıyordu. Koltuklara çıkmaktan çoktan vazgeçmişti. Nefesi yorgun ve hırıltılıydı. Yanına yumuşak ayıcığını koydum. Kalksa yemek yese biraz, sonra su içse. İyice gerinse boylu boyunca. Hastalığını silkinip atsa, diye dualar ettim. Her zamanki gibi kucağıma, okuduğum kitabın üzerine atlasa. Ayracın püskülüyle oynasa biraz. Tuvalet kabı koysak mı banyoya. Bu halde bahçeye de çıkamaz. İncitmekten korkarak usul usul taradım. Kısık bir haykırış çıktı ağzından. Kemikleri elime battı. Soğuk kulaklarını avuçlarımda boşuna ısıtmaya çalıştım. Bu gece bizimle yatacaksın Marsık.  Ayaklarımın arasına koyacağım seni.

Kıpırdamaya korkarak yattık birlikte. Yorgan altımızda kaldı, üşüdük. Bacaklarımız tutuldu. Yorgun uyandık geceden. Ve ıslak. Ben ağlamışım o çişini yapmış yatağa. Kuru bir havluya sarıp kaloriferin altına taşıdık.

Zayıf bağırışlarla isyan ediyor, koridorda boş çuval gibi seriliyordu. Sesimi duyunca saklandığı yerden çıkmış. Veterineri aradım, isterseniz getirin uyutalım, dedi.  Bu akşam da evde kalsın, belki yarın. Mutfağa kaçtım. Ağlarken bulaşık makinesini boşalttım, tezgâhın üzerini üç kere sildim. Kuruyemiş çanağından fıstık yemeye zorladım kendimi. Midem bulandı. Kaçmak imkânsız. Mama kaplarını boşaltıp bulaşık makinesine yerleştirdim. Yerleri boş kaldı.

Sarı iltihap tükürdü o akşam. Gidiyor artık. Sevgilim kocaman avuçlarıyla kedinin zayıf bedenini sardı. Isıtmaya, sakinleştirmeye çalıştı. Marsık bağırdı. Gitmek bu kadar zor.  Git, dedim. Git bir an önce. Korkak dişlerini tişörte geçirdi. Kasıldı. Haykırdı. Isırdı yeniden. Bira köpüğü kıvamında bir safra geldi ağzından.

Yemedi, içmedi, temizlenmedi, oynamadı bir daha. Katı ve soğuk bedenini eski bir tişörte sarıp, sepetine yatırdık son kere. Sabaha kadar bekleyelim, gün aydınlansın, dedik.  Pencerenin kenarında oturup yağan karı seyrettik. İşte kedi seslerini duymaya başladığım andı o. Bu mevsimde yavru kedi olmaz, dedi sevgilim. Belki de kafamın içindeydi susmayan sesler. Marsık ne yapacak o buz gibi karanlık çukurda? Radyatörlere sokuldum. Buz gibiydi.

Tamir edilmesi en az dört günü bulur, dedi kapıcı. Buz gibi evde duramayız arkadaşlara gidelim, dedik. Marsık da yok zaten. Sıcak bir yatağa girip en ağır yastıkların altına gömmek istiyordum kafamı.

Bir hafta sonra geri döndüğümüzde yenidünya ağacının altındaki küçük tümsek düzleşmişti. Kalorifer tamir edilmiş, ev ısınmıştı. Kedi sesleri yerini belli belirsiz, tatsız bir kokuya bırakmıştı. Camları açıp kar havasını doldurduk içeri.

Odalarda gezinip kokunun nereden geldiğini anlamaya çalışıyordum.  Kimi zaman daha yakın kimi zaman daha uzaktı koku. Ama en çok banyo tarafından geliyordu, apartman boşluğuna açılan küçük pencerenin ardından. Ölü hayvan kokusu bu, dedim. Fare olmasın? Yatalım, yarın kapıcıya söyleriz bakar, dedi sevgilim. Bu kez de kedi sesleri yok diye uymakta zorlandım. Dönüp durdum bütün gece.

Ertesi gün öğleye doğru kokunun kaynağına zorlukla varabildi kapıcı. Dışarıya açılan gider borusunun yırtık telinden üç zamansız yavru kedi girmiş içeri, belki de anneleri taşımış onları. Kardan, ayazdan korumak için. Ne anne girip besleyebilmiş onları ne de onlar dışarı çıkabilmişler.

Burnumun dibindeki kedi seslerini duyamadım ya. Kafamdaki sesleri susturdum ya. Dört zavallı çukur var şimdi bahçemizde. Bir de hiç susmayan kedi sesleri.

Füsun Çetinel

Tek Terlik

''Bari bu mutlu gününde arasan, sorsan babacığını. Öksüzler gibi evlenmek de neyin nesi güzel kızım?''

Gülfide bir parça kıymalı böreği bir yudum çayla ağzında yumuşatmaya çalışırken konuşmasına devam etti. Zeynep boşalan bardakları bahane edip mutfağa geçti. Mermer tezgâh boş bira şişeleriyle kaplıydı. Beklemiş malt kokusu çayın kokusunu bastırmıştı.

''Elin adamı hiç çekmez senin alkolik abini. Önceden tembihle de öyle avenesiyle atışıp çat kapı damlamasın evinize. Yerini yurdunu bilsin.''

Komşu kadının kelimeleri evin dar koridorunda yolunu bulup Zeynep’in üzerine ağırlığınca çullandı. Genç kadın salona geri dönecek kuvveti bulamadı kendinde. Dibinde cansız sigaralar yüzen şişeleri teker teker çöp poşetine koymaya başladı.

''Gelinliğine karar verdin mi a kızım? Şunun şurasında bir aydan az zamanın var. Niye bu kadar ağırdan alırsın ki, anlamadım gitti.''

Çöp poşeti iyiden iyiye ağırlaşmıştı, patladı birden.

''Ay ne kırıldı Zeynep? Nazar olur inşallah. Servet amcan da görmek ister seni gelinlikle. İyice canı sıkılır oldu son günlerde.''

Cam parçaları mutfak zemininin dört bir yanına dağılmıştı. Zeynep yere çöküp kaldı.

Niye elini uzattığı her şey dağılıyordu? Varlığı neden yetemiyordu sevdiklerini yanında tutmaya? Gülfide'ye nasıl anlatırdı ki evlenmeyeceğini, Koray’ın onu terk ettiğini? Babasının soğuk bir Nisan günü onları terk ettiği gibi.

Yerdeki cam kırıklarını dörder dörder ayırmaya koyuldu. Bu annem, bu Hakan, bu babam, bu da sekiz yaşındaki küçük Zeynep olsun.

Ne laf anlamaz kızsın sen. Baban başka kadına gitti. Bir kirli çamaşırlarını, bir de sizi başıma atıp gitti. 

''Babanın telefonunu Koray’a ver? O arasın davet etsin, daha yakışık alır.''

Bu annem, bu Hakan, bu babam, bu da benim çocukluğum olsun.

Ama terlikleri var ya kapıda anne. Gelecek demek ki. Gel-me-ye-cek. Baba lafı duymak istemiyorum artık. Terlikleri de atarım, sizi de, anlaşıldı mı. Bu eve bir daha gel-me-ye-cek. Atma anne, terliklerini atma lütfen. Biri benim, biri Hakan’ın olsun.

''Zeynep kızım iyi misin? Faraşı bulabildin mi? Servet amcanın sırtı hep cılk yara. Merhemler fayda etmiyor artık.''

Yavru köpekler gibi onun işten gelişini beklerdik. Apartmanın demir kapısı kapanır. Merdivende yaklaşan ağır, yorgun ayak sesleri. Holde duran terlikleri verme yarışına girerdik. Sol teki ben uzatırdım, sağ teki Hakan.

Gülfide çatalını tabağına koyup hole seğirtti. Bir çift terlik aranmaya başladı ayakkabı dolabının derinliklerinde. Eline tek bir erkek terliği geldi, kahverengi ve eski. Diğer teki görünürde yoktu.

''Teki var teki yok kızım. Durma öyle çıplak ayakla cam kırıklarının ortasında.''

Allahın cezası tek terlik. Niye tutmuştu ki şimdiye kadar? Hiç istemiyordu ama ağlıyordu işte. İlk önce usul usul, titreyerek, iç çekerek, sonra katılarak, soluksuz, tek terlikle göz göze gelmemeye çalışarak. Gülfide ne yapacağını bilemeden mutfağın kapısında kalakalmıştı.

''Koray da  terk etti beni.''

Yaşlı kadın iç geçirdi. Ocaktan demliği alıp bayat çayları çöpe döktü. İki ölçek yeni çay doldurdu kavanozdan. Demliği çaydanlığın üzerine oturtup ocağın altını açtı yeniden.

Zeynep titredi, burnunu çekip yanan ocağa sokuldu iyice. Camdan görünen baharı seyrettiler bir süre birlikte. Karşı binanın su oluğuna bir çift kumru yuva yapmıştı. Nöbetleşe uçup yemek bekleyen, sabırsız yavrulara ağızlarında kurt taşıyorlardı.

''Bu baba,''dedi Zeynep boynu çillerle kaplı pembe gri bir kumruyu gösterip. ''Yavrular da hep aç.''

Konuşmadan cam kırıklarının ortasında çaylarını yudumladılar. Zeynep kumru ailesini seyretmeye devam etti özlemle, Gülfide yutkundu, demek isteyip de diyemediklerinin yerine bir dilim kıymalı böreği tabağıyla genç kadının önüne ittiriverdi sevgiyle.

Füsun Çetinel




Kurbanın İntikamı


Kurban kesme fikri banka müfettişi Hakkı’ya emekli olduktan sonra musallat oldu. Çalıştığı yıllar boyunca hep munis bir adam olmuştu. Evde karısının kuralları geçerliydi. Aybaşında eline geçen parayı ortak hesaplarına yatırır, gerisine karışmazdı pek. Alınacak eksikler, doktor masrafları, yazlık evin taksitleri, Ayça’nın özel ders paraları, Emre’nin diş telleri, her şeyi en ince detayına kadar düşünürdü karısı.

Dört gözle beklediği emeklilik daha ilk gününde onun için bir hayal kırıklığına dönüştü. Kahvaltısını edip gazeteleri etraflıca okuduktan sonra günün kalanında ne yapacağını bilemeden dolandı evde. Televizyonu açtı, evdeki kocasına bela okuyan şirret bir kadınla yüz yüze gelince sinirlenip kapatıverdi. Canı sabah kahvesi çekti. Suade yemek yapmaya oturmuştu çoktan. Mutfakta radyosunu açmış, sebzelerin arasında kendine ayrı bir dünya kuruvermişti. Tezgâh ayıklanmayı bekleyen maydanoz, soğan, pırasa öbekleri ile kaplıydı. O karmaşada karısından kahve istemeye cesaret edemedi, salona döndü. Bir koltuğa attı kendini. Kapının ziliyle irkildi. Gündelikçi kadın gelmişti. Kova, süpürge, temizlik deterjanları ortalığı kaplayıp kapı pencere ardına kadar açılınca, Hakkı uzun bir yürüyüşe çıkmakta buldu çareyi. Evde istenmiyordu besbelli.

Her sabah çantasını alıp bankanın yolunu tutmaya alışmış Hakkı o ilk emeklilik gününde ne yapacağını bilemedi.

Karı koca sohbet etmeye, günü paylaşmaya alışık değillerdi. Gezmeyi tozmayı, hayata karışmayı sevmeyen Suade’nin tek zevki haftada bir de semt pazarına gitmek, yemek pişirmek ve belki bir iki arkadaşını ziyaret etmekti. Sokağa çıktığının ertesi günü hasta dönerdi eve. Çabuk yorulan, hastalıklı bir kadındı.

Hakkı kahvaltı sonrası ufak yürüyüşlere çıkmaya başladı. Civardaki sokaklara, parklara yürüdü. Amaçsız yürümek zoruna gitti kerli felli banka müfettişinin. Yakındaki kahvede birkaç emekli ile sohbet etmeyi denedi, kendisine yakıştıramadı. İkinci gün kahveden elini ayağını çekti. Başka bir gün yakındaki caminin avlusu ilgisini çekti. Ulu çınarın altındaki banklarda oturmak pek keyifliydi. Geleni geçeni seyretti. Birkaç adamla lafladı. Dini bütün, ne dediğini bilen, bilgili insanlara benziyorlardı. Hocanın hoparlörden etrafa yayılan davudi sesi onu derinden etkiledi. Hayatın anlamı ve başka bir sürü şey üşüşüverdi işten güçten yer açılan aklına. Şimdiye kadar üzerinde kafa yormadığı şeyleri kurcalamaya başladı. Akşamüstü eve dönerken pek mutluydu.

Cami avlusunda geçirdiği gününü heyecanla karısına anlattı. Suade sesini çıkarmadan dinlemekle yetindi. Nasılsa yakında sıkılır gitmekten vazgeçer, diyordu içinden.

Bir akşam yemeğinde, bu yaz kurban keselim, deyiverdi Hakkı. Suade’nin her yanını ateş bastı. Nereden çıkmıştı bu kasaba âdeti şehrin tam orta yerinde? Ayça ile Emre, olmaz baba, hayvan canlı canlı kesilir mi hiç, diye itiraz ettiler. Zaten dindar olmayan karısı, artık camiye gitme, kendine başka bir uğraş bul, dedi. Bir banka müfettişinin camide işi neydi? Duyan arkadaşları, çevresi ne derdi tüm bunlara? Hem durup dururken kurban kesmek de nereden çıkmıştı? Canilikten başka bir şey değildi canım. Canı et istiyorsa gider kasaptan alırdı.

Hakkı cevap vermedi ama camiye gitmeyi de sürdürdü. Yeni arkadaşlarıyla sohbet etmekten zevk alıyordu. Yepyeni bir dünya açılmıştı önünde.

Okullar kapanır kapanmaz ailece yeni yazlıklarına doğru yola çıktılar. Suade şehirden ve kocasının cami takıntısından kurtulduğu için seviniyordu. Evleri deniz kenarında modern bir sitenin içindeydi. Hemen arkalarında sık çam ağaçlarıyla kaplı bir orman başlıyordu. Evi temizleyip yerleştiler. Ziyarete gelen dostlarını ağırladılar. Suade pazardan mevsimlik meyveler alıp güneşte reçel pişirme hazırlıklarına girişti. Çocuklar yazlık arkadaşlarına ve denize kavuşmanın sevincini yaşıyorlardı.

Kurban bayramı öncesiydi. Verandada denize karşı sabah çaylarını yudumlarlarken Hakkı kurban konusunu açıverdi yeniden.

Tam yeri, diyordu. Yazlıktayız, bahçemiz var. Ev de yeni. Bir taşla iki kuş vurmuş oluruz.

Kurban fiyatlarından haberin yok senin besbelli, dedi karısı. Daha mutfak ve banyo yarım yamalak. Evin taksitleri bile bitmedi. Hangi parayla kurban kesmeyi düşünüyorsun?

Kaç liraysa kaç lira. Sevap işi bu, senin mobilyalarına, porselen takımlarına benzemez. Kırk yılda bir de benim isteğim olsun.

Ama babacım yazık değil mi o güzel şeye, demeye çalıştı Ayça.

Pirzolaları ikişer üçer yalayıp yutarken öyle demiyorsunuz. İtiraz istemem, dinimizin gereği, deyip kestirip attı Hakkı.

Emre de bir şeyler söylemek istedi önce sonra babasıyla takışmaktan vazgeçti. Suade baktı ki kocasını ikna etmenin, bu kurban fikrinden caydırmanın yolu yok, beni karıştırma da, ne halin varsa gör, dedi. Tabağını alıp içeriye geçti.

Hakkı’nın tek başına halledebileceği bir şey değildi bu kurban işi. Şimdiye kadar yanında karısı olmadan bir limon bile seçmemişti. Koca koyunu nasıl seçecekti? Oğluna ilişti bakışları. Emre gözlerini kaçırdı. Başına gelecekleri anlamıştı.

İkimiz bir olursak çocuk oyuncağı bu iş. Bahçeye bağlarız, kesimi bizim kasap halleder. Yarın kahvaltı sonrası erkenden kasabaya inelim, oldu mu aslan oğlum? Kurban işi geç kalmaya gelmez, dedi Hakkı oğlunun sırtını sıvazlayarak.

Emre gelmem diyemedi. Daha geçen hafta yeni bir cep telefonu için yalvarıp durmuştu babasına. Beraber gidecekler, en iyisinden bir adet kurbanlık seçeceklerdi. Annesine, babasının koyunu sitenin bahçesine bağlamak istediğini söyleyemedi.

Baba oğul sabah erkenden araba ile kurban pazarına vardılar. Hava cehennemi bir Temmuz sıcağıydı. İnsanlardan düşen ter toprağı ıslatıyordu. Tüm tatil beldesi sanki işi gücü bırakıp buraya üşüşmüştü. O kalabalıkta nereden başlayacağını bilemedi Hakkı. Hocalardan ve arkadaşlarından edindiği kurban seçiminin teoriğini iyi biliyordu da, pratikte zayıftı. Daha önce hiç koyun almamıştı.

Emre babasına belli etmemeye çalışıyordu ama hayvan postu ve dışkı kokularından midesi ağzına geliyor, bağrışan bu hayvanların bir iki güne kadar boğazlanacağı düşüncesi ayaklarının bağının çözülmesine neden oluyordu.
Baba oğul panik içinde en yakın sürüye dalıverdiler. Hakkı gözüne kestirdiği bir koyunu incelemeye başladı. İşe boynuzlarından başladı. Hayvanın kıvrımlı, süt rengi işlemeli boynuzlarında tek bir çatlak, kırık yoktu. Erkek veya dişi fark etmiyordu kurbanda, hayvanın edep yerlerine bakmaya hiç gerek yoktu da herkesin konuştuğu, şüphelendiği bir hadım olayı vardı. Satıcı kendinden emin, koyunun dişi olduğuna garanti verdi. Hakkı hayvanın kuyruk kısmını avuçladı, olması gerektiği gibi yağlıydı. Bir okka çekerdi. Kulak memeleri de iyi durumdaydı, delik, yara bere yoktu. Orası burası ellenen hayvan huylanmaya başlamış, yerinde duramıyor, ince ince meliyordu. Koyun uyarıldığından olsa gerek Emre’nin bacağına sürtünmeye başladı. Telaşa kapılan oğlan babasını kendisine siper etti.

Oğlum boşuna mı getirdim seni buraya? Bir işe yara. Sen de dişlerine bak hayvanın.

Yapma baba, ya ısırırsa

Abicim Allah inandırsın, dişleri senden benden temiz. Tek çürük yok hayvanda. Dili de sapasağlam yerinde. Elle oğlum korkma.

Hakkı ikna olmuştu. Ellerindeki tüm parayı verip, güzeller güzeli koyunu teslim aldılar. Arabanın arka koltuklarını yatırıp, ite kaka tıkıştırdılar hayvanı.

Ter sırtlarından oluk oluk akarken, evlerinin bulunduğu yarımadaya doğru yola çıktılar. Epey kolay hallettik bu kurban işini, dedi Hakkı gururla oğluna dönerek. Emre mide bulantısını atlatabilmek için kafasını camdan çıkarmış temiz orman havasını içine çekmeye çalışıyordu.

Virajlı yolları hızla tırmanırlarken Hakkı aniden durduruverdi arabayı. Koyunun gözlerine bakmayı unutmuştu. Ya körse hayvan? Tüm para boşa giderdi. Kör koyundan kurban kesilmezdi ki. Nasıl da atlamıştı bu kadar önemli bir konuyu. Emre fırsat bilip arabadan dışarı attı kendini. İçinden, keşke kör olsa da, zavallı hayvan da biz de kurtulsak bu işten, diyordu.

Arka kapıyı araladıklarında bir çift kömür karası parlak gözle karşılaştılar. Cin gibi bakıyordu hayvan. Bu gözler imkansız kör olamaz, dedi Hakkı. Koyun kör olmadığı gibi epeyce de akıllı olmalıydı, fırsatı değerlendirip kuvvetli bir tos ile kendini arabadan dışarı fırlattı.

Daha baba oğul toparlanamadan, koyun çamlı tepelere, özgürlüğe doğru kaçmıştı bile. Hakkı kendisinden beklenmeyen bir çeviklikle hayvanın peşi sıra koştu ama sık orman ilerlemesini engelliyordu. Kurbanı gözden yitirdiler.

Suade ve Ayça yaklaşan araba sesine dışarı fırladılar. Sofrayı çoktan hazırlamışlardı. Kayrak taşlı yolda ilk Emre’yi gördüler. Kaş göz yapıyor, bir şeyler anlatmaya çalışıyordu. Arkadan Hakkı belirdi. Suratı pancar gibiydi. Alnı ter içinde, kafasındaki biraz saç dağılmış, kaşı gözü yer değiştirmişti. Suade ters giden bir şeyler olduğunu hemen anladı. Koyun da yoktu görünürde. Emre başlarına gelenleri evdekilere anlatabilmek için babasının yatmasını bekledi.

O günden sonra kurban konusu bir daha açılmadı evde. Bayramı zeytinyağlı sebzeler, börek, balık, salata ile geçiştirdiler. Suade komşudan gelen kurban etini alelacele derin dondurucuya attı. Emre ile Ayça arada anlamsız gülme krizlerine yakalandılar. Korkmasa Suade de katılacaktı onlara. Bir taraftan da üzülüyordu kocasının yaşadığı hayal kırıklığına. Üstelik onca para bu sıkışıklıkta havaya uçuvermişti.

Yaz boyunca Hakkı yatmadan önce çamlığa doğru yürüyüş yapmayı bir alışkanlık haline getirdi. Ormanı dinliyor, kaçırdığı kurbanın seslerini duymaya çalışıyordu. Hep bir ümit vardı içinde, ufacık bir ümit.

Oysaki gecenin derinlerinden yaban domuzu homurtularından başka bir şey gelmiyordu.

Füsun Çetinel

Yabancı

Yabancı


Güneşli bir sabahtı, uzak mahallelerin araba geçmez, parke taşlı koridorlarında fotoğraf dersi verdiğim kızlı erkekli öğrenci grubuyla ilginç kareler yakalamak için dolaşıyorduk. Issız sokakta ipteki çamaşırların duruşu hoşuma gitmişti. Sahibi bilinmez bir el tarafından yan yana mandallanmış, bembeyaz, kışkırtıcı, farklı ve yabancı.

Eve dönünce ılık bir duş alıp sokağın kirini üstümden akıttım. Banyodaki boy aynasında kendimle göz göze gelmemeye çalıştım. Son beş yıldır, vücudumda olagelen değişimleri kabullenmek çok zor geliyordu. Etlerim yerçekimine karşı koyamıyordu. Sarkan göbeğim, göğüslerim, kollarım. Kemiklerim. Ve yaratıcılığım.. Çaresini biliyordum. Buzlu viski ve Beethoven’ın dokuzuncu senfonisi. Mac’in başına geçtim, fotoğrafların hepsini sosyal ağ sayfama yükledim. Sonra da hemen uyudum.

Ertesi sabah bilgisayarı açtığımda kutumda beni bekleyen onlarca mesaj vardı. Hepsi de aynı fotoğrafa aitti. Uzun süredir görüşmediğim, konuşmadığım, sadece sosyal ağ üzerinden arkadaş olduğum, kimi öğrencilerim, kimi yabancı sanatçılar, o kadar kişiyi, kadın erkek, değişik yaş ve meslek guruplarından tetikleyen neydi bu fotoğraf karesinde? Neydi bu kadar ilginç olan?

Tüm saflığı ile üç sıra ipe mandallanmış apak kadın külotları mı? Sayısı şaşırtıcıydı. On beşerden üç sıra, tam kırk beş külot. İnsanın aklına olası her şey gelebilirdi. Arkadaki camda belli belirsiz bir karaltı fark ettim. Fotoğrafı iyice büyüttüm. Bulanıklaştı. Ancak zarif duruşundan kadın olduğunu tahmin edebildim.

İstanbul’un kaymak tabakası hep eşim dostumdur. Sinema sanatçıları, galeri sahipleri, eleştirmenler, yazarlar, ressamlar, fotoğrafçılar, politikacılar. Mesajları okumaya başlayınca, gözlerime inanamadım. Seviyesiz dokundurmalar. Bu yaşta, suratımı kızartacak müstehcen yorumlar. Olası hikâyeler. Hiç aklımda olmayan şeyler kafamı ve bedenimi kurcalamaya başladı. Kendimi tanıyamadım, üzerinde fazla düşünmeden çektiğim basit bir sokak karesi beni garip duygulara, isimlendirmekten korktuğum heyecanlara sürüklemişti.

Kafam yüzleşmekte zorlandığım duygulardan ve lodostan kazan gibi, güçlü bir ağrıkesiciyi geceden bardağın dibinde kalan viskiyle yutup kendimi açık havaya attım. Macar sanatçı grubu olmasa hiç uğramazdım üniversiteye, ama her şey aylar öncesinden planlanmıştı. Üstelik çok ünlü bir sanat dergisinden çekim de yapacaklardı. Aklım ipteki beyaz kadın külotlarında, zoraki bir kolaj çalışmasına katıldım. İsteksizliğim hareketlerime yansımış olmalı, Macarlar çalışmadan pek memnun kalmadı. Migren bahanesiyle gurubu mastır öğrencilerimden birine devredip kendimi yeniden fotoğrafı çektiğim arka mahallelerde buldum.

Boynumda makinem aynı izbe sokağı bulabilmek için epeyce dolaşmam gerekti. İçimde o bölgeye ilk defa geliyormuşum gibi yabancı bir his oluştu. Oymalı demir kapının ardında sessiz hareket eden insanlar görür gibi oldum. Kadın külotlarının asılı durduğu balkonu mu soracaktım? Deli derler. Sapık geldi mahalleye, diye polis bile çağırır bu insanlar. Belki de çamaşırların sahibi çoktan toplamıştı hepsini. Gerisingeri caddeye çıkıp insanların, kalabalığın arasına karıştım. İnatçı baş ağrısı yakamı bir türlü bırakmıyordu. Elimle cebimdeki metal içki matarasını yokladım. İki ağrı kesici ile kalan viskiyi tek seferde yuvarladım. Yerimde duramıyordum artık. Mıknatısa tutulmuş toplu iğne gibi içeri sokaklara çekildim yeniden.

O günkü rotayı hatırlayıp, aynısını takip etmeye çalıştım. Araba galerisinin yanından girdim. Dik merdivenleri tırmandım. Kolay olmadı pek, arada tıkandım kaldım. Çitin aralığından zorlukla geçtim. Ot bürümüş patikayı takip ettim. İnşaatın yanından araca kapalı ıssız sokağa saptım. Bahçe duvarının bitiminden kıvrıldım. O dar, görünmez yol karşıma çıkıverdi. Hemen girişinde sokağa atılmış eprimiş kumaşlı, iki kişilik koltuk bile yerli yerinde duruyordu. İçkinin etkisinden olsa gerek pisliğine aldırmadan çöküverdim. Etrafta kimsecikler yoktu. Gariptir o gün de yoktu. Düştüğüm duruma hırslanıyordum. Kendime yakıştıramıyordum. Bir taraftan içimde çocukluktan kalma uygunsuz şeyi yapmanın heyecanı vardı. İşte, fotoğraftaki balkon tam karşımda duruyordu. Ve fotoğraftaki beyaz kadın külotları ipte asılıydı. Koltuğun hemen arkasında önceki gelişimde fark etmediğim salaş bir kahve çarptı gözüme. Çekinerek içeri girdim.

Uzak kasabaların izbe kahvehanelerini andırıyordu. Kimsecikler yoktu. Gözlerim içerinin loşluğuna alışmakta epey zorlandı. Bu zamana ait olmayan tahta masalar, iskemleler. Bilardo oynayan köpeklerin süslediği yıpranmış duvar halısı, köşede büyükçe bir mangal. Duvara yapışık minderli divan, biraz da ağır kekremsi kokuyla karışık belli belirsiz duman. Nargiledir, dedim kendime. Zaman duygumu çoktan yitirmiştim. Dışarıdan fazla dikkat çekmemek için tozlu camın arkasında kenar bir masa seçtim. İlaçlar ve içki etkisini göstermeye başlamış, kafam iyiden iyiye bulanmıştı. Başımı ellerimin arasına alıp kaldım bir süre.

Allı güllü bir perdeyle ayrılmış bölmeden, bardak, kaşık, çay tabaklarının elde yıkanırken çıkardığı seslere benzer gürültüler geliyordu. Tazyikli su, radyodan geldiğini tahmin ettiğim kısık bir melodi ve muhabbet kuşu şakımaları. Gözlerim etrafta kafes arandı, bulamadı. Meşgul görünmek, dikkat çekmemek için kamera çantasından bir kitapçık çıkardım. Rastgele bir sayfasını açıp boş gözlerle baktım. Çaycı içeri girdiğimi duymuş muydu? Hafifçe öksürdüm. Sesler kesilmedi. Aksine varlığımı bastırmak istercesine arttı. Sokağı ararken duyduğum ürperti yeniden her tarafımı sardı.

Bir çay alabilir miyim? Açık olsun, lütfen.

Der demez pişman oldum. İnsansız bu kahvede taze çay olmazdı. Düşüncesi midemi ekşitti. Kahve istemeliydim, diye geçirdim içimden.

Çay yok, dedi aksi ses.

Ne diyeceğimi bilemedim. Görünmez birisiyle konuşmak çok rahatsız edicidir. Sustum, çaycının yanıma gelmesini bekledim. Adamı iyiden iyiye merak etmeye başlamıştım. Bir süre gözlerim kâh kitapçığın hiç değişmeyen sayfası, kâh balkon arasında gitti geldi. Sokaktan geçen kimseler yoktu. İçeriden gelen bulaşık sesleri ise kesilmiyordu.

Aniden gözlediğim balkonda bir kıpırtı sezdim. Uzun kırmızı tırnaklı, zarif eller mandallara uzandı. Hafif rüzgârda uçuşan kızıl dalgalı saç görebildim biraz da. Daha iyi görebilmek için yerimde iyice doğruldum. Siluet balkon kapısının ardında kayboldu. Ve uzun kırmızı tırnaklar perdeleri hızlıca çekti. Külotlar yerli yerinde kaldı. Beni fark etmiş miydi?

Sveta’yı mı gözlüyorsun, dedi kulağımın hemen dibindeki ses.

Korkudan zıplayıverdim. Geldiğini duymamıştım. Suratım kıpkırmızı kesildi. Kekeledim. Teklifsizce bir iskemle çekti, masaya yanaştırıp tersten oturdu. Yarı kapalı, uykulu gözlerini gözlerime dikerek,

Çay ister misin, dedi.

Var mı ki, dedim.

Cevap vermeden arka bölmeye doğru gitti. Ne garip adamdı. Akılda kalmayan bir yüzü vardı. Eşkâlini tarif et deseler, ne diyeceğimi şaşırırdım. Sıradan yüz, sıradan boy ve kilo. Saç rengi sıradan kahverengi, her gün her yerde rastladıklarımızdan. Çaycı perdenin arkasında kaybolur kaybolmaz yüzü aklımdan çıkıvermişti. Onu görünür kılan aksi sesiydi. Bakışlarımı tekrar balkona kaydırdım.

Sveta olmalıydı,  kızıl dalga saçlar, kırmızı ojeli zarif parmaklar mandallarla dans eder gibi beyaz külotları iplerden toplamaktaydı. Şelale gibi akan saçların arasında hayal meyal kıpkırmızı dolgun dudaklar ve zümrüt yeşili gözlere bakakaldım. Bir ara yok oldu, mandalları ve topladığı külotları içeriye götürmüş olmalıydı. Bu kısacık yok oluşlar beni iyiden iyiye çıldırtmaya başladı. Sanki bilerek yapıyordu. İkinci sıra külotlar için tekrar balkona çıktığında sırtımdan aşağı bir ürperti geçti. Çaycının kaybolduğu tarafa kaçamak bir bakış fırlattım. Ne ses, ne hareket vardı. Radyo susmuştu. Muhabbet kuşu şakımıyordu artık. Etrafa musibet bir sessizlik hâkimdi. Fırsat bilip tekrar Sveta’ya kilitlendim. Garip, arzu uyandıran bir beyazlığı vardı. Çalıştığım nü modellerin hiçbirinde böyle bir beyazlık, duruluk ve cazibeyle karşılaşmamıştım Böyle bir ışıldamayı hiçbir insan teninde görmemiştim. Fotoğraf çekme arzusuyla kıvrandım ama kendimi göstermeye etmeye cesaret edemedim. Şehvet, korku birbirine karıştı dayanılmaz oldu. Vücudumu kontrol altına alabilmek için tırnaklarımı avuç içlerime sapladım. Sveta’yı ömrümün sonuna kadar buradan çamaşır asıp toplarken seyredebilirdim. Kıpırdamaya cesaretim yoktu.

Sonra kendimden iğrendim. Torunum yaşındaki bir kızdı seyrettiğim. Ne işim vardı kaçık bir çaycıyla bu sefil kahvede? Tanımadığım bir hizmetçiyi külotlarını veya kim bilir kiminkini toplarken seyredebilmek için miydi bu rezillik?

İster misin, diye düşüncelerimi böldü çaycı yeniden.

Aynı sinsilikle yaklaşmıştı yanıma. İçim hop etti. Gayri ihtiyari elindeki çaya uzandım.

Yok, Sveta’yı soruyorum, dedi arsızca sırıtarak.

Terslemek, sana ne demek için inanılmaz bir istek duydum. Balkondaki Sveta aklıma gelince, arzularıma yenik düşüp gözlerimi yere indirdim. Kendimi Bukowski’nin işi bitik yaşlı, zavallı, pis ayyaşlarına benzettim.

Güzel parça ha?

Evet, gerçekten çok hoş.

Hoş pek yavan kaçtı. Daha yaratıcı bir tasvir beklerdim.

Tanımadığım biri. Ayrıca beni alakadar da etmiyor. Ne dememi bekliyorsunuz ki?

Oyun istiyorsan, oyun. Çayını iç, soğutma. Arkandan ağlar.

Bu seviyesiz adam beni ne sanıyordu? Öte yandan terslemeye de dilim varmıyordu. Ya kovarsa, ‘Defol git buradan pis zampara.’ derse. Ne pahasına olursa olsun bu kız hakkındaki her şeyi öğrenmek istiyordum Aklımdan kovmaya çalıştığım gibi bir hayat kadını mıydı? Yok canım, olamaz. Kırk beş tane külotu ipe astığı için miydi tüm şüphelerim? Kolumun acısıyla irkildim. Çaycı dikkatimi çekebilmek için biteviye dürtüp duruyordu beni. Çayımdan bir yudum aldım. Tam da tahmin ettiğim gibi zehir zıkkım bir şeydi. Ah Sveta, her şey senin için. Konuyu dağıtmak için kafesteki kuşu sordum.

Ne kuşu? Ha, kuş sesi. Sesi var, kendisi yok.

Allah’ım, bu ne biçim bir insandı?

Çamaşırcı mı Sveta?

Yok, canımın içi. Çayı sevmedin mi? Özel harman, herkese vermem ha.

Çok gelen olur mu buraya?

Pek gelen olmaz.

E niye açık tutuyorsunuz, yani iş yoksa?

Oyalanmak için. Bir de Sveta olayı var. İti var kopuğu var. Kolay değil, herkeste arzu uyandırıyor.

Sveta yakınınız mı?

Kim?

E, dediniz ya. Balkonda çamaşırları toplayan hanım?

Çaycı koca bardak çayı bir dikişte içti. Cevap vermedi. Ben ne yapacağımı bilemeden elimde çay bardağı ile kalakaldım. Çayın tadı buruk ve garipti. Kuruyan boğazımı rahatlatmak için kendimi zorlayıp hepsini kafama diktim. O sırada Sveta ipteki son sıra külotları toplamak için tekrar balkona çıktı. Bu seferinde gözlerini oturduğum yere dikmiş kıpırtısız bana bakıyordu veya benim bulunduğum noktaya. Beni görüyor muydu? Kırmızı ojeli beyaz uzun parmaklarını çıplak boynunda dolaştırdı. Sırtımdan aşağıya bir sıra terin indiğini hissettim. Şakaklarım zonkladı. Hiçbir yere kıpırdayamıyordum. Pelte gibi oturduğum yerde kalakaldım. Mantığım kalk git buradan bir an önce diyor, duygularım beni çivi gibi olduğum yere mıhlıyordu. Kendimi hiç bu kadar rezil duruma düşürmemiştim. Ama en kötüsü, birazdan olacaklardan korkuyordum. Biliyordum. Korkuyordum. Utanıyordum. Bir o kadar da merak ediyordum.

Haşhaşlı çay bu. Her yerde bulamazsın. Müşterilere özel. Mangalda devamı var.

Ne diyorsunuz? Bilsem içmezdim. Üstelik üç tane kuvvetli ağrı kesici yutmuştum.

Hadi bırak bu ayakları. Ben sanatçı takımının ciğerini bilirim. Masum ayaklarına yatma hiç. Sende daha neler vardır kim bilir?

Lütfen, ama. Ben, saygımdan siz diye hitap ediyorum. Siz neler diyorsunuz.

Canım aştım ben bunları. Mert ol, direk olaya gir. Ben Sveta’a için geldim buralara, de. Onu ölesiye istiyorum, de. Özünü kabul et. De hadi de, işimiz kolaylaşsın.

Sveta için gelmemiştim ki. İpteki çamaşırların öyküsünü merak etmiştim. Tamam, sadece merak değildi. Rüzgârda salınan çamaşırlar içimde kaybolmaya yüz tutmuş bir şeyleri harekete geçirmişti. Sveta sonradan öykünün içine dâhil olmuştu. Çaycının münasebetsiz iğnelemelerinin etkisi de vardı biraz. Gevşemiştim, ama kendime itiraftan değil. Çaycının haşhaşlı çayı beni böyle yapmış olmalıydı. Gariptir, hareketlerim yavaşlamıştı ama duygularım aksine keskinleşmişti. Sveta’yı iki üç misli arzuluyordum, ona ait her şeyi merak ediyordum. İçim bulanır gibi oldu, gırtlağıma doğru bir öğürtü yükseldi. Genzim yandı, kasıldım.

Gerisi net değildi. Gözlerimi kapayıp açtım, aynı melodi, aynı kuş şakımaları. Güllü desenli perdeler gözüme ilişti ilkten. Burası başka bir yerdi. Perde aralığından havanın kararmış olduğunu gördüm. Başımı kıpırdatamıyordum. Allahın belası bir zonklama, gözlerimi matkapla oyuyorlarmış gibisinden bir ağrı göz çukurlarıma saplandı. Kör mü oluyordum? Bu ne olduğu belirsiz çaycı neler yapmıştı bana? Cep telefonum geldi aklıma. Çok garip, hiç bu kadar uzun süre sustuğu olmamıştı. Kahveye girdiğim andan itibaren zaman durmuştu sanki. Aklıma gelen her türlü küfürü savurdum. Cüzdanımda fazla bir şey yoktu da, neler okuyorduk gazetelerde. Ne tür bir belaya bulaşmıştım? Kime anlatsam kıçıyla gülerdi. İstanbul’un göbeğinde, Türk filmlerinde ki gibi ilaçlı çay içiyorum ve kendimden geçiyorum. Bu sefer kurban erkek. Acaba Sveta bir zahmet ırzıma geçmiş olabilir miydi? Düşüncesiyle vücuduma güzel bir ılıklık yayıldı. Hem de altmış yaşındaki yaşlı tekenin ırzına? Komedi dram. Yalnız, sefil erkeğin hazin öyküsü. Gazetelere çıksam, beni çekemeyenler hemen son noktayı koyarlardı. Azgın teke tufaya geldi. Sıra dışı fotoğraf sanatçısının sıra dışı sonu. Bedenimi kıpırdatmaya çalıştım. Parmak uçlarımı hafifçe oynatabildim. Salınan kadın terliği sesleri içerilerde bir yerlerde yitti gitti. Gülüşmeler, ağdalı sesler. Anlamadığım sözcükler. Seslenmek istedim. Tekrar bir boşluk.

Bu seferki epey uzun sürmüş olmalı. Gözlerimi araladığımda, allı güllü perdenin aralığından taze bir ışık huzmesi yattığım divanın kenarına düşüyordu. Yoğun deterjan kokusu odayı kaplamıştı. Kafamı hafifçe sola çevirmeye çalışınca tepeleme külot dolu beyaz çamaşır sepeti ile burun buruna geldim. Taze çamaşır kokusu. Vücudumu hala oynatamıyordum. En azından on saat geçmiş olmalıydı. Aynı melodi, aynı kuş şakımaları. Kulak kabartıp, farklı sesler bekledim. Kimseler yoktu. Değişik koku almaya çalıştım. Nafile. Keskin deterjan kokusu her şeyi bastırıyordu. Sveta nerelerdeydi? Güzel Sveta. Şimdi çıkagelse. Yanıma uzansa. Kafamda cirit atan her şey yitip gitse.

Ödül törenleri. Dinci rektör. Koparmam gereken ödenekler. Söz verilip hayata geçirilemeyen projeler. Sanat kampları. Yetiştirilecek, hazırlanacak sergiler. Katalog baskıları. Anlaşmalar. Bitirilmesi gereken kitaplar. Eleştiri yazılarım. Kanımı emmeye çalışan şöhret düşkünü azgın kadınlar. Her şey yitip gitsin istiyordum. Bir tek Sveta ve ben kalalım. Bir de bu temiz, dingin, taze çamaşır kokusu. Çaycıya ne olmuştu? O mu taşımıştı beni buraya kadar?

Midem kasıldı yeniden. Allı güllü perdenin gülleri büyüdü, kocaman oldu. Kırmızıları odaya yayıldı. Dalları bana kadar uzadı. Dikenleri büyüdü, her yanıma battı. Canım acıdı. Sepetteki çamaşırlar teker teker havalandılar, tepemde tasavvuf müziği eşliğinde döndüler, döndüler. Hep bir ağızdan, hamdım, piştim, yandım, diye şarkı tutturdular. Semazenlerle başım döndü. Odanın kapısında bir karaltı belirdi. Kapı pervazına yaslanıp kaldı. Kızıl saçlar dalga dalga kabardı, büyüdü, beni altına aldı. Derinlere çekti. Nefes almaya çalıştım. İmkânı yoktu. Kulaçlayıp çıkmaya çalıştım. Beceremedim. Battıkça battım. Kırmızı tırnaklı süt beyazı zarif bir el kuvvetle ellerime yapıştı, kızıl dalgaların arasından bir hamlede kurtardı beni. Tekrar nefes almaya başladım. Tam tepemde çaycı duruyordu. Garip kokulu bardağı ağzıma dayadı. Çırpındım, içmem dedim. Kollarımı savurdum. Başımı hoyratça kavradı ılık sıvıyı ağzıma boca etti, öksürdüm, direnemedim. Nefesim düzgünleşti. Güller perdelere çekildi. Semazen külotlar dönmeyi kesip, uslu çocuklar gibi çamaşır sepetine geri döndüler. Oda eski bildik halini aldı.

Duj ister sin? Duj, dedi kart kadın sesi.

Ne oldu? Kim getirdi beni buraya?

E sen geldin ya. Unuttun?

Kahvedeydim. Çaycıya ne oldu? Adama?

Ha? Sen Dursun’u sorar? Yok, gitti. İj var guc var. Hadi, kalk. Başka mujteri gelecek.

Lütfen, bir bardak su.

Su bajka yerde. Hadi kıj kıj. İj bitti, gule gule.

Kolumun üzerinde doğruldum, bilincim geri gelmeye başlamıştı. Dip boyası gelmiş oksijen sarısı saçlı kadın yarı çıplak, pislikten bej rengi griye dönmüş koltukta oturuyordu. Bu benim Sveta’ma benzemiyordu. Peki ama? Ben bu kadınla mı sevişmiştim? Bu kadar kendimden geçmiş olabilir miydim? Üstümü başımı yokladım, kazağım, pantolonum yoktu. Ne biçim bir yerdi burası? Bin türlü derdin içine girecektim. Ya hastalıklıysa? Bir an önce terk etmeliydim burayı. El yordamıyla eşyalarımı bulup giyinmeye çalışırken, o hiç tanımadığım kadın biteviye aynı şeyleri yineleyip duruyordu. Ayakkabılarımı ararken, yerlere atılmış elma koçanları, izmaritler, şırıngalar ve ezilmiş hamamböcekleriyle göz göze geldim. Kusma hissi yeniden belirdi. Aceleyle, çıktığımı zerre kadar hatırlamadığım pis basamakları tökezleyerek aşağı indim. Kesif bir sidik kokusu peşimi bırakmadı.

Gözlerim karşı kaldırımdaki kahveyi aradı. Yerinde sadece paslı demir kapı vardı. Uzun uzun yumrukladım. Kimse açmadı. Yılmadım. Bir süre sonra başı beyaz tülbentli bir kadın sarktı camdan.

Yanlış kapıdasın. Karılar karşıda. Azgın herif. Yaşından utan. Şimdi polisi çağıracağım. Yettiniz gayri. Her gün, her gün. Ahlak herkeste cır etmiş Kediler köpekler bile ortada yapmaz bu işi, diye bağırarak camını gürültüyle örttü.

Ne olduğumu şaşırdım. Suratım alev alev yanıyordu. Hiç bu kadar rezil olmamıştım. Kafamı kaldırıp biraz önce çıktığım binanın camına baktım. Görünürde kimse yoktu. Çaycı yoktu, Sveta yoktu, balkonda ki çamaşırlar yoktu. Başım zonkladı, midem yandı. Ceketimin ceplerini yokladım, cüzdan, cep telefonum, gerekli gereksiz her şey yerli yerindeydi. Paraları, kartları kontrol etmedim bile.

Ya kameram? Gözüm sokakta terk edilmiş koltuğa ilişti. Kameram üzerinde fırlatılmış duruyordu. Hemen alıp hafızasındaki resimleri taradım. Kadın külotlarının asılı olduğu balkon resmini göremedim. En son çekilmiş fotoğrafı görünce donakaldım. Ben böyle bir şey çekmemiştim ki. Çekmeyi düşünmeye bile cesaret edemezdim. Peşine düşmem gereken başka bir fotoğraf, başka bir av daha vardı. Kendimi çaresiz ve yorgun hissettim.

Füsun Çetinel



Ayten'in Hasanı

Ayten'in Hasanı


Hasan çamlıktaki çadırından yarı beline kadar dışarı süründü. Çapaklı gözleriyle çam ağaçlarının arasından denize uzanan patikayı süzdü. Ne bir turist vardı görünürde ne de bir köylü. Deniz bu sabah o kadar kıpırtısızdı ki berrak sudaki çakıl taşları bile seçilebiliyordu bulunduğu yerden. Çalıbülbülleri bir havalanıp bir kondular. Çamların zamklı baharat kokusu her yanı kapladı.

Evdeki sabah çırpınışlarına ne kadar uzak bir huzurdu buradaki. Ayten çoktan yataklara girişmiş olmalıydı. Yorgan, çarşaf, yastık, ne varsa iplere, güneşe sermişti bile. Kahvaltıya kadar tüm evi baştan sona elden geçirecekti illaki. Koltuk örtüleri, minderler, yolluklar, masa örtüleri, yoluna çıkan her şeyi silkelerdi Ayten.

Evdeki çırpınışlar aklına gelince daraldı Hasan. Denize doğru üç beş adım daha yürüdü. Toprak yolun bitişiğindeki ağaçtan keçiboynuzu kopardı. Etliydi, ballıydı, tam istediği gibiydi bu mevsim. Usulca yere çömelip sırtını ağacın pütürlü kabuğuna yasladı. Özlemişti, ağaç da olsa sırtını birine yaslamayı ne kadar özlemişti.

Emekli olacaktı da, evinin yanındaki bağı bahçeyi ekecek, domatesleri biberleri ile sohbet edecek, Sürmeli’nin pembe memelerinden ılık sütü kendi elleriyle sağıp kaynatmadan ilaç niyetine içecek, huzur içinde geçirecekti kalan günlerini. Saf hayalleri vardı.
Evde herkese yer vardı da bir ona yoktu. Oğlanlar işsiz, damat işsizdi uzun süreden beri. Bir yere kıvrılıp yatacak, yer yok. Buzdolabı hayrat, gelen istediğini yer. Hasan’ın canı bir şey çekse havayı alır. Çekirge sürüsü gibi her şeyi yer bitirir evdekiler. Dışarı çıkmaya yeltense ayakkabıları bile yerinde değil. Kim giyip gitti bilinmez. Oğlanlar, damat, konu komşu. Çit çekeyim, şişmiş kapıyı törpüleyeyim der çekiç yerinde yok, testere kim bilir kimde. Merdiven çoktandır kayıp. Ayten’in umuru değil. Yeter ki çocukları, torunları, anası, akrabaları etrafında olsun. Ona göre herkes haklı, bir Hasan yanlış. Hasan huysuz.

Ne yapalım kıymetimiz bu kadarmış, dedi kendi kendine. O ara Sarman çamlıktan kuyruğu havada çıkageldi. Ağzı burnu tırmık içinde, belli ki kavgadan çıkmış.
- Ne o oğlum, karnın mı acıktı? Daha dükkânı açmadık. Bak, Benekli hala çadırda. Turistler de uyanmamışlar. Sen ne dikildin babanın başına erkenden? Sarmanım benim, kavgacı oğlum. Gece boyu zamparalıklarda sürttün, acıktın.

Sarman yemekten umudunu kesince kırmızı sardunya tenekesinin gölgesine boylu boyunca bıraktı gövdesini, gözleri bir çizgi olana dek kapandı. Çoktan mırlamaya başlamıştı.

Sabahın sessiz keyfini, ağlarını toplamış balıktan dönen motor kesti. Pata pata pata, durgun denizi yararak ciyaklayan martılarla birlikte limana ilerledi.

Temizlik zamanı, deyip doğruldu Hasan. Gece pijama gündüz kıyafet olan eprimiş, rengi dönmüş tişörtü çıkarıp ağacın bir dalına astı. Yalınayak kumlara, oradan denize yürüdü, su dizlerine geldiğinde az durdu. Taze suyu avuçlayıp kollarını, pörsümüş göğsünü ıslattı. Berrak suda yanardöner balıkları, kuma gömülen yengeçleri, açılıp kapanan kum midyelerini izledi. Sırtına vuran güneş kemiklerini ısıttı. Yorgun bedenini usul usul denize bıraktı, tuzlu su burun deliklerine, ağzına, gözlerine doldu.

Piknik masasındaki tüpte su dolu çaydanlığın kaynamasını beklerken, çam ağacının dalına astığı tıraş aynasına yürüdü.

Bu eski aynayı baba evinden taşımıştı evlenirken. Tıraş olacağı günler çıkarır banyo duvarına asar, işi bitince hemencecik çekmeceye kaldırırdı. Torunlar oynayıp kırar diye ödü kopardı. Aynayla dertleşirdi Hasan. Başka kim dinlerdi ki onu bu insan dolu evde? Ayten hep dinler gibi yapardı ama aklı torunlarda, oğlanlarda, kızda, onların yemeklerinde, okullarında, derslerinde, işlerinde, sorunlarında olurdu.

Aynada tıraşı uzamış, güneşten kavrulmuş, avurtları çıkık bir surat gördü. Kafasının her iki yanında beyaz birkaç tel saç ancak kalmıştı. Siyah gür kaşları sanki başka birinindi de emaneten yüzüne verilmişti. Beyazı çoktan yitip gitmiş bulanık, yorgun bir çift göz bakıyordu. Gülümsemek istedi, ağzı garip bir şekilde çarpılıp kaldı. Gülmeyi bile unutmuşsun Hasan, dedi kendisine yabancı gelen aksine.

Hemen aksinin arkasında mavi deniz görünüyordu. Pırıl pırıl yüzeyinde sabah güneşinin tembel ışıkları dans ediyordu. Kaskatı ağzı gevşedi, kemikleri çarpılmış elleriyle okşadı görüntüyü.  Birkaç damla yaş aynadaki görüntüyü bulandırdı.
Kahverengi fayanslar. Ayten’in çeyizinden kalma işlemeli havlular. Duvardaki rafta kızların parlak renkli ojeleri, makyaj malzemeleri. Askıda torunların ördekli pembe mavi bornozları, damadın tuvalette okuyup, havluluğa sıkıştırdığı ıslanmış gazete demeti. Özlüyor muydu tüm bunları?

Kaynayan suyun fokurdayan sesiyle kendine geldi. Çayı demlemeye koyulmuştu ki toprak yolda kendisine doğru yaklaşan İsmail’i gördü. El sallıyordu.

Günaydın Hasan enişte. Ne var ne yok?

Hayırsız İsmail? Köye yolun düşer miydi senin, kasaba adamısındır sen.

Aşk olsun enişte! Hepimiz çok merak ettik seni. Ayten ablam yataklara düştü senin yüzünden. Oğlanlar da çok kızdı. Bu yaşta hiç yakışır mı sana, ormanda, çadırda yatıp kalkmak?

Ablanı bana anlatma Allah aşkına.

Dediydi ben de geleyim diye de, kadının başında bir sürü insan var. Torunlar tatilde. Kızın damatla bir yerlere gitmiş, çocukları bırakacak kimsesi yoktu. Ablam sabah akşam ağlayıp durur. Kocasız kaldım bu yaşta, diye.

Şimdi mi aklına düştü kocasızlık? İlk önce kardeşlerim, anam, babam dedi. Topunuzu besledim, okuttum, everdim. Düğün derneklere Reşat altını almaktan anam ağladı. Orman müdürlüğünde basit bir memur, kaç lira kazanır? Ver Hasan, ver. Öde Hasan, öde. Arsaları otellere kaptırdım, paralar iki günde suyunu çekti. Bostan gitti, tarlalar gitti. Sürmeli ineğimi bile sattırdınız. Ablan demedi ki Hasan’ım üzülür, yazıktır adamıma. Herkesin ceplerine para sıkıştırdı. Bunlar yetmedi çocukların, akrabaların kredi kartı borçlarını ödedim.

Kızma be enişte. Altın gibi bir kalbi var ablamın.’

Var da bana ne hayrı dokundu? Kardeşlerimi okutacağım deyip herkesi kasabaya eve doldurdu. Sana ne anlatıp duruyorum ki bildik şeyleri. Yok, ama en son ettiği bardağı taşırdı artık. Burma bileziklerini satıp, büyük oğlana araba almayacaktı. Taksicilik yapacakmış sıpa. Turist karıyla manzarada oynaşırken denize uçtu. Hiç konuşma, sen de onun işbirlikçisisin. Her yediği boktan haberin var.

Ekmek kuran çarpsın taksiden haberim yoktu. Çay oldu sanki enişte. İçsek mi? Ayten ablam akşamdan kıymalı börek yapmıştı. Senin torunlar tepsiyi bir oturuşta yemişler. Kusura bakma eli boş geldim. Burada da mı buldun bu kedileri?

Avunuyorum işte.

Oğlanlar babam delirdi diyorlardı da, inanmamıştım. Hadi be enişte kalk da eve gidelim. Ne işin var kedilerle?

Benden umudunuz kesin artık. Emekli maaşımı da ablana bıraktım. Bizim babamız yok deyip kestirip atsınlar. Bana bu yaştan sonra bir tek huzur lazım.

Şimdi güzel de bunun yağmuru var, seli var.’

Ben paçamı sizlerden kurtardım ya, gerisi boş.

Enişte, kızıp köpüreceksin şimdi ama… Gazeteler yazdı. Hani şu fark ödemesi var ya?

Diyordum zaten boşuna gelmez bu buralara diye.

İşte bankalar o fark ödemelerini vermeye başlamış. Hani haberin olsun, yazık kalmasın devlete… Yanlış anlama bak.

Yazıklar olsun. Tarlaya dadanan çekirge sürüleri gibisiniz.

Mehmet dedi ki, hani duracaksa öyle bir kenarda. Kontör işine girecekmiş. İyi para varmış ama nakit gerekiyormuş. Kendi söylemeye çekindi.

Koynumda yılan beslemişim ben, çocuk değil. Hani onun işbirlikçisi değildin? Hani ablan çok merak etmişti?  Söyle ona, vermiyorum. Bana lazım. O evden çıktım ya, bitti artık. Her şey geride kaldı.

Bana hiç kızma, ben aracıyım. Ama bak yaşlı adamsın, gün gelir ailene muhtaç olursun. Hastalansan kim bakacak?

Hasan cevap vermedi. Güzel başlayan gün daha öğlene varamadan ağzında ekşi bir tat bırakmıştı.

Benekli yattığı yerden kalkıp Hasan’ın kucağına yerleşiverdi. Kuru elerini, yaşlı yüzünü yalamaya başladı. Kedinin zümrüt gözleri yaşlı adamın bulanık gözlerine kilitlendi. Kendini hafiflemiş hissetti yeniden.

Lafı uzatmayalım İsmail. İş güç seni bekler, meşgul adamsın. Sen en iyisi vakitlice yola çık. Ablanı merakta koyma. Soranlara, beni çok merak edenlere Ayten’in Hasan’ı gitmiş, yerinde bambaşka adam bir adam var artık dersin, dedi sonra da kendine taze bir çay koymaya gitti.

Füsun Çetinel