İstanbul is a bitch!


Restless, never satisfied,
Asking more and more.
Tempting,with crooked streets of dark neighbourhoods ending nowhere.
Dancing and whirling like salty waves of Bhosphorus.
Hidden under her translucent veil.
Leaving you dizzy and startled.
A constant whisper in your ear,
Clicking, clanking, hushing, clapping, cursing, horning and roaring.
Seducing parfumes filling your nostrils.
Spicemarket, fish and bread, grilled chestnut, corn on the cob.
Oleasters, linden, jasmin and roses of every kind.
An absent minded mom, her fragile babies left on the curbs.
Hungry hands begging for money.
You have it enough.’That’s it,’ you shout. ‘This time it is the end.’
The next morning, when you open your eyes,
Galata Tower, Hagia Sophia, Golden Horn, the cherry tree, turkish coffee at Bebek, your feet barely touching the sea.
You take a deep breath, ‘Oh, İstanbul is some city.’

Füsun Çetinel

Öykünün Ev Halinde Neler Oluyor?


Sahicilik ve içtenlik
Niçin bazı yazarları tercih ettiğimi, neden döne dolaşa aynı yazarların eserlerini okuduğumu düşününce, yukarıda belirttiğim iki özelliğin benim için iyi bir öykünün veya romanın vazgeçilmezleri olduğunu bir kere daha anlıyorum.

Sait Faik ile el ele tutuşup Burgazada yollarında onun gördüklerini görmeyi, görmediklerini ise ona gösterebilmeyi, Kafka’nın atkısını boynunda sıkılayıp onu Berlin parklarının ve babasının soğuğundan koruyabilmeyi, Camus ile bir Paris kafesinde oturup benliğimin çamurlu sularına dalmayı, Tezer Özlü ile Boğaziçi Köprüsünün korkuluklarından sarkarken gözümü ardına kadar açabilmeyi, hep o yazarların sahicilikleri ve içtenlikleri yüzünden istiyorum. Başka samimi yazarlar yok mu diyeceksiniz. Var, olmaz mı hiç? Yoksa dünya çekilmez bir yer olurdu gerçekten.

Bir atölye yürütme fikri ortaya çıktığında, ki bunun tek suçlusu sevgili Yeşim Cimcoz’dur, şöyle düşündüm. Bu öyle bir atölye olmalıydı ki, yazıevine yakışmalı, onunla bütünleşebilmeliydi. Bir solakların, bir de öykücülerin kafası farklı çalışır. Canım Sait Faik, meyhanede parmağında kadın yüzüğü taşıyan adamdan nerelere varmıştır. Hey gidi günler.

Sıradan bir solak ise Gangnam style’dan yola çıkıp Ahmet Hamdi Tanpınar’ın, Oğuz Atay’ın doğu batı meselesine varabilir. Hele ki ikizler burcundansa… Bakınız, Öykünün Ev Hali videoları, youtube.

İşte Öykünün Ev Hali de bu tarz bir beyin fırtınasıyla ortaya çıktı
Neredeyiz? Yazıevi. Yazının evi. Yazının evinde öykü. Sıcak. Samimi. İçten. Ev de öyle. Pijama. Gecelik. Eşofman. Rahat. Saç baş bir tarafta. Çay. Kahve. Kanepe. Kitap. Biraz gazete. Belki film. Arada telefon. Arkadaşlar. Gelen giden. Yemek, mutlaka yemek. Fındık, fıstık. Biraz pinekleme. Fonda müzik. Çamaşır, sonra belki ütü. Arada mesajlar. Facebook. Twitter. Ev hali işte. Dağınık. Olduğun gibi. Kasma yok. Biraz oradan biraz buradan. Tamam o zaman, Öykünün Ev Hali.
Tam da böyle bir şey istiyordum

Katıldığım atölyelerde bulamadığım şeyi vermek istiyordum yazıevine geleceklere. Onlara, kabul görmüş yazarların da hata yapabileceklerini, edebiyattaki tabuları yıkmayı, eleştirmenleri sorgulamayı, yani samimiyeti göstermek, onlarla birlikte edebiyattan zevk almak istiyordum. Diğer atölyelerdeki katılımcıların birçoğu yanlış bir şey söylemekten, hata yapmaktan ölesiye korkarlar, fikirlerinin arkasında duramazlar. Öğretmen ne derse tasdik ederler, çabuk pes ederler. Kısacası sahici ve içten olmayı bir türlü beceremezler. O zaman da yapılan iş edebiyat olmaktan çıktığı gibi, yazmaları, üretmeleri de güçleşir veya basmakalıp metinler üretirler.
Standart bir program yok.

Öykünün Ev Halinde önceden hatları çizilmiş standart bir program yok. Öykü nasıl kısa bir ana yoğunlaşıyorsa, bizim atölyemiz de aynı şekilde ana yoğunlaşıyor. Her hafta gazetelerden kestiğim kışkırtıcı yazılar, defterime not aldığım bir duvar yazısı, metinler arası akrabalığın görülebileceği ama o zamana dek fark edilmemiş birkaç öykü, seminer notlarım, kitaplardan alıntılar, ilk cümleler, bir kahve falı, kısacası yaşamın içinden ve edebiyattan parçalarla giriyorum derse. Kimi zaman diyalog tamamlıyoruz, bazen bir şiirin eksik dizelerini hayal etmeye çalışıyoruz birlikte. Rahatız, samimiyiz, ön yargılardan, kalıplaşmış doğrulardan çok uzağız. Her şeye, her fikre açığız.

Her şeyi bilmek zorunda değiliz. A, sen bu yazarı okumadın mı daha? Postmodernizm nedir bilmiyor musun yoksa gibi önyargılarımız yok. Samimiyiz. İçteniz. Mutfağımızda ne varsa masaya döküyoruz. Hep birlikte pişirip hep beraber edebiyat açlığımızı doyuruyoruz. Paylaşıyoruz.

Biz bir aileyiz. Okumayı, düşünmeyi, paylaşmayı ve yaratmayı seviyoruz. Kar kış, yağmur çamur demeden, her hafta Öykünün Ev Halinde buluşuyoruz.
Füsun Çetinel






On Küçük Şişe

On küçük şişe sallanıyor. İçlerinden birisi pat diye düştü.

Koridorun sonundaki odada kalırdı. Etliye sütlüye karışmaz, ancak yemekten yemeğe inerdi aşağıya. Ne verirlerse şikâyet etmeden yerdi. Bizim beğenmediğimiz pilavı makarnayı önüne çeker, ağzını şapırdata şapırdata bir yerdi ki. Neresine giderdi onca şey? Hareket etse, koridorda yürüse ya azıcık.  Tek yaptığı girişteki koltukta oturup duvar saatini gözlemekti. Yanı başında bastonu, üzerinde her gün aynı partal hırkası, başında tığ işi namaz takkesi. İzmirliymiş. Hiç evlenmemiş. Odamı temizlemeye gelen kızlardan duyduklarım. Geçen akşam yemekte verdikleri turşu dokunmuştur belki de. Tuzdan tansiyonumuz fırlar diye korkudan hiç birimiz yemedik. Masada ne kadar turşu varsa önüne çekip nefes almadan yaladı yuttu. Bakakaldık. Bastonunu ihtiyacı olan birine vereceklermiş.

Dokuz küçük şişe sallanıyor. İçlerinden birisi pat diye düştü.

Yan odada sabaha kadar öksürür dururdu zavallı.  Tamam derdim şimdi tıkanıp ölecek. Bir doktora gitsene be kadın, diye söylenirdim arada.  Duvarımız bitişik. Öksürüklerini duymamak için televizyonun sesini sonuna kadar açardım. Seyrettiğim diziden de bir şey anlayamazdım ya. Yemeğini odasına getirirlerdi. Kapısı kapanmazdı hiç. Bazen, önünden geçerken içeriye uzatırdım kafamı. Üzerinde hep aynı eski, lekeli pembe sabahlık. Damarlı şiş ayakları pufta.  Koltuğunda ağzı açık horlar bulurdum. Sabahlığının açık kalan yerinden içi görünürdü. Çırılçıplak. Uyandırsam mı, derdim. Belki de farkında değildi? Gizlice içeri girip avaz avaz bağıran televizyonu kısardım. Uyanır gibi olur, dikleşirdi. Hemen kaçardım odasından. Kaç kere, bir hastaneye götürsünler artık şu kadıncağızı, dedim kat hizmetlilerine. Kimse tınmadı. Sonuçta o da bir candı. Gittiğine üzülsem mi sevinsem mi bilemedim.

Sekiz küçük şişe sallanıyor. İçlerinden birisi pat diye düştü.

Gül bahçesine bakan odada kalıyordu. İşini pek bilirdi Sevinç. Artık nasıl yağladıysa yönetimdekileri?  Herkesten sonra gelip en güzel odaya yerleşivermişti. Ayaklı dedikodu makinesi, herkesin her şeyini bilirdi. Rauf Bey yemekte karşımda oturdu diye hakkımda laf çıkarmıştı. Ben mi dedim adama gel otur diye. Herkesi kendi gibi bilirdi. Memelerini titrete titrete bir yürüyüşü vardı ya. İçten pazarlıklı Sevinç, adamın dolgun maaşı varmış, savcı emeklisiymiş. Babasından kapı gibi milletvekili maaşı alıyordu da hala para derdindeydi. Ya işte, kefenin cebi yok Sevinç. Ne oldu? O canım işlemeli örtüleri, kanaviçe kırlentleri hep yağmaladılar. Varak çerçeve içindeki genç kızlık fotoğrafını, elbiselerini, çöp konteynırında görmüş Zuhal. Dilim gerisini anlatmaya varmıyor. Allah bizim sonumuzu hayretsin.

Yedi küçük şişe sallanıyor. İçlerinden ikisi pat diye düştü.

Onları gördüm mü yolumu değiştirirdim. Çöp suyu kokarlardı. Yaz kış üstlerinde yerleri süpüren aynı kirli pardösü. Kadın önden giderdi, adam arkasından. Karısının kuşağına yapışıp ayaklarını sürürdü. Gözleri iyi görmezdi herhalde. Görevliler, hemşireler kaç kere çekip konuştular. Çöplerden bir şey çıkarmayın, biz neye ihtiyacınız varsa alır size veririz, dedilerse de fayda etmedi. Odaları çöp odaymış. Kokudan duramıyoruz, diye şikâyet ederdi yan taraftakiler. Kadının kafasında hasır yazlık bir şapka, üzerinde plastik güller. Adamın elinde eski bir bez çanta. Kimi gün çatlak bir leğenle dönerlerdi sokaktan, kimi gün tek bir terlikle. Kaç defa dilekçeler döşendik müdüriyete. Bunları çıkartın buradan. Mikrop getirip hepimizi hasta edecekler, diye. Dört görevli ağızlarını burunlarını sarmalayıp girdiler odalarına. Sabahtan akşama zor temizlediler etrafı. Elbiseleri, fotoğrafları, yatağı, kap kacağı, önlerine çıkan her şeyi plastik çöp poşetlerine doldurdular. Hepimiz seyretmeye gittik. Camlar ardına kadar açıktı. Yataklar boş. Duvarlar bembeyaz. Sanki çöp karı koca hiç yaşamamıştı o odada.

Beş küçük şişe sallanıyor. İçlerinden birisi pat diye düştü.

Bahçedeki Pamuk sayesinde dost olmuştuk Zuhal ile. Kedileri yönetimden gizli beslerdik. Alıştırmayın bu musibetleri, her yer pisleniyor, diğer sakinler rahatsız oluyor, derdi kapıdaki güvenlik. Zaten çöpe atacaklar kalan yemekleri, günah değil mi? Pamuk pek nazlıdır. Başında beklersen yer, yok bırakıp gidersen o da bırakır yemeği. Aslında sevgi açıdır. Zuhal erken uyanırdı. Süte peynir ezer, biraz da ekmek içi ufalar, sabahları o beslerdi Pamuk’u.  Onunla konuşur, bir dalın ucuna bağladığı iple oynatırdı. Çok istedim ama hiç kedim olamadı. Kısmet bu zamanaymış, demişti bir keresinde. Başka da bir şey anlatmazdı kendisi hakkında. Canım sıkılırdı. Azıcık otur da laflayalım Zuhal, derdim.  Kalkar yürüyüşe çıkardı. Deniz kenarına gittiğini bilirdim tek. Haftanın bazı günü bir şoför gelip alırdı. Çengelköy’ün sırtlarında bahçe içinde bir yere götürürmüş. Kime gidiyorsun yine, deyince akrabalarıma, derdi. Sabah başka kıyafetle inerdi yemeğe, öğlen, akşam başka. O daracık odada nereye koyuyordu onca giysiyi. Gıpta ederdim. Ne garip kadındı. İnsan tek başına ne yapar? Kime anlatır derdini?

Dört küçük şişe sallanıyor. İçlerinden birisi pat diye düştü.

Koridorlar soğuk ve karanlık, sırtımda arsız bir ürperti. Camları yokluyorum, hepsi sıkı sıkıya kapalı. Nereden geliyor bu sinsi rüzgâr? Radyatörlere el değmiyor ama içim ısınmıyor bir türlü. Ayfer’in duası var akşama. Gitmemek olmaz. Kimi var ki bizden başka. Hayat doluydu. Takma bacağına rağmen kahkahalarla gülerdi her şeye.  Buraya gelmeden tek bacağını kesmişler şeker yüzünden. Az topallardı. Çok sonraları anlattı takma bacağını. Odası bobinler, telalar, düğmeler, astarlar, kırpık kumaşlarla kaplıydı. Yatağının yanı başında dikiş makinesi dururdu. Yelek, çanta, cüzdan dikerdi. Kermeslerde satar üç beş kuruş kazanırdı. Bu zamanda kuru bir emekli maaşı neyine yeter insanın? Doktoru var, ilacı var. Ancak buranın parasına yeterdi üç aylığı. Arada portakal, muz, bir dilim pasta götürürdüm odasına. Ne sevinirdi. Masada herkesin tatlısını ister, yiyemediklerini de bir tabağa toplar, odasına taşırdı. Kız öbür bacağını da keserler sonra, diye korkutmaya çalışırdım ama dinlemezdi. Gece boyunca dikiş dikiyorum, acıkıyorum, derdi. Sanki inadına yerdi Ayfer.

Üç küçük şişe sallanıyor. İçlerinden birisi pat diye düştü.

Be kadın madem tutamıyorsun çişini, bez koy altına. Ya da odanda otur. İskemle ıslakmış. Ben de görmedim üzerine oturuverdim. Her tarafım battı. Bak Ayşe, dedim geçende. Yönetime söyle de sana hasta kilotu versinler. Ne münasebet, dedi. Alınacak, küsecek ne var? Ben bile uzun gezilere giderken giyiyorum. Birkaç kere de, odasının anahtarını bulmaya çalışırken koridora bırakıvermişti.  Temizliyorum diye bütün koridora yay sen çişi. Hemen elinden aldık bezi, kat hizmetlilerine haber verdik. Hem kafa, hem beden gidince zor, biri diğerine sahip çıkmalı, yoksa olmuyor. Her gün dualar ediyorum. Allah’ım sen beni rezil rüsva etme kimselere. Elden ayaktan düşürme. Aklımı koru, diye. Ama duası pek güzeldi. Kızı hepimize işli keseler içinde kurabiye ve şeker dağıttı. İçine bozuk paralarımı koyuyorum, bir de oda anahtarımı. Bulması kolay oluyor.

İki küçük şişe sallanıyor. İçlerinden birisi pat diye düştü. 

Senin kedi vardı ya, dedi kapı görevlisi. Köpekler parçalamış. Çalıların dibinde yatıyormuş. Bahçıvan bulmuş sabah erken. Ortancaların diplerini gübreleyecekmiş. Elim ayağım çekildi. Kendimi bir iskemleye attım. Sende mi Pamuk? Daha yavruların olacaktı. Ben bakıp büyütecektim. İnsafsızlar. Niye ayırmadılar, araya girmediler ki? Seyretmişlerdir öyle kalpsizler. Zaten istemiyorlardı. Sana ne güzel de bir kutu yapmıştım, içine battaniye koymuştum. Kim yolumu gözleyecek, bacaklarıma sürünecek. Kızardım ya sana, beni düşüreceksin diye. Varsın düşseydim. Ah Zuhal, iyi ki görmedin. Bak işte şurada, dediler de. Bakamadım.

Bir küçük şişe sallanıyor.

Ölümler hep kışın oluyor. Sonbahar nasıl ağaçları çıplak bırakıyorsa bizim koridor da tenhalaştı. Nisan geldi mi, baharlar patladı mı, bir yıl daha kardayız demektir. Balkonumun önündeki erik ağacı bahara durdu yeniden. Kuşlar balkonuma dadandı. Her tarafı pisletiyorlar. Yuvalarını bozmak gerek. Yumurta bırakırlarsa hiç kıyamam. Boş odalara girip çıkıyorum. Her yer sakin. Yerlerine kimler gelecek acaba? Yan odama erkek gelmese bari. Yazlığa gider miyim bu yıl da? Kız pek oralı olmadı. Anne ne işin var tek başına uzaklarda. Bir şey olsa kim bakacak sana oralarda, diyor. Bu yıl da gittim, gittim. Sonrası bilinmez.

Kaynak: altZine.net, altTema Şişe

Füsun Çetinel

Biri Beni Dinliyor

Biri Beni Dinliyor, Dilek Yıldırım Akgün’ün ilk kitabı. Optimist Yayınlarından çıkan kitap yaşanmış koçluk hikâyeleri içeriyor. Ben de yazar koçuyum ya, yollarımız kesişti.

Yazarımız ileri ve üst düzey eğitimlerini dünyanın en saygın koçluk okullarından biri olan The Coaches Training Institute’da tamamlamış, Certified Professional Co-Active Coach, Authorised Team Coach ve Certified Story Coach ünvanlarına sahip, koçluk alanında Türkiye’de liderlik yapan kişilerden biri.

Mesleğim sayesinde, birçok hikâyenin içine girme fırsatına sahip oldum. İçine girdiğim bu değişim hikâyelerinde yeni sulara yapılan yolculuklara tanıklık ettim, bu yolculuklara neden olan farkındalıkların yaşanmasını tetikledim. Kahramanlarımın neler başarabileceğini gördüm. Her bir kahramanıma hayranlık duydum, sevdim onları. Evet, aramızda kurulan bağ sayesinde hepsini ayrı ayrı sevdim, diyor kendisi.

Yazar arkadaşım ile birlikte kitap üzerinde çalışırken ben de her bir karakterin gelişimine tanıklık ettim, değişimler yaşadım, sevindim. Kandilli’deki ofisinin penceresinden Boğaz’dan geçen gemileri seyrederek hayaller kurdum. Kimi zaman düşen yaprakları izleyip ıhlamur kokusunu çektim içime. Ve bilgisayarımda çalışırken elimde hep bir kahve fincanı vardı dumanı tüten…

Bu kitabı, işi koçluk olsun olmasın herkese tavsiye ediyorum. Keyifli okumalar.

Füsun Çetinel

Ağrı'nın Öteki Yüzü

Ne iş yapıyorsunuz, diye soruyorlar. Bir sürü şey, diyorum.

İşim bazen kitap doktorluğu. Bir başka deyişle metinin yaralı bölümlerini iyileştirmek, desteklemek, kimi yerde kurguya müdahale etmek, kimi yerde hasta karakterlere teşhis koymak, yazarla birlikte düşünmek, beyin fırtınası yapmak, kitabın bir ürün olarak piyasaya çıkmasına yardımcı olmak ama hepsinden önemlisi bir yazara daha umut vermek ve tüm bu sürecin sonunda bir dost daha kazanmak.

Dağlara âşık Çanakkaleli iş adamı Ercan Karaman da yeni yazı dostlarımdan bir tanesi.

Ceres Yayınlarından çıkan ilk kitabı Ağrı’nın Öteki Yüzü, alışılmış bir dağcılık kitabından çok farklı. Bu kitaptaki karakterlerin yolculuğu kendi içlerinde, kendi memleketlerinde başlıyor. Hepsinin ortak noktası, yaşamlarının bir evresinde kendilerini sorgulamaya başlamaları ve hayatlarındaki bazı şeyleri değiştirme arzuları.

Ulka Müller, Almanya’daki ailesini geride bırakıp ilk aşkı Thomas’ı dağlarda bulabilmek için Türkiye’ye gelmeye karar veriyor. Serpil, Gölcük’te yakalandığı depremin ardından Antalya’ya sığınmış, zirvelere tırmanarak korkusunu yenmeye çalışıyor.  Üniversitede arkeoloji bölümünde okuyan Berfin ise Ağrı’ya kendisinden çok babası için tırmanmak istiyor. Adem öğretmen, terör nedeniyle hiç çıkamamış bu kutsal dağa, bu sefer vazgeçmek niyetinde değil.  Mehmet ancak emekli olduktan sonra tanışabilmiş dağlarla, aradaki yılları kapatabilmek için tutkusunun peşinden koşmak isteyen gençleri eğitip yüksek zirvelere götürmeye adamış kendini. Kemal’in çocukluğu dağlarda geçmiş. Mehmet’le birlikte yaptığı birçok tırmanış dostluklarını iyice perçinlemiş. Altı aydır hazırlandıkları Ağrı çıkışını o da diğerleri gibi dört gözle bekliyor.
Ağrı Dağı’nın birleştirdiği bu insanlar kendilerinden bekleneni başarabilecekler mi? Aradıklarını bulabilecekler mi yüksek irtifalarda? İçlerinde yaşadıkları fırtınanın üstesinden gelebilseler bile dağın fırtınasına karşı koyabilecekler mi?

Ercan Karaman ilk kitabı için şöyle söylüyor:

Ağrı’nın Öteki Yüzü aynı zamanda dağcılık sporuna ilgi duyan gençler için yol gösterici bir kılavuz, bir rehber. 2008 yılında TODOSK bünyesinde dağlara tırmanmaya başladığımda dağcılıkla ilgili anı kitapları dışında herhangi bir yazılı metine ulaşamadım. Bulduğum çoğu yayın da yurt dışı ekspedisyonlarını anlatıyordu. Kendi kendime neden ben ülkemiz dağlarını ve dağcılarını anlatan samimi bir kitap yazmayayım dedim. Benim yazdıklarımda dağlar, hayaller, heyecan, dağlarda kaybettiğimiz dağcılar, sevgili İskender Iğdır ve dağ kazalarında canlarını dişlerine takıp hayatlarını riske atan AKUT gönüllüleri olmalıydı. Fotoğraflar, etkinlik raporları, bültenler, gezi notları, kitaplar toplamaya başladım.

Roman yazmaya karar verdiğimde internetten Yeşim Cimcoz’u buldum. Bana bambaşka şeyler düşünerek yazmayı öğretti. Kitabın iç çizimleri için doğa tutkunu Rahman Ketenciler ile çalıştım. Harika çizimler yaptı.

Kitabımın basılma aşamasında tanıştığım editörüm Füsun Çetinel’in de bir zamanlar Boğaziçi Üniversitesi Dağcılık Kulübü bünyesinde dağlara çıkmış olması ayrı bir şanstı. Bu kitabın ortaya çıkmasına büyük katkı veren, baştan beri her konuda desteğini esirgemeyen, tecrübesini, bilgi birikimini ve fotoğraf arşivini benim ile paylaşan sevgili hocam Yılmaz Sevgül’e, sonra yukarıda adı geçen tüm dostlarıma teşekkür ederim.

Umarın pek yakında diğer kitaplarını da okuma şansını elde ederiz. Yazmaya devam Ercan Karaman.

Füsun Çetinel

Mario Levi Yaratıcı Yazı


Boğaziçi Üniversitesi Edebiyat Kulübünün düzenlediği yaratıcı yazarlık  seminer konuklarından birisi de Mario Levi'ydi.

On altı yıldır Yeditepe Üniversitesi’nde ders veriyorum. Tamamen tesadüftür bu derslere başlamam. Daha önce reklam sektöründe bulundum. 1997 yılında üniversitede reklam dersleri vermeye başladım. Enstitü başkanı olan kişi, aynı zamanda İşletme Bölümü dekanı bir profesördü. Bir iki ay ancak geçmişti ki, seni İletişim Fakültesi’ne alacağım, dedi. İki dönem sonra da, oranın dekanı, çok kıymetli bir profesör amcamız, beni odasına çağırdı.

Sen yazarmışsın, dedi.

Yok canım, bir iki kitap çiziktirmişliğim var, dedim.

Bir ders var. Creative Writing. Sen ver o dersi. Kitap, hikâye nasıl yazılır sen bilirsin işte.

Bilmem, dedim.

Deneme yanılma ile derslere başladım. Çok acı çektim. Dersin ismi konusunda yanlış yaptığımızı biliyordum. Türkçedeki karşılığı yanlış Creative Writing kelimesinin; Yaratıcı Yazarlık. Yazarlık doğası gereği zaten yaratıcı. Yaratıcı Yazı olsa dedik, ama o da yanlış. Daha mütevazı bir şey bulalım istedim. Örneğin Yazı Yaratımı. Ben hep bunu savundum ama derdimi anlatmakta yeterli olamadım.

2003 yılına kadar sürekli olarak bu dersi verdim. Sonra beni reklam sektöründen bir arkadaşım aradı.

Senin derslerinin methini duyduk. Nişantaş’ında bir kültür merkezi var. Sen verdiğin bu dersleri yazı atölyesine taşısan, on iki on üç öğrenciyle ders yapsan, diye teklifte bulundu.

Fikir çok cazip geldi. Bu derse, para ödeyerek gerçekten isteyenler gelecekti.
Bu da bir tesadüf. Belki de her şey önceden belirlenmişti. Daha doğrusu ben belirli yerlerde bulunma şansına ermiş biriyim.

Yazı atölyelerim on iki haftalık. Sayısını hatırlamıyorum, üç yüz, üç yüz elli öğrencim olmuştur. Kitapları çıkan sadece on iki yazar var. Ben Türk edebiyatının Sezen Aksu’suyum bir yerde. Sayı hiç de fena değil.

Güzel, buradan ne çıktı biliyor musunuz? Yazarlık öğretilemez. Sadece yol gösterilebilir. Neden? Edebiyat bir mirastır. Bizim gönül geleneğimizden gelen bir miras. Ustadan çırağa aktarılır, çırak usta olur, o da başkasına aktarır. Birçok kişi beni usta seviyesinde görüyor. Ben görmüyorum, ustalık başka bir şey. Kendini sürekli geliştirmen gerekli. Ama öğrenmenin en güzel yollarından biri de öğretmek. Bana bu konuda hayat dersi veren çok kişi oldu. Babaannem, iş hayatında karşılaştığım biri. Buna şans, tesadüf ne derseniz deyin.

Yazarlık atölyelerinde neler yapıyorum? 


Yazı nedir, bunu öğretiyorum. Roman, hikâye, deneme nasıl yazılır? Bunları anlatmaya üç saat yeter. Veya düğümün nasıl çözüleceğini anlatmak. Tüm bunlar için uzun bir süreye gerek yok. Yazıda mühim olan başka gerçekler var. Yazmak aramak, karanlık bir mağaraya inmeyi göze almaktır. Nerede bu mağara? Uzağa gerek yok. İçinizdedir. Sizsiniz, kendinizi keşfetme yolu. Bazen ıstırap çekmeyi gerektirir.

Bir yazı ortaya çıkardığınızda kendinizi var edersiniz. Bu çok zor bir savaştır. Yazarız diye kibirli olmak, böbürlenmek çok saçma. Biz yazarlar, bir hakikati biraz daha fazla görüyoruz, hissedebiliyoruz. Yeni bir şey yapmıyoruz. Sadece aktarıyoruz. Mühim olan kendi dilimizi bulmak.

Mesela yoga yapmak ilgi duyanınız varsa. Ben hiç ilgi duymam, saçma gelir bana. Yoga yapan bir arkadaşıma derdimi anlatınca, şöyle dedi bana; sen zaten meditasyon yapıyorsun.  Yazmak derin düşünce bir anlamda.

Yazmak için neler yapabiliriz? Birkaç yöntemi var. Çok temel olan çok kitap okumak. Herkes zamanla kendi edebiyat dünyasını inşa eder. Kimimiz bazı seslere yakınızdır. Bütün dünya edebiyatına açık olalım. Çehov, Dostoyevski okumadan mümkün değil. Asıl bilmemiz gereken bu ülkenin edebiyatı çünkü siz de oradan geçeceksiniz. Atilla İlhan benim ustalarımdan biri. Bir gün, sana üç şair söyleyeceğim, dedi. Üç farklı şair, üç farklı dünya görüşü, politik görüş. Necip Fazıl Kısakürek, Yahya Kemal Beyatlı ve Nazım Hikmet. Neden sevilmiştir bu şairler? Çünkü bu kişilerin sesleri gönüllerini takip eder. Hayatı yaşamışlardır.
Yazar için önemli olan hayatla kurduğu bağdır. Bireyin kendi yolunu özgürce bulabilmesi, hangi duruşu, inancı seçersen seç bu değişmez.

Yazarak kendini keşfetmenin iki yöntemi var. İki farklı defterin olacak. Ben hala elle yazıyorum. Dolmakaleme büyük zaafım var. Bana doğum günümde dolmakalem hediye edebilirsiniz. İlla yeşil mürekkep. Neden diye sormayın bilmiyorum. Son zamanlarda biraz türkuaza kaydım. Ama yeşile asla ihanet etmem. Bilgisayarda yazıyorum diyorsanız, o zaman da iki dosya açın. Birincisine, Kim Kimdicilik oyununu yazın. İkincisine ise Aynanın Karşısına Geçme oyununu.

Kim Kimdicilik

Siz öğrencisiniz. Kafelere gidersiniz, kampüste dolaşırsınız, sinemaya gidersiniz. Hayat akıp gider. Otobüse, minibüse binersiniz. Vapurda Kadıköy’den Karaköy’e gidiyorsunuz var sayalım. Yirmi, yirmi beş dakikanız var. Etrafınıza bir bakın. Bir kişiyi gözaltına alın. Genç kız, yaşlı bir adam, delikanlı fark etmez. Hareketleri, giyimi, yapmakta olduğu şeyler. Aval aval bakınıyor mu, gazete mi okuyor. Bu insanları zihninize yerleştirdiniz. Evinize gidince bu insanlara kimlik biçin. Ad, soyadı, yaş, meslek, medeni hali, çocuk var mı, ayrıntılara girin. Gerçekle alakası olmayabilir. Artık o gün ne çıkarsa. Bir sayfa. Alışkanlık haline getirin. Hikâyeleştirme kaygısı içine düşmeyin. Yazdığınız sizi hikâye yazmaya götürüyorsa ne ala. Bu işi haftada iki kere yapsanız yılda yüz portre çıkar matematiksel olarak. Bunlar da size epey malzeme olur. Ben de ilk başta çok yaptım, sonra kafamda yapmaya başladım.

Havada Uçuşan Sözler

Şarkı ve şiirden dizeler, etkilendiğiniz filmden bir cümle. Sizi ne etkilediyse onu bir kenara yazın. Sonra serbest çağrışım sistemi ile o söz sizde neler uyandırmışsa çalakalem noktalama işaretleri olmadan, detaylarla vakit kaybetmeden yazın. Bazen birkaç cümle, bazen bakmışsınız yedi sekiz sayfa bir şey çıkmış. Bu yazarın kalemini açma çalışmasıdır. Bu çalışma sizi beklemediğiniz çalışmalara götürebilir.

Bir defter gözlem defteri, ikinci defter ise sizi deşmeye dayalı bir defter. Bu ikisinin harmanı edebiyattır işte.

Türkiye’de yazma konusu sıkıntısı olamaz. Yurtdışında bana en çok sorulan soru şudur; Türkiye’de yaşamak zor mu? Ben yemem bu soruyu. Türkiye’de yaşamak çok zor ne mutlu bize ki zor, derim. Şaşırırlar. Kolay olsa yazacak şey bulamazdık. Oslo, Zürih gibi yerlerde olsaydık ne olacaktı? Polisiye yazacaktık herhalde. İstanbul’da konu mu yok Allah aşkına ya.

Bir öneri daha size. Yazı masasının başına geçtin. Heyecan ve hevesle yazmaya başlıyorsun. Gitmiyor. Bir iki paragraf yazdın, olmuyor. Bunun iki sebebi var. Biri kötü, depoda yazacak şey yok. İkinci sebebi daha da kötü, yazacak çok şey var ama yazamıyorsun. Bu kapağı açmak gerek.

Meseleyi birazcık bağlamak için şunu söyleyeyim. Hikâye türü çok önemli. Eskisi kadar önemsenmiyor, yayınevleri roman istiyor artık ticari kaygılarla. Ama Türk edebiyatında en iyi yazılan tür hikâyedir. Romandan çok daha iyi bir yerde. Hoş Nobel edebiyat ödülünü bir romancımız aldı ama.

Hikâye etme geleneği bizde çok eskilerden beri var. Ta Dede Korkut zamanından, 13. yüzyıldan beri. Öykü kelimesini sevmem. Sonra Evliya Çelebi var, palavracı ama müthiş mizah, hayal gücü hepsi var adamda.

Hikâye gündelik hayatımızın içinde var. İki kadın Türkan ve Fatma diyelim. İkisi de ortaokuldan terk, erken evlenmiş olsun. Otuzlarının sonlarında. Çocuklu. Sabahları Türk evlerinde yaşanan klasik sahnelerle başlar gün; uyanmak istemeyen çocuklar, haşlama yumurta, kızarmış ekmek, içeriden ''mavi gömleğim nerede'' diye çemkiren koca, kahvaltı ve hengâme en sonunda biter. Türkan kapı komşusu Fatma’yı kahveye çağırır. Bak sana Necla ile ilgili anlatacaklarım var, der. Önce kahve içilir, yanında sigara tellendirilir. Fal bakılacak mutlaka, hikâyeciliğin ağababası.

Ben çok iyi fal bakarım, çok iyi fal atarım. 

On tane farklı şey söylenir, ikisi mutlaka tutar.  Klasik kalıpları vardır falın, yatak hastalıktır, kuş haberdir. Tarih ve geleneğimiz hep falda yatar. Ve hayal gücüdür fal.

Kahve faslı, fal faslı biter. Necla? Onun için bir araya gelmişlerdi ya. ‘’Geçende Necla’ya rastladım. Kocası nah kafam kadar bir tek taş almış. Gösterdi. Ama şanssız kız. Dostu varmış adamın. Hem de ev açmış buna,’’diye anlatmaya başlar Türkan.

Türkan hikâyenin bütün aşamalarını kullanır. Hikâye etme ihtiyacı, gözlem, aktarma, yorum. Türkan bunları yapıyor ama neden yazar olamıyor peki? Çünkü estetik dili yok. Edebiyat dille yapılır. Dil olmazsa edebiyat olmaz.
Yazmak karanlık bir mağaraya inmektir, evet. Kendinizi, en iyi bildiğinizi, en iyi yazabilirsiniz. Bilginin içselleştirilmesi lazım, ansiklopedik bilgi yazılmaz.
Neler yapılması gerekli? Vazgeçmemek, kolay pes etmemek, edebiyat maratondur, yüz metre koşusu değildir. Sabır ve nefes lazım. Okumalısınız dedim, ama bir yerden sonra size aktarılmış o ses yetmemeli. Veda edin o sese. Kendi iç sesinizi bulun. Hepimiz etkiler taşırız, bu çok doğal. Ben de etkilendim, bundan rahatsızlık duymuyorum.

İçimdeki İstanbul Fotoğrafları bir anı kitap gibi görünüyor ama değil. Bu kitap bir İstanbul nostaljisi kitabı değil. Geçmişin süzgecinden geçilerek yola çıkıldı bu kitapta. Kitabın yirmi beş otuz sayfası birinci tekil şahısla yazıldı. Sonra anlatıcıyı değiştirdim. İkinci tekil anlatıma geçtim. Bir Maria var, İstanbul’u geziyor. Bir de onun arkasında Maria var. Onu gözlem yapmaya çağırıyor. Aynı zamanda okuru da sorgulamaya, aynanın karşısına geçmeye ve metni değerlendirmeye çağırıyor. Okur kendini metnin içinde buluyor. Bu kitap benim en çok kendimi ortaya koyabildiğim bir kitap. Çok inandığım bir kitap.

Bize ne kadar bir ömür verildiyse o kadar yaşayacağız. Ama ardımızda nasıl bir hikâye bırakacağız? Bizim hikâyemiz yazdıklarımızdan çok daha önemli. Cennet ve cehennem bu dünyadadır, derdi dedem. Gerisini bilmiyorum. Geriye ne kalıyor? Edebiyata her şeyden çok bunun için ihtiyacımız var. Edebiyat sıradanlaşmaya hayır demek için var. Olanaklar ölçüsünde edebiyata sıkı sıkı sarılmalıyız. Biz bir hakikat arıyoruz, ne kadarını buluruz bilinmez.

Hayat yazılmış tüm hikâyelerden daha değerlidir. Bu ilahi güce sahip olduğum, yazdıklarımla birilerine ulaşabildiğim için talihliyim. Eylül ayında yeni bir romanım yayınlanacak, sonra ne olur bilmiyorum.

Füsun Çetinel, 17 Mayıs, 2013


Yaşasın, Sait Faik Yeniden Aramızda


Ve ben her yıl Burgazada’ya kadar gidip de Sait Faik’in viran evinin kapısını boşu boşuna çalmaktan, yukarı kattan yarı beline kadar sarkan beyaz tülbentli zavallı teyze de bana evin kapalı olduğunu, ne zaman açılacağını ise bilmediğini anlatmaktan kurtuldu.

Sıcak ve boğucu şehirden serseri bir ada vapuruyla kurtulup cırtlak ve açgözlü martılar eşliğinde, dalgaların serin köpükleriyle ferahlayarak Burgazada’ya varmanın hayali bile yeter insana.

Canım Burgazada, canım Sait Faik. Ne öyküler yazdırmıştır bana, Türk yazarlarına.

Samet Ağaoğlu şöyle anlatır bu avare yazarı. Geniş, beyaz yüzünde açılmış iri, biraz patlak yeşil gözleri, birkaç tutam alnına düşmüş dağınık saçları, hafif yalpalı yürüyüşüyle savaştan yeni çıkmış bir Viking’e benziyor. Yorgun bir adam. Sesi de öyle. Kısık, nefes nefese. Yüz çizgileri bakışları yaşına uymuyor. Daha ihtiyar bunlar. Ama dudaklarında çocuk gülümsemeler, çocuk kahkahalar.

Sait Faik yorgundu, anlaşılamamaktan. İnsanlara kırgındı. Sesi kısıktı, kendi doğrularını haykırmaktan. Dudaklarında çocuk gülümsemeler, çayırlara, dülger balığına, kadın yüzüğü takan adama, papazın sapkın oğluna, kulağını karıştıran bahçıvana öyküler yazmaktan. Hüzünlüydü aradığı güzellikleri bulamamaktan. Yaşı genç, vücudu ihtiyardı hastalıktan. Ama küs değildi, küsse bile küsemeyenlerdendi o.

Ben neden böyleyim? Hep bu sorunun peşindeydi yazar. Oysaki biliyordu, üstünde doğduğu toprakların efsanelerine karışmış şarkılarındaydı cevabı. Adanın insanlarındaydı, eski şehrin dar kıvrımlı sokaklarında, kadife eşeğin sürmeli gözlerinde. Görmesini bilenlerdendi Sait Faik, hem bilen hem dertlenen. Dertlenmeyen niye yazsın, değil mi?

Sait Faik okumasaydım, onu tanımasaydım yazar mıydım? Veya nasıl yazardım? Hep bunu sordum kendime ve korktum.

Sait Faik neler yazardı bakın ne güzel anlatmış yine Samet Ağaoğlu.

Canlı cansız her gördüğü onun için bir hikâye konusu. Taştan insana her varlık yalnız dünyada beraber olma kaderinin macerasından bir iz, bir ses. Suda ışıklanan kandiller gibi dizilmiş oltalar arasında bir süre sonra başına gelecekten habersiz süzülen sinagritleri, arkadaşları, annesi, hepsi bu kaderin, bu maceranın birer halkası. Gözüne çarpanlar çoğaldıkça hikâyeler yavaş yavaş ancak anların empresyonist resimlerinden ibaret kalmaya başlıyor.

Bir sade kahve vakti geldi artık, Burgazada’daysam eğer yanında vişneli milföy yerim mutlaka. Pastayı her ısırışta, pudra şekeri burnuma, dudaklarıma, yanaklarıma yayıldıkça, muzip yazara daha yakın hissederim kendimi, silmem silinmem. Ondan bir iz kalsın isterim üstümde. Onun madamları oturuyordur pastanede. Hülyalı gözleri yanaşıp giden vapurlarda. Tek otururlar, tek kadınlar, hep tek masalarda.

Arkadaşları kimdi diye sorarsanız, Orhan Kemal var en başta. Sait Faik ile olan arkadaşlığını şöyle anlatıyor.

Hem çok sevişirdik, hem de yerden yere vururduk, yerdik birbirimizi. Bir gün Galatasaray civarında rastlaştık. Elinde sarı bir defter sallıyor. Roman yazıyorum, dedi. Ben hemen lafı yapıştırdım. Kaç tane, dedim. Okkalı bir küfür salladı. Ben senin gibi değilim. Lafı uzatmıyorum, palavra sallamıyorum, dedi. Ben imajinasyon yapıyorum. Tabi dedim sen zenginsin, annen bakıyor sana, Fransa’da okudun. Ben Fransa’ya okumaya gitmedim ki, dedi. Ya niye gittin? Gezmeye, yemeye, içmeye, para harcamaya ve… Ne zaman rastlaşsak bir laf atardım ortaya. Alay ediyorum sanırdı. Kuşkucu bir insandı. Birbirimizi hırpalardık ama gülerdik de. Laf lafı, laf tütün tabakasını açar derler. Bizde hatıra çok.

Bir başkası da Atilla İlhan, arkadaş sayılmazlar daha çok Sait Faik onun ustası diyebiliriz. Sanırım Atilla İlhan lise yıllarındayken, belki daha sonra da olabilir, onun bir hikâyesini okur. İlk tanışmaları böyle başlar. Çok etkilenir. Daha sonra Varlık yayınlarında karşılaşır ve tanıştırılır. O da hemen hemen hemfikirdir Orhan Kemal ile. Şöyle der.

Sait faik rahatsız ve huzursuz bir kişilikti. Fiziksel olarak memnun değildi kendinden. Özellikle kadınlarla tanıştırıldığında onlara karşı mahcuplaşır ne yapacağını nasıl davranacağını bilemezdi. Varlıklı bir ailenin çocuğuydu. Kendi ağzıyla, yazmaktan başka iş yapmamaya karar verdim, demişti. Yine de bir işte çalışmamanın rahatsızlığını hissederdi. Ne iş yapıyorsunuz, diye sorduklarında, yazarım demek yetmezdi ona. Yazar olmanın bir meslek olmadığını düşünürdü. Fransa’ya gidişinde pasaportuna işsiz yazmışlardı. Bu çok koymuştu ona. Avarelik eden zengin çocuğu psikolojisinden kurtulamadı hiçbir zaman. Ve Sait Faik bu birikimlerin sıçramalarıyla yazdı. Renkli, olağandışı sıçramalar. Grenoble’da yaşadığı zamana ait anılarını anlatırdı kimi zaman. Bunları yazsana işte, derdim. O zaman olan şeyler bakalım doğru mu ki, derdi. Hikâyeleriyle yaşadıkları arasında devamlı bir alışveriş vardı. Bazen yaşadıklarını yazardı, bazen de yazdıklarını yaşardı Sait Faik. Şiir eğitimi yoktu, iyi şiir yazamazdı ama hayatı şiir olarak görür öykülerine yansıtırdı. Lafları cümlelerdi, mısralar değil. Şiirsel yazardı. Bir nefeste yazılmış hikâyelerdi. Üstlerinde daha sonra çalışmazdı. Her şeyi yazardı, birtakım insanlar, sokaktan geçen çocuk, balıkçılar… Son döneminde gerçeküstü hikayeler yazmaya başlamasını Sait’in genel başıboşluk hali ve gidişine vermeliyiz. Ölümünde üç dört yıl önce kendini gizlisiz kapaksız yazmaya verdi. Çok daha açık anlatmaya başladı. Ölümünü sezmesinden mi bilmiyorum.

2012 Mayısında Writing İstanbul etkinliği kapsamında bir grup Amerikalı yazar ile Burgazada’ya doğru yola çıkmışken tam karşı sıramızda bir beyle sohbete koyulduk. Kim olduğumuzu nereye ve ne amaçla gittiğimizi sordu. Yazar olduğumuzu duyunca konu döndü dolaştı bir zamanlar kapı komşuları olan Sait Faik ve annesine geldi. Sait Faik’ten aklında kalanları anlatmaya başladı, çocukmuş o zamanlar anlatıcımız.

Arkadaşı İngiliz Kemal ve karısı Dorothy kotrada yaşardı. Bazen gelir onu kayıkla alıp götürürlerdi. Genelde Kalpazankaya’da, deniz kulübünde hep bir şeyler karalarken görürdük onu ama o zamanlar yazar falan olduğunu hiç bilmezdik. İşçi gibi kıyafetlerle gezerdi, annesiyle yaşardı, kendi halinde biriydi. Babası Adapazarı’ndandı. Çok sevdiği yanından hiç ayırmadığı siyah bir köpeği vardı. Adını hatırlamıyorum. Onu alıştırmıştı, git mayomu getir, git kitabımı getir, derdi ona. Reşat arkadaşı ile Fransa’ya gitti. Döndüğünde safari şapkası, omzunda şal, ayaklarında çarıkları vardı. Meydanda dolaşıp durdular. O sene tüm ada sosyetesinde moda oldu bunların giydikleri. Cenazesi doldu taştı. O zaman anladık ancak önemli biri olduğunu.

Kahveleri, çay bahçelerini sevmem Sait Faik yüzündendir. Bir iki salaş tahta masa, kıyıya vuran bir parça mavi deniz, birkaç dal salkım söğüt gölgesi ve aksi bir kahveci. Neler yazılmaz ki o kahvelerde, neler yaşanmaz ki? Eftalikus’un Kahvesi de bunlardan biridir işte. Bu kahve İstanbul’da Taksim meydanına bakan bir taraça kahvesidir. Hikâyeci orada hayranlarından biri ile konuşur, ona hikâyelerini nasıl yazdığını anlatır.

Sait Faik’in gözlemci yanı kahve insanlarını hikâye eder. Mahalle kahvesi, az şekerli, sade kahve hep çağrışımı olan sözlerdir. İnsanımızın yaşamını, ilgisini simgeler. Sait Faik kahve insanlarını, garsonları, kahvecileri, ayrılıkları da anlatır.

Sait Faik sabırsız biridir, öyle bir yerde uzunca oturup kalmayı sevmez. Öykülerini de bu kahvelerde bir oturuşta yazar. Öykü bir solukta yazılıp bir solukta okunmalıdır, ona göre.

Eftalikus’un kahvesi yok artık, Sait Faik yok. Kalpazankaya’ya vurgunluğum bundandır belki de. Bir kır bahçesinde denize dalmak, serçelerin saldırısından bir lokma ekmek kurtarıp favaya bandırıp yemek. Ve Sait Faik’i görmek ileriki masaların birinde. Dalgın, siyah gözlüklü, kederli ama müthiş kederli. Elle tutulacak kadar kederli. Donup kalmıştır, üzerinde kolları sıvalı beyaz gömleği, altında ütüsüz bol pantolonu. Güneşten ağarmış saçları rüzgârdan kabarmış, bu adada yalnızdır, fevkalade yapayalnız. Şehirden, şehrin zalimliğinden kaçıp gelmiştir ama ada ütopyasını bulamamıştır Burgazada’da da. İnsan her yerde insandır ya, en iyi o anlamıştır, anlatmıştır hikâyelerinde.

Sait Faik babasının vefatından sonra kışları Şişli’de yazları ise Burgazada Çayır Sokak 15 numaradaki köşkte yaşamını sürdürdü. 1945 yılında hastalandıktan sonra zamanının çoğunu bu evde geçirdi. Vefatından bir yıl önce, Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın davetiyle, o yıllarda Fatih’te bulunan Darrüşafaka Lisesi’nde düzenlenen bir edebiyat matinesine katıldı. Matineden sonra okulu gezdiğinde çok etkilendi, duygulandı. Eve gelir gelmez mallarını babasını kaybetmiş bu çocuklara daha iyi imkânlar sağlamak için Darrüşafaka’ya bağışlama isteğini annesi Makbule Hanımla paylaştı. Makbule hanım yazarın ölümünden sonra 1954’te hazırladığı vasiyetname ile mal varlıklarının çoğunu ve yazarın eserlerinin telif haklarını ve Burgazada’daki köşkü Darrüşafaka Cemiyeti’ne bıraktı.

Füsun  Çetinel

Ne zordur bir kedi bırakıp gitmek!

Kedi bırakmak nasıl bir duygudur?
İstanbul’un ilk karı düştüğünde bu yıl.
Ve ben üşümüş, Üsküdar iskelesine vardığımda.
Tekir bir yavru karşıladı beni.
Sıcak, besili ve pek sokulgan,
Gemicilerin ayakları dibinde devrilip şımaran.

Şifa hamamının buharlı sokağını geçip de az daha gidince,
Kütükleri taşıyan adamla burun buruna gelip de,
Kıvrılınca sokağı, yine kediler vardı her yerde.
Taş duvarların dipleri, pencere pervazları, turunç ağacının tepesi.
Süslü ferforje kapı, kimi dışarıda kimi içeride sürüsüyle.
Teneke kovalayan, kuru yaprakla oynayan, kuyruğu çevresinde atlayıp zıplayan.
Pinekleyen. Titreyen. Kıpırdamayan.
Siyahbeyazın gözü akmıştı, sarmanın salyası iltihaplıydı.
Duman patilerinin birini kaldırıp birini değdiriyordu ıslak parke taşlarına.
Ceplerime sosis, ciğer, kuru mama veya ne bileyim bir parça peynirli poğaça koymadığıma ne denli üzüldüm.
Geceki karın soğuğundan silkinip çıkmışlardı hepsi ortaya.
Her birinde elim yüreğimde, gitmekle kalmak arasında.
Korsan, kısakuyruk, topal, üçayak, şaşı, aksırık ve başkaları.
İnsan peşinde koşan, insanın içine kaçmak isteyen kedileri Üsküdar’ın.

Şemsipaşa, Şifa, Mahkeme sokağı,
türbeler, mermerciler, mühür dükkânı,
soğuk zemzem suyu, sürme, hüdayi şifa şerbeti,
Adak sokağı, edeple gelen lütufla gider, sabır çeken tespihler, kuş konmaz cami, ne çok cami, Huylu sokağı, kurban çıkmazı, misvaklar, denizi gören yokuş koridorlar, kedi paspası, bedava kedileri Üsküdar’ın.
Canım bir bardak tarçınlı salep istediğinde, üzerinde kalın kaymak ve dumanı tüten.
Eldivensiz ellerim sıcak porseleninde.
Ve kulaklarım ister istemez uğultusunda,
Yan masada süregelen sıkı pazarlığın.
Elli milyon dolara kapatılmak istenen zavallı bir ada.
Tamamı iki bin dönüm, kaça kapatılır, komple alınırsa, küçük hesap, tecrit etmek gerekecek, kolay orası çözülür, adam Arap Birliği Başkanı.
Kim bilir neresinde, bitiremedikleri güzel İstanbulumun?
Metrekaresi yüz dolar, altı bin dolar ve bilmem kaça olan şeylere takıntılı, hırslı kafalar.
Ağızlardan tükürükler saçılıyor pazarlıkta.
Yumruklar iniyor masaya. Titriyor salep fincanım.
Bu kadar yeter. Üşümeliyim ben yine.

Bu karlı günde buza kesen, gözlerini kırpıştıran kedilerden dolayı beni de üşüten ayazı Üsküdar’ın.
Dünyanın sonu rivayet edilen bu şaibeli gününde.
Kediler umarsız, kediler bedava ve pazarlıksız.
Bir avuç kuru mama serperse eğer biri.
Ilık bir el okşarsa sırtlarını ara verip yoluna.
Ve ben her kedide gitmekle kalmak arasında.

Aziz Mahmud Hüdai Hazretleri Türbesine vardığımda,
Kediler türbenin içinde, önünde ve çevresinde.
Hasta, inleyen çocukların, ümit eden kadınların ayakları arasında.
Zeytin, Gümüş, Pamuk ve Zilli.
Ama tek tanesi var ki.
Atkıma tırmanıp paltomdan içeri girmek isteyeni.
Çiğ et kokan nefesi nefesimde. Sıcağı ikimize de yeten.
Tırnakları atkımda, paltomda ve her yanımda.
Akşam olup son vapura yetişme zamanı geldiğinde.
Ah, bilen bilir. Ne zordur bir kedi bırakıp gitmek.
Hele ki içimdeyse ve tam da Aziz Mahmud Hüdai türbesinin girişinde.
Dua eden kadınların ellerine dikerek gözlerimi, onun gözleriyse benim kararsız ve titrek ellerimde.
Ayakkabılarımı giyerken. O gururlu, kuyruk dik. Sanki hiç yaşanmamış onca duygu.
Bir parçam türbenin yeşil demirinde.
Üsküdar’ın sımsıcak kedilerinde, bu karlı günde.

Boğaziçi Üniversitesi'nin Kalbi: Orta Saha

Boğaziçi Üniversitesi eski ve yeni hali.
Orta sahanın Boğaziçi’nin kalbi olduğunu kayıt için üniversiteye gittiğim gün öğrenebildim ancak. Zaten üniversite sonuçlarını günlük gazetelerden öğrenen komik bir nesilden başka ne beklenebilirdi ki? Son durak Etiler’di. Sonrası tabana kuvvet. Uçaksavar otobüsüyle birkaç durak daha yakına gitmek mümkündü ama saatleri güvenilmez, sefer sayıları ise gün boyu bir elin parmaklarını geçemeyecek kadar azdı.
Aylardan Eylüldü. Tek elimde sıkıca tuttuğum poşette ananemin ciğer filmi, birkaç fotoğraf ve sabıka kaydım vardı. Kayıt için revirdeki doktordan sağlık raporu almam gerektiği söylenmişti. Kim söylemişti, nasıl ulaşmıştı bana bilmiyorum. Sağlık raporu alabilmem için de ciğer röntgeni isteniyordu. Her zamanki üşengeçliğim ve parlak zekâmla, ananemin gardırobunda istiflediği röntgen filmlerinden uygun bir tanesini araklamıştım. İşin enteresan tarafı, revirde hiç kimse şüphelenip bir şey sormamış, ismime açtıkları dosyanın içine özenle yerleştirmişlerdi.
Ana kapıdan güney kampüse inen manzaralı yolu benim gibilerle birlikte yürüdüm. Sürüyle hareket etmenin en kolay iş olduğu dokuz yıllık çileli lise eğitimim boyunca rahibelerden kaptığım tek köklü öğretiydi. Meyilli yol bitip de toprak saha önümde tüm haşmetiyle açıldığında kalakaldım. Bir grup erkek öğrenci etraftaki uzun kayıt kuyruğuna aldırmadan toz toprak içinde futbol oynuyordu.
Dudaklarımı ısırdım. Hangi yöne gitmem gerektiğini bilmiyordum ki. Ortada sahipsiz şemsiye gibi kalakalmıştım. Güneşin altında döne döne uzayıp giden bir kuyrukta elimde poşet beklemeye hiç niyetim yoktu. Hem üniversite kaydı için daha üç koca günüm vardı. Onun yerine orta sahanın çevresine dizili kulüp masalarını incelemeye karar verdim.
Müzik kulübünün epeyce uzağından geçtim. Kendi bet sesimi duymaya hiç ihtiyacım yoktu. Spor kulübünü görmemezliğe geldim. Basketbol oynamaya zorlandığım bir sefer top serçe parmağıma inmiş ve canım feci şekilde yanmıştı. Üstelik yirmi gün boyunca etrafta Havana purosu gibi şiş bir parmakla dolaşmak zorunda kalmıştım. Sinema, folklor, fotoğrafçılık. Tiyatro, edebiyat. Tüylerim diken diken oldu. Her an Shekespeare, Schiller, Goethe, Hesse, Mann kusabilirdim. Buddenbrooks ailesini sevmiştim gerçi çünkü benim ailemden daha beterleri olabileceğini keşfetmemi sağlamıştı. Dans, güzel sanatlar, hiçbirisi ilgimi çekmedi.  Sonra dağcılık ve hemen bitişiğindeki mağaracılık kulübünü gördüm. Bu adamlar ne yapar, ne yer ne içerler, habitatları neresidir bilmesem de, evet işte budur, dedim kendi kendime. Benim tek ihtiyacım olan şey, ister yerin altı ister yerin üstü olsun, ancak çok uzaklarda bir yerdi. Evden uzak. Anneden uzak. Kurallardan uzak. Kendi bedenimden bile uzak. Gençtim, bir an önce yola çıkmalıydım, aksi takdirde esaretimi sonlandıramayacağımın farkındaydım.
Orta sahanın tam da ortasında. Ne bir dakika önce, ne bir dakika sonra, hayattaki ilk gerçek seçimimi yaptım.
Kayıt masalarına doğru ilerledim. O yıllarda dağcılık ve mağaracılık kulübü aynı odayı paylaşıyordu ve haliyle kayıt masaları da yan yanaydı. Benden az biraz büyükçe iki erkek aynı anda ayağa fırlayıp bağış makbuzlarına uzandı. Ciddi bir karar vermek durumundaydım.  Ya kırmızı saçlı, tel çerçeveli gözlüklü, saçı sakalı birbirine karışmış vahşi bir mağaracıyı seçecektim, ya da zeytin gözlü, akça pakça, yurt yemeklerinden iskeleti çıkmış, İzmirli çevik bir dağcıyı. İzmirli dağcı erken davranıp üç liralık makbuzu cart diye acımadan yırtınca dağcılık kulübüne kayıt olmaktan başka seçeneğim kalmadı. O sırada ne bu iki kulüp üyelerinin aynı çatı altında yaşamak zorunda bırakılmış ezeli düşmanlar olduğunu ne de dişi bir üye olarak değerimi biliyordum.
Akşam, efsanevi 124 A otobüsüyle, yorgun argın eve ulaştığımda anneme dağcılık kulübüne üye olduğum müjdesini verdim. Tepki vermedi. Sonuçta o da benim gibi, dağcılığın ne beter bir şey olduğunu bilmiyordu daha.
Fulya Füsun Çetinel