Akbank Sanat Edebiyat Buluşmaları

Murat Gülsoy - Ayfer Tunç

Akbank Sanat Edebiyat Buluşmalarında Küçük İskender, Murat Gülsoy - Ayfer Tunç ikilisiyle birbirinden ilginç konulara değindi. Bir saatlik söyleşinin her anı çok değerliydi ancak burada, benim açımdan çok ilginç konulara temas eden, yalnızca dört soru ve cevabı sizlerle paylaşıyorum.

K.İ:  Ayfer, ben çocukluğumda çiçek dürbününden çok korkardım. Hem merak eder, hem de korkardım. Arka arkaya farklı renklerin şekillerin gelmesi beni yoran bir şeydi. Sen de metinlerinde böyle katmanlı ve farklı yerlerden hareket ediyorsun. Bu renklilik ne? Amacın, renklerin arasında bir denge kurmak mı yoksa bir mozaik oluşturmak mı?

A.T: Gerçekten de ben renkleri severim. Hayatın her alanında severim. Siyah beyaz filmleri de severim ama o ayrı. Biz gençken psikoloji testleri modaydı. Denizle ilgili bir soru vardı orada. Okyanusu tarif edin, diyordu. Milyonlarca balık, sayısız renk diye tarif etmiştim ben. Hayata bağlılık, hayatı çok renkli görme diye bir açıklaması olduğunu öğrendim. Tek bir hikâyeyle doymuyorum, mutlaka katmanlı olması lazım çünkü hayatın katmanlı ve girift olduğuna inanıyorum. Birbirimize değmeden yaşayamıyoruz. Edebiyatı yazarken, bir öyküyü veya bir romanı, tıpkı bir resim yapar gibi düşünüyorum. Bir renk dengesi kurmak veya kompozisyon yaratmak istiyorum. Öyle bir bakış açım var ama yöntemi şudur diyemem. Renge dair bir his bu yalnızca.

K.İ: Murat sende çok akademik bir duruş olmasına rağmen ironi, ince zekâ, hınzırlık gibi kavramlar metinlerinde çok ön plana çıkıyor bence. Bu bir gözlem mi? Yoksa bilmediğimiz bir hayatın mı var?

M.G: Ben ironi denen şeyi aslında Oğuz Atay’la keşfettim. Onun metinlerinde adını koyup, ironi çok açıklayıcı bir şey, tam da durumumuza uygun dedim. 1980lerin hemen sonrası, karanlık bir ortamda bir şeyleri söylerken aslında o söylediğinin tersini ifade ediyorsun. Zaten böyle dönemlerde ortaya çıkmaz mı, ironi, alaycılık, kara mizah. Açıkça söyleyemezsin, zaten de öyle bir ehliyetin yoktur. O dili de kaybetmişsindir. Oğuz Atay’ın okuduklarıyla, yaşadıklarıyla, kendisiyle ister istemez bir özdeşlik kuruyor yazar. Bende böyle oldu sanırım.

K.İ: 80ler deyince Ayfer’in çok önemli bir kitabı; Bir Maniniz Yoksa Annemler Size Gelecek. 70lerin, belki ucundan 80lere uzanan toplumsal figürlerin yerleştiği bir roman. Bunu yazabilmek büyük bir bellek gerektiriyor bana göre. Bu figürlerle gerçekten içli dışlı mıydın yoksa belgesel gazeteci gözüyle mi yaklaştın?

A.T: Bu konuyla ilgili bir kaynak yok. Neyi araştıracaktım? Misafirlik adetleri mi? Bu tamamen bellekte saklanan şeyler. Gündelik hayatın tarihçesi aslında bu roman. Altıyla on altı yaşım arasıydı benim için o dönem. Altı yaşında bomboş bir zihinle dünyaya bakıyorsun. Biraz hikâyeci olmakla ilgisi var mutlaka. Eğilim o zamandan belliymiş. Her şey zihnime nakşolmuş. Ama 80lerden sonra böyle bir ayrıştırma yapamadım hayata ilişkin, çünkü benim alanım değişti. O yıllarda yaşadığım hayat Türkiye ortalamasının bir özetiydi. Bunun için bir araştırma yapmadım. Misafir gelince nasıl davranılır, tavuk nasıl kesilir bunlar o zamandan gördüğüm şeyler, hayatın bir parçası. Bu kitabı yazmamı tetikleyen Tarih Vakfından Abdülaziz Bey’in Osmanlıda Adet, Merasim, Tabirler diye bir kitabıdır. 90ların başında elime geçti. Kültürel tarihi okumayı çok severim. Onu okurken o kitapta yazılan şeylerin hiçbirinin olmadığını fark ettim. Yüz yıl içerisinde kaybolmuştu her şey. Benim çocukluğumda yaşadığım şey de yüz yıl sonra kalmayacaktı. Bir kayıt tutmak istedim. 96 yılıydı. Yeni yüzyıl gazetesinde çalışıyordum. Bir kutu koydum çalışma masamın üstüne ve akıma gelen her şeyi kâğıtlara yazıp içine attım. Kerime Nadir romanları, gümüş künye, kaset doldurtmak… Kitabı dokuz ayda yazdım. Kitabın yüz elli, iki yüz sayfa bir şey olacağını sanıyordum. Hafızanın bu kadar kuvvetli ve şaşırtıcı bir şey olduğunu o kitabı yazarken gördüm. Yazmaya başladığımda kendimi durduramaz hale geldim. Altı yüz elli sayfa oldu, yayınevi olmaz dedi. Onun üzerine dört yüz elli sayfaya çektik kitabı. Bir tüme varım oldu o kitap. Minik parçaların birleşmesinden bütün çıktı. Abdülaziz Bey’in formülünü kullandım. Doğumdan ölüme yürüyen bir çizgi takip ediyordu. Elimdeki malzemeyi nasıl sunacağım sorusu çok terbiye ediyor insanı. İnsanın kendi tarihine kaçabileceği çok duygusal bir malzemeydi. Anıya dönüşebilirdi.  Asıl anlatmak istediği şeyden uzaklaşabilirdi. Onu son derece soğukkanlı, hafif ironik bir bakış açısıyla topladım. İstanbul’un değer kaybına çok üzülüyorum ama nostaljik biri değilim. Oturalım konuşalım ama o günlere gitmek istemem. Çocukluk devrisaadettir. İnsanlar psikolojik olarak çocukluğunu ya çok olumlu ya da çok olumsuz olarak yüceltirler. İkisi de yalandır, kendileri de farkında değildir. Çünkü yetişkin hayatımızın bir açıklamasını yapmaya çalışırız. Kaynaklarımızı çocukluğumuzda arıyoruz.

K.İ: Murat, Tanrı Beni Görüyor mu hayale dair, labirent gibi bir kitap. Sen insanın hayale muhtaç olduğunu düşünüyor musun? İnsan ve hayal arasındaki ilişki hakkında neler söylemek istersin?

M.G: Hayalden önce hikâye geliyor. Ait olduğu bir hikâyeyi bulmak insanın ihtiyaç duyduğu şey. İster şehirde ister doğada olsun var olduğu andan itibaren insan yabancı bir dünyada. Şehirde daha uç noktasına gidiyoruz, doğal olan hiçbir şey yok.  Ağaçlar bile bizim ektiğimiz, budadığımız şekliyle. Hayal ettiğimiz dünya maalesef bu. Her zaman süren bunun savaşı. Benim hayalim, senin hayalin olacak kavgası. İnsan bu karmaşanın içinde kendisine bir anlam arıyor. Anlam dediğimiz şey de hikâyenin kendisi. Ben bu hikâyenin neresindeyim? Benim hikâyem ne? O öykü kitabında da, diğerlerinde de karakterlerin çoğu zaman aradığı şey bu. Daha kötüsü, böyle bir hikâye var mı?

Ama benim yazdıklarımda böyle bir hikâye var çünkü onu yazan birisi var. Ya hayatta? Olmadığı için o boşluk, o anlamsızlık, o çıldırtan durum insanı hikâye aramaya itiyor. Hikâyeyle hayal benim kafamda birbirinden çok uzak şeyler değil. Hikâyeniz gerçeklikle bir parça uyumluysa sürüyor. Ama sonra bir bakıyorsunuz hikâye bu değilmiş. Çok yanlış bir hikâyenin içindeymişim. Yeni bir hikâye başlıyor o an zaten. Bu böyle bir salınım. Birçok hayal kırıklığı yaşıyoruz. Bunlar yeni bir hikâyeyle aşılıyor. Yeni bir hikâye kuramadığın zaman başka şeylere ihtiyaç duymaya başlıyorsun. Dışsal şeylerde arıyorsun. Oysaki insan bunu kendisi çözebilmeli. Bunadığımız zaman hikâyenin ana unsurlarını kaçırıyoruz. 5N 1K dediğimiz şey; ne, nerede, ne zaman, nasıl, bu kimdi? Paylaştığımız kurgu yok oluyor.

füsun çetinel

Kurgusuz kalmayın!
Bir saatlik söyleşinin ses kaydına ulaşmak için bana mail yazabilirsiniz.



Ayşegül Kitap Fuarında

34. İstanbul Kitap Fuarı 

Bir gece öncesinden sandviç, meyve ve kuruyemiş hazırladım. Yedek alışveriş poşetleri, ıslak mendil, baş ağrısı hapları, bozuk para… Aslında tekerlekli pazar arabası götürmek de vardı ama kızım Zeynep kendini tutamayıp bütün fuarı yüklenebilir diye korktum.


Kendime on kitaplık bir liste hazırlamıştım

Bu kez limiti aşmamaya kararlıyım. Son taşındığımız evimiz gerçekten kutu gibi, kimselere hediye edemediğimiz kimi kitaplarımızı kocaman bir valize doldurup depoya kaldırdık. Yakında depoyu kütüphane olarak kullanacağız. En kolay çözüm… Metrobüs trafik saatlerinin dışında candır, ucuzdur, çabuktur.  Saat 10.15 civarı Ankara’dan, Ayşegül Kocabıçak’la bir kafede buluştuk. Birbirimizi sosyal medya dışında ilk görüşümüz. Sanki yıllardır tanışıyoruz. Onun İstanbul’daki fuara ilk gelişi. Kolundan yakaladığım gibi hemen Notos’ sürükledim. Dilek Küçükemir’le sohbet ettik. Bize yeni çıkanları tanıttı. Liste dışı ilk kitabımı Notos’tan aldım! Eve Dönmenin Yolları, Alejamdro Zambra! Ayşegül, Semih Gümüş’le tanıştı, Can Kitaptan çıkan Belki Sonra Başka Şeyler de Konuşuruz kitabının imzasını aldı. Hocamızı bulmuşuz, bırakır mıyız? Bir koşu Can’a gidip kitabımı aldım ve ben de  imzalattım. Böylece ikinci liste dışı kitabımı da sırt çantama eklemiş oldum!
Bu arada devamlı saate bakıyorum, kitap fuarında zaman bir garip işliyor. Sabahken öğlen, öğlenken akşam olabiliyor güneşi görmeden. Ayşegül şeytan uçurtması gibi peşimde. Daha insan akını başlamadan listemi tamamlamak istiyorum. Bir sonraki kitap durağım, Yapı Kredi Yayınları’ndan Yalçın Tosun, Bir Nedene Sunuldum. Ve Can Çocuk, Goscinny/Sempe, Pıtırcık’ın Kırmızı Balonu. Parayı öderken üçüncü golümü kasa başında yedim. Ama nasıl güzel bir kitap! Varsın gol olsun. Ben Küçük Bir Çocukken, Erich Kaestner. On bir yaşında bir çocukken Almanca öğrenmeye onun kitaplarıyla başlamıştım.
Ayşegül ne dersem yapacak. Meraklı gözlerle tüm kitapları yutmaya çalışıyor. Bu kez de Alakarga’ya Nalân Barbarosoğlu’nun yeni basım kitabı Gümüş Gece’yi almaya gittik. Listem yavaş yavaş tamamlanıyor. Saat birden önce alış verişi bitirmeliyim, Hebeliada salonunda Ahmet Büke ve Semih Gümüş söyleşecekler.
Biz kitaplarla kendimizden geçmişken koridorlar yavaş yavaş dolamaya oksijen azalmaya başlamış bile. Metis’ten John Berger, Düğüne’yi de alalım söz artık bir yerde oturup laflarız, kahve içeriz diyorum Ayşegül’e. O bana inanmaz gözlerle bakıyor.
“Dur,” diyorum, “Yitik Ülke’de Nilgün Şimşek’le, Kadir Aydemir’le tanışman gerek.” Ayşegül istemez olur mu, o meraklı gözleriyle her şeyi yutmaya hazır. Siyah Sardunyalar ve daha bir çok güzel kitap var burada da.


Kahve yalan oldu

Ama sohbetimiz iyice daralmaya başlayan koridorlarda devam ediyor. Ne olacak bu öykünün hali? İyi kitaplar, kötü kitaplar. Ben niye yazıyorum ya? Şunu oku bunu oku. Zaman yok işte, derken sanat fuarındayız. Artistanbul. Funda Tarakçıoğlu, kendisi ablam olur, ressam ve heykeltıraş bizi karşılıyor. Nevzat Metin’le tanıştırıyor bizi. Kendisi UKKSA, Uluslararası Knidos Kültür Sanat Akademisi kurucu ve yöneticisi hem de şair. Kartlar alınıp veriliyor, projeler ayaküstü hayata geçiriliyor. Ayşegül renklerde kaybolmuş, kafasını bir sağa bir sola eğip anlamaya çalışıyor. Funda’nın kedili tablosuna bayıldı, hikâyesi olan bir şey bu diyor. Hikâyesi olan şeyleri seviyoruz. Sanat fuarında sonraki durağımız, Ayşecan Kurtay ve Firuzan Şimşek’in de aralarında olduğu bir grup sanatçını ortak projesi, Ursula Le Guin’in odası. Kadınlar, Rüyalar ve Ejderhalardan esinlenerek yapılmış. Ancak küçük bir kahve ve tuvalet molası alabiliyoruz. Tuvalet kuyrukları gerçekten çok uzun! Kuytuda kimsenin bilmediği tuvalet noktaları var ama bunu kendime ve benimle birlikte gezenlere saklıyorum darılmaca yok!
”Bir Blog Macerası: İnsan Kendine De İyi Gelir” Semih Gümüş-Ahmet Büke söyleşisine katılanlar edebiyat öğretmenleri, okuma grupları, kitap kurtları. Enteresan sorularıyla ufkumuzu genişletiyorlar. Ahmet Büke de samimi yorumlarıyla bizi güldürüyor. Keyifle izlediğim yeni birçok şey öğrendiğim ender söyleşilerden biri.
Saat iki olmuş bile! Notabene’de Acır mı Mösyö Messier öykü kitabının yazarı Özlem Kiper ve Ayşegül’ün imzası var. Sevgili Yalçın Burkev’le ne zamandır görüşmemişiz. Ve diğer arkadaşlar… Sosyal medyadan tanıdığım ama yüz yüze gelmediğim nice yazar. Tunç Kurt’un, Pay Prada Nasıl Öldürüldü hemen çantama giriyor. Ayşegül'le vedalaşıyoruz. Sevgili arkadaşım Özlem'le de. Bir Ankara'ya biri Singapur'a dönecek. Hayat böyle bir şey işte! 


Zeynep'in poşetleri

Bu arada Zeynep’le ayrılıp ayrılıp buluşuyoruz. Onu her görüşümde elindeki poşet sayısı artıyor. Korkuyorum… Bu yolun bir de dönüşü var. Ama Günışığı Kitaplığı sağ olsun, servisle döneceğiz. Bunu Zeynep’e söylemedim daha! Koridorlarda serseri mayını gibi insan seliyle sürüklenirken yasakmeyve’de Mehtap Meral’e rast geliyorum. Yeni şiir kitabı,  Ses ve Toz’u Haydar Ergülen atölyesinde birlikte konuşacağız. Liste dışı bir diğer kitabım, Kedi Şiirleri Antolojisi. Yanında iki adet kedi kurabiyesi, kedi rozeti ve yasakmeyve şiir dergisi. Çocuklar kadar şenim. Yazın iki haftamı geçirdiğim sevgili Aziz Nesin Vakfı’na uğramasam çok üzülürdüm. Arkadaşlarım, dostlarım hepsi orada. Aziz Nesin çizgi romanlarını duymadınızsa eğer mutlaka hepsini edinin. Okuması okutması çok keyifli.


Günışığı Kitaplığı benim adam

Günışığı Kitaplığı benim için fuar karmaşasında renkli, ışıl ışıl, dingin, kıymetli eserlerle, yazarlarla bezeli bir ada. Değerli editörüm Müren Beykan, Mine Soysal, sevgili ekibi, fuar boyunca onlara yardım eden genç arkadaşlar. Sevdiğim yazarlar, Leyla Ruhan Okyay. Betül Sayın. Ahmet Büke. Gülçin Alpöge. Hepsi orada. İnsan Kendine de İyi Gelir kitabım bir vapur yolculuğunda kayıplara karışmıştı. Bu kez Ahmet Büke’den imzalısını alıyorum hem de Zeynep için.
Zeynep sayısını öğrenmeye korktuğum kadar çok kitapla Günışığı standına geliverdi. Üstelik çoğu ciltli dev kitaplar. YKY, özel çizimli Harry Potter, Desen’den, Asla Neden Diye Sorma, Shaun Tan benim favorilerim. Yalnızca bu ikisi bile 3 kilo geliyor sanırım. Zeynep’in kol ve ayak kaslarını hafife almışım. Sonuçta 23 yaşında on yıllık profesyonel yüzme hayatını geride bırakmış güçlü kuvvetli bir genç kızımız! Servisle gideceğimizi söyleyince yüzü aydınlanıverdi. “Gidip birkaç şey daha alsam mı,” dedi ama bakışlarımı görünce caydı hemen.

Bir sonraki kitap fuarına pazar arabası götüreceğim, kesin kararlıyım!

Füsun Çetinel

Elvan Yenihayat Kurşun - Öykü

Gülşen Hanım

Ağrısına tahammül edebilmek için kısık tutmaya gayret ettiği sesi, çoğu zaman dediği anlaşılmayan martı çığlığına benzerdi. Ağrısı dayanılmaz olup koridor sınırlarını aştı mı hiçbir insan yüreği dayanamazdı çığlıklarına.  İşte o zaman doktordan talimatlı, mürebbiye kılıklı hemşireler, elinde morfin iğneleri odasına girerler, birkaç dakika sonra güzellik muskası iyilik perisi olarak ayrılırlardı odadan. Morfin etkisini göstermeye başladı mı, ben dâhil bütün hastane romantikleri müritleri gibi Gülşen Hanımın odasına dizilirdik. Uyuşturucunun etkisinde, ecinni yatağında sihre uğramış bir masal kahramanı gibi, hasta, yaşlı, lanet kadın gider, dünya tatlısı, sırrıyla dışını aydınlatan bilge bir romantik gelirdi onun yatağına…
Gülşen Hanım, kökleri Osmanlı hanedanına dayanan bir soydan gelmekteymiş. Sadece köklü ve zengin olmakla kalmayıp, küçüklüğünde sarı saçları, mavi gözleriyle ve yumuşak mizacıyla ağzında gümüş kaşıkla doğmuş… Ailenin mal varlığı saymakla bitmezmiş. İstanbul Boğazının farklı güzergâhlarında birkaç yalı, Nişantaşı ve Etiler’de apartman daireleri, Bağdat Caddesi ve Kalamış’ta bahçeli deniz gören köşkler. Ayrıca İzmir Kordonboyu’nda bahçeli köşkler, Antalya’da portakal ve mandalina bahçeleri, Bodrum’da denize nazır araziler. Çocukluğu deniz kenarında bir yalıda geçmiş olan Gülşen her zaman ağırbaşlı bir çocuk olmuş. Okumayı çok sever, musikiye ayrı bir ilgi duyarmış. Daha on iki yaşındayken, aldığı şan dersleri sırasındaki performansı ile mahallenin gönlünü kazanınca, baba zadesi bahçedeki manolya ve erguvan ağaçlarının altında senede iki kere piyano hocası eşliğinde, konu komşuya konser verdirirmiş. Gülşen’in yedi yaşına kadar, iki kardeşi ve yan yalıda amca çocukları, yine iyi aile terbiyesi almış mahalle esnafının çocuklarıyla harika bir çocukluğu olmuş.
Kendisi de eğitim alan anneciği biraz değişik bir kadınmış. Fransa’da daha eğitim alırken ilgi duymaya başladığı astroloji denilen bilim dalına danışmadan yazlığa bile gitmezmiş. Gülşen’in de istikbali için, kızı yedi yaşındayken, yıldız haritasına baktırmış. Astrologunun söylediği şeylerden hiç hoşlanmamış. Bu yıldızlara bakarak her şeyi bilen astrolog, Gülşen’in daha on sekizine gelmeden şansının döneceğini, sonrasında hayatının geri döndürülemez bir şekilde değişeceğini, ailesinden ayrı düşeceğini, evlenemeyeceğini ve hiç çocuk sahibi olamayacağını söylemiş.
Bundan yetmiş sene önce kız çocuklarının istikbalinin sadece yaptığı iyi bir evlilikle ölçüldüğü zamanlar için bu öngörü ne talihsiz bir öngörüymüş ki, yedi yaşından itibaren aslında rahat ve mutlu bir çocukluk geçirmeye muktedir Gülşen’in tüm standartlarını değiştirmiş. Eve gelip giden arkadaş sayısı azalmaya, dış mihraklardan gelecek tehlikelere karşı, Gülşen’in daha güçlü olabilmesi için farklı konularda alınan özel derslerin sayı ve süreleri artırılmaya başlanmış. Arkadaşsızlıktan muzdarip olan Gülşen yavaş yavaş sıkıntı ve duygularını paylaşmak için günlük tutmaya başlamış. Her konuda iyi bir gözlemci olmuş. Bu bahçedeki kedinin Karabaş’tan nasıl korktuğundan, bakkal çırağı Adem’in eve siparişi nasıl teslim ettiğine kadar birçok farklı konuda olabiliyormuş. Tüm bu gözlemleri içinse farklı bir defter tutmaya başlamış. Yıllar geçtikçe defterleri çoğalmış, okunmayı bekleyen kitaplar gibi odasındaki raflarda yerlerini almış… Gözlemlerini yazılarıyla kişilerarası oyunlara dönüştürmüş. Yazı yazmaktan sıkıldığı zaman da evdeki bebeklerine bu gözlemlediği oyunları oynatıp ev ahalisini bazen eğlendirir bazen de güldürürmüş. Ama en çok sevdiği uğraşlardan biri de okumakmış. Türkçe hocası Vasfiye Hanım’dan gittikçe okumak için daha çok kitap ister olmuş. Okudukça aydınlanmış. Aydınlandıkça etrafındakiler için yabancı olmaya başlamış… On beşine varmadan kardeşleri, kuzenleri, annesi babası nezdinde “yabani Gülşen” olarak çağırılmaya başlanmış. On yedisinde görücüye gelen, helal süt emmiş, hali vakti yerinde ailelerin oğulları onun güzelliğiyle büyülense de, sohbete başladıktan sonra ondan çekinip, uzaklaşır olmuşlar. Yirmi yaşına geldiğinde ailesi evlilik için artık yaşının geçtiğini düşünmüş. Fransa’da yemek kurslarına giden annesinin peşine takılan Gülşen o yaz gittiği üç aylık kursun sonunda, gizlice Sourbonne Üniversitesi’nin sınavlarına girmiş. Edebiyat bölümünü kazanınca ve evlenmesi de artık zor göründüğünden, ailesi onu orada okutmaya karar vermiş. Üniversite’deki gazete için yazdığı makalelerden, kadınlar hakkındaki iç gözlemleriyle zenginleştirdiği romanlardan, tiyatro oyunlarına kadar birçok eser yazmış. Fransızcanın yanı sıra İngilizce, ayrıca İstanbul’da öğrendiği Arapça ile dört farklı insan olmuş.
Tabi ki falında çıktığı gibi mutlu mesut bir evliliği ve çoluk çocuğu olamamış… Ama Avrupai ve kültürlü beylerle kitaplarına ilham kaynağı olan pek çok farklı romantik ilişki yaşamış… Morfin etkisi altında öğrendiklerimiz bunlar oldu Gülşen Hanım’dan…
Hastalık, ağrı, çektiği acılar ve kâbusları mı? O kısmı bizi hiç ilgilendirmedi… Belki de bedeni acı içinde kıvrandıracak her türlü fiziksel acıya meslek icabı sağır olduğumuz için. Belki de edebiyat içine saklanmış her türlü romantizm ruhlarımızda morfin etkisi yaptığından…

Elvan Yenihayat
Bu öykü Yeşim Cimcoz Yazıevi, Füsun Çetinel önderliğindeki öykü uygulama atölyesinde yazılmıştır.

Öykü-Sumru Tunçyürek

Gölde Akşam

Akşam güneşi, yaşlı zeytin ağaçlarını, sarılı turunculu kaya parçalarını ve kaskatı toprağın üzerinde gelişigüzel savrulan toz bulutlarını şekilsiz gölgelere dönüştürmeye hazırlanıyordu.   Belli belirsiz bir serinlik, silinmeye yüz tutmuş tekerlek izlerini, artık kullanılmayan, yine de rüzgârda garip bir çırpınma sesi çıkaran şemsiyeleri, birkaç kırık plastik sandalyeyi ve etrafa saçılmış cam kırıklarını üşütmeye başlamıştı.  Yaz bitiyordu.  Birkaç yıl öncesine kadar bereketli ve şefkatli sularıyla insan, balık ve böceklerin akınına uğrayan göl, kuruyordu.  Tıpası çekilmişçesine hızla kuruyordu hem de.  Kıyıda, gölden artakalanla toprağın birleştiği yerlerde yosunlar, çamurla karışık çürük bir kokuyla, yeşil sümüksü bir bulamaç halinde birikmişti.  Boyaları dökülmüş, küreklerinden biri kayıp, balçığa saplanmış bir kayığın göle değen kavisli ucundan çatırtılar duyuluyordu.
Cırcır böcekleri sustuktan, kurbağaların bağırtıları kesildikten ve kasabaya giden son otobüsün motor sesi uzaklaştıktan sonra, kıyıdaki iki karaltının nefes alışları duyuldu.  Daha iri olan karaltı, kapısı açık unutulmuş, ahşap kulübenin önünde yerde oturuyor, başı ellerinin arasında boğuk sesler çıkartıyor, omuzları sarsılıyor, ıslanan yüzünü daha da dizlerine gömüyordu.
“Gitmek zorunda mısın?”
Ayakta, kollarını kavuşturmuş, ağırlaşmış göle bakıyordu diğer karaltı.  Etekleri esintiyle kıpır kıpır uçuşuyor, saçlarını, omuzlarının hemen üzerinden kıyıya doğru dalgalandırıyordu.
“Defalarca denedik.  Olmuyor.”
“Birlikte kurduk bu kampı.  Şehrin karmaşasından birlikte kaçtık.  Kendi cennetimizi yaratmıştık.”
Kadın sustu. Adam devam etti:
“Hep hayalini kurduğumuz yerdi burası.  Yıldızların altında bir açık hava oteli gibi, doğanın kalbinde ağırlayacaktık gelenleri.  Tabelamızı ellerinle yazmış, martılar boyamıştın kenarına.  Gölde martının işi ne demiştim.  Mavi Göl kampı evimizdi.  İlk yıl gelen aileleri hatırlıyor musun? Ne neşeli insanlardı.”
Karanlık çöktükçe sazlıklar hışırdamaya, yarasalar kör uçuşlarında kanat çırpmaya, kurbağalar daha da inatla bağırmaya başlamıştı.
“Aile olamadık biz,” dedi kadın.
Sesi, kelimeleri, adamın kalbine saplanan sivri oklar fırlatan bir yaydı şimdi.
“Biz birbirimize yeterdik.”
“Tatlı su ile tuzlu su gibiyiz seninle.  Yan yanayken bile karışamıyoruz. Buraya geldiğimizde aile olabiliriz sanmıştım.  Bir çocuğumuz olsaydı… Gülen oynayan çocukları, şezlonglarında fısıldaşan anne babaları, kahkahalar atılan sofraları izlemekten yoruldum.”
“Baba olmayı ben de istedim…”
“Hayır! Yine başlama! İstemediğini ikimiz de biliyoruz. Şehirden, işinden, ailenden, arkadaşlarından, ödenecek faturalardan, sorumluluktan kaçtın hep.  Baba olmak mı?  Sen mi?”
Karanlıkta bir baykuş öttü.
“Göl kurumasaydı her şey yolunda olacaktı.  Hepsi şu sulama kanallarının suçu!  Yeraltı sularını kuruttular! Sivrisineklerle dolu bu bataklıkta kim kalır ki?  Haklısın.  Taşınmalıyız.  Başka bir göl kenarı bulup, kampı tekrar eski günlerine döndürmeliyiz!  Neden düşünemedim bunu!”
Kadın kaskatı omuzlarını gevşetti, kollarını çözdü.
“Tabelayı yeniden boyaman gerekecek.  İstediğin kadar martı çizebilirsin.  Şemsiyeler de tamir edilecek. Minik bir mutfak da yaparız.  Kek filan pişirirsin kampçılar için.  Mavi Kamp Cafe!  Meşrubat da satarız. Elden düşme bir buzdolabı bakmalı.  Jeneratörü de yenilemeli.  Muhasebeye faturaları bırakmış mıydın bugün?”
Kadın eğildi, yerde dertop olmuş bir misina yumağının ucundaki paslanmış olta iğnesini aldı.  Ahşap kapının çürük, yer yer şişmiş gövdesine geçirdi kancayı.
“Evet, olta da kiralarız.  Tekneyi de onarmak gerek.  Küreğin tekini bir türlü bulamıyorum!”
“Aradın mı hiç?”
“Neyi?”
“Küreğin tekini.  Aradın mı hiç?”
Adam kısa bir süre düşündü.
“Yarın arayacaktım. Yarın, ilk işim küreği bulmak!”
“Kürek, yaz başından beri kayıp. Göl de aniden kurumadı. Biliyorduk zamanla kimsenin gelmeyeceğini.”
Ay doğmuştu tepenin ardından. Yarımdı bu gece. Yine de gümüş ışıklar saçıyordu. Karanlıkta, kulübenin içini, girişteki iki küçük valizi, üzerinde kağıtlar, tarihi geçmiş gazeteler, boş şarap şişeleri ve kavun kabuklarının olduğu masayı aydınlatıyordu.
“Ben... Sensiz ne yaparım?”
Kadın, kulübenin kapısını kaparken menteşeler gıcırdadı, birkaç yarasa karaltısı ansızın belirip kayboldu. Üzeri hala dağınık yatağa doğru ilerleyen ayak sesleri duyuldu. Kurbağalar sustu. Sazlıkların dibinden suyılanları geçti. Havada yosun, çamur ve çürük tahta kokusu asılı kaldı kadından geriye.

Sumru Tunçyürek
Bu öykü Yeşim Cimcoz Yazıevi, Füsun Çetinel önderliğindeki öykü uygulama atölyesinde yazılmıştır.










Gümüş İçten


Gümüş İçten 

Yamalı bir bohçaydı, itilmiş
Dolabın en gerisinde.
Zilli halhal, kolçak, alınlık,
Has kakmalı gümüş.

İçten sordu çocuk,
Anneanne bu haç mı?
Yabancı çiçek tarlası işlemeler,
Anlaşılmaz harflerle dolu alfabe,
Cep aynasında kaybolmuş an.

Neşeyle uyanırdık sabahlara.
Çanlar derdi ki, okul zamanı.
Babam tarardı saçlarımızı tel tel,
İşte bu kemik tarakla.
Kuru üzüm doldururdu anam ceplerimize.
Hey çocukluk, karlara bata çıka, bata çıka, bata çıka.
Hiç üşümezdik o zamanlar.
Pekmez doluydu küplerimiz. Sofrada şarabımız. Tulumda peynir.
Elma kurusu, incir, “alüce”.
İşlikte gümüş asalar, kemerler, takunyalar.
İçten ışıldar insan, derdi babamın nasırlı elleri.
Benle Suren’in yüzünü okşarken.

Anneanne, senin gerçek adın ne?
De git, kaldır şu bohçayı geveze çocuk!
Bana seccademle tespihim gerek.

Füsun Çetinel

El Arabası-Filiz Müldür

"Biraz ayakların yere bassın."

Küçük bir kız çocuğu olduğum günlerden beri bana hep aynı şeyi söylerler. Evet, ama ya gerçekler beni mutsuz ediyorsa? Kendi gerçeğimi yaşamak daha iyi değil midir? Hayallerin, düşlerin peşinden gitmek, gerçek olmalarını istemek kime ne zarar verebilir ki? Kim ne derse desin ben her akşam yattığımda kalın yorganlar altında her istediğim şekle bürünürüm. Engeller kalkar, ayrılıklar biter, sevgiler çoğalır, aşklar hararetlenir, yatağım balkabağına dönüşür, bütün kahramanlarım canlanır.

On dört yaşımın Edirne’si. Karne hediyesi olarak amcamlarda kalabileceğim koca bir yaz tatilim var. Ailemden ayrı olmaksa benim için asla bir üzüntü nedeni değil. Çünkü kuzenim Sevinç en iyi dostum. Onunla köyde bir yaz geçirmek beni çok mutlu ediyor. Ne tuhaf! Birinin cenneti olan yer bir başkasının cehennemi olabiliyor. Annesini üç yaşında trafik kazasında kaybeden Sevinç filmlerde görüp “ yok canım bu kadar da olmaz “ dedirtecek bir üvey anneye sahipti. Evin bütün işlerinden ve mutfaktan sorumlu olmasına rağmen işlerimizi erkenden bitirir sokağa atardık kendimizi. Çocuk olmamız mıdır acaba anılarımızda yaşadığımız yerleri güzel yapan?

Diğer kuzenlerle buluşmak, erik toplamak, tarlaya karpuza gitmek, saklambaç oynamak en büyük eğlencelerimiz. Bir de düğünler var tabi. Köyün bütün gençleri için çok önemli bu düğünler. Kızların ve oğlanların avlunun karşılıklı iki tarafına geçip birbirleriyle bakıştıkları, küçük çocuklarla birbirlerine mektup yolladıkları, ilerleyen saatlerde alkolün de etkisiyle karşılıklı oynaşmaların başladığı sosyalleşme yeri. İşte bu basit hayatta her şey çok güzeldi.

Amcamların evi yokuşun başında büyük bir bahçenin içindeydi. Kendimize, çok eğlendiğimiz, yeni bir oyun bulmuştuk. Yokuşun başına çıkıyor, eşya taşımak için kullanılan el arabasının içine birimiz oturuyor, diğerimiz arabayı hızla yokuştan aşağı sürüyorduk. Zar zor çıktığımız yokuşun başından öyle bir hızla bırakıyorduk ki kendimizi içimdeki o uçma hissiyle yokuştan aşağı inerken göklere yükselip bulutlara değeceğimi zannediyordum.

Yine öyle son hızla, Sevinç’i aşağı iterken sokağın köşesinde amcamın oğlunu gördüm. Uzun boylu, daha önce hiç görmediğim biriyle konuşuyor. Bir an onlara çarpacağım korkusuyla el arabasını ters yöne çevirmeye çalışırken ikimiz birden yere düştük. Sevinç kahkahalarla yerde debelenirken ben ayağa kalkmaya çalışıyordum. Üstümü başımı düzeltirken Hüsnü abim, “İşte bu da bizim küçük yeğen. İstanbul’dan geldi,” diyordu. Yanaklarım kızardı, ellerimi ne yapacağımı bilemeyip önüme baktım. Çok yakışıklı biri bu. Yirmi beşlerinde olmalı. Alnına düşen açık kahve saçları, sert mi yumuşak mı içten mi şeytansı mı olduğunu anlamadığım o lacivert gözleriyle karşılaştığımda, o uçma hissini, salıncağa bindiğim zaman hissettiğim o iç çekilmesini duyuyorum yine. Belki de bilmeden daha sonra hep o hissi aradım, filmlerde, şarkılarda, sevgilerde...

Abime dönüp alaycı bir tavırla, “kızımız biraz yaramaz galiba,” diyor. Sinirleniyorum. Eve girerken abime, “manyak mıdır nedir bu çocuk, “ diyorum. “Kemal mi? Yok iyi çocuktur kızlar bayılır ona,” diyor.
Yemeğimi yiyip erkenden yatmaya gidiyorum. O gece karanlıkta, koca yastıkların altında günün birinde onun karşısına çıkacağımı, güzelliğimden dilinin tutulacağını, bana âşık olduktan sonra da o günkü yaramaz kızın ben olduğumu söylediğimde yüzünün aldığı şekli hayal edip duruyorum. O sırada bilmiyorum ama yıllar sonra o geceyi hiç umulmadık bir şekilde tekrar hatırlayacağım.

Kırk yaşımın İstanbul’u. Küçük şık mağazalarla, pahalı kafelerin olduğu geniş bir caddedeyim. Dar girişli bir apartmanın dördüncü katına çıkıyorum. Arka caddeye bakan camın önündeki yeşil renkli josephin koltuğa oturmamı söylüyor güzel gözlü kadın.
“Derin ve uzun nefes alıp veriniz.”
 “Arkanıza yaslanıp gözlerinizi kapatınız.”
“Aldığınız her nefeste vücudunuzun doğal ritimleri ve gelişen rahatlama duygusunu daha çok hissedeceksiniz. “
“Ayaklarınızdan başlayarak teker teker bütün kaslarınız gevşeyecek. “
“Şimdi size daha huzurlu bir ortam yaratacağız.”
“Sıkıntılı olduğunuzda gitmek istediğiniz, güvenli, mutlu olduğunuzu hissettiğiniz ve en çok olmak istediğiniz yeri bulup oraya gitmenizi istiyorum.”
“Ben söylediğim zaman beşten geriye sayacağız. “
“İneceğimiz her basamakta daha huzura, daha derine ineceğiz.”

Beş- Nice’de tren garındayım. Beni Monaco’ya götürecek hızlı treni bekliyorum. İdrar kokusunun arkasında iki çipil göz. Korkuyorum. Çantamı kucağıma alıp sıkıca sarılıyorum.

Dört-Arka camında güllerle adımızın baş harflerinin yazıldığı gri spor bir arabanın içindeyim. Danteller, çiçekler, duvak… yanımda  siyah takım elbiseli, papyonlu yüzü tanıdık gelen bir adam oturuyor. Hafızamı zorluyorum.

Üç derine- İşte annemin sesini duyuyorum, bizi çaya çağırıyor. Elmalı kurabiye ve pişinin kokusu buraya kadar geliyor.

İki- daha derine.

Bir şimdi en derine- Koca yorganı başıma çekiyorum. Yokuştan hızla inerken hissettiğim içimdeki o çekilmeyi, heyecanı bastıramıyorum. El arabası gidiyor, gidiyor, hızlandıkça hızlanıyor. Evin kırmızı kiremitlerinin üstünden, erik yüklü dalların arasından, elektrik direğinin üzerine yuva yapmış leyleğe selam verip mavi gökyüzüne, top top bulutların üzerine çıkartıyor beni. Lacivert iki göz derinden, alaycı küçük bir kız çocuğuna bakıyor.

Huzurluyum. Derindeyim. Büyümek istemeyen küçük bir kız çocuğuyum ben.

Filiz Müldür
Bu öykü Yeşim Cimcoz Yazıevi, Füsun Çetinel önderliğindeki öykü uygulama atölyesinde yazılmıştır.

Heybeliada'da Öykü Günü

2015 Dünya Öykü Günü 

Heybeliada Ruhban Okulunun giriş katında bizleri "Semih Poroy'un Çizgilerinde Öykücülerimiz" sergisi karşıladı. Karikatürist Poroy'un edebiyatçı portrelerinden oluşan sergisinde kimler yoktu ki. Oğuz Atay, Tomris Uyar, Sait Faik, Aziz Nesin, Selim İleri ve daha niceleri.

Ayrıca Murathan Mungan’ın Kibrit Çöpleri kitabından “Gaz, Ruj” öyküsünü adalı oyuncu Ayça Damgacı seslendirdi.

Heybeliada Kütüphane Girişiminin de destek verdiği Dünya Öykü Günü etkinliğinde, geçmişte adalarda yaşamış ya da ada temalı eserler vermiş yazarlar anıldı, eserleri üzerinde konuşmalar yapıldı.Katılımın bu kadar yoğun olacağını kimse beklemiyordu doğrusu. Adanın şirin yollarında kedilerin, manzaranın, evlerin fotoğraflarını çekerken hep tanıdık simalara rastlamanın mutluluğunu yaşadık. Nemika Tuğcu, Sezer Ateş Ayvaz, Leyla Ruhan Okyay, Nursel Duruel, Yasemin Yıldırım, Adil İzci, Birsen Ferahlı konuşma yapmak üzere adaya gelmişti.

Sunumunu Ayşe Sarısayın ve Serenad Demirhan’ın üslendiği bu etkinlikte Sait Faik, Hüseyin Rahmi Gürpınar, Zeyyat Selimoğlu, Nezihe Meriç, Melisa Gürpınar anılarak, edebiyatımızdan örneklerle, Füruzan ve Selim İleri’nin öykülerinde ada kavramı konuşuldu.

Ayşe Sarısayın
Dünya Öykü Gününün fikir babası yazar ve öykücü arkadaşımız Uluslararası Öykü Günleri Derneği başkanı Özcan Karabulut. Özcan, Adnan Özer’le birlikte 1996 yılında çıkarmaya başladığı Düşler Öyküler dergisiyle bu yola giriyor ve 1997’de Ankara öykü günlerinin öncülüğünü yapıyor. İzleyen yıllarda bu öykü günleri başka şehirlere de taşınıyor. Ve bu etkinlik pek çok kentteki kültür, sanat ve edebiyat ortamını canlandırmak için önemli katkılarda bulunuyor. 14 şubatın öykü günü olarak kutlanması da 2002’de gerçekleşiyor. Yazar, öykü ve okur üçlüsü arasında oluşturulan sevgi ve dostluk ortamının dünya sevgi ve sevgililer günü gibi bir günle uyumlu olduğu düşünülüyor. Kasım 2003’de 69. uncu Uluslararası Pen Dünya Kongresinde onaylanıyor. Özcan Karabulut bir konuşmasında bu projeye ilişkin şöyle demiş. “Biz yazarlar, yazar örgütleri tüm dünyada birbirimizle dil, din, ırk, kültür ve cinsiyet ayırımı yapmadan çok kapsamlı bir edebi ve kültürel işbirliği içinde bulunmamız gerektiğinin bilincindeyiz.”

Dünya öykü günü bildirisi her yıl yazın dünyasına çok emek vermiş farklı bir yazar tarafından kaleme alınıyor ve çeşitli dillere çevrilerek tüm dünyaya dağıtılıyor. Tarık Dursun K, Nezihe Meriç, Selim İleri, Osman Şahin, Firuzan, İnci Aral, Leyla Erbil, Necati Tosuner geçtiğimiz yılların bildirilerini yazan ustalarımız. Bu yılın bildirisini ise öykülerinin yanı sıra romanları, şiirleri, oyunları, denemeleri, eleştirel yazılarıyla tanıdığımız Murathan Mungan.

En kısa hikâye parçasına an denir
Murathan Mungan An adlı öyküsünde şöyle diyor. En kısa hikâye parçasına an denir. Bazı anlar bütün yaşamımızı belirler. Bütün yaşamımız dediğim de o birkaç ana bakar aslında. Bu yüzden de yıllar sonra en çok hatırladığımız anlardır, gerisi bulanıktır. Geçmişi anlar berraklaştırır. Niye hikâye yazıyorum sanıyorsun?


Birsen Ferahlı
Ada aynı zamanda Virginia Woolf’daki gibi bir deniz feneri ve bugün bu soğukta bu sevgililer gününde bu kalabalık elbette ki rastlantısal değil. Yalnız öykü için değil bu kalabalık kendi insani değerlerimizin, kendi iç cevherimizi tehdit eden düzen değişiminin bir yansıması. Artık bir arada durmak nefes almak için gerekiyor. Akşit Göktürk’ün edebiyatta ada diye bir kitabı var, orada ada ve edebiyat ilişkisini çok güzel ortaya koymuş. İlk çağlardan beri ada ne anlama geliyor. İlk önce bir sürgün yeriymiş, sonra bir keşif yeri sonra bir ütopya yeri olmuş 1516’dan itibaren. Bizim padişahımız 1516’da İran yollarında kılıç sallarken Thomas Mann Ütopya’yı yazıyormuş. Denizaşırı ülkelerin keşfiyle birlikte denizciler adalara çıkmışlar bakmışlar ki oradaki insanlar son derece mutlu yaşıyorlar. Üstelik Avrupa’daki gibi aç değil insanlar. Veba, hastalık falan da yok. Biz de böyle yaşayalım demişler. Onun yüzünden ütopya çıkıyor ortaya. Daha sonra Robinson Crusoe meselesi var hepimizin bildiği. Ve bir Robinsonat edebiyat kavramı geliyor. Issız adaya düşüp orada hayat kuranlar edebiyatı. Şu an dünyanın ayak basılmadık pek bir yeri kalmadığı için 19. uncu yüzyıldan sonra ve 20. inci yüzyılda artık bu ada kavramı izole olmak için uzaya dönüşüyor. Uzayda ada. Kolonileşme gündeme geliyor. Bizim edebiyatımızda ise Edebiyatı Cedide ile adalar edebiyata giriyorlar. İstanbul dışında yaşayanlar adaları hep bu romanlardan bu öykülerden biraz da efsanevi gizli tekinsiz algılar oluşturuyor.

Firuzan’ın, Günübirlik Adada adlı muhteşem bir öyküsü var. Adaya yatılı hizmetli olarak verilen kızın babası bir gün adaya bir vapurla gelir. Kızın maaşını alacak ve gidecektir çünkü işten çıkartılmıştır. Kız babayı uğurlarken derki, “Baba burada güzel bir gün geçirdin güzel şeyleri gördün şimdi gidiyorsun. Günü birlik adayı yaşadın ama ne değişecek? Senin döneceğin yer yine bizim kendi mahallemiz.” Böylelikle 1972 yılında yazılmış bu öyküde Firuzan incecik sözcükleri, müthiş betimlemeleri ile keskin bir sınıf farkını ortaya koyar. Çünkü gerçekten bizim adalarımızda, Prens adalarında bu uçurum vardır. Sait Faik balıkçıları, bu hayatla bu düzenle hiçbir işi ilişkisi olmayanları ve bütün varlık gücünü bu umursamamaktan alanları da, düzenin tamamen kazananları da ayrı bir uçtadır. Firuzan’ın öyküsünde ve diğer edebiyat yapıtlarında olduğu gibi.

Ada adeta bir sahne 
Müzelerde sık sık sık ünlü ressamların eserlerini görürsünüz, artık giderek sıradanlaşır. Şehirde öyle ama adada her şey tekil. Adanın kendine özgü zamanında daha görünür oluyor her şey. Adanın duran zamanı var. Karşıda kesintisiz akan şehir zamanına karşıdan bakıyorsunuz, adanın zamanı var, bir de kendi iç zamanınız var.  20. inci yüzyılda iç dünyaya bilinçakışıyla yöneldi edebiyat ve şimdi neredeyse içimiz de dışımıza çıktı. Bugün belki içimizi tekrar oluşturmak ve tekrar korumak için buradayız. Selim İleri’nin, Fotoğrafı Sana Gönderiyorum isimli kitabında en az üç öyküsünde inanılmaz ada tanımlamaları vardır, adaya vapurla geliş, adadan vapurla dönüş. Okuyarak oluşturduk adayı dedik. Tanpınar, Huzur, Mümtaz, Nuran, adadaki sahneler, Eylül, Mehmet Rauf, verem edebiyatı, sanatoryumlar, bütün Anadolu’nun gidip mendilleri çürütene kadar ağladığı Hıçkırık filmi, Kerime Nadir bunların hepsini anmamız lazım. Çünkü ada insanları oluşturduğu kadar insanlar da adayı oluşturuyor. Kimi gün kendi kendimizi tutsak ediyoruz, kimi gün özgürlüğümüz için kaçıyoruz, tutsaklık ve özgürlük arasında gidip geliyoruz. Çünkü Dostoyevsky demiş ki “ Özgürlük bir insanın dokunamayacağı kadar sıcak bir alevdir. Eline aldığın ilk anda onu başka bir insana, bir ideolojiye, bir dine vermek istersin. İşte bizler de bunun için adadayız.

Ne yazık ki Dünya Öykü Günü yeni bir kadın cinayetinin, üniversite öğrencisi Özgecan Aslan’ın vahşice öldürülmesinin gölgesinde kutlandı. Özgecan Aslan cinayetine duyulan tepkiler, dile getirilemeyen acılar, Sezer Ateş Ayvaz’ın sözlerinde somutlaştı.

“Her şeye rağmen insanlık için, insan için ve insan olmak için edebiyat!”

Füsun Çetinel

Tezcanlı Hayalet Avcıları

Müge İplikçi Söyleşisi

Yağmurlu bir akşamda Gergedan Kitapevinde Fuat Sevimay ve Özlem Kiper moderatörlüğündeki Öykü Akşamlarına katıldım.  Müge İplikçi’yle, Tezcanlı Hayalet Avcıları üzerine samimi bir söyleşi gerçekleşti. Özlem Kiper güzel sesiyle kitaptan öyküler okudu bizlere.

F.S: Tezcanlı Hayalet Avcıları’nı dördüncü ya da beşinci kez okudum. Bende kalanlar şöyle. Hayatımızda geçmişten, bazen bir ilk gençlikten, bazen de Hırvatistan’daki kıyıdan hatta bu anımızdan ama yavaş yavaş geçmiş olacak yaşadığımız şeylerden kalan  birtakım hayaletler var ve bunlar bizim peşimizi bırakmıyor. 

Yaşlandıkça geçmişe olan bağlılık, yaşlanmaktan çok mutluyum o ayrı bir şey de, artıyor. Geçenlerde bir arkadaşım, “ne kadar yaşlandım yaşlandım diyorsun, nedir bu halin” dedi. Evet, bir saplantı galiba bu bir yandan. Bizim gibi ülkelerde yaşayan insanların elinden sürekli kaçırılmış olan o gençliğe yönelik aslında bir isyan da. Çabucak büyütülüp çabucak yaşlandırıldığımız böylesi ülkelerde geçmişle kurduğumuz ilişkiler de bana biraz tuhaf geliyor. Hayaletleri bile tuhaf. Ve muzip hayaletler. Bu kitabı biraz o yüzden yazdım. Bir sürü muzip hayaletim var, muzip hayalim olduğu gibi. Muzip derken, yüzüne bakıp hüngür hüngür olduğum hayaletler bunlar. Hem arabesk hem yüzü batıya dönük. Böyle böyle ölüp gideceğiz ama bir daha dünyaya gelsen ve neresi, deseler ben yine burası derim. Burada çok acayip bir güç silsilesi var. Bu güç yazdırıyor insana. Çok iyi öykülerimiz, çok iyi kurgularımız var. İnsanlarımız da iyi fakat bir şey tıkanmış durumda. O tıkanıklığı gençler açacak onu biliyorum. Biz görebilecek miyiz onu bilemem. Hırvatistan’da gördüğüm de buna benzer bir şeydi. Bu öyküyü yazmamın nedeni de o. Hırvatlar bize çok benziyorlar. Çok neşeli insanlar ama bir anda hüzünlenebiliyorlar. Duygusal insanlar ve bir yandan küfür kıyamet ortaya dökülebiliyor. Bahçesindeki kedisini göğsüne bastırabiliyor ama komşusunu öldürebiliyor. O kıyı bana çok iyi geldi, çocukluğumun kıyısıydı sanki. Mavi bayraklı bir kıyısı vardır Split’in, o kıyıya her indiğimde dedemi görüyordum, anneannemi görüyordum. Öyküde derim ki “ışık hepsini yutuyordu”. Aslında orada bir metafor var. Onu da bir okurum buldu. Işığın her şeyi yutması, ölüme bir gönderme var orada. Ürkütücü değil ama. Karanlık da ürkütücü değil baktığınız zaman. Sadece nerede durduğunuza bağlı.

Split’de küçük bir topla bir oyun oynuyorlar. Yaz kış, çoluk çocuk. Denizde karada. Maksat topu yere düşürmemek. Yaşamın öyküsü de böyle bir şey yere düşmeden yakalayıp başka birine pas atmak onu. Öğretmenlik gibi yazarlık gibi, burada o topun öyküsü sizlere ulaşabildiyse ne ala. Yere düşmeden yakalandı demektir.

F.S: Bize ulaştığını söylemeye gerek yok. Zaten o kırmızı top son öyküde de zıplamaya devam ediyor değil mi? Ölümden korkmaya gerek olmadığını söylüyor, değil mi öyküler?

Evet, hepimiz o kırık gençliğin içerisinden geçiyoruz kaç yaşında olursak olalım. Hepimizin fezaya çevrili gözleri vardır yaşamın bir döneminde ama hepimiz de öyküdeki gibi Astronot Niyazi olmaya mahkûm öleceğiz. Ama boş verin canımız sağ olsun. Öykü zaten, sonunda bütün düşlerin bir Astronot Niyazi metaforuna dönüşmesi üzerine.

Ö.K: Öykülere baktığımızda hepsi şimdiki zamanda başlıyor. Kahramanlar anı yaşarlarken bir anda bir şey oluyor, geçmişe dönüyorlar. Geçmişte karşılaştıkları insanlar, belki kendileri, belki olaylar, geçmişe götürüyor onları ve şimdiyi yaşayamaz hale geliyor kahramanlar. 

Aslında şimdisi yok öykülerin. Ve kahramanlar geçmişi şimdiki zaman olarak yaşıyorlar toplum olarak. Alttan alta bir eleştiri var. Neden hep geçmişi şimdi diye yaşıyoruz, sorusu. Hâlbuki şimdiki zamanı yaşamalıyız. Şimdiki zamanı yaşarsak bir şeyler olacak. O hayalet halimizle şimdiki zamanın gölgeleri olarak yaşamak daha cazip geliyor bize.

F.S: Çok farklı coğrafyalarda geçen öyküler var bu kitapta. Göç öyküleri var. Dediğiniz gibi, on yılda yirmi yılda bir yerlerimize kazınan hayaletlerden çok da kolay kurtulmak bu coğrafyada mümkün değil ama “asla kurtulamayız biz” mesajı da yok. Umutsuz, karamsar değil öyküleriniz.

Beni burada tanıyanlarınız var, karamsar biri değilim. Her zaman bir umut vardır. Korkunun karşısındaki en güzel duygu da umuttur esasında.  Onu elimizden almaya çalışıyorlar ki tümden ödlek olalım. Hikâye bu.

F.S: Biz bu akşam Tez Canlı Hayalet Avcıları ve öyküleri konuşuyoruz ama çoğunuz biliyordur Müge İplikçi yalnızca öykü yazmıyor. Roman, çocuk kitapları, köşe yazıları, tamamen bir edebiyatçıyla beraberiz.  Yalancı Şahit’de, kasvet demek doğru değil ama daha ağır, hüzünlendiren bir dil var. Veya Civan’da anlatılan hikâyenin dili. O metinlerle karşılaştırdığımızda, Tezcanlı Hayalet Avcıları mutlu, eğlenceli. 

Sürekli ciddi kalınarak ciddi olunabileceğine inanmıyorum. Eğlencenin ciddiyetine varıldığında, tıpkı oyunun ciddiyetine varıldığı gibi, dünyayı değiştirebilecek temel saç ayaklarından biri olduğuna inanıyorum eğlencenin. Ben bir çocuk kitabında da bunu söyledim. Neşeyle yolların kat edilebileceği hiç aklınıza gelir miydi?  Neşe olduğu zaman kahıra göre daha güzel zamanlar geçirerek gidebiliriz başka yerlere, başka kıyılara diyorum. Hep böyleydim ben. Hüzünlü bir insanım ama neşe her zaman cebimdedir. Bu toplumu da çok sevmemin nedeni o. Neşeli bir toplumuz.

Ö.K: Ortak temada hatıralar var, hayaller var, hayaletlerimiz var. Öykülerin bir kaç tanesi çıktı sonrası daha kurgusal mı gitti? Kendiliğinden mi çıktı bu kadar öykü, nasıl oldu?

Civan’ı yazarken, karanlık bir romandır o, yazdım bu öyküleri. Okuyanlara geçmiş olsun. Şimdi de bir kitapla uğraşıyorum ve bir yandan da öykü yazıyorum. Bu bir ferahlama alanı. Burada karanlık bir şeyle uğraşıyorum ama diğer tarafta da yumuşak bir şey yapıyorum. Mesela Kaf Dağı’yla da Açelyalar’ı yazmıştım eşzamanlı olarak. İnsanı rahatlatıyor böyle yazmak.

Ö.K: Genelde böyle yapılmasın diye tavsiye ederler ama?

Doktor ne dediyse tersine yapıyorum ben. Edebiyat o kadar hayatımdaki, tıpkı sizler gibi, her zaman elimin altında okuyacak bir şeyler var. Her şey her an yazılabilir, benim için sorun yok. Kendinizi kısıtlamayın. Yazmak bir delilik belki ama normal nedir ki zaten?

Füsun Çetinel

Çocuklara Yazmak

İyi Çocuk Kitapları 

Sevgili dostumuz Jale Sancak Galapera’da yine çok güzel bir söyleşiye ev sahipliği yaptı. Bu kez Mehmet Fırat Pürselim’le birlikteydik. Söyleşinin ilk bölümü Türkiye’de ve dünyada çocuk kitapları üzerineydi.

J.S: Aya Yayınlarından çıkmış, Flamingo Çocuk isimli bir kitabınız var. Çocuk kitabı yazmak nereden aklınıza geldi?

Kafamda bir şeyler vardı aslında. Kızım var benim şu an on yaşında ama çocuk kitabı yazdığım zaman daha küçüktü üç dört yaşlarındaydı. Sürekli masallar anlatıyorum ben ona, okuduğum masalları seviyor, doğal olarak tekrar ediyoruz. Bir süre sonra sıkılıyor yeni masallar istiyor ama benim uydurduklarımı daha fazla seviyor. Devamlı masal uyduruyorum. Böyle böyle ilerledi olay.  Bir taraftan kızım doğa sevgisi, hayvan sevgisi edinsin istiyorum. Kızımla birlikte büyüyen, çıkan bir şey oldu çocuk kitabı. Tabi yalnızca ona anlattığım şeyler değil de, daha ne 'yapabilirim'i düşündüm. Hem doğayı sevsin, hem hayvanları sevsin çocuklar diye düşündüm. Bayağı da araştırdım flamingoların hayatlarını. Nasıl bağırırlar, nasıl yerler, nasıl içerler.

Çocuklarımıza yalnızca bilgi veren kitapları sevmiyorum ben. Öyle kitaplar da okuyorum. Yazar araştırmış, bütün bilgileri ardı ardına sıralıyor. Çocuk sıkılıyor tabi. Öğretici olsun ama parmak sallamasın kitaplar. Çocuk fark etmeden içinden o tür bilgileri alsın. Bu kitabın devamı da gelecekti ama zaman bulamadım. Yunuslar ve foklarla ilgili düşünüyordum. Hatta Foça’da geçecekti olay. Zaten Foça fok anlamına geliyor. Bunların hepsini kullanacağım, yunus parklarının kapatılmasının teşviki de olsun istiyordum içinde. Belki bir gün tamamlarım.

J.S: Büyüklere mi yazmak daha zor çocuklara mı? Yazarken bu konuda zorlandığın bir şey oldu mu?

Bana her hangi biri daha zor veya kolay gelmiyor. Çocuk kitabında biraz daha inceltiyorsunuz gerçekleri. Şu an elimde gençler içi hazırlanmış bir korku öyküleri dosyam var. Cinselliği, içkiyi sigarayı belli ölçüde kaldırıyorsunuz. Bir nevi sansür uyguluyorsunuz. Daha dikkatli oluyorsunuz. Belki daha kısa cümleler kuruyorsunuz ama daha zor veya daha kolay yazmak diyemem. Araştırma, defalarca okuma ikisinde de yapıyorum zaten.

J.S: Emanetimdeki Hayatlar’a baktığımızda burada rahatlıkla acıyı ve bütün üzücü, korkunç olayları kendimize sınır çizmeden anlatabiliyoruz. Çocuklara geldiğimizde neler oluyor? Dünya tozpembe bir yer değil ama biraz daha usturuplu anlatmamız gerekiyor, böyle de bir ayırım var galiba? Çocuklar için çok moral kırıcı olmamak mı gerekiyor? Çocuk kitapları yazarı Leyla Ruhan Okyay ile konuşuyordum. Çünkü ile başlayan cümleleri çocuklar sevmezmiş. Editörü öyle söylemiş. Neden anlayamadım ben. Bu anlamda da moralleri bozulmasın diye böyle yasaklar koyuyor mu yazar kendisine?

Türk toplumu olarak çocuklara ne kadar korumacıysak, çocuk kitaplarına karşı da o kadar korumacıyız. Hatta fazlasıyla korumacıyız. Yabancı yazarlar muhteşem yazıyorlar. Günışığı Kitaplığı’ndan çıkmış Laura S. Matthews’un Balık isimli kitabı var. İngiliz bir çocuğun balığıyla birlikte hayatta kalmak için verdiği yaşam mücadelesi. Ölüm var, kanlı sahneler var. Gerillalar var. Doğrudan verilmese bile ciddi bir iç savaş anlatımı var kitapta.

Ya da korku temasında olduğu gibi. Irene Adler’in Doğan Egmont’tan çıkan kitabı Sherlock, Lüpen ve Ben. Çocuklara korkuyu biraz daha seyrelterek anlatıyor ama cinayet yine var. Çocukların merak duygularına bir şekilde gem vurmuyor yabancı yazarlar.

“Anneciğim babacığım nasılsınız, ne yapıyorsunuz,” diye konuşmuyor çocuklar onların kitaplarında. Neyse o, herkes ne konuşuyorsa o. Kalıp, klişe, samimi olmayan gerçeklikten uzak şeyler bu tür diyaloglar. Hiçbir çocuk “anneciğim babacığım” demiyor.

J.S: Füsun, siz ne düşünüyorsunuz çocuk kitapları yazma konusunda?

F.Ç: Ben çocuk kitabı yazacağım diye oturmuyorum masa başına. İçimden ne geliyorsa onu yazıyorum. Sonra yayınevleri karar veriyor bu çocuk kitabı olabilir, uygundur diye. Biraz da kelimeleri yuvarlıyorum tabi. “Masum sansür” diyebiliriz belki de. Bence iyi çocuk kitapları çocuklar için yazılmaz. Benim arzuladığım hem çocukların hem de büyüklerin okuyabildiği kitaplar. Ve aslında iyi edebiyat bunlardadır.

J.S: Çocuklara yazabilmek için neler yapıyorsunuz Fırat?

Çocuk kitabı yazdıktan sonra Uzman TV’den teklif geldi. Çocuk kitaplarıyla ilgili programlar yaptık, sonra masallar yaptık. Çok çalıştım son zamanlarda. Biraz daha bilimsel baktım olaya. Çocuk edebiyatı nedir, ne değildir üzerine düşündüm. Biraz daha işin mantığıyla bakmaya çalıştım olaya.

J.S: Bizim çocuklarımız gazete okumuyor. Televizyonda, sokakta olanlar konuşulanlar sürekli kan, kin, cinayet, baskı, şiddet. Zaten çocuklar bunların ortasında, bizim çocuklar bunlarla yoğruluyor. Kimi evlerde uygulanan şiddet var bir de üstüne üstlük. O zaman kitapta niye anlatılmasın. Bütün bunlar niye yazılmasın, niye konuşulmasın anlamıyoruz gerçekten. 

Bu söyleşinin devamını başka bir başlıkla sizlerle  paylaşacağım. Galapera söyleşilerini kaçırmamanızı şiddetle öneririm.

Füsun Çetinel

Karakter Çalışması

Marcel Proust'tan Sorular

Marcel Proust'un kendi karakterleri için hazırladığı bu çalışmayı, sevgili Yeşim Cimcoz yıllar öncesinde birlikte katıldığımız bir interaktif roman projesinde bana yaptırmıştı. Unutmuşum bile, sağ olsun bulup çıkarmış bir yerlerden.

Bu soruları siz de roman veya öykü yazarken kendi karakterinize sorup onu ete kemiğe büründürebilir, karton karakter olmaktan kurtarabilirsiniz. Hatta sadece bu çalışmayla hikayenizi bile ortaya çıkarmış olursunuz.

Nasıl mı? 

Karakter sanki karşınızdaymış, mutfak masanızda sizinle oturmuş gibi düşünün, sonra da sorularınızı sıralayın.

İşte benim karakterim…

Sizce insanın yaşayabileceği en derin sefalet nedir? 

Gözleri çıkasıca kocam beni kırk günlük bebe ile kıçımın üstünde öylece bırakıp, Almanya'ya gittiğinde,hiç bilemedim. Gelir bizi alır mutlaka yanına, o güzel rahat hayata dedim. Nerdee.Orada Alman karının teki benim aslan gibi kocaya hemen taktı kancayı tabii. Sonra gelsin sefalet, kayınbiraderin insafına kaldım, onun bodrumuna sığındım burada. Sefaleti o zaman yaşadım. Zırıl zırıl aç bir bebe, bende ne olacağım korkusu. Ot yok ocak yok.

Nerede yaşamak isterdiniz?

 Almanya'da kocamın yanında, hakkım olan yerde tabii.

Dünyevi mutluluk sizce nedir? 

Sabah istediğin saatte kalkarsın, açarsın camını, sardunyaların önünde,ohh elinde demli bir bardak çay,sokağa dalar gidersin. Ne trafik ne para derdi, gönlünün dilediği gibi yersin günü.

En çok hangi yanlışlar sizin kafanıza takılır? 

Elin karısına kızına tebelleş olmak,aldatmalar falan, bir de pis insanları hiç sevmem. Yani temizlik imandan gelir işte. Haa bir de evde hayvan beslemek hiç bana göre değil, ama kadere bak her gittiğim evde  bir mahluk oldu hep.

Roman kahramanları arasında en çok kimi seversiniz? 

Benim hayatım roman zaten, en baş kahraman da benim, ablacım.

Tarihte en çok sizi kimler etkilemiştir? 

Atatürk çok mert adammış, bir de Zeki Müren'in üstüne kimseyi tanımam.

Gerçek yaşamda kadın kahramanlarınız kimlerdir? 

Türkan Saylan'ı çalıştığım yerlerden duyuyorum, kızları köylerden bulup okutuyormuş hep. Helal olsun kadına. Bir de bana okuma yazma öğreten Çayhan öğretmen var, o benim gerçek kahramanım. Elimden tuttu bildiği şeyleri öğretti hep, kafamın aldığı kadarıyla.

Kitaplarda en sevdiğiniz kadın kahramanlar kimdir?

 Kitapları bizim kız hatmeder, bana anlatır bazen. Dinler gibi yaparım kırılmasın diye, pek bir şey aklımda kalmaz. Vakit yok anam.Aklımda hep benim gözleri önüne akasıca koca ve fingirdeşi o Alman karı var tabii.

En sevdiğiniz ressam?

Bilemem hiç,ablacım benim. Ama temizliğe gittiğim çatlak bi ressam karı var. Resminden pek bir şey anlamam. At yapar, takmış kafayı atlara, bir de tövbe çıplak karılar yapar.  Ayıp yerleri hep ortada.

En sevdiğiniz müzisyen?

En birincisi Zeki Müren. Ne ses var . Hisli okur her şarkısını.

Bir erkekte en değer verdiğiniz özellik?

 Anlayış, mertlik, doğru söz. Bir de pis kokan adamlardan hiç haz etmem.

Bir kadında en değer verdiğiniz özellik? 

Temiz olacak, güzel yemek yapacak,evini, ailesini bilecek, şimdilerde okuyacak meslek sahibi olacak.

En sevdiğiniz değer nedir? 

Doğru söz.

En sevdiğiniz meslek? 

Öğretmenlik anacım, bak öğretmensiz kalırsan benim gibi, ortada cahil bir başına dağ adamı gibi dolanırsın. Ne yol gösteren olur sana, ne akıl veren. Çayhan öğretmen olmayaydı hepten yitip gitmiştim ben bu kargaşanın ortasında.

Ne olmuş olmayı isterdiniz?

Öğretmen olmayı, bir de Almanya'ya çalışmaya gitmeyi isterdim. Benim adamı bulup hıncımı almak isterdim. O karıyı boğmak isterdim.

En önemli özelliğiniz nedir? 

Çok tezimdir. Yavaşlığı hiç sevmem. E  meslekten ötürü çok da temiz ve titizimdir, haliylen.

Arkadaşlarınızda aradığınız en önemli özellik nedir? 

Arkadaşa, dedikoduya, fan fino pek vakit kalmaz ablacım. Ama komşular var tabii. Sağolsunlar yanda Nezaket abla var. Her derde devası vardır sağolsun. Bir de içten dinler insanı, öyle kafadan hı hı demez hiç.

En büyük kusurunuz nedir? 

Fil gibidir hafızam, kötülükleri unutamam hiç, unutmak isterim yapamam işte. Olmuyor, elde değil.

Mutluluk hayaliniz nedir? 

Dedim ya biraz önce, duvara mı konuşuyorum ben. Sardunya dedim, demli çay dedim, pencere kenarı dedim. Ohoo, sen benden betersin be, abla.

En büyük kaybınız ne olabilirdi? 

Allah etmesin, pırlanta gibi güzeller güzeli bir kızım var. Her şey onun için. Gerisi boş. Kıymetini bilemedi babası. Gözü kör olsun.

En sevdiğiniz renk? 

Yeşil,çayırı çimeni hatırlatır. Köyümü hatırlatır. Anamgilleri hatırlarım. Ühüüüü.

En sevdiğiniz çiçek?

 Sardunya,daldan kırarım, batırırım toprağa, iki güne şıp diye tutar. Hiç bir çiçek dayanamaz bana.

En sevdiğiniz kuş? 

Kargalara bayılırım, kimse sevmez ama o da bir Allahın kulu işte. Bilmiş bilmiş bakarlar. Bunların konuşanı bile varmış. Parlak şeyleri severlermiş, kaçırıp yuvalarına götürürlermiş hep. Taşlığa ekmek ufalarım hep gelir yerler. Elif'imin saçları gibi renkleri kuzguni siyah.

En sevdiğiniz isim nedir?

Elif, kuzucuğumun ismi.

En sevmediğiniz şey nedir? 

Pis karılar, pasaklı karılar, onun bunun kocasına göz dikenler, riyakarlar işte anlattıklarım daha önce.

Keşke bende de olsaydı dediğiniz bir doğal yetenek var mı? 

Var, he valla. Şu karga kuşu gibi uçup benim herifin gözlerini oymak isterdim.

Nasıl ölmek istersiniz? 

O ne biçim laf. Allah ağzından alsın. Çok korkarım ölümden, cehennemden falan.

Şu anda ruh haliniz nedir? 

Abla senin sayende içim daraldı,yani ne biçim, ne tuhaf sohbet bu. Günümün içine ettin, kusuruma kalma ama.

Yaşam felsefeniz nedir... tek cümlede ? 

Of bitirdin ablacım beni be. Felsefe falan bilemem. Düşün düşün boktur işin. Ah bir şu beynimi durdurabilsem. Ne rahat olurdum o zaman. Bir çay koyalım yeni demledim, yanında da katmer var, bak evden getirdim parmaklarını yersin valla. Unut bugünlük rejimini falan. Kendimize geliriz. Düşünme sen de artık.

Füsun Çetinel