Edebi Sayıklamalar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Bir Andromeda Bile Olamadın

Yazar olamadın... 

bari bir andromeda kadını olaydın ya.
Ataydın sarp kayalara kendini, ciğerlerini yırta yırta şöyle bir bağıraydın. Yetişin kimseler yok mu? Kimse yardım etmeyecek mi bana? Kurtarın beni bu hayattan. Belki atlı bir prens uçarak gelirdi bir yerlerden, çeker alırdı yanına.

O karı bile elindeki üç beş öyküyle kitap bastırdı ya. Helal olsun daha ne diyebilirim ki? Tanrı anlatıcıyla üçüncü tekil anlatıcının farkını bilmeyen cahil yazar. ‘’Ben ben’’ diye okura böğüren yazar. Oldun mu böyle olacaksın, her şeye karşı cahil, deli cesaretin olacak. Uzun uzadıya tartmayacaksın hiçbir şeyi. Kendi ayaklarının üzerinde duracağım diye inat etmeyeceksin. Bak işte el yapıyor. Bir sen beceriksizsin, kendim yapabilirim, kuvvetliyim diye bas bas bağırırken bile acizsin.

Annem mi konuşuyor bir yerlerden?

Kadında ne hırs varmış ama. Hocanın altından girdi üstünden çıktı. Sen daha uyuz uyuz, yok yazamıyorum, şöyle oldu böyle oldu diye titizlenmeye devam et.  Bir öyküye iki yılını ver, orası potluk yaptı, şurası bol geldi derken millet malı götürsün. İkinci kitabı da çıkarır üçüncüyü de! Sana göre değil kızım bunlar. Olaydın bir andromeda kadını, kıraydın kıçını, yanaşaydın bir edebiyat müdürünün koltukaltına. Üstat siz bir harikasınız, hocam bir tanesiniz, siz dünyanın yazarısınız, her şeyi en iyi bilensiniz. Öykülerime şöyle bir göz atar mısınız? Olmuş mu üstat? Deseydin o da olmadı, kötü bir hastalığım var kitabım yayınlanmadan ölmek istemiyorum diye sızlansaydın biraz.

Edebiyat camiasının doğrucu davudu olmak zorunda mısın sen? Adam iki kelimeyi bir araya getiremiyorsa varsın getirmesin. Türk edebiyatını kurtarmak senin gibi zavallı bir kadına mı kaldı? Ne haddine. Her köşe başını tutan dinozor, pos bıyık top sakal edebiyat müdürleri herkese yeter de artar. İki erkek yazar bellemişlerdir, o kadar. Feodal kemerin altından geç geçebilirsen. Onlara kadar yazarsan, Perseusçuluk oynamalarına, seni kurtarmalarına izin verirsen ne ala.

Dosyanı on sekiz yayınevine de, otuz sekiz yayınevine de göndersen ne fark edecek? On beş yerden aynı ukala ret cevabını alacaksın. Diğerleri onu bile çok görecekler.  Basmayız da basmayız diye tepinecekler. İnadın boşuna.

Güzel Türkçe yazmakla, farklı olmakla ilgisi yok bunun. Kendilerine ağır edebiyatçı dedikleri sürüye katılacaksın, aynı yontu fikirleri savunacaksın. ‘’Okuyucunun istediği gibi yazmamayı tercih ederim,’’ demeyeceksin bu camiada.  Bir ölçek terör, iki ölçek taciz, biraz Berkan, biraz Kürtler, duran adam, ha üzerine de kadın cinayetlerini serptin mi azıcık, tadından yenmez olur öykülerin. Ödül bile kaparsın.

Koca yok, çocuk yok, ev yok, kurumsal bir işim yok,bir kitabım bile yok! Ne için yaşıyorum ben? Niye bu kadar okumak, gelişmek, fikir üretmek, kayalardan ben buradayım diye ufka seslenmek? Ayağı kanatlı bir kahraman bozuntusu için mi tüm çırpınışlar? Kimseye muhtaç olmamak, kurban olmamak için yırtınırken onu mu çağırıyorum bilinçaltımda?

Allah cezanı versin senin Perseus! Varmayacağım işte sana!

Füsun Çetinel

Mehmet Zaman Saçlıoğlu Söyleşisi

General Uçtu

Yazarın son romanı General Uçtu üzerine Galapera’da bir söyleşi gerçekleşti. Moderatörlüğünü sevgili Jale Sancak ve Nursel Duruel yaptı. Ayrıca romanı filme çekecek olan tiyatrocu Ayhan Kavas ve başka değerli edebiyatçılar da aramızdaydı. 

Söyleşiyi çikolatalı bir pastanın mumlarını üfleyerek açtık. Jale Sancak’ın ilk romanı Fırtına Takvimi’nin Duygu Asena Roman Ödülü’nü almasını kutladık hep birlikte. Sonra da sözü moderatörlere bırakarak Mehmet Zaman Saçlıoğlu’nu ve eserlerini daha yakından tanımaya çalıştık.

Nursel Duruel

Senin şimdiye kadar çıkan kitaplarına bir göz atalım ilk önce. 1985’de Günden Önce,2002’de Sarkaç, 1994 Yaz Evi (Yunus Nadi ve Sait Faik Hikâye ödülünü almıştı), 1997 Beş Ada, 2002 Rüzgâr Geri Getirirse, 2010 Sur ve Gölge, iki ve Keçi ve şimdi de 2014 General Uçtu. Ben tüm bu kitapların arasında bir bütünlük olduğunu düşünüyorum.  Belki bu fikirler çocukluktan beri vardı sende, düşünerek büyüyerek onların çevresinde gelişti meselelerin. Vicdan, adalet, hukuk, intikam gibi kavramları sorguluyorsun son kitabın General Uçtu’da da.

Jale Sancak 

Ben de aynı şeyi düşündüm. Vicdan, Türkiye’deki siyasal çalkantılar, darbe dönemi, geriye kalanlar, yaşanan acılar, insanların telef olması, faşizm, dikta. Zaman zaman değişse de belli çizgide, benzer biçimlerde anlatıldı hep bunlar. General Uçtu çok daha sonrasını, farklı bir biçimde anlatıyor, daha önce anlatılan genel çizginin dışında. 12 Eylül darbesinin bir ailenin bireyleri üzerindeki acı izlerini resmediyor ve bir vicdan yoklamasına gidiyor.

Nasıl bir hazırlık oldu bu kitap için?
Hazırlıksız oldu. Ayhan Kavas’ın, kendisi tiyatrocudur ve uzun yıllar Kenterlerde oynadı, bir senaryo isteğiyle başladı. Ayhan film için bir konu özetlemişti. Beş farklı çocuğu olan bir baba olsun, bu baba kaçırılsın ve yıllar sonra hesap sorulsun kendisinden. Senaryo üretmek üzere yazmaya başladım ama bu arada çok şey değişti tabi. Konu, 12 Eylül’de derin yaralar almış bir ailede yaşlı babanın bu yaraların intikamını almak için darbeci Generali kaçırması ve hesaplaşmasıydı. Hikâyenin inandırıcı bir biçimde kurgulanması ve içinin dolması gerekiyordu. Yoksa basit bir polisiye düzeyinde kalabilirdi. Bu nedenle doğrudan senaryo yazmaktansa bir roman yapısı içinde karakterleri oluşturmak ve onların hikâyeyi yönlendirmesini sağlamak doğru olacaktı. Ben de çocukluğunda ve gençliğinde üç büyük darbeyi yaşayan biri olarak zaman zaman düşündüğüm adalet, hukuk, vicdan gibi kavramları bu konu çerçevesinde romanlaştırmaya karar verdim. Böylelikle başta düşünülenden çok farklı bir yola götürdüler karakterler romanı. Değişmeyen şeyler de oldu tabi. Hesaplaşma konusundan vazgeçilemezdi. O dönemin tanıtılması gerekirdi. Bu romanı dört yılda tamamladım.

İdealize bir aile değildi romandaki aile. 1970’lerin ailesiydi. Şimdi bu aile ideal, adeta kusursuz görünüyor bize. Onun için de çok eleştirildi ama o zaman normal aileler öyleydi gerçekten de.

70’li yıllara ilişkin motifler ortaya çıkmaya başlayınca hikâyenin içi doldu. Oyun içinde oyunla başka bir tarafa geçtik. Ve Generalin maskesi çıktı.

Kahramanların seçimi nasıl oldu?
Köy enstitülü, idealist, kendi değerleri güçlü bir karakter seçtim, bunlar ancak sert bir çatışmaya götürürdü hikâyeyi. Böyle bir karı kocanın çocukları da ancak böyle yetiştirilirdi. 1975’de doğan son çocuk apolitik yetişti, tıpkı Türkiye’nin gençleri gibi.

Köy enstitüleriyle doğrudan bir bağım yok ama ilk okuduğum çocuk kitabı Köycü Oktay diye incecik bir kitaptı. Beni çok etkilemişti. O okulların insanlara çok katkı sağladığını düşünüyorum.

Kahramanımız Harun inatçı demek, senaryoda isimler rast gele gelmez, romanın sonuna kadar köy enstitüsü karakterini sürdürüyor. Ben de Ayhan’ın senaryo için bana verdiği şeyleri sürdürdüm.

1990’lardan ve hatta daha öncesinden itibaren oyun edebiyatta çokça kullanıldı. Genelde oyunun kurallarını biliriz. Senin oyununda ise sonuna kadar ne olacağını bilmiyoruz. Bana bu, edebiyatta kullanılan oyunun metaforu gibi geldi. 

Öykülerim Beş Ada’dan sonra ben istemeden, farkında olmadan uzamaya başladı. Ne olduğunu tam olarak bilmiyordum. İki ve Keçi novella mı, roman mı bilmiyorum. Şimdi de bu geldi. Kendiliğinden.
Romanda iki temel bölüm var. Oyun düzenli bir hale gelene kadar karakterlerin tanıtıldığı bölüm. Bu bölümde her şey iyice yerine oturuyor, ok iyice geriliyor.
Oyun ne zaman başladı baba, diyor oğlu.
Bilmiyorum, diyor baba.
Sonra oyunun somut başlama anı var. Oyunun içinde kalemin oyunu başlıyor. Oyun kurulurken tiyatrocuların kendi aralarında konuşması var. Shakespeare’in dediği gibi, yaşam bir oyun. Biz bu oyundan ne kadar haz alıyoruz? İşte bu soru önemli.

Bazı temel meseleler var senin hikâyelerinde. Topaç’ta, doğanın oyunu, büyüme meselesi, süreklilik var. Sur ve Gölge’de ise doğanın oyunu var. Bu kitapta da farklı perspektiflerden bakarak vermişsin oyun meselesini. 

Romanda tiyatrocuların oyun üzerine konuşması ile yazar okuyucuya şunu der;
Bunu bir oyun gibi oku! Gerçek gibi görme!

Bu kitabın üç katmanlı bir gerçekliği var. 
Kitabın sonunda bir “zamansal dizin” yer alıyor. Bu dizinde “romanın gerçekliği”, “yazarın gerçekliği” ve “yaşamın gerçekliği” ile karşı karşılaşıyoruz. Her kurgunun gerçek yaşamdan ve yazarın yaşamından esinleri, gerçek dünyada ve yazarının dünyasında bir yeri vardır. Bu üç gerçeklik her roman için geçerlidir. Romanımda olayların bu gerçeklikler içindeki zamansal sıralamasını yazmak istedim ve sanırım bu, daha önce yapılmamış bir şey oldu. Ayrıca bir pratik yararı da, çok sık geri dönüşler olduğu için romandaki olayların izlenmesinde okuyucuya kolaylık sağladı.

Bu kitapta yazdıklarınla mesafen nedir?

Yazarken kendini çok fazla metnin içine koymak yazarları en çok korkutan şey. Anlatıcı yazar olsa bile başka biri anlatıyor gibi olmalı. Didaktik olmamalı. Kafada başka birini, belki tanıdık biri olabilir bu, yaratmak gerek. Onun tavrı davranışı olmalı.
Bütün karakterlerde ufak ufak bana dair bir şeyler mutlaka var.
Ben romanı yazdığımda senaryo yoktu daha. Sonradan yazıldı. Bazı farklılıklar oldu.

Ayhan Kavas

Filmi farklı olmak zorunda aynı kişi için farklı karakterler kullanamayız. Bu film Harun’un hikâyesi olmak zorunda. Daha hangi karakteri oynayacağıma karar vermedim ama ben de olacağım filmde.

Romanın anlatımına bakalım biraz da. Net, sade, kısa cümlelerle yazıyorsun. Olan her şeyi somut ve canlı görüyoruz, sanki bir filmi seyrediyoruz. Her kitapta anlatım seçimi nasıl?

Kitap tanımlıyor sanırım anlatımı. Konu bir şey getiriyor. Derinleşme ve pencereye uygun bir dil buluyorsunuz. Bu romanda gerçekten çok yüklü sahneler var, onları edebi cümlelerle daha fazla ağırlaştırmaya gerek yok. Dil ağırlığı olayların etkisini azaltabilir.

Mehmet Zaman Saçlıoğlu’nun harika deneme yazıları da var.  O usta bir denemeci. Arkasında çok iyi bir birikimi var. 

Dünyanın Öyküsü dergisinde deneme yazıyorum.

Yazarımız belki bir gün denemelerinin hepsini bir kitapta toplayabilir, çok önemli bir kaynak olacaktır bu bizlere. Bu güzel söyleşi için teşekkür ediyor ve ileride bir gün deneme üzerine bir söyleşi gerçekleştirme sözü alıyoruz ondan. Yine Galapera yine muhteşem bir söyleşi!

Füsun Çetinel



İstanbul Arka Sokak Lezzetleri

Her lezzetin bir hikayesi var

Konuşan Masa’nın beşinci etkinliği İstanbul Arka Sokak Lezzetleri’nin yazarı Ansel Mullins ile gerçekleşti. 

Ansel Mullins aslen Şikagolu. Üniversitede Gazetecilik eğitimi almış. On iki yıldan beri İstanbul’da yaşıyor, en lezzetli yemekleri sunan küçük ve ucuz esnaf lokantalarını keşfediyor, yemekler üzerinden İstanbul hikâyeleri dinliyor. 

Mullins aynı zamanda emlak sektöründe ve tarihi binaların restorasyonuyla uğraşıyor.  İstanbul Eats adıyla yemek turları düzenliyor, istanbuleats.com internet sitesinde yazıyor, açık radyoda haftalık program Soul Sendika’yı yürütüyor.


Her şey nasıl başladı? 
On iki yıl önce turist olarak geldiğim İstanbul’a âşık oldum ve bir daha ayrılamadım buradan. Yirmi dört yaşında geldim bu şehre, şimdi otuz dört yaşındayım. Evliyim, iki küçük çocuğum var. Yemek yemeği, farklı tatları keşfetmeyi hep sevdim. Amerika’dan sonra burası cennet gibi geldi. İstanbul’da tarih var, her şey o kadar eskilere dayanıyor ki. İstanbul’u gezerken Türk mutfağıyla birlikte başka şeyleri de keşfediyorum. Türk mutfağı hastasıyım ben gerçekten. Mesela ciğerciler, bundan yüz yıl önce de varlardı. O kadar eski, yani Amerika yokken bile vardı seyyar ciğerciler. İşte bu beni büyülüyor.

Yemek sizin için ne ifade ediyor? 
Benim için yemek demek keşif demek. İyi bir yemek yeri keşfettiğimde oyuncakçı dükkânına düşmüş çocuklar gibi seviniyorum. Anlatması çok zor.

Sizi burada etkileyen ilk yemek neydi? Hatırlıyor musunuz?
Annem Alabama’dan, onun için hep mısır ekmeği ve tavuk pişerdi evde. Karadeniz mutfağında pişen yemekleri tadınca gözlerim yaşardı, duygulandım, kendimi evimde hissettim. Türkiye çok büyük bir yer, her yerini gezmek gerçekten zor.  İstanbul’da tüm lezzetleri bulma imkânı var. Tabi ki yerinde yemek daha farklı ama bu şehir büyük olanaklar sunuyor yeme konusunda. Yine de köküne gidebilmek için Karadeniz, Güneydoğu Anadolu gibi birçok yeri gezdim ve gezmeye devam ediyorum.

Rehber kitabınızdaki yemek noktalarını neye göre seçtiniz?
Esnaf lokantaları çok vurdu beni. Küçük dükkânlar. Samimi, sıkışık masalar. Fiyatları makul. Servis edilen yemekler hep aynı kalitede. Herkes birbirini tanıyor. Evdekine benzer yemekler yiyorsun. Duygu var, sosyalleşme var.  Bu tür hikâyesi olan yerleri seçiyorum özellikle.

Beyoğlu, Sadri Alışık sokaktaki, Lades 2’nin her derde deva şehriyeli tavuksuyu çorbası muhteşem. Masalar, sakin sakin yemeğini yiyen yalnız adamlarla dolu. Seyretmeyi seviyorum.

Kurabiye sokaktaki Köfteci Hüseyin bu işe kırk yıl önce seyyar satıcılıkla başlamış, şimdi hayatta değil ama maşasını oğluna devretmiş. Köftelerde etin oranı oldukça yüksek, diğer yerlerdeki gibi bolca ekmek içi karıştırmıyor harcına. Çocuklarımı götürüyorum, severek yiyorlar. Köfte lezzetli, et kaliteli, fiyat makul.

Galatasaray Lisesinin hemen karşısında, Aznavur pasajının önünde Sabır Taşı var. Seyyar arabada içli köfte satıyor.  Ali Bey kırk yıl önce gelmiş İstanbul’a.  Beyaz doktor önlüğü vardı hep üstünde. O da yok artık ama oğlu var. Tezgâhın beş kat üstündeki restoranda haşlanmış içli köfte satılıyor. Anadolunun bir köyündeki gibi mutfakları. Beyoğlu’ndalar ama kendi geleneklerini terk etmemişler.

Belki de bu rehber kitapta bahsettiğim yemekleri, benim bilmediğim ama sizin bildiğiniz, başka birçok yerde yiyebilirsiniz ama önemli olan benim bu yemeklerin arkasında duyduğum hikâyeler.

Bu kadar çok yemek yiyorsunuz, nasıl bu kadar zayıf kaldınız?
Gaziantep’e gitmiştim. Restoran sahibi bana, sen çok pisboğazsın, dedi. Her şeyi yiyorsun ama hep zayıfsın. Gerçekten çok yiyorum ama farklı lezzetler keşfetmek için çok da yürüyorum.

Yemek ailenizde de önemli miydi, Amerika’da?
Annem köy kökenli. Pazar günleri kilise sonrasında mutlaka herkes aynı masa etrafında olurdu. Birlikte yemek yerdik. Şimdi her şey daha farklı, artık insanlar sokakta besleniyor. Sokak lezzetleri, streetfood, patlama yaşıyor Amerika’da. Çok popüler şu günlerde.

Sokak lezzetlerini denerken hiç hastalanmadınız mı? Nasıl güveniyorsunuz?
Bir yerde yemek yiyeceksem bakıyorum. Sıradaki insanlar nasıl? Garsonların üstü başı temiz mi? Tuvaletler, masalar nasıl? Çok müşterisi var mı? Orada yemek yemiş insanlarla konuşuyorum. Hikâyeler dinliyorum. Şimdiye kadar Türkiye’de hiç hastalanmadım ama bir kere Bulgaristan’da çok kötü hastalanmıştım.

Yemek noktalarını nasıl seçiyorsunuz? Özellikle İstanbul dışında? Birilerinden mi duyuyorsunuz?
Köylere gittiğimde kahveye gidiyorum. İnsanlarla konuşuyorum. Mutlaka fırını buluyorum, bakıyorum nasıl bir yer. Yürüyorum sokaklarda. İnsanlar çok sıcakkanlı bizi misafir ediyorlar.

Hiç sevmediğiniz bir yemek yok mu? 
Kokorecin kokusundan hoşlanmıyorum. Burnumu kapayıp mideye indiriyorum.

Bu güzel sohbet esnasında neler mi yedik? 
Okuduklarınıza inanamayacaksınız eminim ama dayanamadık hepsinden yedik! Biz de Ansel gibi pisboğaz olduk. Muhallebici usulü şehriyeli tavuksuyu çorba, Unakapanı İMÇ pilavcısından nohutlu tavuk pilav, ciğerci usulü ızgara ciğer, balık ekmek, Samatya Küçükev usulü kekikli hamsi, Sabırtaşı’ndan içli köfte, Köfteci Hüseyin’den ızgara köfte, Şinasi ustadan kelle tandır, Fasuli’den kurufasulye, Antiochia’dan acılı domates ve roka salatası, kekikli zeytin salatası, Cafer Erol’dan sakızlı, güllü, naneli lokum, Özkonak’tan kaymaklı ekmek kadayıfı, kazandibi, tavukgöğsü.

Ansel Mullins, Türkçeyi çok güzel konuştuğu gibi tam yerinde yaptığı esprilerle bizi epey de güldürdü. Yemeklerin ve onları pişiren insanların hikâyelerini onun ağzından dinlemek çok keyifliydi. Konuşan Masa ekibine bir kere daha bu doyurucu gece için teşekkür ederiz.

Diğer Konuşan Masa etkinliklerini takip etmek isterseniz:
http://konusanmasa.com/?p=116
https://www.facebook.com/konusanmasa

Füsun Çetinel

Hakan Bıçakçı Söyleşisi

Cumartesileri Galapera

Jale Sancak’ın 2006’dan beri Galapera’da gerçekleştirdiği söyleşiler bünyemde bağımlılık yarattı. Cumartesi günlerimi Beyoğlu’nda geçirmek için pek de güzel bir bahane oluşturdu bana. 

Bir cumartesi yine Taksim’den Tünel’e yürüdüm, sergilere, kitapçılara girip çıktım, insan kalabalığından bunalınca da soluğu Fransız Konsolosluğu’nun bahçesinde aldım. Caddenin keşmekeşinden uzak, ağaçların altında içtiğim kahve bir süre sonra etkisini gösterip yeniden kalabalığa karışma cesareti verdi bana, keyifle Tünel’e kadar kâh sokak müzisyenlerini dinleyerek kâh turistlere yol tarif ederek yürüdüm. Kırmızı Kedi kitapevinde, simitçide söyleşiye giden birkaç dostla karşılaştım. Galapera’ya varınca da bir taraftan tavşankanı çaylarımızla simitlerimizi yerken, diğer yazarlarla, dergicilerle, edebiyatseverlerle sohbet ettik. 

Söyleşi konuğu Hakan Bıçakçı

2002’de ilk kitabım çıktığından beri yazmaya hiç ara vermedim. Elimin altında hep yazdığım öykü veya roman oldu. Şimdiye kadar beş roman ve iki öykü kitabım çıktı. Bir romanım aksilik olmazsa gelecek ay basılıyor.

Bana göre yazarlar diğer insanlardan pek de farklı kişiler değiller. Sadece yazma konusunda biraz daha inatçılar diğerlerine göre. Bence yazarla okur arasında bir fark yok. Yayın edebiyatı, reddedilmiş yapıtlarla dolu. Aklımda yazar olmak yoktu hiç. Yazmaya başlayalı on iki yıl oldu ama yazar kimliğiyle barışamadım hala.

İlk kitap nasıl oluştu?
Lise yıllarımda Kafka’nın Değişim’ini, Camus’nün Yabancı’sını, Sartre’nin Bulantı’sını arka arkaya okudum. Bu okuma ve edebiyat serüvenimi ne arkadaşlarımın arasında ne de ailemde paylaşacak kimsem yoktu. Bunlar yazmaya itmedi beni ama üniversite yıllarında öyküler yazdım. Benzer öyküleri alt alta dizdim. Tam bir karambol dosya oluştu. Dosya varsa hayal de var. Bastırmayı deneyeyim bir, dedim kendi kendime. Oğlak yayınları yazarların ilk kitaplarını basıyordu. Gittim, dosyamı bıraktım. O kadar umutsuzum ki telefonumu bile yazmamışım dosyaya. Arkamdan biri seslendi de geri dönüp telefonumu yazdım. O sıralar editör Raşit Çavaş’tı. Bir ay sonra aradı beni, kitabını basacağız, diye. Ama bir şartla, dedi. Yazmaya devam edeceksin. Bir roman daha istiyoruz senden. Tek roman yazıp bırakan yazarlarla kendimizi riske atamayız. İşte o anda hayatımın en boş sözünü verdim. Ve ondan sonra hemen hemen her yıl bir kitap yazdım.

Fantastik Korku deniyor yazdıklarınıza
Kafamda olan şeylerin kitap olarak satılması çok tuhaf geliyor bana. On iki yıldır bu tuhaflık devam ediyor. El yordamıyla kendimi yazar olarak buldum. Ve beni bir türe dâhil ettiler. Türler, yazarlardan çok okurlar için, raflar için. Yönlendirme yazardan çok piyasanın işine geliyor. Bence ne korku ne de fantastik yazdıklarım. Ama ikisinden de unsurlar taşıyor. Korku unsuru bir küme. Fantastik başka bir küme. İkisinin kesiştiği noktada belirsizlik var, işte ben kendimi orada görüyorum. Belirsizlik kalsın istiyorum. Onun için de çok az bir okur kitlesine hitap ediyorum. Şöyle bir karar aldım. Kafamdakileri yazacağım, beğenilme tasam olmayacak, parayı başka yerden kazanacağım.

Korku tehlikeli bir tür. Bir iyiler var, bir de kötüler. Kapitalizmin elinde büyük bir silah korku edebiyatı, karşı toplum yaratıyor. Bu düşman, diyor bize. Yenilmesi gerekli bir düşman. Bense şimdiki dünya düzenini korku atmosferi olarak görüyorum. Baktım ki korku edebiyatı felaket bir şey aslında! Amaçları karşı toplum yaratmak; onlar ve biz. Ergenleri, kadınları hizaya getirmek için hepsi. Exorcist’de kadının içindeki cinselliği yok etmek için baba modeli papaz devreye giriyor mesela.

Ben kaygıdan yola çıkarak korku edebiyatı yapmaya çalışıyorum. Kaygının nesnesi yok. Kaygı üzerine gidiyorum. Karakterlerde kaygı var ve onu korkuya çevirip çözmeye çalışıyorlar ama yapamıyorlar. Benim karakterlerim günümüz karakterleri, fantastik değiller.  Tuhaf olanı tuhaf olmayan öğelerle anlatmaya çalışıyorum. Beni ilgilendiren arada kalan belirsizlik. Psikanalizden yararlanıyorum, evet. Her romanla birlikte başka kaynaklardan yaralanmaya çalışıyorum. Rüyalar, özgürlük paranoyası, zihinsel yolculuk. Benim kitaplarımda okura çok iş düşüyor. Kafamdaki soyut dünyanın çok somutlanmaması lazım. Ortada tutmaya çalışıyorum.

Kitaplar nasıl ortaya çıkıyor?
Hiçbir kitap içeriği blok halinde gelmiyor aklıma. Ufak bir kırıntı düşüyor ilk önce. Kendini yiyen bir adamın romanını yazacağım demiştim. Sonra adamın fotoğrafçı olması geldi aklıma. Böyle böyle parçalar kafamda birleşiyor. Romanı öyküden ayıran şey ayrıntılar zaten. Baştan sona yazacağım bir şey gelmiyor aklıma. Bazen de bir an gelir aklıma ama an olarak kalır. Fikir genişlemez. O zaman bir romana dönüşmez işte.

Yazmak da hayat gibidir. Bakkala diye çıkarsınız yolda bir kediye rastlarsınız, rotanız değişir. Yazarken de yazı başka şeylere dönüşebilir, metin bambaşka yerlere gider. Bu, metinle yazan insan arasındaki tuhaf ilişkidir. Ortalama olarak bir romanı 1,5- 2 yıl arasında yazıyorum, çok uzatmamaya çalışıyorum. Linear şekilde yazmıyorum. Ekleme yaparsam, ileriye ve başa göndermeleri oluyor. Bütünü mantığa oturtmak gerekiyor. Kafada dönme, defterlere not alma, bilgisayara dökme diye gelişiyor benim yazma eylemim. Romanı yazıp bitirsem, basılsa bile devamlı eklemeler yapıyorum kafamda. Bu tamamen bitmiş bir yapıttır diyemiyorum. Az karakter ve az mekân benim derdim, her şey klostrofobik olsun diye.

Neden kaygı ve korku edebiyatı sizi meşgul ediyor?
Korkuya kayma yazarken ortaya çıktı. Kendiliğinden kaygıya doğru gittiğini fark ettim metinlerin. Okurken sadece o tür şeyler okumuyorum ama yazarken ona kayıyorum nedense. Tüm kitaplarımda böyle bu. Başımızdan geçen hikâyelerle kafamızdan geçen hikâyeler arasında hiçbir fark yoktur, demiş R.L. Stevenson. En radikal değişim, bir ay sonra çıkacak kitabımda bir kadın karakter oluşturdum. Plaza insanı. Ama üçüncü bölümde bu kadın karakterin erkekten farkı kalmıyor.

Emrah Serbes, Şule Gürbüz, Alper Canıgüz severek okuduğum Türk yazarlar şu sıra. Türk edebiyatını çok iyi görüyorum. Müzikte ve başka konularda iyi olmayabiliriz ama Türk edebiyatı geçmişte de çok iyiydi, şu anda da çok iyi bence. Ütopyadan çok distopyaya merakım var. Ütopyalar bana göre çok sıkıcı. Kitaplarımda rahatsız edicilik var, bence sanatta olmalı böyle bir rahatsız edicilik. Rahatsız insanlar beni okuyan insanlar zaten. Karakterlerimin okur üzerinde iktidar sahibi olmamasını istiyorum. Okurla birlikte yol bulmaya çalışan karakterler benim karakterlerim.

Barış Bıçakçı’yla bir alakanız var mı?
Herkes aynı soruyu soruyor. Kendisiyle tanışmadım. Birçok yazarla tanıştım ama onunla değil. Hatta beni onunla akraba sanıp, mailini isteyenler bile oluyor.

Genç yazarlar hakkında ne düşünüyorsunuz?
Aşırı bir özgüvene sahipler. Yazılarını paylaşıyorlar bazen. Giriş cümleleri şöyle; Açıkçası kalemime çok güveniyorum. Ahmet Hamdi Tanpınar bile böyle bir şey söyleyemezdi sanırım, mahcup olurdu. Tama özgüvenleri olsun ama ayarında olsun.

Mütevazı, sakin, dopdolu, güzel bir insan Hakan Bıçakçı. Anlattıkları ise genç yazarlarımıza ışık tutacak, cesaret verecek  nitelikte şeyler. Teşekkürler Galapera!

Füsun Çetinel

Yazarın Duvarı

Duvarın Hikayesi

Artık her şeyin, herkesin bir hikâyesi olmak zorunda. Kahve kupasının, ekmeğin, blucinin, saksıdaki çiçeğin. Üreticiler hikâyesi olmayan şeylerin satmadığını çoktan anladı. Pinterest de bu amaca hizmet ediyor. Sanal ortamda beğendiğin, ilgi duyduğun fotoğrafları sanal bir duvara iğneleyerek, başkasının seni görmesini istediğin gibi, bir hikâye yaratıyorsun.

Yazar tuhaf kişi ya, pinterest’i ne yapsın. Eski moda bir kolaj çok daha yaratıcı ve ilham verici onun için. Çalışma odasının veya evin herhangi bir yerinin duvarını yerden tavana kadar kişisel resimler, fotoğraflar, dergi kupürleri, kâğıtlar, notlar, kartlar, oradan buradan toplanan, kesilen anı parçalarıyla kaplar. Sevdiği, ilgilendiği şeyler. Öncelikleri. Ailesinin, arkadaşlarının resimleri, gezdiği yerlerden broşürler. Gitmek istediği ülkelerin haritaları. Başka yazarlardan alıntılar (eğer yazarımız kıskanç bir değilse ve başkasının kitaplarını okumaya tenezzül ediyorsa). Notlar. Kitap ayraçları. Onu büyüleyen şeyler. Dünyaya bakışı. Etrafında görmek istedikleri. Belki başkalarının da hoşuna gidebileceğini düşündüğü şeyler. Görüntüler, başlıklar, şiirler. Yazara kim olduğunu, ne yapmak istediğini hatırlatan her şey! Bir nevi yazarın hayatının haritası duvarına serdikleri.

Görüntüsel Yazma
Yazarın duvarına yapıştırdıklarını incelediğimizde, yazma eylemine benzer bir şey görürüz. Parçaları birleştirdiğimizde bir görüntü ortaya çıkar, duvarda onun hikâyesini okuruz. Gördüklerimiz onun çocukluğu. Duyguları. Tadı damağında kalmış sergi. Artık var olmayan kedisinin gözleri. Belki bir yaz tatilini geçirdiği köy. Ona özgürlüğü hatırlatan kuş tüyü. Yaşamın devam ettiğinin kanıtı kurutulmuş yaprak. Bir çocuğun yazara yaptığı doğum günü kartı. Sakladığı bazı oyuncaklar, tek gözü olmayan maymun, teneke tren, saçları dökük bebek.

Düşünecek, ilham alacak o kadar çok şeyi var ki yazarın! 
Her gün farklı bir şeye bakar yazar. Üzerinde düşünebilir, geçmişte neler hissettiğine, nasıl değişimler geçirdiğine odaklanabilir. Bu şey ona ne ifade ediyor? Nereden bulmuştu? Kim vermişti? Onda ne görüyor? Niye duvarına yapıştırdı? Niye bunca yıl sakladı? Vazgeçebilir mi? Onsuz var olabilir mi? Bundan sonra ne yazmayı düşünüyor?

Bir yazarın duvarı diğer duvarlardan çok farklı. Dedim ya yazar tuhaf kişi, duvarında bile  şaheserler yaratabiliyor.

Füsun Çetinel

Çocukluğun Tadı

Çocukluğun Tadı Tuzu Kaldı mı?

Bu soru, içinde yaşadığımız zorlu ve çalkantılı dönemde pek de eğlenceli gelmiyor kimseye ama çocukluğumuzun hatıraları olmasa ayakta kalmamız daha da güçleşecek, zorluklarla savaşacak gücü bulamayacağız.

HayatımRomanYazıMaratonu’nun beşinci gün alıştırma konusu Çocukluğun Tadı 

Bazen yazarken beş duyumuzu kullanmayı unuturuz. Tat, dokunma, duyma, görme, koklama duyularımız var. Bir şeyi tanımlarken niye hepsini kullanmayalım ki? Çocukluğunun yemeklerini kelimelerle listele. Listeden bir tanesini seç ve onu genişleterek yaz.
Bu yemek niye çocukluğunu hatırlatıyor sana? Tadı nasıldı? Nasıl görünüyordu? Yerken ses çıkarıyor muydu? Dokusu nasıldı? Seviyor muydun yoksa nefret mi ediyordun? Kim pişirirdi? Özel günler için mi pişirilirdi yoksa her gün mü? Pişmesine yardım eder miydin? Niye sende bu kadar etki bıraktı? Eğer bu yemeği şimdi yapabilseydin kiminle paylaşmak isterdin? Niçin?
Dikkat: bu alıştırma yemek öncesi aşırı miktarda acıkmaya yol açabilir.

Sanmayın ki burada yazılanlar yemek tarifleri!
Yazılanların hepsi de birbirinden dokunaklı, derin, okuması zevkli çalışmalardı. Burada ancak hepsinden ufak bölümler verebiliyorum. Benimle birlikte yazan, gülen, ağlayan, yazılarını ve hayatını cömertçe paylaşan tüm yazı dostlarıma teşekkür ederim. Keyifli okumalar.

Tavuk Budu
Her seferinde bir umut beklediğim but. Düşmeyeceğini bile bile, belki bugün o gündür diye bekleye bekleye oturduğum tavuklu yemek akşamları. Payıma düşemiyordu. Babam oldukça zayıf ve iştahsız. Evimizin direği. Onun budu yeme hakkı var. Ablam kova burcu, inatçı. But yoksa yemek de yok! Son derece karakterli. Akşam yemeği yemezse bir çocuk, bir anda büyümesi durabilir. İşte bu da annem! But istersem, surat asarsam bir anda babam kendi tabağını bana uzatır. Onun boğazından benim gözüm kalan but da, o kupkuru göğüs de geçmez. Bunu biliyordum. Ben efendi bir çocuk olarak tabağımdaki göğsü ağzımda evire çevire büyütür, çiğner de çiğner balon yapılacak kıvama gelince su yardımıyla yutardım.

Karalahana Yemeği
Neyse ben karalâhana yemeğine döneyim. Çocukluğumda yapımı zor olduğundan, kıymetli bir yemekti. O zamanlar robotlar yoktu, lahana haşlandıktan sonra ekmek tahtasına benzer kalın bir tahta ile zannedersem buna dibek deniyordu, iyice dövülürdü, galiba bir kaç saat bununla uğraşılırdı. En nefret ettiğim zamanlardı, lahananın kokusundan evde durulmaz, durmadan soğuk evlerde pencere açılır, burnumun direği kırılır, midem bulanırdı. Hiç yemedim, bir kerecik bile olsa tadına bakmadım. Ama kokusu hala aklımda. Yıllar sonra çiçeği burnunda doktor hanım, sırf Samsun da doğdum diye ve de aile kökeninde Rize ve lazca bilen bir sülalem olduğu için beni tercih eden bir köye atandım, batıda bir Karadeniz köyü. Hayatımın en güzel günlerini geçirdim, dört sene orada. Çok güzel dostluklar, arkadaşlıklar oldu tabi ki. Geçmiş zaman, anlatılacak öyküler çoktur mutlaka.
İlk günüm, sağlık ocağı bir ev şeklinde, sadece hemşire hanım ile ben varım. Komsumuz Rıfat amca bizi yemeğe davet etti, sevine sevine gittik, açız, çevrede görünen bir lokanta bile yok ki, burada yemek yapmalıyız diye düşündük hemşiremle. Rıfat amcanın eşi bize şahane bir sofra hazırlamış, turşular, salata, mısır ekmeği, köy ekmeği, meyveler, yoğurt, ayran hepsi sofrada. Biz asıl yemeği beklemeden giriştik, kadın ‘sen Lazsın, sana karalâhana çorbası yaptım, hem de kuyruk yağı ile’ demez mi?

Canım Kaşar Peynirim
Sobanın üstünden çaydanlığımız hiç eksik olmazdı. Öğlene doğru gittiğim okuldan akşamüstü döndüğümde, ince belli cam bardakta çay ve kırmızı pul biberli sahanda eritilmiş eski kaşar yeme faslımız vardı. Sahanda kaşar eritmek ve üstüne pul biber koymak her nedense annemin o dönem mutfağına dâhil ettiği bir yenilikti. İki yıl kadar okul dönüşleri bana yaptı, sonra da her nedense unuttu gitti.  Canım kaşar peynirim. Beni yoldan çıkaran ilk göz ağrım. Koyarım seni bir sahana,  ateşi açarım azıcık, oh gevşersin, yayılırsın… Minik kabarcıklar… Çıtırtılar… Pul biberin olaya katılımı… Bazen fesleğen, nane gibi dostların sürpriz ziyaretleri… Mis kokulu beyaz ekmeğin eşliği… Ve işte buyurun size tatlı hayat!

Mafiş
Arapça karşılığı ‘yok’ demekmiş ama bence siz anlamını bırakın da tadına bakın derim. Anneannemin sağlığında mafiş siz misafir ağırlandığını pek hatırlamayız. Yapılışı biraz zor ve zaman alsa da yemesi pek kolaydır. Anneannem mafiş tabağını masaya getirene kadar atıştırmayalım diye köşe bucak saklardı, çünkü kazara meydanda unutsa sofraya tatlı kalmazdı. O nur içinde yatsın biz damağımızda bıraktığı tatlarla onu hep analım.
İşte tarifi:
1 yumurta,1 yumurta kabuğu dolusu sıvı yağ, 1 yumurta kabuğu dolusu sirke,1 fiske tuz, aldığı kadar un
Şerbeti için:2bardak şeker, 1,5 bardak su, yarım limonun suyu
Yukarıdaki malzemelerle elimize yapışmayacak kıvamda bir hamur tutuyoruz. Yarım saat nemli bezle örtülü olarak dinlendiriyoruz. Tezgâhı unladıktan sonra ikiye ayırdığımız hamuru 2-3mm kalınlığında açıyoruz. Daha sonra açılan hamuru önce bir yönde sonra diğer yönde 2-3 parmak genişliğinde şeritler halinde kesiyoruz ve fiyonk şekli verip, unlanmış bir tepsiye diziyoruz. Eskiden bu şekil verme işinde anneanneme yardım etmek bana düşerdi. Üzerine nemli bez örtüp, kızartma tavamızı hazırlıyoruz. Yağ iyice kızınca mafişleri alt üst birer kere çevirerek kızartıyoruz. Tavadan çıkartıp hemen soğumuş şerbete atıyoruz. Mafişler süzüldükten sonra servise hazırdır.

Un Helvası
Çocukluğumun unutamadığım tatlarından biridir un helvası. Üç beyazdan vazgeçemediğim beyazdır Un. Çocukluğumda Gerede’ye gittiğimizde ekmekleri koydukları tekke adı verilen büyük sandık kalmış aklımda mis gibi un kokardı.  O kokuyu içime çekmek için kapağını açıp derin derin nefes alırdım.
Un kavrulurken çıkan rayihada bana o tekkedeki kokuyu hatırlatır, pembeleşir, sararır, kahveye yaklaşır rengi, iyice kızmıştır. Şerbet o zaman dökülür, cos diye çıkan ses unun şerbetle birleşip demlenmesi ilginç gelir. Karılması kıvamında olması önemlidir, topak, topak olan helva olmamış demektir.  Demlenip kıvamına geldiğinde kaşıkla şekillendirilip, fıstık, ceviz, fındıkla süslenir.

Yufkalı Tavuk
Geleneklerine bağlı bir kadındı büyük hala Behire Hanım. Ailenin en iyi yemek pişiren kadını derlerdi onun için. Behire Hala’ya yemeğe gidenler günlerce anlatırdı yedikleri yemeklerin lezzetini. Tereyağlı kabaklı böreği ve tahinli kabak tatlısı sülale efsanesi haline gelmişti. Ama benim favorim bunların ikisi de değildi. 13-14 yaşlarında ya var ya yoktum. Yemek pişirmeye olan merakımı ve yufkalı tavuk dediği yemeğini bayıla bayıla yediğimi bildiğinden, onu ziyarete gelecek olan kardeşleri için hazırlarken bu yemeği nasıl yaptığını bana da anlatmıştı. Bu yemek bizim oraların misafir yemeğidir. Aileyi her topladığında mutlaka pişir. Birlikte yemek yiyenler birlikte kalır derdi rahmetli babam. Bu sözü ben hiç unutmadım sen de hep hatırla. Bu yemeği her yaptığında bana da bir Fatiha göndermeyi unutma.

Kişnişli Sucuk
Daha küçüğüm, henüz kızarmış ekmeği yağa batırınca, tazesinden daha çok seveceğimi öğrenmemişim. Siyah renkli, yıkandığında dahi rengi tam açılmayan bakır sahanla getiriyor babam sucukları, anneannem kendi istediği gibi pişiremez de kurutursa diye elleriyle yapmış. Tereyağı sapsarı, bal da sarı hepsi aklımda. Tereyağı köy kokuyor, kuzular çıkacak içinden. Hadi bakalım soğutmayın kızlar, önce sucukları alın. Lafı ikiletir miyim hiç, taze ekmeğin en kızarmış yerinden, tam köşesinden koparıyorum.  Önce yağa sonra hop ağzıma, bir de kocaman sucuk. Gözlerim keyiften kaymıştır, eminim. Annem herkese iki üç parça düşecek gibi hesaplamış ona göre kesmiş sucukları. Keşke daha çok olsaymış ama yok, herkes yiyecek bundan annem sayılı yapmış.

Tavuklu Pilav
Yuvarlak yemek masası, evin ortasında, bütün oda kapılarının ve mutfağın açıldığı büyük holün ortasında dururdu. O gece tavuklu pilav yapmıştı annem, odamdan duyuyordum kokusunu, çok acıkmıştım. Babam da gelmişti, birden bağrışmalar başladı, kavga ediyorlardı. Hole çıktım, babam çok öfkeliydi ama ne olduğunu tam anlayamıyordum. Babam annemi duvara itti, annemin kafasını duvara çarpıp sırtını sürterek yere oturduğunu gördüm. Kapının zili çalmaya başladı, sesleri duyan komşular gelmişti. Ben ağlamaya başladım, annemi yerden kaldırıp yan eve taşıdılar. Babamı salona oturtup sakinleştirmeye çalıştılar. Masada pilav üstünde tavuk parçaları duruyordu. Bir yandan ağlıyor, bir yandan kaşıkla tavuklu pilavı yiyordum. Yine de çok güzeldi, çocukken ağlarken bile…

Ekşili Köfte
Kardeşim balık ve tavuk ağzına koymazdı. Özellikle balık kokusundan da nefret ederdi. Ben de balık fazla sevmem ama anneannemin pişirdiği Kalkan'a, annemin balık köftesine, babamların Sakarya nehrinde avladıkları yayın balığını da hayır demezdim. Tavuğunda sadece göğüs etini yerdim. Annem kendilerine balık ya da tavuk pişirdiğinde genelde kardeşime köfte yapardı.  Ben genelde köfteden de yerdim.  Koray ekşili köfte ya da patatesli köfteyi çok severdi. Ekşili köftenin terbiyesi yapılırken mutfakta olmayı çalışırdım, bir kaşık kaynayan köfte suyunu alıp çırpılmış yumurtaya kâsesine koymama annem izin verirdi, sonra limon suyu eklerdi. Limonun kokusunu oldum olası severim. Terbiyeyi tencereye eklemem izin vermezdi, “yavaş, yavaş yapılmalı yoksa yumurta akları pişer,” derdi. Tabağımdaki ekşili köfteye bol karabiber eklerdim. Limon ve karabiber tezat bir karışım olsa da kokularını iştah açıcı bulurdum.

Kaygana
Çiğdem git hadi fırından iki tane taze ekmek hamuru al gel.
Ya niye hep ben gidiyorum. Sen ablasın. Nefret bir şey bu ablalık, keşke bir ablam veya ağbim olsaydı.
İki hamur lütfen. Al yavrum. Sen kimlerdensin bakim. Atifet’in torunuyum ben, Çiğdem. Ha tamam bildim.
Hah getir hamurları bakim. Yak ocağın altını yağı kızartın. Hamur parçalarını koparıp yuvarlıyor sonra kızgın yağa atıyor hop pişiyor kayganalar. Bir sürü hamur kızartması oluyor masada birkaç dakikada tepsi doldu bile. Yanına bir küçük kâse içine üç kaşık şeker karıştırıyor. Başka bir şey yok.
Kayganalar şekerli suya banılarak yenir nasıl bir lezzettir çıtırdayan kızarmış içi pufuduk hamur ile o ıslak şekerli suya bulanmış dışı ağzına girince hımmm hımmm diye diye yersin. Bir tane daha bir tane daha. Yanında da demli çay olur bazen, bazen hiçbir şey olmaz.
Doydun mu ye bi tane daha. Doydum doydum tamam. A hayatta olmaz, hadi bunu da ye son.

Tavada Balık
Çoklarının nefret ettiği tavada balık kokusunun değil evi sarmasına, tüm apartmanı kaplayıp dışarı taşmasına bile bayılırım, ben. Bayılırım, çünkü bu koku, bir işaret fişeği gibidir: ‘Burada yaşayan keyifli bir aile var’ demektedir. Kimse o yağlı maceraya kendi başına atılmaz. Balık sofraları, birlikte kurulmak içindir. Anne kızartır; abla kıvırcıkları, soğanları, limonları yıkayarak koca bir kase salata hazırlar; küçük kardeş tahin helvasını paketinden çıkartır; baba ise kavunu, peyniri diler, karısı ve kendisi için buzluktan çıkardığı kristal kadehlerde iki duble rakı parlatır. Böyle yapılır,  daha doğrusu ben, öyle yapıldığını düşünmek isterim.  Küçük ailemin yüzyıl önceye dayanan geçmişinde, kardeşler hariç, böylesi pek çok keyifli zamanlar yaşanmıştır. Bizde balık bolca yenirdi. Öyle ızgarada falan pişirilmezdi, tavada derya kuzusu deyişinin hakkını verene kadar yani nar gibi kızartılır, ardından kaşla göz arasında ve afiyetle lüpletilirdi. Benim en sevdiğim balık, kalkandı. Gözleri kafasının sol tarafına sıkışmış, ürkünç çeneli, yampiri…   Akdeniz’in derin mavi tabanında hımbıl hımbıl dalgalanırken çirkin patlak gözlerine takılan ne kadar küçük balık, yengeç, larva varsa ustalıkla mideye indirirdi.  Tombul bir mekik gibi, karnı havyar dolu, önce o mavi tablaya uzanır, sonra kesekâğıdı marifetiyle evimize taşınırdı. Ben ona düğmeli balık diyordum.

Pazar Kahvaltısı
Kokladığımda birçok eski koku doluyor burnuma ve kokuyla gelen hatıralar. Pazar sabahının kahvaltıları unutulmaz benim için ve değerli. Öyle ki evde tolere edemediğim belki de tek şey, Pazar sabahları kahvaltıda olmamak. Bu kahvaltıları süsleyen börekler, pişiler, gözlemeler yanında öyle bir tat vardı ki hımmm. Sarımsaklı yoğurt dökülmüş sıcak patates kızartması. Üstüne de çay içince unutulmaz bir tat. Patatesler kızarırken başında bekler, elimi dilimi yaksa da atıştırırdım sıcak sıcak. Şimdilerde de aynı şeyi yapıyorum, kızartırken atıştırmaya devam. Sene de en fazla iki üç kere kızartma yesek de bunu şölene dönüştürüyorum hemen. Kardeşlerim, çocuklarımız, eşlerimiz ve annem paylaşıyoruz bu tadı.  Bir arada olmanın, pazar filmlerinin ve keyfin tadı bu günlere taşınıyor.

Özgür Pavurya
Bir gün arkadaşım seslenmişti bahçeden. Pavuryaları lavaboda bırakıp balkona koştum. Babam bağırıyordu içeriden.
Pavuryalar nerede?
Sevinçle içeri girdim. Babam iki büklüm divanın altına girmiş pavurya arıyordu. İki tanesini bulduk, bir tanesi firar etmiş olmalı bahçeye, bulamadık. Özgür Bay Yengeç. Diğer ikisini babam tek seferde canlı canlı kaynar suya atıp kazanın kapağını kapattı. Umutsuz kıskaçların emaye kazanda çıkardığı çırpınış seslerini duymamak için kulaklarımı tıkadım. Tak tak tak tak. Sonra sessizlik oldu.
Sosu birlikte hazırlardık. Limon suyu, karabiber, tuz, az biraz zeytinyağı. Pişen pavuryaları bütün haline sofraya getirirdi babam. Bir de ceviz kıracağı. Ananemle annem iğrenir yemezlerdi. Babam etleri güzelce ayıklayıp başka bir tabağa tepeleme yığardı. En lezzetli kısımlar kıskaçların içinde olurdu. Beyaz löp etleri sosa batırır ağzımıza atardık. Gerçekten de çok lezzetliydi tadı. Babam kabukları teker teker, içlerinde et kalmadığına emin oluncaya kadar, emer boşaltırdı.

Kimsenin çocukluğunun tadı kaçmasın, çocuklar hep gülsün.

Füsun Çetinel

Konuşan Masa

Masa Konulu Tablolar


Konuşan masa etrafında on iki meraklı kişiydik. Kimimiz ressam, kimimiz yazar, kimimiz sahne sanatlarından. Yıllardır görmediğim sevgili dostum, çocuk kitapları illüstratörü Huban Korman’la da Konuşan Masa sayesinde karşılaştım.

Çağla Göksu, Mimar Sinan Üniversitesinde plastik sanatlar koordinatörü ve ressam. 120 tablo görseli eşliğinde, bize Rönesans’tan günümüze Avrupa’da ve Türkiye’de, masa konulu figürleri tanıttı. Masa kültürü Türklere çok daha sonraları geldiği için gösterilen eserler tabi ki de Batı ağırlıklıydı.

Leonardo da Vinci'yle başlayıp Recep Batuk’la bitirdik geceyi 
Pieter Brueghel’in masasında, İncil’in dışında günlük hayatın rastgele izlerini ve neşesini yakaladık. Manet, Monet, Renoir, Degas, Gaugin, Picasso, Holbrook, Şeker Ahmet Paşa, Mahmut Cuda, Fikret Mualla, Cihat Burak’ın masalarında bize anlatmak istedikleri hikâyeyi görmeye çalıştık. Göremediklerimizi de güler yüzlü eğitmenimiz Çağla Göksu gösterdi. Bimece parçalarını on iki çift meraklı gözle bir araya getirdik.

Öykü bütün sanat dallarından beslenir ama bence en çok şiire ve resme yakındır. İyi öyküler, sözcüklerle yapılan resimler değil midir zaten? Hemingway örneğin, Beyaz Fil Tepeler öyküsünü yazarken, Cezanne’den, onun ‘’basitmiş gibi görünen fırça darbelerinin aslında duygularını son derece kontrollü bir biçimde dışa vuruşundan’’ yararlandığını söyler.


Ben en çok Frida Kahlo’nun yemek masasından etkilendim. Leonardo’nun masasında et, şarap, ekmek varken Frida kendini yatırmış masaya, üzüntüsünü, hastalığını, ölümünü, erkekleri, düşüncelerini. Yemek masasını ameliyat masasına çevirmiş. Üretkenliğini, kısırlığını sorgulamış. Tüm yaşamını didik didik etmiş bu masada. Kendi kendini yemiş bitirmiş. Kutsallığı simgeleyen beyaz masa örtüsünü bir kenara atmış, yeşil sermiş masaya. Doğanın yeşili onun kutsallığı. Güneşin doğuşu, batışı. Sonra her tarafına ok saplanmış bir geyik var tam masanın önünde, Frida hep yaralıydı ya zaten. Acılarını resmeden kadındı o.


Vincent Van Gogh’un masasında ışığın vurduğu tozlu patatesler var. Sabah, öğlen, akşam yenen ama hiçbir zaman şikâyet edilmeyen patatesler. Karanlık bir huzur var aynı masanın etrafına toplanmış yoksul insanların suratında. Patates ekenler. Patates Yiyenler.


Salvador Dali’nin masası ise sürreal. Belleğin Azmi ya da Eriyen Saatler(La Persistencia de la Memoria ) diye bilinen tablosunu yapmak için atölyesinde çalışıyormuş. Bir zaman kompozisyonu kurmak istiyormuş ama nasıl yapacağına bir türlü karar veremiyormuş. Zaman nasıl çizilir? Belki bir saat çizebilirim, diye düşünmüş.  Çok sıradan gelmiş. Biraz şarap içmiş,  birkaç üzüm atmış ağzına. Camambert peyniri masanın üzerinde tabakta duruyormuş. Uykusu gelmiş, kanepesine kıvrılıp yatmış. Sabah uyandığında yanı başında erimiş, kendini odanın sıcağına teslim emiş, Camambert ile göz göze gelmiş. İşte bu demiş, şekil değiştiren, eriyen bir zaman tam da aradığım. Artık kompozisyonunu nasıl kuracağını biliyormuş.


Botero’nun piknik örtüsünü es geçemem. Tombul muzlar, çatlayacak denli büyük portakal.Kendi tarzında şişman insan modeli ile hafızalara kazınmıştır sanatçı. Gerçekçi dünyaları anlatırken gerçek dışılık yaşatır. Fizik kuralları yerine kendi bakış açısını verir. Yemek yemenin ve şişmanlığın tabu olduğu günümüzde bana cesaret verdiği için seçtim inadına.


Mihri Müşfik Hanım.  Kendisi farkına varmamış da olsa çok farklı resmetmiştir masadaki karpuzu. Gerçeklerle yüz yüze bir kadın olarak çekirdekli bir karpuz çizmiştir. Aynı ve daha eski dönemin erkek ressamlarının tablolarındaki karpuzlar ise çekirdeksizdir. Hizmetkârları veya eşleri, karpuzun çekirdeklerini ayıklayıp öyle masaya getirmiş olmalılar. Başka nasıl açıklanabilir ki bu çekirdek meselesi?


Recep Batuk’un masasındaki Sucuklu Yumurta basit, sıradan ama bir o kadar da insana ait. Sanatçı bir pazar sabahı evinden çıkar. Apartmanın içini sucuklu yumurta kokusu sarmıştır. Canı fena halde sucuklu yumurta çeker ancak çalışmak için bir an önce atölyesine gitmesi gerekiyordur. Baştan çıkartıcı koku hep aklındadır. Atölye çevresinde hiçbir açık bakkal bulamaz, ancak tuvaline tava içinde yağları cızırdayan sucuklu yumurta çizer.

Masa ve yemek iki ayrılmaz parça. Biz de gece boyunca bunun keyfini çıkarttık. Aynı masanın çevresinde yedik, içtik, sanatçıları ve sanatı konuştuk. Konuşan Masa’da çok değişik temalar var ve her gün yenileri eklenmeye devam ediyor; Masallarda Yemek, İki Mutfağın Kesiştiği Noktada, Bizans’tan Osmanlı’ya İstanbul Mutfağı, Likör ve Şerbet Yapımı Atölyesi.

Detaylı bilgi için;
http://konusanmasa.com/?p=116

Füsun Çetinel


Bir Cüce Akşam

Sarı bir kum kovası görürsünüz deniz kenarında

Bir çay bahçesinde bir kadın konuşuyordur kendi kendine veya bir şiir okursunuz. Ve birden canınız yazmak ister. İşte bu da öyle bir şey…

Bir İntihar Akşamı Üstüne Söylenti, Turgut Uyar 

Kısacık yoğun bir akşam
herkezin yüzünün bir anıya karıştığı
yoğun bir akşam
bana bir memur gibi davrandılar hastanelerde
ve bir intihar üstüne söylenti
bütün kıyıları dolaştı durdu
kısacık bir akşam
Kısacık serin bir akşam
kelebeklerin atlarla yarıştığı
yoğun bir akşam
bazı mektuplar damgalandı postanelerde
oturuldu bir takım şarkılar söylendi
bir adam bir kadının kapısını vurdu
kısacık bir akşam
Neyi söylesem bir kahramanlıktı
içinde azıcık buluştuğumuz
bir bulutla bir kağıt peçete arasında
kısacık yoğun bir akşam
şaşırdım hüznümü nerelere bıraksam
bir yanda kasıklarımın sarsılmaz gücü ve
kısacık yoğun bir akşam
Her şey bir unutkanlıktı
arada bir deliler gibi kavuştuğumuz
tüfekle vurulmuş bir parsın yarasında
kıcacık yoğun bir akşam
biliyordum bir soğuktu nereye varsam
bir yanımda bir el bir yanda vazgeçilmez bir sancı ve
kısacık yoğun bir akşam.
Kim karıştırdı gerçekliğine
yaşadığım sonsuzluğun
ve oturuldu bir takım şeyler söylendi
imla kurallarıyla mutsuzluk üstüne
kısacık bir akşam
duraladım ne yapsam
Kim karıştırdı gerçekliğine
su terazilerindeki ensizliğin
ve fotoğraflar çekildi ben çıkmadım herkes eğlendi
araba vapurlarıyla denizsizlik üstüne
kısacık bir akşam
o kadar kısa ki bir akşam
yüzümü suyun ardında buldum
kıyılar bu yüzdendir öyle dediler
kısacık yoğun bir akşam
serin bir akşam öyle söylediler…

BİR CÜCE AKŞAM

Bir cüce akşamda toplaştık. Tekinsizler. Sarhoşlar. Kendini boydan boya kesenler. Kanlı duvar dibinde çömelip bekleşenler. Tuhaf cinayetler. Tenhada ırzına geçilenler. Hepimiz nasıl da sığışıverdik benim soğuk, karanlık, yalnız akşamıma.

Yorgun bedenimi kirli, buruşuk bir demirbaş listesine kaydettiler. Erkek, dediler. Kırk beş yaşlarda, bir seksen boylarda. Zayıf, gri saçlar. Sağlam dişler. Kafada darbe yok. Nefes borusu temiz. Ciğerlerde bol miktarda tuzlu su ve nikotin, öyle söylediler. Sedyelerin ardından bir sarhoş kustu. Karafatmalar ilerledi sıva çatlağı boyunca.

Hayatımı naylon bir poşete tıkıştırdılar. Anahtarlar, limiti aşılmış kredi kartlarım, kimliksiz kimlik belgem, hafızası boş telefonum, keşkeler karalanmış saf peçeteler. Ağır metal masalarda kâğıtlar damgalandı. Merdivenler inildi, çıkıldı çokça. Adıma özel afili bir kart yazdılar. Bir köşede bir kadın hıçkırdı biraz. Kar beyazı bir örtü dokundu tenime hafiften. Cılız floresan ışığında hayalet söylentiler dolaştı ağızdan ağza. Beyaz, sonu görünmeyen koridorlarda.

Âşıkmış, pek âşık.
Karşılıksız.
Dağlara taşlara. Yaratana.
Gidip de gelmiş öte tarafa.
Yapraklar konuşmuş fısır fısır.
Göremediklerimiz görünmüş.
Allah düşmanıma vermesin. Cık cık cık.
Ağır gelmiş kadına. Bir birleşmişler, bir ayrılmışlar.
Hişşş, sessiz ol biraz.
İşten güçten olmuş. Yazık etmiş kendine, ne fena.
Kadın pek de güzel. Ağlar tabii, giden gelmez.

Her şeye kahrolur oldum karanlık akşamlarda. Yağmurda dolaşan ıslak köpeğe, cam önünde büzülen kediye, patik satan yaşlı nineye, siyah önlüklü okul çocuklarına, vapurun köpüğüne, bağıran deliye. Sızladı her yanım. Seviştim, sana kızdım. Nereye dönsem soğuktu akşam. Yün çoraplar giydim ayağıma, yorganlara girdim, bedenimi sobalara yapıştırdım. Gözlerimi yumdum, gitmedi soğuk. Çekiştirdiler dört yanımdan. Konuştular, peşimi bırakmadılar. Kendimi bulamadım ara sokaklarda.

Şiirler döşendim. Yırttım. Yazdım yeniden. Kapılar çaldım, kapılar kapadım yalnızlığıma. Kafamda toz duman atlar yarıştı. Dizginleyemedim. Vedalar yazdım dağa taşa. Hoşça kal demediler. Perdeler çekildi aydınlığıma. Sular seslendi adımı. Usul usul. Kıpır kıpır. Kıyılar vaat ettiler. Sıcak, sımsıcak. Sarmalanmak istedim merhem gibi. Kuyrukları pul parlak denizkızları çeldi gözlerimi. Bedenime kaygan bedenleri değdi. Üşüdüm. Senin kadar uzak baktılar donuk gözlerle. Alışırsam ısınırım sandım. Yüzdüğüm kıyılara varamadım, öyle anlattı dedikoducu karafatmalar beyaz koridorlarda.

Ağır metal bir kapı kapandı konuşulanların üzerine. Yabancı bir rüzgâr esti bir yerlerden. Tüylerim ürperdi, gitmekle kalmak arasında.

Füsun Çetinel





Hatırlıyorum

Yazmak İçin Hatırlamak


En çok neyi hatırlıyoruz? Ölüm, doğum, düğün, sünnet, hastalık, cenaze gibi önemli anları. Daha ufak detayları zihnimizin gerisine itmişiz, yazıya dökmekte zorlanıyoruz. Yaşam öykümüzü yazarken işte bu gizli kalmış anları bulup dışarı çıkarmalıyız.

Patricia Charpentier’in Hatırlıyorum kitabından seçilmiş yazı tetikleyicilerinden dokuzunu sizlerle paylaşıyorum. Kronometreyi on dakikaya kurun ama kendinizi kesinlikle on dakikayla sınırlamayın. Bırakın kelimeler, cümleler içinizden geldiği gibi aksın. Sırayla yazmak zorunda da değilsiniz! O gün içinizden hangisini yazmak geliyorsa onunla başlayın. Yanlış yazarım diye korkmanıza gerek yok, her şey kurmaca! Kendi hayatınız olsa bile.

1.En Çok Eğlendiğim Zaman
Büyükanne veya babanızla veya onların yerine koyduğunuz birisiyle, teyze, amca, aile dostu ile birlikte geçirdiğiniz zamanı hatırlayın. Bu kişiyle neler yapardınız? Niye bu kişiyle birlikte olmaktan mutluydunuz? Belirli bir zamanı hatırlıyor musunuz? Bu kişi nasıldı? Ne kadar sıklıkla birlikte olurdunuz?

2. En Güzel Günüm
Çocukken en çok haftanın hangi gününü severdiniz? Bu günde neler yapardınız? Haftanın diğer günlerinden farkı neydi? Bu günü kiminle geçirirdiniz? Zaman içinde en çok sevdiğiniz gün değişti mi? Değiştiyse neden?

3. O Günü Hep Hatırlayacağım
İlkokul günlerinizi hatırlamaya çalışın. Özellikle belirli bir günü, öne çıkan bir olayı hatırlayın. Bu zamanı tasvir edin. Bütün bu yıllar boyunca niçin aklınızda kaldı? Bu olumlu mu, yoksa olumsuz bir anınız mı?

4. Çocukluk Odam
Çocukluk odanızı gözünüzün önüne getirmeye çalışın. Birden fazla odanız olduysa en çok aklınızda kalanı seçin.  Kendinizi odanın ortasında hayal edin. Nasıl bir odaydı? Orada kendinizi nasıl hissederdiniz? Size ne ifade ederdi? Sadece bir uyku yeri miydi, yoksa başka şeylere de yarar mıydı? Odada neler vardı? Detaylara gir! Odanı hiç birileriyle paylaştın mı? Pencereden baktığında ne görürdün? En güzel tasvir, sadece görme duyusuyla değil, tüm duyularla yapılandır! Odandaki cisimlere dokunduğunda neler hissederdin? Hangi sesleri duyardın? Burnuna hangi kokular gelirdi?

5.Karakterim
Yaşadığın yerdeki karakterin kimdi? Karakterini istediğin gibi tanımla, komik, garip, eksantrik, acayip, vs. Bu kişiyi niye karakterin olarak tanımlıyorsun? Bu kişi niye sende iz bıraktı? Bu kişiyi nasıl tanımıştın? İlişkiniz nasıldı? Herhangi belirgin bir olay yaşadınız mı? Şehrinizdeki diğer insanlar bu karakter hakkında neler düşünürdü? Başkaları bu karakter hakkında fikir sahibi olmanıza yardımcı oldu mu? Eğer olduysa bu kimdi ve sizi nasıl etkiledi?

6. En Önemli Başarım
Çocukluğunuzun en önemli başarısı? Bu nasıl oldu? Bu başarıya ulaşmak için neler yaptınız? Size ne anlam ifade etti? Bunun karşılığında bir ödül aldınız mı? Aldınızsa neydi bu ödül?

7. Kendi Param
Çocukken kendi paranızla aldığınız ilk şey neydi? Satın aldığınız şeyi detaylı bir şekilde anlatın. Bunu niye almak istediniz? Nerden aldınız? Parayı nereden buldunuz? Bu şeyi sonra ne yaptınız? Sonradan aldığınıza memnun mu oldunuz, pişman mı?

8. Beş Şey
Sel veya hortumdan kaçarken yanınıza almak istediğiniz beş şey nedir? Aile fertleri ve evcil hayvanlarınız dışında! Bu şeyleri niye seçtiniz? Detaylı bir şekilde bu beş şeyi anlatın. Bunların özellikleri nelerdir? Bunlar olmazsa ne olur?

9.Hikâyeyi Tamamla
Bir zamanlar…

Facebook grubumuz var
1 Şubatta başlayıp 14 Şubatta sona erecek yazı maratonu için HayatımRomanYazıMaratonu
facebook grubumuza katılabilir, yazı alıştırmalarını ve diğer haberleri oradan takip edebilirsiniz.

Füsun Çetinel

Zaman

6 Dakikada Tanpınar

Altı dakika yazılarını yazmaya başlayalı tam tamına yirmi altı gün olmuş. Geriye dönüp yazdıklarıma baktığımda kiminde potansiyel öyküler, edebi sayıklamalar, ipe sapa gelmez iç monologlar, kiminde ise o güne dair saptamalar gördüm. Her şeyden önemlisi o sayfalarda yazmayı seven ve inatla yazmaya devam eden kendimle karşılaştım.

Bugünün kelimesi ''zaman''

Tanpınar'ın en büyük meselesidir zaman. Zamanın ne içindedir, ne de dışında. İkisi arasında sıkışmış kalmıştır. Rüyayla yaşam, doğuyla batı, eskiyle yeni arasında kayıp bir ruhtur yazar. Oğuz Atay gibi zamana tutunamayandır.

Rüyalarında sarnıç görür. Kurumuştur, akıp gitmez. Hem içindedir sarnıcın hem de dışında. Batılı kadınlarla tensel temaslar, arzular peşindeyken, uykuya yatar, rüyasında Eski Zaman Elbiseleri içine hapsedilmiş, saf bir kıza âşık olur. Saflığın, kaybolmaya yüz tutan değerlerin, mistik olayların peşindedir. Kafka kadar gotik, Dali’nin eserleri kadar sürrealisttir zaman onun için.

Kâbusudur zaman. Hiçbir zaman düzgün ayarlayamadığı bir saattir. Saatlere uyum sağlayamayandır Tanpınar.  Rüyalarında bile çok acımasızdır zaman, en güzel yerinde uyandırır onu. Zaman ritmidir, müziğidir, her şeyidir. Zaman bir trendir öyküsünde, hep doğudan batıya doğru yol alan.  İnsanların yetişmeye çalıştığı, çalışırken bir şeyleri kaçırdığı.

Tanpınar’ı çıldırtan zaman, onu zamansız bir yazar kılmıştır.

Geç Kalmadınız

Belki siz de bugünden itibaren 6 dakikalık yazı alıştırmalarına başlarsınız. Gereken tek şey defter, kalem ve bolca yazma cesareti. Kelimeler mi? Kitap aralarından, beni yaz beni yaz diyen seslere kulak verin!

Füsun Çetinel

Hayatım Roman Yazı Maratonu

Şimdi hayatınızı yazma zamanı! 

Patricia Charpentier, herkesi hayatını yazmaya davet ediyor. İnanmayacaksınız ama ondört gün sürecek olan yazı maratonu  ücretsiz! Evet, doğru okudunuz. Tek kuruş bile ödemenize gerek yok. Tek yapmanız gereken biraz vakit ayırmak. Sonunda hayatınız değişebilir. Bu eğlenceli maraton 1 Şubatta başlıyor.

Yapmanız gerekenler

Her gün bir şeyler yazmak. Bir paragraf, bir sayfa veya on sayfa. Her gün 500 kelime yazmanızı öneriyor Patricia. Bu da önlü arkalı, çift aralıklı yazılmış, iki A4 sayfası demek. Ama bilin ki ne kadar yazarsanız yazın, bu sizin için muhteşem bir başarı olacak.

Ondört gün boyunca her gün hatıralarınızı canlandıracak çağrı mesajları gönderilecek sizlere. Bunlar sizi, yazmayı bile düşünemeyeceğiniz bambaşka hikâyelere sürükleyecek.

Forumda diğer katılımcılarla online irtibatta olacaksınız ve isterseniz yazılarınızı paylaşabileceksiniz. Soru sorabilir, diğer katılımcıların yazılarına yorum yapabilirsiniz.

Bu maraton boyunca size günlük bazı yazma ipuçları ve yazmaya devam etme cesareti verilecek.

İngilizce biliyorsanız şanslısınız!

Yapmanız gereken tek şey alttaki linke tıklayıp kayıt formunu doldurmak. Sonra da 1 Şubatın gelmesini beklemek.

http://writingyourlife.org/writing-challenge/


İngilizce bilmiyorsanız yine şanslısınız! 

Ben sizler için  Hayatım Roman yazı maratonunu kelimesi kelimesine tercüme edip burada paylaşacağım. Kendi aramızda mail grubu kurup yazılarımızı Türkçe olarak paylaşabiliriz.

Patricia Charpentier kimdir? 

Central Florida Üniversitesinde Yaratıcı Yazarlık eğitimi aldıktan sonra Louisiana State Üniversitesinde Gazetecilik yüksek lisansını tamamlamıştır. Yazı koçu, editör, yazı eğitmeni, gazeteci ve fotoğrafçıdır. Yüzlerce kişiyle, çocuklarına, torunlarına ve gelecek nesillere miras bırakmaları için, yaşam öykülerini yazmalarında yardımcı olmuş, hayalet yazarlık yapmış ve yapmaya da devam etmektedir.
Daha detaylı bilgiyi buradan edinebilirsiniz.

http://writingyourlife.org/

Ben çoktan kaydımı yaptım ve elimde kalemim 1 Şubatın gelmesini bekliyorum. Bu arada boş durmuyorum tabi, dünya dönmeye devam ettikçe yazacak çok şey var.
 
Füsun Çetinel

Yazmak İçin 50 Muhteşem Neden

Durup dururken neden yazar insan?

1. Kötü şey insanda durmaz.
2. Yazmayacağım da ne yapacağım?
3. Sosyal medyaya yorum yazana kadar roman yazarım.
4. Hayatım roman.
5. ''………''’ bile kitap yazdı!
6. Yer gök hikâye.
7. Duramıyorum.
8. Annem benimle gurur duysun istiyorum.
9. Her gün metrobüse binsen sen de yazardın.
10. Okul kitaplarının içinde bir sürü boş yer var.
11. İnsanlardan nefret ediyorum.
12. Kalemim mutfak bıçağından daha keskin.
13. Kiminin kalemi, kiminin çenesi.
14. Yaşamak için.
15. Alzheimer kapıda!
16. Cinnet geçirmemek için.
17. Yazmasaydım yazardım.
18. Yazar kelimesi kulağa hoş geliyor.
19. Her yer işyerim.
20. Belki meşhur olurum.
21. Evde TV yok.
22. Yeni çıkan kitaplara şöyle bir baktım da…
23. Yayınla ya da yaylan bu âlemden.
24. Mal mülk bırakamadık sabilere, bari bir kitap bırakalım.
25. Hayatımı değiştirmek istiyorum.
26. Şimdiye kadar yaptıklarımdan sıkıldım.
27. Kendime ait bir odam olsun diye.
28. İyi bir parmak egzersizi.
29. Düşünmek için.
30. Kocam aldattı, sevgilim terk etti.
31. Kendi karakterlerimi yaratmak için.
32. Ben Tanrıyım.
33. De, da takısını ayrı yazabilmek için.
34. Kelime cambazıyım.
35. Belki birisi beni anlar.
36. Takıntım var.
37. Yazıyorum öyleyse varım.
38. Hayal gücüm çok vahşi, dizginlemek gerek.
39. Yazarken kimse gözlerime bakmıyor.
40. Âlim unutmuş, kalem unutmamış.
41. Çocukluğum kötü geçti.
42. Konuş konuş nereye kadar?
43. Ailemden intikam almak için.
44. J. K. Rowling’den daha iyi bir anne olduğumu kanıtlamak için.
45. Evcilik oynamak baydığı için.
46. Empati yapabilmek için.
47. Yanlış kapıyı çalmışım. Jinekolog yerine Yeşim Cimcoz Yazı Evine girdim.

Elli tane olmadı mı? Bir zahmet üç tane de siz ekleyiverin.

Füsun Çetinel





Sevim Burak Dikiş Diker Gibi Yazar


Ölümünün 30. Yılında Sevim Burak Ötekilere Yazmak Sempozyumu, MSGSÜ’de gerçekleşti. Sabahın erken saatlerinde oyuncu ve sunucu Güner Özkul’un açılışı konuşmasıyla başlayan sempozyum akşam saatlerinde Murathan Mungan’ın ''Sevim Burak’ın Çengelliiğneleri'' başlıklı kapanış konuşmasıyla son buldu. Beş oturumdan oluşan sempozyumun ''Tanıdığımız Sevim Burak'' başlıklı panelini sizlerle paylaşmak istedim. Doğan Hızlan, Cevat Çapan ve Selim İleri’nin hatıraları, hatırladıkları ve yazarla paylaşımlarının anlatıldığı panel samimi bir sohbet havasında geçti. 


Sevim Burak’ın edebiyatı kurgu değil gerçekti, der Doğan Hızlan. 

Bazı yazarların kitaplarını okumak onları tanımak için yeterlidir. Sevim Burak böyle değildi. Davete, baloya gider gibi geldiği yerde hemen değişik bir hava estirirdi. Görüntü onun için her şeydi. İspatlamış, kanıtlamış bir yazar. İkisi arasında paralellik var. Edebiyatın kendine has bir kurgusu var elbette ama onunki doğallık bağlamında görünür. Kuzguncuk, Levanten yaşam. Bu tanıdığım kadın bunları yazabilir, dersiniz. Öznelliğin tanıklığının edebiyata yansımasıdır bu. Çok hoş konuşurdu edebiyat masasında. Kızardı, bizleri haşlardı, konuşurdu. Sonra güler, eski haline dönerdi. Hepimiz paylamasından hissemizi alırdık. Shekaspeare oyunu gibiydi sohbet masamız, sanatın kırıntılarıyla bezeli, tartışılan bir masaydı.

Gece ev ziyaretleri yapardık ona. Kitabı hakkında söyleşirdik. Gösterişli giyimi, makyajı, teatral davranışları ile evde bir davet veriyor havasındaydı hep. Eski İstanbul kozmopolit örgüsünün farklılıklarının lezzetini yansıtırdı. Sadece edebiyatta değil, yaşamda da. Her dilden, dinden, ırktan Sevim Burak tanıklığıyla yetiniyoruz biz. İstanbul değişti. Beyoğlu, Kuzguncuk, komşuluk, aşklar, kızgınlıklar başkaydı o zaman. Anlayış başkaydı. Mahallenin simgesinin anlatıcısıdır o. Olaya, hayata açık biriydi Sevim Burak. Öyküye getirdikleri iyi bir yazarı anlamamıza yardımcı olur. Sevim Burak okumak, yeniden ondan tat almayı mümkün kılıyor. Bazı yazarları okursunuz, öğrenirsiniz ama bir daha o sayfalara geri dönmezsiniz. Ama yazar hayatın içindeki damarı keşfetmişse devamlı okursunuz o yazarı.


Ekşi sözlük Cevap Çapan için Sevim Burak’ın tırmaladığı adam der. 

Fiziki bir tırmalama değil tabi bu ama mektuplarda bir tırmalama söz konusu olabilir. Sevim Burak çok önemli bir yazar ve sanatçı kabul etmek gerekiyor. Ancak anlatılacak şeyler var, anlatılmayacak şeyler var. Acıklı, güzel birçok anılar var. Sevim Burak’la yakınlığım dostluğum olumlu. Yazdıklarına bakacak olursanız, özyaşam öyküsel özelliklerini düşünecek olursanız acı çektirilen, saldırılan bir yazar olarak karşımıza çıkar. Bir tiyatro oyunu yazıyordu, çok teşvik etmiştim onu. Cevat Çapan beni ittin, çok teşekkür ederim yazmıştı bana.

60’lı yıllarda Ömer Uluç’la evliydi. 1965’te Yanık Sarayları yazdı. Önemli bir edebiyat olayı. Ben de o yıllarda ucundan kıyısından edebiyat çevresine girmeye çalışıyordum. Ömer arkadaşımdı. Birbirlerinin sanatına saygı gösterirlerdi. Sana çevresi bir sahnedir, içindekiler de birer oyuncu. Önce onların arasında figüran olarak belirirsiniz. Sevim Burak ve Ömer Uluç başoyuncuydu o sıralar, alkışlarla ya da yuhalarla çevreleniyordu. Bunlar yaşanır hep, olağandır.

Sevim Burak’ın edebiyat dünyasında karşılanışı onun hoşuna gidecek şekilde olmadı. Kıskançlıklar, düşmanlıklar oldu. Kuşkucuydu, herkesi düşman olarak görmeye başladı. Kendini destekleyenlerden biri Memet Fuat’dı. Sevim Burak Sait Faik Hikâye ödülünü alamayınca, Memet içinde bulunduğu jüriden istifa etti. Sevim Burak’ın en güvendiği dayanaklarından biri oldu. Onun desteğine ben de katıldım. Yazdıkları özgün, benzeri olmayan şeyler olduğu için onu destekledim. Bir hikâye veya oyun yazdığı zaman hep onun yanında durdum, cesaret verdim.

İşte Baş İşte Gövde İşte Kanatlar, ilk defa kız Kolejinde sahnelendi. Özgün oyunları hemen kabul edip sahnelemiyorlar, işte bu yüzden Sevim Burak tiyatroda kendini gösteremedi. Sahibinin Sesi devlet tiyatrosuna kabul edildi ve oynandı. Ben de kabul kurulundaydım o sıra.

Uğraş düzeni dediği şeyin hep dışında hissetti kendini Sevim Burak. Yabancılaşmış ve ötekileşmiş yazar olarak ortaya çıktı. Ötekileşme onu başarılı bir yazar olarak ortaya çıkardı. Özel hayatında herkesin çekindiği bir yazardı. Geçimsizliğinin kaynağı belki de evliliğinde yaşadığı sorunlarıydı. İki büyük sanatçı zamanla birbirine acı çektiren insanlar oldu. Etraflarındaki kimse de bunların tanığı olmak istemedi. Dedikodu dünyası hep bunlarla beslendi.

Sevim Burak efsanesinin, kült yazar olmasının etkenleri arasında mektupları da vardı. Nasıl bir dünyada yaşadığı, bu dünyayı neden cehennem gibi gördüğü, sevgi denen duyguların neden onu besleyen bir kaynağa çıkmadığını anlamayabiliriz. İki çocuğu vardı. Karaca ve Elfe. Bu aile içi hikâye konuşmaya elverişli değil. Karaca’nın anne sevgisi, ona olan hayranlığını koruması dikkate değer. Oğlu olmaya layık olabilmek için her şeyi yapmıştır ama önyargılarıyla Ömer Uluç’a aşırı düşman davranmıştır. İki tarafın da arkadaşı iseniz, taraf tutmak istemiyorsanız, iki tarafı da değer verip seviyorsanız, bir savaş içinde kalmış gibi olabilirsiniz.
Sevim Burak ile dost olmak gerçekten güç bir şeydi ama bu değerli dostluğu hak ettiğimi sandığım için burada bulunmaya razı oldum.


Kahince şeyler Sevim Burak’ın yazdıkları, diye düşünür Selim İleri.

1967 yılında Galatasaray Lisesinde okurken edebiyata tutkun arkadaşım Ahmet Kaptan sayesinde Memet Fuat’ın çalıştığı yeni Dergi’ye sık sık giderdik. Yeni Dergi’nin bir yan kuruluşu olan O Yayınevi vardı. Yeni çıkan kitapları raflara dizerlerdi. Ahmet Kaptan’la bütün kitapları aldık. Bir gün, 1965’te ilk basımı yapılan Yanık Sarayları aldık. Ön kapağı Ömer Uluç’un bir çalışmasıyla bezeliydi. İlk hikâyesi, Sedef Kakmalı Ev. İlk cümlesi, belki mısrası, dizesi, derim ben, beni çok etkiledi okuyunca. Okulda kendi kendime tekrar ettim hep. Ahmet Kaptan sayesinde karşılaştım Sevim Burak’la, ona borçluyum. Beni etkileyen üç beş kitaptan biridir. 1965’te Sait Faik Hikâye ödülünü kazanamamıştı. Antolojilerde bile adı geçmeyen birine verildi ödül. Seçici kuruldaki bazı kişilerin arkadaşıydı belki de. Bu çok acı. Behçet Necatigil’in kişisel bir vicdan azabı vardır bu konuyla ilgili.

Daha sonra benim kitabım Cumartesi Yalnızlığı’na da verilmedi Sait Faik Hikâye ödülü. Dört kişi çete olduk ve ödül niye bana verilmedi diye bir soruşturma başlatmaya karar verdik. Bu soruşturmada sorular sorduğumuz Leyla Erbil gibi birçok yazar vardı. Ben Sevim Burak’ın da olması gerektiğini söyledim. Naci Çelik’le birlikte Sevim Burak’a gittik, soracak sorularımız var. Naci Çelik son anda korktu, içeri girmek istemedi. Ben kendimi Naci Çelik diye tanıtarak girdim içeri, sorularımı sordum. O görkemli Sevim Burak ile ilk tanışmam böyle oldu. Soruların yanıtları yordu onu, o sıra cümle parçacıkları monte ediyordu. Şiir tadı taşıyan yanıtları diğerlerinkinden çok farklı, ironi içinde.

1974’te ikinci kez tanıştık. Bu sefer Naci Çelik değildim. Çok gülmüştü. Fazla ortak anımız yok bunun dışında. İlk hastalığı başladığı vakit yurtdışından gönderdiği bir kartta ‘beni sorarsanız çok mutluyum çünkü bir yıllık bir ömrüm kaldı’ yazıyordu. Bir kere de Kuzguncuk’tan telefon açmıştı. Hastalık sebebiyle tuzdan uzak durması gerekiyordu. Bakkalda turşu suyu içiyorum, demişti.

Sevgili Karaca annesinin kendisine yazdığı mektupları getirdi. Kitaba giriş cümlesi yazmamı istedi. Memet Fuat yayınlanmasından yana değildi bunların. Sonradan düşündüm, acılar, coşku, taşkınlıklar, yazarın kendisinin bile kendisine nefretler kustuğu mektuplardı bunlar. Mektupların hepsini yeniden okudum. Birçok kişi hakkında acı sözler olmasına rağmen içtenlikle yazılmış satırlar. Umutsuz mektuplar, o dönem için kırgınlıkların mektupları. Kâhince mektuplar. ‘Kimsenin kimseden beklediği bir şey yok.’ Yirmi otuz yıl sonrasını önceden görmüş biri. Hakkı en çok yenmiş yazar bence.

İki tiyatro oyunu özellikle çağdaş Türk tiyatrosunda olağanüstü güzellikte metinler. Sürekli ertelenen oyunlar. Umutsuzluğa yönlendiren, onurunu kıran hareketler. Oyunlar karmaşık olabilir, çok katmanlı olabilir ama…
Sevim Burak’ı son görüşüm Bağdat caddesinde, müthiş çılgınlık dönemi, otomobillerle kendisi arasındaki ilişkiyi anlatmıştı bana. Son kitabını yazmaktaydı. Ahmet Oktay radyoda ölüm haberini verdi. Otuz yıl önce bugün Ararlık ayında. Sevim Burak bu otuz yıl içinde edebiyatından hiçbir şey kaybetmedi. Onun öykülerini tekrar tekrar okumuşumdur. Afrika Dansı, Yanık Saraylar, oyunları, öyküleri. Hiç değilse bir çift sözü otuz yıl sonra konuşma imkânı bulduk.


Çocukluğumla büyüklüğüm arasında fark yok, demiş Sevim Burak. 

1931’de İstanbul’da doğdum. 21 yaşına kadar Kuzguncuk’un tepesindeki evimizde babaannem ve büyükbabamla geçirdim. Aile çevremizde çocuktan çok yaşlı komşular, yaşlı akrabalar bulunduğu için onların arasında yaşlı bir insan gibi yetiştim. İlkokulu Kuzguncuk’ta, ortaokulu Tünel’deki Alman Lisesinde bitirdim. Öğrenimim bu kadardır, diye özetler sevim Burak kendi yaşamını.


Sevim Burak’ın dikiş dikmesiyle yazı yazması arasında bir ilişki vardır, bence de...

İğne, onun vazgeçilmez yazı gereçlerinden biridir. Daktilo ve makastan sonra gelir. Bir tür şimdinin kes yapıştır yöntemidir bu. Metinlerini küçük kağıt parçalarına yazar, sonra bunları iğnelerle birbirine tutturur, perdelere asar, halılara yayar. Okur, beğenmez yerlerini değiştirir. Tekrar iğneler… Ah Ya Rab Yehova hikâyesinde de Bilal Bey’in kalbine yürüyen bir dikiş iğnesi vardır. Yazarın simgelerinden biridir, ölüm. Bütün hikâyelerin görünmez kahramanı ölüm, bu hikâyesinde iğne kimliğine bürünerek ortaya çıkmıştır.

Füsun Çetinel

Munro'nun Öyküleri Jöle Kıvamında

Nobel Edebiyat Ödülü Kısa Öykünün


82 yaşındaki Kanadalı Alice Munro Nobel Edebiyat Ödülü’nü alan 13. kadın yazar oldu. Üstelik ödül ilk defa bir kısa öykü yazarına verildi. Munro, Kuzey Amerika ve İngiltere’de zaten çok uzun süredir tanınıyordu ama İsveç Akademisinin ona layık gördüğü ''çağdaş kısa öykünün ustası'' ünvanı ününü uluslararası bir platforma taşımasını sağladı. Ödül sadece Kanadalı ve kadın yazarlara dikkat çekmekle kalmayıp kısa öyküye geç de olsa hak ettiği değeri kazandırdı.

Nobel ödülü ne zaman bir sanatçıya verilse, medya çalkalanır. Şüpheler, dedikodular, şaibeler başlar. Neden Munro, diye sordu herkes, anlamsız bir patırtı koptu. Munro’nun bu soruya verecek cevabı yok ne yazık ki. Kim Olduğunu Sanıyorsun Sen isimli kısa öyküsünden de anlayacağınız gibi Kanadalılar kendileriyle övünmeyi hiç sevmezler.

Munro kendini ev kadını olarak tanımlar ve bu yüzden birçok okuyucu onun konularını fazla ailevi ve sıkıcı bulabilir. Erkek yazarlardan bir tanesi Munro’nun iyi öyküler yazdığını ama buna rağmen onunla kesinlikle yatmak istemediğini söylemiştir.  Ben de meraklısı değilim zaten, diye karşılık vermiştir yazarımız ciddiyetle.

Nobel’e giden yol onun için hiç de kolay olmamıştır. Onun yaşadığı zamanda ve yerde bir edebiyatçının ortaya çıkması neredeyse imkânsızdı. Kendisi 1931 yılında doğmuş, çocukluğu ekonomik krize, gençliği ise İkinci Dünya Savaşına denk gelmiştir. Hikâyelerine de konu olan güneybatı Ontario’da ufak bir kasabada yetişmiştir.

Meşhur Amerikalı yazar Raymond Carver’ın kadın hali diye düşünürüm çoğu kez Munro’yu. Öyküleri diyaloglarla, günlük hayatla, basit karakterle bezelidir. Fazla bir şey olmaz, durum öyküleridir bunlar. Kısa zamana sığan gündelik, sade öyküler. Carver öyküleri dokuz on sayfayla sınırlı kalırken, Munro’nunkiler kimi zaman elli altmış sayfayı bulabilir. Belki de bunda Munro’nun kadın yazar olmasının payı vardır.

Greame Gibson’un, Alice Munro ile yaptığı röportajı belki öykülerini daha iyi anlamanıza yardımcı olabilir diye sizler için video kaydından çevirdim.

Sizce yazarlar, fizikçiler veya antropologlar gibi özel bir bilgiye mi sahipler?

Bilgi değil de, belki de farklı görüş diyebiliriz buna. Düşüncelerle ilgilenen entelektüel bir yazar değilim ben. Analiz veya tahlil yapamam ben ama siz belki bunu yaşamın yüzeyi olarak adlandırabilirsiniz, bu dış yüzeyle, görünenle ilgiliyim ben.

Nasıl şeyler bu yazarların gördükleri?

Benim için insanların nasıl göründüğü, neler dediği, nasıl koktuğu, günlük şeyler işte. Her gün olan şeyler. Bunlar çok önemli banim için. Tam da hayatın, olanların ton ve dokusunu verebilmek benim için çok önemli. Bu benim kendi inancım, dünya üzerindeki her hangi bir dinle alakalı olduğunu söyleyemem.

Sizin için yazmak neden önemli?

Aman tanrım! Neden mi yazıyorum? Cevaplayabileceğimi sanmıyorum bu soruyu. Her zaman yazdım. Yazmayı bir terapi olarak görmüyorum. Niye önemli bilemiyorum. Ama yazmamayı hiç düşünmedim ki ben.  Asla bir kitap yazıp sonra biraz dinlenmedim. Hemen bir diğerini yazmaya başladım. Bütün meselelerimle uğraşacak kadar uzun yaşamayacağım.  Buna rağmen acele etmem. Çok yavaş yazarım. Yazdıklarım da yavaştır zaten, öykülerdeki olaylar jöle kıvamında gelişir.

Hep yazacak bir şeyler var. Düşündüğüm bir şey üzerine çalışıyorum. Geriye bakınca, çok da fazla bir şey yazamamışım diyorum. Olan bir şey bu… ya da bırakacağım. Yapabilirsem…

Olan bir şeye tepki mi sizinki? 

Dış dünyada olan bir şey değil bu, kafamdaki hikâye daha çok. Böyle adlandırabilirsiniz; karakterler, ilişkiler, bu insanların yaşamı. Bunları zihnimde görebiliyorum, çok net değil, loş daha çok. Ben üstünde çalışırken değişebilen şeyler bunlar.  Başa çıkmam gereken şeyler. Veya başa çıkmakta başarısız olduğum şeyler. Bir şeyle başa çıkabilmek için, daha önce defalarca denemiş olmalıyım bu şeyi. Bu var olan bir şey tabii ki, dış dünyaya ait bir şey. Başka nereden gelebilir ki meselelerimiz? Ama ben fazla şey söyleyen bir yazar değilim. Bir varoluş problemi üzerine veya bir ilişki veya kendi deneyimim üzerine yazarım.

Sizin yaptığınız bir problem çözme değil o zaman?

Duygularım çok karmaşık. Nobel’i almak benim için çok büyük bir onur. Bunun kendi başınıza geldiğini hayal etmek çok güç. Nobel’i nasıl aldım, bu noktaya nasıl ulaştım inanın hiç bilmiyorum. Karmakarışık duygular. İnanamama ve şok hali. Ama sevinmediğimi de söyleyemem.

Kendinizle gururlanıyor musunuz?

Tabi ki. Ama biliyorum ki yazılı bir şey için değerlendirme yapmak çok zor ve başka bir sürü insanın da edebiyatta gururlanılacak işler yaptığını biliyorum. Fark edilmek gerçekten büyük bir şans. Sadece çok nadir olan bir şeyi yaptığınız için değil bu. Bu ülkede ve başka yerlerde çok iyi yazarlar var. Ve siz onları temsil etmek için seçiliyorsunuz. Ben böyle hissediyorum Nobel konusunda.

Belki de Ontario’yu temsil ediyorsunuz?

Yok, ben Kanada’yı temsil etmek isterim. Çoğunluk hikâyelerimdeki mekanın Ontario olmasına ve son yıllarımı burada geçirmeme rağmen. Çocukluk size öyle bir kazınır ki, bütün malzemeleriniz orada birikir. On iki yaşına gelene kadar olur bu. Evet, bu anlamda Ontario’yu temsil ediyorum.

Hikâyelerinizin birçok insan için önemli olmasını neye bağlıyorsunuz?

Bu öykülerin birçok insan için önemli olması çok güzel. Yazarken insanlara ulaşmak istersiniz pek tabi. Tümüyle kendiniz için yazmazsınız. İlk önce gerçeğe en yakın bir şekilde ortaya dökersiniz, olabildiğince sizin gerçeğinize en yakın şekilde, sonra da diğer insanlara ulaşmasını temenni edersiniz. Eğer ulaşabilmişseniz, bunu bilirseniz, çok mutlu olursunuz. Önemli ilk nokta budur. Yazılarınızla konuşabilmek. Birçok insana konuşabilmek, benim yaşımda, belki benim cinsiyetimde ama aynı zamanda diğerler insanlara da konuşabilmek.

Ya bana, bir okuyucu olarak, vermek istediğiniz?

Ontario’da ufak bir kasabada yetişmiş birinin hislerini. Ama aynı zamanda duygularını da, kadın veya erkek olarak belirli duygular değil. Evrensel hisler bunlar. Bunu yapabilmişseniz eğer çok şanlısınız gerçekten de.
Kitaplarınızın çoğunu ev hanımı olarak ortaya çıkardım.

Çok organize olmalısınız.

Hiç de bile. Çok genç evlendim. Benim çevremdeki tüm kadınlar gibi. Sonra da çocuklarım oldu. Ev idare ettim. Çok da zor değildi hani. Yazmak tabi ki hep zordu ama bu size bir meşguliyet hissi veriyor. Eğer çocuklarınız sağlıklı ise, bu size zaman kazandırıyor ev işlerinde. Eğer istiyorsanız, yazmaya ayırabileceğiniz biraz da zaman kalıyor geriye. Bunun için ev hanımı olmak benim için bir şanstı. Dışarıda çalışıp akşam eve tamamıyla bitik bir vaziyette dönmektense. Yazamazdım o zaman. Eşim yazma isteğimi anlıyordu. Bir kitapevi işletiyor. Kocamın anlayışlı olması kulağa garip geliyor değil mi, yaşımı ortaya çıkarıyor bu.

Kendinizi geç olgunlaşan biri olarak tanımlıyorsunuz. Bununla ne demek istiyorsunuz?

Kırklarımdan önce beni pek kimse fark etmedi. Evet, kitaplarım arada sırada basılıyordu ama kendimden başka kimseyi memnun etmek durumunda değildim. Benim için önemli olan da buydu.

Kadın yazarların rolü nedir sizce?

Bütün yazarlara söyleyebileceğim şey, mutlaka söylemeleri gereken doğrularını bulabilmeleri ve bunu yazabilme şansını yakalamaları.

Yazarken sizi benzersiz kılan nedir?

Yazma işini çok ciddiye alıyorum. Yazmak benim için büyük bir zevk. Benim yazılarım benzersiz, benim yazılarım şöyle, böyle diye bir şey düşünmüyorum. Kendi memnuniyetim için yazıyorum. Bütün yapabileceğim de bu zaten. Gençken hikâyeler yazarsınız, büyüyünce roman. Benim zamanımda beklenti böyleydi. Bende böyle olmadı. Bütün hayatı boyunca hikâye yazmak isteyenler bunu yapabilmeli. Ve kimse onlara, sen büyüdün artık roman yazmalısın, dememeli.

Hala yazıyor musunuz? 

Geçen doğum günümde artık yazmayacağım demiştim. Çünkü on, oniki yaşımdan beri yazıyordum. Ve durma zamanımın geldiğini düşünmüştüm. Ve rahatlamanın. Yazar hep çalışır. Durmadan. Deneyecektim. İşte bir süredir deniyorum.

Utangaç olduğunuzu söylüyorlar. Bu ödülün hayatınızı değiştireceğini düşünüyor musunuz?

Sanmam. Sizle ödül üzerine konuşmayı seviyorum. Konuşmayı hep sevdim çünkü konuya bir ciddiyet getiriyor. Utangaç olduğumu sanmıyorum. Herkes yaptığı işle ilgili biraz dikkat çekmek ister. Yazarın yalnızlığında bu bence çok hoştur.

Bana soracak olursanız: 

Munro’nun  en güzel öyküsü Bazı Kadınlar kitabındaki Çocuk Oyunu. Yukarıdaki röportajda kendisinin de belirttiği gibi her şey çocuklukta kazılıdır. Suçlar ve günahlar da. Çocukluğun masumiyetinden yetişkinlerin günahkâr dünyasına geçiş özel bir tören niteliğindedir. Ne kadar bilinçaltının derinlerine itmeye çalışırsak çalışalım unutulmaz. Hiç beklemediğimiz bir anda ortaya atar kendini.

Alice Munro’nun; Çocuklar Kalıyor, Bazı Kadınlar, En Güzel Aşk Hikayeleri, Kaçak ve Nefret, Arkadaşlık, Flört, Aşk, Evlilik gibi Türkçe’ye çevrilmiş kitapları  bulunuyor.

Çeviren ve Yazan
Füsun Çetinel