Aytmatov ile Bir Bayram Sabahı

Kilyos Halk Plajında Bir Bayram Sabahı

Bayramın birinci günü. Sabah erken. Herkeste bir telaş, eş dost ziyareti hazırlığındalar. Sofralar kurulmuş, dolmalar, baklavalar, içli pilavlar hazır beklemekte. Şekerlikler tepeleme doldurulmuş. Temiz pak giyinilmiş. Terlikler kapı önüne dizilmiş. Holdeki çanakta yumurcaklara tepeleme bozuk para biriktirilmiş.

Kimim kimsem yok, ziyaret edecek, gönül koyacak. Bir kuş kadar özgürüm, çantama bir kitap, gözlük ve yaygı, altıma bir mayo, Kilyos sahilinin yolunu tutuyorum. Etrafta in cin yok. Birkaç  Rus ve Amerikalıdan başka. Birkaç da başıboş köpek ve aylak martı. Benim gibi bayramla işi olmayanlar.

Deniz pek temiz. Kumlar pırıl pırıl. Tatlı suyun denize kavuştuğu yerde yüzlerce kefal yavrusu, serçe parmağımın tırnağı büyüklüğünde. Minik parlak yüzeyleri güneşle oyunlar oynuyor. Ayak izlerimi takip ediyorum. Şezlong kapmaca  yok.  Her yer benim. Yaygımı acelesiz seriyorum. Sabah güneşi  çıplak vücudumu ısıtırken, kitabıma dalıyorum. Tek elimde Cengiz Aytmatov’un Cemilesi, tek elimin parmaklarında ılık kumlar. Dalgalar pek tembel bugün.

Gözlerim kararsız. Okumakla uyumak arasında gidip geliyorum. Göz kapaklarım bir açılıp bir kapanıyor. Aytmatov ne güzel anlatıyor Cemilesini.

Yorulmak bilmez, her işten anlayan, biraz farklı, erkek gibi kuvvetli, türkü seven, düşündüğünü dobra dobra söyleyen, fikirlerini açıklamaktan ve savunmaktan çekinmeyen, şen şatır ve pek serbest. Güzel, ince uzun, sağlıklı, mütenasip vücutlu. Güldüğü zaman  laciverde çalan kara badem gözler. Bozkır kadını. Şakalaşan, sevişen. 

Kitabımı karnıma yaslıyorum. Tembel dalgalar kulağımda.

''Gülümsa  totay Cemile, gülümsa. Çekiyorum ha.''

Kitabımı yokluyorum,  kapanmış duruyor kumda. Bu Cemile başka biri.
Cemile izinli olmalı bugün. Doğru ya, bayram günü. Ne işi var evde? Kadın öbeğinin  az berisinde gençten bir adam. Menejer diyorlar bunun gibilere. Ev buluyor, iş buluyor, örgütlüyor Azeri kadınları. Minibüs ayarlamış, getirivermiş hepsini. Kadın başı beş dolar. Çoğunun  mayosu yok. Kimi panter desenli naylon iç çamaşırları, kimi kombinezonu ile denize girmiş. Bazısı et fazlalıklarını bir eşarp ile kapamaya çalışıyor. Bir şezlonga  tepeleme yığılmış kocaman desenli , boncuklu,  plastik Laleli çantaları. Ojeli tırnaklar, rujlu dudaklar. Varisli baldırlar. Sere serpe günün tadını çıkarıyorlar bedavadan.

Ne çok şeyleri birikmiş konuşacak. Fısır fısır devamlı anlatıyor Cemile. Diğerleri sakin, dinliyorlar. Bir tanesi  ayakları ile kumu düzlüyor ilkin. Şekiller çiziyor ince uzun parmakları ile. Bir diğeri evden getirdiği peynirli ekmeğini yiyor. Başka iki kadın mısır alıp, beş dolar ödüyorlar. Hasta bakmaktan, ev işi yapmaktan yorgun vücutlar kuma bulanıyor. Sıcak kumdan, güneşten medet umuyorlar. Herkes kendi dünyasına dalıyor bir süreliğine.

Cemile’nin beş çocuğu var okul çağında, anasına bırakmış gelmiş çalışmaya. Kocası  Rusya’da bir inşaat şirketinde. Kazandığı para doğruca köyüne.  Ev yaptırıyor, başını sokabilmek için. Hanımın verdiği fazla eşyalar, kıyafetler her Pazar menejerin bulduğu bir minibüsü ile köye  yollanıyor. Paket başına on lira. Aynı adamla para da gönderebiliyor. Arada polise yakalanmak olmasa iyi de. İzinsiz çalışmanın cezası yüz dolar. Geriye pek bir şey kalmıyor o zaman. Altı ayda bir çıkış yapmak zorunda. Hem iyi ; çocuklarını görüyor, hem kötü; bir sürü masraf.

Cemile hasta bakıyor. Gecesi gündüzü birbirine karışmış. Evden dışarı pek çıkmaz. Ancak izin gününde, haftada bir. Ütü, çamaşır, her iş onda. Tek lüksü yemek. Çok seviyor hamur işlerini. Çok da  güzel börek açıyor. Herkes bayılıyor böreklerine. Hanımı neyse skayp  kurdu da, her akşam bedava konuşuyor evi ile, hasret gideriyor. Hanımı ondan memnun, o hanımından. Şu ayrı hayatlar olmasa.

Ne demiş Aytmatov;

Tulpar yüz fersah uzaktan koşup kendi sürüsüne kavuşurmuş. Öz vatanını, öz milletini kim sevmez!

Aytmatov’un Cemilesini okuyorum;

Entarisinin eteğini dizlerinin yukarısına kadar kaldırmış, güneşten yanmış güzel bacaklarında bütün kasları gerilmiş, çuvalın altında yaylanan kıvrak vücuduna hakim olmak için nasıl gayret ettiğini görüyoruz. Basma entarisi sırılsıklam olarak vücuduna yapışmış, yuvarlak taze kalçalarını, diri göğüslerini iyice meydana çıkarmış. Ama kendi de bunun farkında değil. Gülüyor, sendeliyor, ve alev alev yanan yüzünden, sicim gibi neşeli sular süzülüyor.

Bizim  Cemile denizden yeni çıkıyor. Yüzme bilmez, kıyıda karaya vurmuş balinalar gibi biraz yuvarlandı. Yoruldu. Hantal vücudunu zorlukla sudan çekti çıkardı. Pudra rengi naylon kombinezonu suyun ağırlığı ile iyice üstüne yapışıp, dantel iç çamaşırlarını gözler önüne seriyor. Kombinezonun yırtmacından  varisli dolgun bacakları görünüyor. Arkadaşları ile şakalaşırken, güneşte altın dişleri parlıyor.

Cemile kendini kızgın kumlara atmadan önce taşlı kocaman gözlüklerini takıp, plastik çantasından çıkardığı ruj ile pörsümüş dudaklarını cart kırmızıya boyuyor. Yorgun  uzanıyor.

''Neyin var senin Cemilatay? Biştin güneşte. Gölgeye gelsene.''

''Keçe çiğnemişem gibi her  yanım tutuk. Yatam biraz.''

Cemile uyudu bile. Menejer gelip şöyle bir yokluyor hepsini, baktı ki herkes yerli yerinde, o da köşesine çekiliyor. Kemirilmiş mısır koçanlarını ilkten serçeler keşfediyor, daha  sonra hantal güvercinler. Kadınlardan biri, poşetindeki kek kırıntılarını kumlara serpiyor. Bir yarış başlıyor serçelerle güvercinler arasında.

Cemile rüyasında bozkırı görüyor. Çamaşırları yıkadığı çayı görüyor.  Az ileride sırtını yaslayıp hülyalı gözlerle sevgilisini beklediği söğüt ağacı. İşte atı ile yaklaşan cigiti. Ne kadar yakışıklı. Cemile’nin kalbinden geçenleri anlar mı, bilir mi acaba?

Ani bir rüzgar güneş şemsiyelerini kumdan söküp havalandırıyor. Deniz bulanıp tatsızlaşıyor. Keyfi kalmıyor pek sahilin. Kadınlar dört bir yana uçuşan havlularını yakalamaya çalışıyorlar. Minibüsün kornası duyuluyor yol tarafından. Menejer ayaklandı. Kadınlara işaret ediyor. Kuruyan iç çamaşırlarının üzerine kıyafetlerini geçiriyorlar acele ile. Saçlarını şöyle bir düzeltiyorlar. Menejer fotoğraflarını çekip ölümsüzleştiriyor o anı. Ailelerine gönderecekleri  bir şey daha bu ayrık hayattan.

Bir başıma kalıyorum, kitabım, tembel dalgalar ve serçelerle. Güvercinler çoktan terk etmişler sahili. Son sayfada şu satırları yazmış sevgili Aytmatov;

Şimdi nerelerdesiniz, hangi yollarda yürüyorsunuz? Artık bizde, bozkırda , uzaklara ulaşan yollar var. Nice cesur insanlar oralarda çalışıyor. Siz de mi o ülkelere gittiniz? Cemilem! O geniş bozkırda hiç ardına bakmadan yürüyüp gittin! Yoruldun mu, kendine olan inancını yitirdin mi? Öyleyse aşkına yaslan. Sana aşk üstüne, vatan sevgisi üstüne, hayat üstüne türkülerini söylesin! Bozkır canlansın ve bütün renkleriyle  oynamaya başlasın! Git Cemile, git! Hiç pişman olma, sen mutluluğu en sarp yollarda yürüyerek buldun.

Kitabımı  çantaya koyarken içimi bir hüzün kaplıyor. Kendimi sorguluyorum. Buraya gelirken olduğum kadar hür değilim artık. Bayramın ikinci günü uzak bir semtteki uzak bir akrabamı ziyaret etmek istiyorum. Belki bir kutu baklava alırım giderken. Kim bilir belki zeytinyağlı dolma ikram eder  bana , demli bir bardak çayın yanında.

Füsun Çetinel

Yerüstünden Notlar

YERÜSTÜNDEN NOTLAR

Diş ağrısının da ayrı bir hazzı vardır. Tam bir ay dişlerim ağrıdığı için çok iyi bilirim. Kuşkusuz bu durumda açıkça öfkelenilmez, iniltiler çıkarılır, ama bu iniltiler içten gelmeyen, sinsi iniltilerdir. Sorun da burada zaten. Acı çeken kimsenin bütün zevki inlemektir, bundan bir zevk almasaydı inlemekte direnir miydi? Bu inlemelerinizle, ilkin, acıların bütün amaçsızlığıyla sizi küçük düşürdüğünü, varlığına aldırmadığınız doğa yasalarının sizi alay edercesine, kılı kıpırdamadan hırpaladığını anlatmak istersiniz. Ortada bir düşman olmadığı halde sızılarınızın sürüp gittiğini; dişçi Wagenheim’ların bütün çabalarına karşın dişlerinizin tutsağı olduğunuzu; sizin dışınızda birinin istemesiyle acılarınızın dineceğini ya da üç ay daha süreceğini; son olarak da, boyun eğmeyip hala karşı koyuyorsanız, kendinizi avutmak için size kalan tek şeyin, ya kendinizi kırbaçlatmak ya da yumruklarınızı acıtırcasına duvarlarınızı dövmek olduğunu söylemek istersiniz inlemelerinizle.*

Sultan Hanımın inlemeleri yeniden duyulmaya başladı. Sayfanın kenarını kıvırıp üzeri ilaç kaplı sehpaya bıraktım. Ayraç kullanmam, kitapla arama kimseler girsin istemem. Kıvırdığım minik kulakların üzerine kurşunkalemle notlar düşerim. Bazen okumamın neden kesildiğine dair kısa hatırlatmalar. Bir önceki kulakçıkla şimdiki arasında kaç sayfa yol aldığıma bakarım. Genellikle iki üç sayfayı geçmez. Sultan daha fazlasına izin vermez. İniltileri hayatımın sınırlarını çizer. Geniş bir repertuarı, değişik anlamlara gelen tonlarca sesi vardır. Bu kadar zavallı bir bedenin bu kuvvette nidaları nasıl çıkardığına hiç aklım ermez.

''Ne var Sultan Hanım? Bu sefer ne var,'' dedim perdenin deliğinden giren zayıf güneş ışığını tenimde hissetmeye çalışarak.

Sultan Hanım konuşmaz, emir verir. Azarlar. Şikâyet eder. Bezdirir. İnler. Daha olmazsa ağlar. Kendini acındırmaya çalışırken çirkinleşir. Zavallılaşır. Eli ayağına dolaşır. Derinlerdeki tortular yüzeye çıkar. Ellemeye iğrendiğim yapışkan pisliğe dönüşür. Ondan kurutulmak isterim ama cesaret edemem.

Neler istemem ki? Bulaşık eldivenlerimi takıp, temizlik malzemeleriyle odasına dalmak isterim. Son kullanma tarihi geçmiş kemik torbasını battal boy çöp poşetine tıkıştırmak sonra da ağzını iyice büzüp üzerine kör düğümler atmak, çöp saatini beklemeden elceğizimle caddedeki konteynırına fırlatmak. Ağır demir kapağı üzerine kapamak. Aylardır çıkmadığı yatağını, tepside duran işlevsiz renkli hapları, ağır kokusu odayı kaplamış tütün kolonyasını, suyu çekilmiş limon dilimlerini, oraya buraya tıkıştırdığı kirli mendilleri, çorba lekeli hırkasını camdan aşağı atmak.  Kovayı ağzına kadar su doldurup içine bolca arap sabunu katmak, köpürtmek, köpürtmek, odanın dört köşesini kanırta ova silmek, ekşi kokusunu yok etmek. Camı ardına kadar açmak. Baharın iğde kokusunu, caddenin neşesini, okul çocuklarının bağrışlarını içeri doldurmak. Bunları isterim. Çok mu?

Öğrendim. Mors alfabesi gibi söktüm Sultan Hanımın inlemelerini. Yatağa doğru bir iki adım attım. Damarlı kuru parmakları sertçe koluma yapıştı, beni ölüm kokan nefesine çekti. Geceliğinin açıklığından ortaya çıkan tahta göğsü hızla inip kalkıyordu. Kurtulmaya çalıştım. Sivri kemikleri etime daha çok saplandı. Saate baktım. İki otuz. Yemeğini yedirmiş, istemese de altına bezini bağlamış, suyunu ilaçlarını vermiştim. Oda karanlıktı, camlar kapalıydı, üstü tam istediği kalınlıkta örtülüydü. Yastıklarını kabartmayı unutmamıştım.

Hırrrk, dedi. Kısa ve boğuktu. Kulaklarımı diktim. Bu sesi kodlayamadı beynim. Daha öncekilerin hiç birine benzetemedim. Kolum hala pençesindeydi. Asıldıkça asılıyordu. Gözleri dipsiz, karanlık birer kuyuydu. Çürük nefesi suratımda dolaştı. Kalbim hızla atmaya başladı. Kokusuz, sarı kahverengi bir ıslaklık hare hare beyaz geceliğine yayılıyordu. Kafasını aniden arkaya devirdi. Âdem elması gırtlağını deşip fırlayacak sandım. Çizgi olmuş renksiz dudakları belli belirsiz kıpırdadı. Bir şeyler söyleyecek sandım. Kulağımı yanaştırıp bekledim. Karanlık gözleri bulanık suyun içinde yüzen cansız dişlerine sabitlenmişti. Kolum yavaş yavaş pençesinden kurtuldu. Beyaz tenimde kırmızı çizikler kalmıştı geriye.

Kaç dakika kaç saat geçti? Elimde çöp poşeti odanın ortasında duruyordum. Yabancı bir sessizlik hüküm sürmekteydi. Koltuğa çöküverdim. Elim kitaba gitti. Kıvrık sayfaya diktim acıyan gözlerimi.

Artık eskiden görünmek istediğim gibi bir kahraman değil; iğrenç, şirret bir adam var karşınızda. Varsın öyle olsun.* 

Daha fazlasını okuyamadım. Çöp poşetine attım kitabı. Ağzını düğümledim. Terliklerimi sürükleyerek komşu kapıyı çaldım.

''Annem,'' diyebildim, gözyaşlarım sağanaklar halinde inerken. ''İki sayfa arasında terk etti beni.''

* Yeraltından Notlar, Dostoyevski, sayfa 29-31

Kaynak: altZine.net, altMetin

Füsun Çetinel



Yazar Tıkanıklığı

Diyeceksiniz ki yazar lavabo mu ki tıkansın. İzin verirseniz şöyle açıklayayım.

Yazar mutlu mesut yazıp giderken birden bire yazamadığını, ilham perilerinin artık onun yanında olmadığını ve yazarlık çeşmesinin kuruduğunu fark eder. Aklına yazacak enteresan hiçbir şey gelmemektedir.

Dünyanın sonu mudur bu? Evet, bir yazar için gerçekten de dünyanın sonu gelmiş demektir.

Peki bunun üstesinden nasıl gelir?

Yazarın lavabosu bilinçaltıdır. Gerçek bir lavabo gibi pisliklerle, artıklarla tıkanabilir bilinçaltı. Bunlar neler derseniz, çocukluğumuzdaki tacizler, aşağılanmalar, ana baba didiklemeleri, kıskanç arkadaşlarımızın laf sokuşturmaları, eşimizin bizi beğenmemesi gibi kabul etmekte zorlandığımız her şey bilinçaltımızda, yani kişinin borularında, birikir ve lavaboyu, yani bilinçaltını tıkar. Bu da yazamamaya neden olur. Çünkü yazabilmenin en önemli şartı bilinci serbest bırakabilmektir.

Tüm bu geçmiş olayları içine atan kişi bir süre sonra bunları taşıyamaz hale gelir ve bir gün ortada hiçbir neden yokken boruları patlar, sular seller gibi ağlamaya başlar. Her şey taşmaya başlamıştır artık. Yazara gereken de budur işte. Taşmak ve lavabosunu yani bilinçaltını pompalayarak açmak.

Çocukken uğradığımız aşağılanmalar, kötü sözler, lakaplar, öğretmenimizin kulağımızı çekiştirmeleri, minik elimize cetvelle vurmaları, tartaklanmalar, polis ve doktor korkusu, belediye otobüslerinde uğradığımız ama bir türlü emin olamadığımız tacizler. Bunların hepsi gün geliyor patlak veriyor, hele ki bir kadınsak.

Ne yazacağım diye dertlenmeye gerek kalmamıştır artık. Tek yapmanız gereken bir zamanlar yaşadığınız tüm kötü deneyimleri bilinçaltınızdan bilinçüstüne çıkarmak ve yazıya dökmektir. Hadi tüm yazarlara kolay gelsin bakalım.

Füsun Çetinel


Gezi Nesli

Ben nesline ne oldu?

''Olmaz kızlar, ana babaya bu kadar direnilmez,'' diye söylendi Nihal teyze sitemkâr gözlerle bizleri süzerken. Ben sesimi çıkarmamayı yeğledim. Sonya kendini tutamayıp atladı.
''Hayat onun değil mi? İstediği gibi yaşar. Bir de onun hikâyesini dinlemek gerek. Kim bilir söyleyecek neleri vardır.''
Nihal teyzenin direnmekle suçladığı kızı Berrin otuz beş yaşına gelmiş bir banka müdürüydü. Annesinin onaylamadığı beş parasız, işe yaramaz adamın tekiyle evlenivermişti.
Otoriteye soru sorulmaz, sorun çıkarılmaz, aksilenmez, robot gibi yaşanır. Buydu eski kuşaklara göre mutlu aile ve toplum yaşantısının sırrı.
Bizler ana baba olduğumuzda çok daha iyisini yapmak, aynı yanlışları yinelememek adına çıktık yola.
''Anne biliyor musun,'' diye heyecanla mutfağa dalan çocuğumuza,
''Onu bunu bilmem. Sen kaç soru çözdün bugün?''
''Odanı topladın mı?''
''İki kuruş ayırabildin mi bir kenara?''
''Zeytinyağlı sebze pişirmiştim. Ye de çöpe atılmasın bu defa,'' demekten öteye gidemedik.
Ne yazık ki çocuklarımıza bizlere direnmeyi öğretemedik.
Günde iki yüz elli soru çözmenin, brokoli, ıspanak, kereviz yemenin dünyayı güllük gülistanlık yapacağını umduk saf ana babalar olarak. Ve daha önceki kuşaklar gibi biz de çocuklarımızı suçlamayı ihmal etmedik.
Ana babalarıyla yaşayan narsisler!
Yoga ve pilates yapıp sağlıklı beslenmeden başka şey düşünmeyen tembeller!
Bilgisayar bağımlıları!
Bencil, apolitik ve sığ şeyler!
Onları dinlemeyi, duymayı denemenin yerine kendi projelerimiz, hırslarımız, arzularımız, yanlışlarımız için kullandık.
Ağaçları, denizi, suları, yeşili sonuna kadar tükettik ama BEN neslini tüketici olmakla suçladık.
Onlara alışveriş merkezleri ve plastik palmiyeli beton parklar bıraktık.
Hor gördüğümüz, ''bunlar mı Türkiye’nin yeni nesli'' diye dudak büktüğümüz BEN nesli attıkları twittlerle bütün Türkiye’yi Gezi parkında bir araya getirdi. Gençlik silkindi, kendine geldi. Kurtuluşun direnmekten geçtiğini anladı sonunda. Yeniden nefes almaya başladı.
Türkiye’nin kulağı onların söylediklerinde, gözleri ise twittlerindeydi artık. Kimi parkları, gölgesinde kitap okuduğu ağaçları, sevgilisiyle el ele oturduğu çayırı kaybetmemek için, kimi özel hayatına müdahale edilmesin diye, kimi daha insanca yaşam şartlarına kavuşabilmek uğruna toplanmıştı Gezi’de.
Din, dil, ırk, bayrak, politik görüş umurlarında değildi. Tek ortak noktaları vardı, otoriteye sorgusuz sualsiz itaat etmekten, başkalarının hayatını yaşamaktan sıkılmışlardı.
Ben neslinden Gezi nesli doğdu; sahtekârlığa karşı, anlayışı ve algısı gelişmiş, orantısız güç yerine orantısız mizah kullanan, kıvrak zekâlı, pırıl pırıl bir nesil.

Füsun Çetinel

Turşucu

Turşucu 

Dizi dizilerdi,
Hıyar, patlıcan, sarımsak, havuç ve kereviz.
Daha neler yoktu ki. Karpuz bile vardı.
Hepsi raflarda yerlerini almıştı.
Tuzlanmış, havası alınmış kapalı kavanozlarda,
Zamansızlıkta bekleşiyorlardı.

Elinde kepçe duruyordu satıcı.
Krem rengi önlüğü içinde, tombul ve kırmızı suratlı.
Yuvarlak mermer masada üç kadın oturuyordu.
Üçü de birbirinden yaşlı, aşınmış ve bıkkın.
Turşu kadar buruşuktu bedenleri,
Havasızdı yaz sıcağında mekân.

Turşu suyu, dedi içlerinden biri.
Hiç denediniz mi?
Townsend’de turşu suyu ne gezer, dedi çiçekli şapkalı yelpazesini savururken.
Biraz dağlar, biraz da yeşillik, işte o kadar.
Çocukların ödevi, alışveriş, yemek bizim oralarda erken yenir.
Obama da yüzüne gözüne bulaştırdı. Bu son gezimiz olabilir.
Torunuma ördekli bir etek almak istiyorum.
Ben de kızıma gümüş küpe.
Ve oğluma biraz pastırma. Sanırım sever.

Kepçe fıçılara dalıp çıktıkça turp kırmızısı damlalar yayıldı mermer zemine.
Judy seyrelmiş saçlarını düzeltti.
Sheila rujunun fazlasını sıyırdı titrek elleriyle.
Margot kemikleri fırlamış ayak parmağını ovaladı sandaletinin içinden.

Hmm, pek bir lezzetli.
Ferahladım. Yorgunluğum geçti sanki.
Kebapları sindirdik sonunda.
Kalksak mı artık?

Townsend’den üç yorgun kadın.
Kalkıp gelmişler ta Cihangir’e.

Füsun Çetinel








Soneçka, Lyudmila Ulitskaya

Soneçka 

Lyudmila Ulitskaya, Doğan Kitap

İnce kitapları pek severim. Kolay okundukları için değil de, dar alanda çok şey söyleyebildikleri için. Soneçka da bu tür kitaplardan biri. Sevgili Jale Sancak hediye etti geçen ay. Aslında masada beş kitap vardı ve benim elim bu gösterişsiz kapaklı kitaba uzandı nedense. Belki de ilkokul arkadaşım tatlı Sonyacık yüzündendir.

Seksen altı sayfalık kitap bitecek diye hem korktum, hem de ağzımda akide şekeri dolandırıyormuş gibi tadını çıkara çıkara okudum.

Soneçka, 1930’ların Sovyetler Birliği’nde yaşanan kargaşadan, ev içi yaşamın tekdüzeliğinden edebiyata sığınarak kaçan, kitap kahramanlarıyla yaşamını zenginleştiren küçük Sonya’nın romanı.

Sonyacık bir yandan kütüphanede çalışırken, bir yandan da filolojide okumaktadır. İkinci Dünya Savaşı yıllarıdır. Ve bir gün Soneçka’nın çalıştığı kütüphaneye ressam Robert Viktoroviç gelir. Viktoroviç sürgün mahkûmudur. Artık ortak bir yaşamın farklı rollerini paylaşacaklardır. Ölene kadar…

Ve Robert uykuya dalmadan önce şöyle der  bir gece;
''Hiçbir partiyi tutma, hiçbir siyasal olaya karışma. Rengi yeşil de olsa, mavi de…''
Soneçka anlayamaz.
''Sen neden söz ediyorsun,'' der.
''Bu benim değil, Marcus Amelius’un sözü. Yeşille mavi, hipodromdaki partilerin renkleridir. Söylemek istediğim, kimin atının birinci geleceği beni hiç ilgilendirmiyor. İkimiz için de bunun bir önemi yoktur. Her karşılaşmanın sonunda ölen bizim gibi bir insan olacaktır. Hadi gözlerini kapa da uyu.''

Biz şu ara uyumayalım. Okuyalım, farklı insanları dinleyelim, düşünelim ve yazalım.

Füsun Çetinel

Renkli Yaş Almak


Hayatınıza Renk Katmak İstemez misiniz?


23- 29 Haziran arasında Romanya’nın Craiova şehrinde EDUNET tarafından organize edilecek olan Grundtvig eğitiminin başlığı ‘Hikâye anlatma, sosyal medya ve gönüllü faaliyetleri'. 

Katılımcılar, 50 yaş üstü emekli veya halen çalışmakta olan Avrupalılar. Proje Avrupa Birliği tarafından destekleniyor. Bu proje için İngiltere, Danimarka, Almanya, Yunanistan, Bulgaristan, Belçika, Fransa, Finlandiya, Portekiz ve Türkiye’den birer temsilci  seçildi. Türkiye'yi ben temsil ediyorum.

Bilindiği üzere facebook, linkedin, skype ve blog gibi sosyal medya araçlarının kullanımı özellikle gençler arasında ve toplumda çok yaygın. Projenin amacı, emeklilik sonrası pasifliği ve emeklilerin toplum dışına itilmelerini önlemek için, katılımcılara bu tür iletişim araçlarını kullanmayı öğretmek. Eğitim sonrası ülkelerine dönecek olan katılımcılar kazandıkları becerileri gönüllü faaliyetleri kapsamında diğer yaşıtlarına da aktaracaklar.

Eğitimin süreceği bir hafta boyunca her katılımcıya bir Romen genci eşlik edecek. Sanatsal objeleri ve sosyal medyayı kullanarak hatıraların hikâye edilmesi, deneyimlerin paylaşılması, genç kuşaklarla yaş almış kuşağın iletişimi kuvvetlendirilecek ve sonuç olarak bu eğitimden tüm toplum fayda görecek.

Bavulumda broşürler, hayatımdan ve şehrimden fotoğraflar, boncuklar, bir düğme, bir kaç deniz kabuğu, pisi pisi otu, ve başka bir sürü hatıra var. Hiç tanımadığım harika insanlarla hatıra ve hikayemi paylaşacağım için çok heyecanlı, eğitim sonrası tüm deneyimimi de sizlerle paylaşacağım için  çok sevinçliyim.

Füsun Çetinel

Bir Cüce Akşam

Turgut Uyar'ın 'Bir İntihar Akşamı Üstüne Söylenti' adlı şiirinden esinlenerek yazılmıştır


Bir cüce akşamda toplaştık. Tekinsizler. Sarhoşlar. Kendini boydan boya kesenler. Kanlı duvar dibinde çömelip bekleşenler. Tuhaf cinayetler. Tenhada ırzına geçilenler. Hepimiz nasıl da sığışıverdik benim soğuk, karanlık, yalnız akşamıma.

Yorgun bedenimi kirli, buruşuk bir demirbaş listesine kaydettiler. Erkek, dediler. Kırk beş yaşlarda, bir seksen boylarda. Zayıf, gri saçlar. Sağlam dişler. Kafada darbe yok. Nefes borusu temiz. Ciğerlerde bol miktarda tuzlu su ve nikotin, öyle söylediler. Sedyelerin ardından bir sarhoş kustu. Karafatmalar ilerledi sıva çatlağı boyunca.

Hayatımı naylon bir poşete tıkıştırdılar. Anahtarlar, limiti aşılmış kredi kartlarım, kimliksiz kimlik belgem, hafızası boş telefonum, keşkeler karalanmış saf peçeteler. Ağır metal masalarda kâğıtlar damgalandı. Merdivenler inildi, çıkıldı çokça. Adıma özel afili bir kart yazdılar. Bir köşede bir kadın hıçkırdı biraz. Kar beyazı bir örtü dokundu tenime hafiften. Cılız floresan ışığında hayalet söylentiler dolaştı ağızdan ağza. Beyaz, sonu görünmeyen koridorlarda.

Âşıkmış, pek âşık.
Karşılıksız.
Dağlara taşlara. Yaratana.
Gidip de gelmiş öte tarafa.
Yapraklar konuşmuş fısır fısır.
Göremediklerimiz görünmüş.
Allah düşmanıma vermesin. Cık cık cık.
Ağır gelmiş kadına. Bir birleşmişler, bir ayrılmışlar.
Hişşş, sessiz ol biraz.
İşten güçten olmuş. Yazık etmiş kendine, ne fena.
Kadın pek de güzel. Ağlar tabii, giden gelmez.

Her şeye kahrolur oldum karanlık akşamlarda. Yağmurda dolaşan ıslak köpeğe, cam önünde büzülen kediye, patik satan yaşlı nineye, siyah önlüklü okul çocuklarına, vapurun köpüğüne, bağıran deliye. Sızladı her yanım. Seviştim, sana kızdım. Nereye dönsem soğuktu akşam. Yün çoraplar giydim ayağıma, yorganlara girdim, bedenimi sobalara yapıştırdım. Gözlerimi yumdum, gitmedi soğuk. Çekiştirdiler beni dört yanımdan. Konuştular, peşimi bırakmadılar. Kendimi bulamadım ara sokaklarda.

Şiirler döşendim. Yırttım. Yazdım yeniden. Kapılar çaldım, kapılar kapadım yalnızlığıma. Kafamda toz duman atlar yarıştı. Dizginleyemedim. Vedalar yazdım dağa taşa. Hoşça kal demediler. Perdeler çekildi aydınlığıma. Sular seslendi adımı. Usul usul. Kıpır kıpır. Kıyılar vaat ettiler. Sıcak, sımsıcak. Sarmalanmak istedim merhem gibi. Kuyrukları pul parlak denizkızları çeldi gözlerimi. Bedenime kaygan bedenleri değdi. Üşüdüm. Senin kadar uzak baktılar donuk gözlerle. Alışırsam ısınırım sandım. Yüzdüğüm kıyılara varamadım, öyle anlattı dedikoducu karafatmalar beyaz koridorlarda.

Ağır metal bir kapı kapandı konuşulanların üzerine. Yabancı bir rüzgâr esti bir yerlerden. Tüylerim ürperdi, gitmekle kalmak arasında.

Kaynak: altZine.net, altMetin

Füsun Çetinel




Romansan İtibarın Yok

İki Kere İki Dört, Romansan İtibarın Yok


Sulukule kızları, çekilmiyor nazları.
Zurna çalar sazları, göbek atar kızları.
Aman Sulukule, canım Sulukule eğlenirler güle güle.

Gariplere yer yok burada
Adımı bilirim, Gülsüm. Burayı neden yıkıyorlar bilmem ama. Bir bilsem.
Zenginlere var. Sarhoş olan adamdır, parası olmayanın yüzü her zaman karadır. Her şeyin başı para. Paramız olsaydı böyle olur muyduk, sürünür müydük?  Çöpe atıyorlar bizi, çöpe. Hadi, ne halin varsa gör diyorlar. Yaa. Atıyorlar bizi işte. Hadi bakalım. Garip düşmanı, garibin düşmanı. Bizi sevmiyor, garibiz diye, Romanız diye. Ayrım yapıyor adam. Romanız ama iyi niyetliyiz. Öyle değil mi? Azıcık zeytin yeriz, iki domates yeriz, kalkar oynarız. Öyle ya. Bir demli çay iki lokma yemek oldu mu padişahın sarayını ne yapayım ben?

Evim yok, param yok, kocam yok, analık babalık yok. Bir çocuğum vardı, iftiraya geldi. Oğlum suçsuz, hapiste yatıyor. Daha askere bile gidemedi. On yedi Ağustosta attılar içeri. Neden, param olsaydı evladımı kurtarırdım. Memlekette kanun var diyorlar. Ne kanunu? Kanun yok cümbüş var, darbuka var, klarnet var. Bak, evladımı aldılar gözüm kör oldu, dişlerim döküldü, kalp hastası oldum, heyecandan ya. Bir sürü hastalığım var. Tansiyonum var, kolesterolüm var, kulağım duymuyor, kafam çalışmıyor. Bunu bu tarafa koyayım diyorum, öteki tarafta arıyorum. Biri bir şey soruyor elli saat düşünüyorum. Kim dedi, ne dedi?

Evler yıkılıyor
Hiç şansımız yok. Sabah sabah kapı çalındı. Kalktım kimsiniz, dedim. Çık çık dışarı. Evi yıkıyoruz. Neden? Burasını Büyükşehir belediyesi aldı. Ayol, nasıl aldı burayı? Benim dedemin ninemin evi burası. Çıktım bağırdım. Yıkma oğlum, dedim. Günah. Beni nereye koyacaksın? Ev ver bana, bir şey ver bana. Değil mi? Devlet adamı diye saygı gösterdim. Bir şey demedim. Hadi git oğlum, başka zaman gelirsin, dedim. Eve girdim. Yedi tane hap içiyorum, kolesterol, tansiyon, Alzheimer hapı içiyorum. Ayaklarım ağrıyor içiyorum. Bak gözüm kör oldu onu içiyorum. Astıma fıs fıs sıkıyorum. Sorunlarımı düşünmeye kafamda yer kalmadı.

Ölümden beter
Ne hissedeceğim? Doğduğum büyüdüğüm yerden atıyor bizi işte. Aynısı onun başına gelse ne yapar? Aynı benim gibi olsun o. Bu mu insan hakkı? İnsan değil miyiz? İnsan insandır. Ne olursan ol. Doğarken çırılçıplak doğuyorsun, anadan doğma da mezara giriyorsun. Değil mi? Romansam ne olmuş? Elhamdülillah. İlk önce Müslüman’ım. Türksün insansın. Arnavutsun insansın. Lazsın insansın. Selamün aleyküm.  Aleyküm selam.  Allahın selamı. Hepimizi Allah yarattı. O bir. Başka Allah yok. Hepimiz Allahın kuluyuz. Ayırımcılık yok. Bölücülük yok.

Kapıların önünde yatıyorduk. Sabahleyin kalkıyorduk, poğaçacılar vardı. Bağırıyorduk. İsmail, hadi iki tane poğaça ver oğlum. Parasını sonra veririm, diyordum. Veriyordu. Kahve de öyle. İki çay ver diyorum, veriyor. Çocukluğumuz böyle geçti.  Biz zenginlik görmedik ki, varlıkta büyümedik ki. Bu mahallede ne görürsün? Gariplik, garibiz ama mutluyuz.

Ben elli beş yaşındayım, daha denize gitmedim. Televizyonda görüyorum.  Bir de çocuğuma, hapishaneye Silivri’ye giderken bakıyorum öyle, dalgalar ne güzel, diyorum. Hoşuma gidiyor. Çocukluğumda görmedim, genç kız oldum gidemedim. Yaşlandım, bu saatten sonra zaten olmaz.

Ama ben denize gidenleri kınamıyorum ki, ne güzel hayat yaşıyorlar. Biz niye olmayalım öyle? Bizim kafamız kel mi? Onlarında iki eli iki ayağı var. Bizim de. Bana ne! Senin paran varsa daha çok versin Allah. Bütün dünyadaki evlerin hepsi senin olsun.

Romansan itibarın yok kardeşim
İki, iki daha dört eder. Aşağı görüyor adam seni. Oğluma hapse gittim, başım örtülü. Yer soracağım. Oğlum az bak bana, dedim. Param yok valla teyze, dedi. Ne parası? Allah cezanı versin. Dilenci sandı beni. Ya da hırsız. Hırsıza da benzemiyorum ya.

Ayırdılar seni benden nedensiz.
Yıllar geçse yaşayamam ki sensiz.
Sensin benim kaderim.
Başım alıp gideyim.
Diyar diyar, eller ne derse desin.
Vazgeçemem benimsin.
Tek başınayım, arkadaşsız dostsuz, tek başınayım.

Füsun Çetinel

Sen ve Ben

Sen ve Ben, Niccola Ammaniti


Büyümek, büyümek zorunda bırakılmak ne sancılı bir süreç ve ne kadar da zedeleyici.

Oysaki ana babalar çocukları için en iyisini ister hep, diğer çocuklar gibi olmalarını, onlardan aşağı kalmamalarını. Bilmezler ki insan diğerlerine benzemeye çalışırken ne acılar çeker. Ve sonunda bazen BEN olmaktan vazgeçer.

Lorenzo  duygusal, zeki, düş gücü kuvvetli ama içedönük ve yalnızlığı seven on dört yaşında bir genç.

Ayrıca ben sonlardan nefret ederdim. Sonlarda her şey, iyi ya da kötü, yerli yerine oturmalıydı. Bir film izlediğimizde, annemle babamın, sanki öykü yalnızca o sondan ibaretmiş ve öbür olayların hiçbir önemi yokmuş gibi, filmin sonuyla ilgili tartışmaları beni deli ederdi.  

Peki ya gerçek yaşamda, onda da mı yalnızca son önemliydi? 

Niccolo Ammaniti bir avuç malzemeyle en akıl ermez sırlardan biri üzerine- insanın nasıl büyüdüğü konusunda- içe işleyen kusursuz bir öykü kurgulamış.

Lorenzo’yla birlikte öfkelenecek, yumruklarınızı sıkacak, terleyecek kusmak ve kaçıp her şeyden uzaklaşmak isteyeceksiniz.

Füsun Çetinel