Medarı Maişet Motoru

Sevgili Sait Usta

Yıllar yılları, günler günleri arsız köpekler gibi kovalar, bizlerse hayat denen lunaparkın vagonlarında bir aşağı bir yukarı yüreğimiz ağzımızda inip çıkarken, aylardan mayıs günlerden cuma oluverdi ve biz hikayeseverlere ada yolları göründü yeniden.

Belki de çoktan bıktın sen bizlerden! Akın akın, plastik galoşlarla evini dolduranlardan, teklifsizce en mahrem odalarına dalanlardan. İnsanlar böyle işte, bunu senden iyi kim bilebilir ki? Kör ölür badem gözlü olur. ''Kıymetimi yaşarken bilselerdi ya,'' dediğini duyar gibi oluyorum. Hatta duyuyorum bile.

Ada’na Medarı Maişet Motoru ile gelmedik ama bizim gemi de hiç ondan aşağı kalır değildi hani. Kimler yoktu ki içinde? Adalara pazar kurmak için mallarıyla gelenler. Yazlıkçılara eşya taşıyanlar. Öğrenciler. Okulu asıp pikniğe gelmiş tazecik kızlar, oğlanlar. Evde kalmış kızına, koca dilenmek için mum dikmeye niyetlenenler. Bir de biz vardık işte. Hikayeseverler, Sait Faikçiler. Senin dilinde, Birtakım İnsanlar. Hava şıkır şıkır. Deniz köpük içinde. Savaşı, cinayeti, hırsı, itişmeyi, yalanı dolanı şehirde bırakmanın tatlı rehaveti çökmüş üzerimize. Sohbet bir tatlıydı sorma. Gitsek gideriz umursamadan deniz, şehir, ülke, dünya bitene kadar.

O salkım salkım, cıvıltılı insanların çoğu Büyükada’ya gidiyormuş. Ancak bir avuç insan indik Burgaz’a. Rıhtım boyu sırnaşık kediler karşıladı bizi, Ergin’e kadar da eşlik ettiler. Kahve keyfimize ortak olmak için beğendikleri kucaklara yüzsüzce kıvrıldılar. Sıkıysa at kucağından, siyah beyazlısı ağzımın payını verip elimi dişleyiverdi. Paytonlar geldi paytonlar geçti. Kucağımızdaki kediler kadar mayıştık biz de. Kimsenin kalkıp gidesi yok. ''Pazarı öğlen topluyorlarmış hanımlar,'' deyince herkes kendine geldi de yeniden yola koyulduk. Ama önce kilise! Mumlarla birlikte dileklerimizi de tutuşturduk. Sağlık, barış, huzur, bereket iyiliğe dair her bir şeyi diledik. Belki bu kez tutardı dilekler.

Pazarda, Bulgarlardan domuz sosisi ve gravyer peynir aldık. Aldığımıza da bin pişman olduk sonradan. Sen sen ol sakın bir şey satın alma onlardan. Sosislerin içinden ne olduğu meçhul uzun bir kıl çıktı, üstelik nişastayı da basmışlar içine. Anlayacağın sosisten başka her şeye benziyordu. Dış kabuğu plastikten. Gravyer peynirini ise hiç sorma. O da ayrı bir rezalet! Peynir değil süt aromalı kireç püresi.

Kalpazankaya’ya çıkan yolda çiçek, böcek, kertenkele, kaplumbağa, kadidi çıkmış beyaz kısrak, tülüş kuyruklu tay, yasemin kokulu denize uzanan keyifli balkonlar derken, gördüğümüz her şeyi huzurlu, sakin, pek dost sanırken, adı üzerinde Kalpazanların kayasına vardık. Tapusu mu olurmuş Allahın kayasının demek geldiyse de içimden sustum. Kalpazanlara rast geldik, kelle başı elli papeli kareli masa örtülü denize nazır tahta masalarda bir şişe soğuk bira, birkaç halka kızarmış kalamar, az yeşil salata ve bir avuç deniz börülcesinden oluşan yemek karşılığı bırakıp kalktık. Ağaçtan kızarmış yeşil erik kopardık, neyse ki bedavaydı. Kıyıda Marmara’nın serin sularına ayak parmaklarımızı da şöyle bir daldırınca rahatladık. Tuttuk müzenin yolunu.

Ziyaretçilerin sana yazdıkları mektupları yenidünya ağaçlarının arasına gerdikleri iplere asmışlar. Ne günlere kaldık, dedim içimden. Kimsenin özeli kalmadı bu zamanda. Her şey vitrinlik oldu. Hiçbirini okumadım, okuyamadım şahsen. Aralarında kendi mektubumu görmekten feci korktum. Kitaplarını da satmaya başlamışlar müzenin içinde. Medarı Maişet Motoru’nu satın aldım. En sevdiğim kitaplarından.

Bir hovardalık yaptık bari tam olsun dedik, Ergin’de vişneli milföy yemeğe gittik. Sabahtan parasını verip ayırtmıştık zaten. Yoksa akşamüstüne kalmıyormuş bu leziz pasta. Her katı çıtır çıtır, muhallebisi tam kıvamında bir lezzet bombası. Kalorisini ise ne sen sor ne ben söyleyeyim!

Her yıl Ergin’de gördüğüm bir madam vardı. Köşedeki masada tek başına oturur, sabah çayını içerken ponçiğini yerdi afiyetle. Üç dört yıl üst üste fotoğrafını çekmiştim. Hep aynı masa, hep aynı saat, hep aynı kıyafet. Kiminde kısa saçlı, kiminde uzun. Baktım bir başkası oturuyor yerinde. Bilsen sen bilirsin usta. Ne oldu o madama? Her Cuma kilisede mum diken bir de matmazel Fotika vardı? Ya o? Barba Todori’nin torunu Aleko? Ağlarını usul usul, onaran Hıristo? Hep eski bir dost aradı gözlerim ama nafile.

Dediğin gibi… Yazdığın gibi…

Bir dost bulsam, onunla düşündüklerimi münakaşa edebilsem, ne iyi olurdu! Yalanı, gerçeği, iyiliği, fenalığı… Mevzu dolu kardeşlik!*

Seninle bir karşılaşabilseydik! Dediklerini, demediklerini,  yazdıklarını yazmadıklarını, düşündüklerini düşünmediklerini, ne varsa konuşurduk.  Olmadı işte, vapur geldi ayrılık vakti. Belki başka bir sefere.

*Medarı Maişet Motoru 
Sait Faik’in kaleminden bir ilk romandır. Henüz Yeni Mecmua’da tefrika edildiği sırada (1940-41) dönemin baskıcı siyasi ortamında sakıncalı bulunup roman olarak yayımcı bulmakta zorlanacak ve Sait Faik’in annesinin maddi desteğiyle Ahmet İhsan Basımevi’nden 1944’te yayımlanacaktır. Ancak dağıtılmaya başlanmışken bakanlar kurulu kararıyla toplatılan roman, kimi paragraflar çıkarılarak Birtakım İnsanlar adıyla 1952 yılında okuyucusuna kavuşur. İş Bankası Kültür Yayınları, Medarı Maişet Motoru üzerinde yıllardır süren sansürü kaldırıyor ve ''tehlikeli'' bulunarak çıkarılan kısımları koyu harflerle vererek yapıtı eksiksiz bir şekilde bizlere sunuyor.

Füsun Çetinel


Sait Faik'e Mektubum Var

Pek sevgili Sait Faik


Beni hatırlar mısın, bilemem. Sana daha önce de birçok seferler mektup göndermişliğim var, ama eline ulaştılar mı emin değilim. Hiç cevabın gelmedi çünkü. Bu mektubu sana en samimi hislerimle yazıyorum. Sakın fazla senli benli olduğumu düşünmeyesin. Senin samimiyetten, basitlikten yana olduğunu hikâyelerinden bildiğim için, kendimde ‘sen’ diyecek cesareti buldum. ‘Siz’ deyip de lüzumsuz ekleri kullanmanın manası yok değil mi?

Senin çok büyük bir hayranın ve yakın takipçinim. Adada geçen küçük yaşam parçaları, kışın yemek bulamayan kediler, kuşlar, ada insanları, okurken kendimi onlardan biri gibi hissetmeme sebep oluyor, senin o kısa hikâyelerin beni sıcacık sarmalıyor.

Adaya ayak basar basmaz vefatını yaşlı bir madamadan öğrendim, inan olsun önceden haberim olsaydı, hiç cenazene gelmemezlik eder miydim? Büyük bir yeis içindeyim bilesin. Ama ne yapalım, ölenle ölünmüyor. Adada ne işin var bu geç Eylül günü dersen, işin aslı şu.

Yazı gurubu olarak, başımızda sevgili öğretmenimiz, otuz kadar kadın, bir erkek, bir çocuk, kimimiz Kabataş’tan, Kadıköy’den, kimimiz Bostancı’dan kafileler halinde bağırış çağırış Burgazada iskelesine indik. Gezeceğiz, göreceğiz ve yazacağız dedik. Aman o vapurun hali neydi öyle? Ben deyim bin, sen de iki bin kişi. Yani lafın gelişi. Öyle kalabalık işte. Meğer Büyükada Aya Yorgi dilek günü imiş.

Çoğunluğu kadın gurubumuz, daha kendimizi adaya atar atmaz, hemen çekirgeler misali iskele karşısındaki Ergin pastanesine hücum ettik. Sanırsın ki herkes kıtlıktan çıkmış, aç bir ilaç. Herkes pasta börek tepsilerinin başına üşüştü, kimi küçük pizzalardan alıyor, kimi ponçik, üzümlü kurabiye. Ay ben rejimdeyim, hamur işi yiyemem, diyen kadının teki tabağını tepeleme doldurdu valla. Gözlerimle gördüm yani. Neyse efendim, senin de anlattığın gibi buranın kedi ve köpekleri malumunuz üzerine pek bir samimi ve talepkar. Hemen yanımızda bitiverdiler, patileri kucağımızda. Yemek isterler. Dedikoduyu hiç sevmem, bilirsin daha önceki mektuplarımdan, eğer ki eline geçtilerse, ama kadınlar sanki çok ihtiyaçları varmış gibi her bir şeyi silip süpürdüler. O aciz hayvanlara zırnık koklatmadılar. Bir ben, bir de çocuk artık bunlardan ne kaçırabildikse, biraz verdik hayvanlara.

Canım Sait Faik, oradan kimimiz faytonlara bindi, kimimiz tabanvay. Tuttuk Kalpazankaya’nın yolunu. Ben, can arkadaşım, bir diğer ortaokuldan arkadaşım ve yazı arkadaşlarım senin evin yolunu tuttuk. Aman aman, o canım ev ne halde. Kapı pencere yerle bir. Viran vaziyette. İçeride dört iskemleden başka bir şey kalmamış. O da kim bilir ne vaziyette? Cama dişleri dökük, başı ak tülbentli aksiden bir ihtiyar çıktı. Burada görecek hiçbir şey yok, deyip bizi kışkışladı. Bahçenin her yerini yabani otlar bürümüş, ayıklayasım geldi valla. Ama vakit kısıtlı, zaman yok. Neyse çıkalım bari, derken senin oturan heykelin ile göz göze geldim. Ne yakışıklı adammışsın! Arkadaşa dedim ki, ben kucağına oturayım, resmimizi çek. Hakikaten de çok güzel bir resim oldu. Benden gördü ya, hemen o da çektiriverdi bir güzel. Pek bir samimi oturdu kucağına, gözümden kaçmadı, hiç tasvip etmedim. Üstüme vazife değil de, işte.

Ne muzip adamsın sen ya! Evine giremedik, ama o gün semt pazarı varmış sokağında. İşe bak! Kesin senin parmağın var bu işte. Benim pazar manyağı olduğumu biliyorsun, artık eminim. Okumuşsun sen benim mektupları. Beş altı kadın hemen daldık aralarına. Ben bir bluz aldım, bir diğeri gecelik. Ha, bir de oyuncakçıdan kurulunca davul çalan küçük plastik palyaço aldım. Sevaptır çocuk oynasın, canı sıkılmasın o kadar kadının arasında, diyerek. Aklımız mandalinalarda kalmadı değil. Nafile. Taşıyacak yer yok.

Yolda küçük bir kilise var ya. Ona girip mum yaktık. Ben tam iki dilek dilerken, bağırışlar duyup dışarı fırladım. İşe bak sen! Otuz senedir görmediğimiz çok sevgili bir arkadaşımız pazar çantası ile kilisenin önünde. Sarıldık, öpüştük, koklaştık. O zamanlar pek bir asiydi, sigara içerdi, okulu kırardı. Saçları da kızıldı. Şimdi sarışın olmuş. Boya tabi ki. Hemen gitmesi gerekiyormuş, ayrıldık. Dileklerim büyük ihtimalle tutacak, yukarıdakinin bir işareti işte, dedim kendi kendime. Bak çok başını ağrıttıysam eğer kusura bakma. Seni kendime yakın gördüğümdendir tüm bu samimiyetim.

Senin şu meşhur Hişt! Hişt hikâyen var ya. Pek severim. Oradaki papazı da, sapkın oğlunu da göremedim. Kuzu da yoktu zaten ortalıkta. Ama iki tane beyaz başıboş at vardı. Köpekler bunlara havlayınca, atlar bir azdı ki hiç sorma. Dörtnala, tozu toprağa katıp üstümüze geldiler. Ben hemen yola fırlayıp, onları kontrol altına aldım da, kadınları kurtarıverdim. Görmeliydin.

Konuşa, güle Kalpazankaya’ ya vardık. Garsonlar bize gölgelikte kocaman iki masa yaptılar. Bir tarafta hamaklar, salıncaklar. Bir tarafta Yassı ada. Deniz lebi derya. Çam ağaçları. Bir tarafta mis gibi tuvaletler. Yani rahatımıza diyecek yoktu. Birayı, kolayı içen soluğu tuvalette alıyor. Yorulan kendini hamaklara atıyor. Oh! Palamut, salata, kalamar, fava, patlıcan salatası söyledik. Her şeyi silip süpürdüler yine. Ben iştahsızdım biraz, pek bir şey yiyemedim. Resmim var zaten, görürsün. Hep keşke Sait Faik de aramızda olaydı da, onunla bir bira tokuşturaydık, birbirimize hikayeler okuyaydık, dedim. Gözlerim nemlendi.

Masanın başındaki ekmek sepetine adanın kuşları, serçeleri üşüştü. Kendilerinden büyük ekmek dilimlerini didiklemeye daldılar. Kokoş kadınlar, kuş gribi oluruz, diyerek ekmekleri yemediler. İyi de oldu! Sonra kahve söyledik, ikramları imiş. Düşünceli bir arkadaşımızda yanında lokum getirmiş. Pek iyi gitti valla. Garson hesabı yaparken bayağı bir zorlandı. Ne yemişiz azizim.

Aşağı iniş çok keyifli oldu. Manzara, deniz, güzel evler, köpekler, kediler. Kafamızda şekillenmeye başlayan hikâyeler. Senin Burgaz’ından hepimiz pek bir memnun kaldık açıkçası. Kapanışı iskelenin oradaki Teras kafede yapalım dedik. Sütlü tatlı yemekti niyetimiz, kısmet değilmiş. Kış sezonuna girmişler. Biz de kahve içtik, fal baktık. Üstüne Sinem’de dondurma yedik. Son bir gurup resmi derken vapur geldi. Sabahkine kalabalık demiştim, meğer o bir şey değilmiş. Aman bir insan seli. Et et üstüne. Ayakta duracak yer yok. Her yer kesin dönüşçülerin valizleriyle kaplı. İtişen formalı öğrenciler. Sırt çantalı bitli turistler. Bir de rüzgâr. Far far. Saç baş bir tarafta, serseme döndük. Zaten o kadar yemeğe bir ağırlık da mevcut, hali ilen gözler kapanıyor. Neyse efendim zahmetli bir dönüş yolculuğu sonunda, kendimizi Kabataş’a attığımızda, inan olsun evimizin yönünü unutmuştuk. İskelede sersem tavuklar gibi bekleşip durduk bir süre.

Sana yazacağım bu kadar Sait Faik. Velhasıl güzel bir gün geçirdik! Adada sana rastlayamadık ama kitabın çantamda, gün boyu seni de, hikâyelerini de hep dolaştırdım çarşı pazar yanımda. Son cümle biraz devrik olmuş diyenleriniz çıkarsa eğer, bilin ki Sait Faik böyle istediği içindir. Şiiri çok severdi kendisi. Benim onu sevdiğim gibi.

Füsun Çetinel

Bir Andromeda Bile Olamadın

Yazar olamadın... 

bari bir andromeda kadını olaydın ya.
Ataydın sarp kayalara kendini, ciğerlerini yırta yırta şöyle bir bağıraydın. Yetişin kimseler yok mu? Kimse yardım etmeyecek mi bana? Kurtarın beni bu hayattan. Belki atlı bir prens uçarak gelirdi bir yerlerden, çeker alırdı yanına.

O karı bile elindeki üç beş öyküyle kitap bastırdı ya. Helal olsun daha ne diyebilirim ki? Tanrı anlatıcıyla üçüncü tekil anlatıcının farkını bilmeyen cahil yazar. ‘’Ben ben’’ diye okura böğüren yazar. Oldun mu böyle olacaksın, her şeye karşı cahil, deli cesaretin olacak. Uzun uzadıya tartmayacaksın hiçbir şeyi. Kendi ayaklarının üzerinde duracağım diye inat etmeyeceksin. Bak işte el yapıyor. Bir sen beceriksizsin, kendim yapabilirim, kuvvetliyim diye bas bas bağırırken bile acizsin.

Annem mi konuşuyor bir yerlerden?

Kadında ne hırs varmış ama. Hocanın altından girdi üstünden çıktı. Sen daha uyuz uyuz, yok yazamıyorum, şöyle oldu böyle oldu diye titizlenmeye devam et.  Bir öyküye iki yılını ver, orası potluk yaptı, şurası bol geldi derken millet malı götürsün. İkinci kitabı da çıkarır üçüncüyü de! Sana göre değil kızım bunlar. Olaydın bir andromeda kadını, kıraydın kıçını, yanaşaydın bir edebiyat müdürünün koltukaltına. Üstat siz bir harikasınız, hocam bir tanesiniz, siz dünyanın yazarısınız, her şeyi en iyi bilensiniz. Öykülerime şöyle bir göz atar mısınız? Olmuş mu üstat? Deseydin o da olmadı, kötü bir hastalığım var kitabım yayınlanmadan ölmek istemiyorum diye sızlansaydın biraz.

Edebiyat camiasının doğrucu davudu olmak zorunda mısın sen? Adam iki kelimeyi bir araya getiremiyorsa varsın getirmesin. Türk edebiyatını kurtarmak senin gibi zavallı bir kadına mı kaldı? Ne haddine. Her köşe başını tutan dinozor, pos bıyık top sakal edebiyat müdürleri herkese yeter de artar. İki erkek yazar bellemişlerdir, o kadar. Feodal kemerin altından geç geçebilirsen. Onlara kadar yazarsan, Perseusçuluk oynamalarına, seni kurtarmalarına izin verirsen ne ala.

Dosyanı on sekiz yayınevine de, otuz sekiz yayınevine de göndersen ne fark edecek? On beş yerden aynı ukala ret cevabını alacaksın. Diğerleri onu bile çok görecekler.  Basmayız da basmayız diye tepinecekler. İnadın boşuna.

Güzel Türkçe yazmakla, farklı olmakla ilgisi yok bunun. Kendilerine ağır edebiyatçı dedikleri sürüye katılacaksın, aynı yontu fikirleri savunacaksın. ‘’Okuyucunun istediği gibi yazmamayı tercih ederim,’’ demeyeceksin bu camiada.  Bir ölçek terör, iki ölçek taciz, biraz Berkan, biraz Kürtler, duran adam, ha üzerine de kadın cinayetlerini serptin mi azıcık, tadından yenmez olur öykülerin. Ödül bile kaparsın.

Koca yok, çocuk yok, ev yok, kurumsal bir işim yok,bir kitabım bile yok! Ne için yaşıyorum ben? Niye bu kadar okumak, gelişmek, fikir üretmek, kayalardan ben buradayım diye ufka seslenmek? Ayağı kanatlı bir kahraman bozuntusu için mi tüm çırpınışlar? Kimseye muhtaç olmamak, kurban olmamak için yırtınırken onu mu çağırıyorum bilinçaltımda?

Allah cezanı versin senin Perseus! Varmayacağım işte sana!

Füsun Çetinel

Mehmet Zaman Saçlıoğlu Söyleşisi

General Uçtu

Yazarın son romanı General Uçtu üzerine Galapera’da bir söyleşi gerçekleşti. Moderatörlüğünü sevgili Jale Sancak ve Nursel Duruel yaptı. Ayrıca romanı filme çekecek olan tiyatrocu Ayhan Kavas ve başka değerli edebiyatçılar da aramızdaydı. 

Söyleşiyi çikolatalı bir pastanın mumlarını üfleyerek açtık. Jale Sancak’ın ilk romanı Fırtına Takvimi’nin Duygu Asena Roman Ödülü’nü almasını kutladık hep birlikte. Sonra da sözü moderatörlere bırakarak Mehmet Zaman Saçlıoğlu’nu ve eserlerini daha yakından tanımaya çalıştık.

Nursel Duruel

Senin şimdiye kadar çıkan kitaplarına bir göz atalım ilk önce. 1985’de Günden Önce,2002’de Sarkaç, 1994 Yaz Evi (Yunus Nadi ve Sait Faik Hikâye ödülünü almıştı), 1997 Beş Ada, 2002 Rüzgâr Geri Getirirse, 2010 Sur ve Gölge, iki ve Keçi ve şimdi de 2014 General Uçtu. Ben tüm bu kitapların arasında bir bütünlük olduğunu düşünüyorum.  Belki bu fikirler çocukluktan beri vardı sende, düşünerek büyüyerek onların çevresinde gelişti meselelerin. Vicdan, adalet, hukuk, intikam gibi kavramları sorguluyorsun son kitabın General Uçtu’da da.

Jale Sancak 

Ben de aynı şeyi düşündüm. Vicdan, Türkiye’deki siyasal çalkantılar, darbe dönemi, geriye kalanlar, yaşanan acılar, insanların telef olması, faşizm, dikta. Zaman zaman değişse de belli çizgide, benzer biçimlerde anlatıldı hep bunlar. General Uçtu çok daha sonrasını, farklı bir biçimde anlatıyor, daha önce anlatılan genel çizginin dışında. 12 Eylül darbesinin bir ailenin bireyleri üzerindeki acı izlerini resmediyor ve bir vicdan yoklamasına gidiyor.

Nasıl bir hazırlık oldu bu kitap için?
Hazırlıksız oldu. Ayhan Kavas’ın, kendisi tiyatrocudur ve uzun yıllar Kenterlerde oynadı, bir senaryo isteğiyle başladı. Ayhan film için bir konu özetlemişti. Beş farklı çocuğu olan bir baba olsun, bu baba kaçırılsın ve yıllar sonra hesap sorulsun kendisinden. Senaryo üretmek üzere yazmaya başladım ama bu arada çok şey değişti tabi. Konu, 12 Eylül’de derin yaralar almış bir ailede yaşlı babanın bu yaraların intikamını almak için darbeci Generali kaçırması ve hesaplaşmasıydı. Hikâyenin inandırıcı bir biçimde kurgulanması ve içinin dolması gerekiyordu. Yoksa basit bir polisiye düzeyinde kalabilirdi. Bu nedenle doğrudan senaryo yazmaktansa bir roman yapısı içinde karakterleri oluşturmak ve onların hikâyeyi yönlendirmesini sağlamak doğru olacaktı. Ben de çocukluğunda ve gençliğinde üç büyük darbeyi yaşayan biri olarak zaman zaman düşündüğüm adalet, hukuk, vicdan gibi kavramları bu konu çerçevesinde romanlaştırmaya karar verdim. Böylelikle başta düşünülenden çok farklı bir yola götürdüler karakterler romanı. Değişmeyen şeyler de oldu tabi. Hesaplaşma konusundan vazgeçilemezdi. O dönemin tanıtılması gerekirdi. Bu romanı dört yılda tamamladım.

İdealize bir aile değildi romandaki aile. 1970’lerin ailesiydi. Şimdi bu aile ideal, adeta kusursuz görünüyor bize. Onun için de çok eleştirildi ama o zaman normal aileler öyleydi gerçekten de.

70’li yıllara ilişkin motifler ortaya çıkmaya başlayınca hikâyenin içi doldu. Oyun içinde oyunla başka bir tarafa geçtik. Ve Generalin maskesi çıktı.

Kahramanların seçimi nasıl oldu?
Köy enstitülü, idealist, kendi değerleri güçlü bir karakter seçtim, bunlar ancak sert bir çatışmaya götürürdü hikâyeyi. Böyle bir karı kocanın çocukları da ancak böyle yetiştirilirdi. 1975’de doğan son çocuk apolitik yetişti, tıpkı Türkiye’nin gençleri gibi.

Köy enstitüleriyle doğrudan bir bağım yok ama ilk okuduğum çocuk kitabı Köycü Oktay diye incecik bir kitaptı. Beni çok etkilemişti. O okulların insanlara çok katkı sağladığını düşünüyorum.

Kahramanımız Harun inatçı demek, senaryoda isimler rast gele gelmez, romanın sonuna kadar köy enstitüsü karakterini sürdürüyor. Ben de Ayhan’ın senaryo için bana verdiği şeyleri sürdürdüm.

1990’lardan ve hatta daha öncesinden itibaren oyun edebiyatta çokça kullanıldı. Genelde oyunun kurallarını biliriz. Senin oyununda ise sonuna kadar ne olacağını bilmiyoruz. Bana bu, edebiyatta kullanılan oyunun metaforu gibi geldi. 

Öykülerim Beş Ada’dan sonra ben istemeden, farkında olmadan uzamaya başladı. Ne olduğunu tam olarak bilmiyordum. İki ve Keçi novella mı, roman mı bilmiyorum. Şimdi de bu geldi. Kendiliğinden.
Romanda iki temel bölüm var. Oyun düzenli bir hale gelene kadar karakterlerin tanıtıldığı bölüm. Bu bölümde her şey iyice yerine oturuyor, ok iyice geriliyor.
Oyun ne zaman başladı baba, diyor oğlu.
Bilmiyorum, diyor baba.
Sonra oyunun somut başlama anı var. Oyunun içinde kalemin oyunu başlıyor. Oyun kurulurken tiyatrocuların kendi aralarında konuşması var. Shakespeare’in dediği gibi, yaşam bir oyun. Biz bu oyundan ne kadar haz alıyoruz? İşte bu soru önemli.

Bazı temel meseleler var senin hikâyelerinde. Topaç’ta, doğanın oyunu, büyüme meselesi, süreklilik var. Sur ve Gölge’de ise doğanın oyunu var. Bu kitapta da farklı perspektiflerden bakarak vermişsin oyun meselesini. 

Romanda tiyatrocuların oyun üzerine konuşması ile yazar okuyucuya şunu der;
Bunu bir oyun gibi oku! Gerçek gibi görme!

Bu kitabın üç katmanlı bir gerçekliği var. 
Kitabın sonunda bir “zamansal dizin” yer alıyor. Bu dizinde “romanın gerçekliği”, “yazarın gerçekliği” ve “yaşamın gerçekliği” ile karşı karşılaşıyoruz. Her kurgunun gerçek yaşamdan ve yazarın yaşamından esinleri, gerçek dünyada ve yazarının dünyasında bir yeri vardır. Bu üç gerçeklik her roman için geçerlidir. Romanımda olayların bu gerçeklikler içindeki zamansal sıralamasını yazmak istedim ve sanırım bu, daha önce yapılmamış bir şey oldu. Ayrıca bir pratik yararı da, çok sık geri dönüşler olduğu için romandaki olayların izlenmesinde okuyucuya kolaylık sağladı.

Bu kitapta yazdıklarınla mesafen nedir?

Yazarken kendini çok fazla metnin içine koymak yazarları en çok korkutan şey. Anlatıcı yazar olsa bile başka biri anlatıyor gibi olmalı. Didaktik olmamalı. Kafada başka birini, belki tanıdık biri olabilir bu, yaratmak gerek. Onun tavrı davranışı olmalı.
Bütün karakterlerde ufak ufak bana dair bir şeyler mutlaka var.
Ben romanı yazdığımda senaryo yoktu daha. Sonradan yazıldı. Bazı farklılıklar oldu.

Ayhan Kavas

Filmi farklı olmak zorunda aynı kişi için farklı karakterler kullanamayız. Bu film Harun’un hikâyesi olmak zorunda. Daha hangi karakteri oynayacağıma karar vermedim ama ben de olacağım filmde.

Romanın anlatımına bakalım biraz da. Net, sade, kısa cümlelerle yazıyorsun. Olan her şeyi somut ve canlı görüyoruz, sanki bir filmi seyrediyoruz. Her kitapta anlatım seçimi nasıl?

Kitap tanımlıyor sanırım anlatımı. Konu bir şey getiriyor. Derinleşme ve pencereye uygun bir dil buluyorsunuz. Bu romanda gerçekten çok yüklü sahneler var, onları edebi cümlelerle daha fazla ağırlaştırmaya gerek yok. Dil ağırlığı olayların etkisini azaltabilir.

Mehmet Zaman Saçlıoğlu’nun harika deneme yazıları da var.  O usta bir denemeci. Arkasında çok iyi bir birikimi var. 

Dünyanın Öyküsü dergisinde deneme yazıyorum.

Yazarımız belki bir gün denemelerinin hepsini bir kitapta toplayabilir, çok önemli bir kaynak olacaktır bu bizlere. Bu güzel söyleşi için teşekkür ediyor ve ileride bir gün deneme üzerine bir söyleşi gerçekleştirme sözü alıyoruz ondan. Yine Galapera yine muhteşem bir söyleşi!

Füsun Çetinel



Halı Yıkama Fabrikası

Sait matbaanın paslı kepenklerini zorlanarak açtı, bismillah çekip sağ ayağıyla girdi içeriye. Girişteki devetabanının toprağına kaydı gözleri. Kurutmuşlar zavallıyı yine, diye söylendi. Çalışanların hiçbiri yoktu görünürde. Köşedeki pastanede kahvaltı yapıyor olmalıydılar.

Bugün sinirlenmek yok Sait Efendi, dedi kendine. Çay suyunu ocağa koymuştu ki sesler duydu.


Günaydın. Açık mısınız?

Buyrun?

El ilanı basıyor musunuz? Hani şu posta kutularına atılanlardan?

Matbaa yazıyor ya tepede.

Şey, biz yeni bir iş kuruyoruz da. Pek tecrübeli değiliz.

Gelin bakalım. Çalışkan gençleri pek severim. Bak, benim elemanlar daha yok görünürde. Onlar patron, ben çalışan sanki. Kahvaltı bile yapamadım daha.

Mehmet ve Rıza, yirmilerinde iki genç, ne diyeceklerini bilemeden girişteki iskemlelere iliştiler. Kuzguni siyah saçlarını jöleyle havaya dikmiş zayıftan gençlerdi. Bir örnek beyaz gömleklerinin üzerine siyah parlak ceketler giymişlerdi. Rıza masanın üzerinde duran kataloga uzandı, parmaklarını tükürükleyerek sayfaları rastgele çevirmeye başladı. Renkli menüler, parlak davetiyeler, biletler, kartvizitler, zarflar süslüyordu sayfaları.
İzin almadan ne karıştırıyorsun adamın masasını, diye alçak sesle tersledi Mehmet. Sait içeriden bir tepsi içinde üç bardak çayla çıkageldi. Sevmişti bu iki genç oğlanı. Heyecanlarını, çekingenliklerini. Kendi gençliğini, işini ilk kurduğu yılları hatırladı. Kim bilir İstanbul’un hangi semtinde oturuyorlardı? Yanında bunlar gibi bir sürüsü çalışmıştı kırk yıllık iş hayatında.

Yanılmazdı Sait. İnsan sarrafı olmuştu bunca yılda. Bunlar farklıydı. İkisine de kanı kaynamıştı. Kenar mahalle yeniyetmelerinin arsızlığı, yırtıklığı, uyanıklığı yoktu bu iki oğlanda.

Logonuz var mı bakalım sizin? Yaptığınız işin resimleri falan?

Kapattığımız işle ilgili bir el ilanımız vardı. Üzerinde internet adresi, cep telefonu, adres falan yazıyordu. Bu sefer resimli, daha gösterişli bir şeyler istiyoruz.

Her iş kötüye gidiyor zaten. Ülke çok şahane, gelişiyor, gelecek vaat ediyor diyorlar da… Kandırmaca hepsi. Ancak günü kurtarıyoruz.

Halı yıkama fabrikamız vardı. Dört arkadaş ortaklaşa kurmuştuk. Babalarımızdan para almıştık. Bizim gibi çok yer vardı, rekabet edemedik. İş hepimizi doyuramadı. Kapatmak zorunda kaldık. Yer Mehmet’in babasının. Minibüs benim, krediyle aldım. Daha borçları bitmedi. Madem bildiğimiz iş bu, dedik. Yine yıkama işi yapacağız.

Yazık olmuş gül gibi işinize. Madem durum bu, size şahane bir broşür yapalım. Müşteriler kapınızda kuyruk olsun.

Bilmem ki? Bizim müşteriler şey…

Bak üzüldüm şimdi, babalarınıza da yazık. Para kolay kazanılmıyor. Sizleri pek sevdim. Şimdinin züppelerine benzemiyorsunuz. Biliyor musunuz benim hiç çocuğum olamadı. Kısmet değilmiş. Neyse çaylarınızı soğutmayın.

İki genç aynı anda çaylarına uzanıp içmeye başladılar.

Şimdi işimize bakalım. Kaç tane broşür yaptırmayı düşünüyorsunuz?

Çok lazım. Bu sefer tüm camilere, hastanelere falan dağıtacağız, evlere zaten veriyorduk. Herkes potansiyel müşteri bizim işte. Parası uygun olursa çok yaptırırız değil mi, Mehmet?

Mehmet kafasını sallamakla yetindi.

Şimdi iyice gözüme girdiniz. Girin camilere, iş oralarda artık. Bak her yer cami inşaatı, sokaklar hacı hoca kaynıyor. Camilerde boydan boya halı var, çok iyi düşünmüşsünüz.

Yok, artık halı değil de… Biz başka şey…

Şöyle üçe katlamalı bir şey mi olsun?

Mehmet sendeki broşürü çıkarsana. Bizim bir arkadaşın waffle dükkânı var aşağı mahallede, broşürünü çok beğendik. Parlak, renkli.

Mehmet blucinin arka cebinden buruşuk bir broşür çıkardı. Özenle açıp düzledi. Ön tarafında üzeri bol kremalı, muz ve kivi dilimleriyle süslü kocaman bir waffle fotoğrafı vardı. Etrafına en iştahsız insanın bile aklını çelecek cinsten dondurma, ananas dilimleri, mango, çikolata topları ve renkli şekerlemeler yerleştirilmişti.

Merak etmeyin ödeme konusunda her türlü kolaylığı yaparım. Ama siz de işinize dört elle sarılacağınıza söz verin bana. Babalarınızı daha fazla üzmek yok. Ne iş yapıyorlar?

İkisi de emekli. Geçen yıl bizim mahalleye dozer girdi. Herkesi uzaktaki yeni yapılara taşıdılar. Gitmek istemedik. Şansa bizim evin bir kısmı yıkımdan kurtuldu da Mehmet’le ben orada kalıyoruz. Karışan görüşen de yok.

Bir başınıza zor değil mi? Kim yemek pişiriyor size? Kim çamaşırınızı yıkıyor? Genç çocuklarsınız.

Dışarıda bir şeyler atıştırıyoruz, akşam da yumurta ekmek idare ediyoruz. Anam arada gelip çamaşır temizlik falan bizi toparlamak istiyor da, babam kızıyor. Yemin verdirdi, bunlara arka çıkmak yok artık diye.

Kızdırdık adamı. Biraz da kredi kartı borçlarımız var ayıptır söylemesi.

Sait gömleğinin ilk düğmesini açtı. Saatine baktı yeniden. Dokuzu yirmi dakika geçiyordu. Beş on dakika neyse de. Çalışanların hepsini karşısına dizip konuşmalıydı artık. Rıza’yla Mehmet yerlerinde kıpırdandılar.

Ben borcu harcı hiç sevmem. Ayağı yorgana göre uzatmakta fayda var.

Mehmet’in cep telefonu Chopin’in cenaze marşını çalmaya başladı. Göz ucuyla arayan numaraya baktı, açıp açmamakta tereddüt etti.

Cevapla telefonunu. Önemlidir belki, diye ısrar etti Sait.

Hattın diğer ucundaki kadın bas bas bağırıyordu, Mehmet matbaanın dış kapısına doğru ilerledi. Sesini alçak tutmaya çalışıyordu.

Ne var ya anne, ne oldu yine? İşimiz var Rıza’yla. Tamam, bilip bilmeden ne köpürüyorsun. Cahil cahil konuşma ya. Bankadan aradılarsa ne olmuş. Herkes geç ödüyor borcunu. Yeni iş kuruyoruz. Yok, bu sefer farklı. Babama söyleme sakın. Markete işe girmiş dersin. Rıza’dan da bahsetme. İyiyiz işte. Babam da ne yapsam kızıyor. Bu sefer ne? İş güç arasında Sivas’a falan gidemem. Ben evlenmem, umudunu kessin. Babam cumaya gidince bize gelsene. Mantı yaparsın. Temiz çorap falan da kalmadı. Olmuyor işte, kirlenince atıyoruz. Soğuk, çok soğuk. Elektriği kesti şerefsizler. Bir arkadaş var, hallederim dedi. Kaçak. Ufo eşek gibi çekiyor. Gelirsen az bez sucuk da getirsene. Canım çekti. Hadi öptüm.

Mehmet geri gelip yerine oturdu. Cebinden bir tomar buruşuk para çıkarıp Rıza’ya uzattı. Rıza parayı saydı, kendi cebinden de üzerine ekledi biraz.

Yüz lira önden versek. Merak etme seni üzmeyiz, kalanı da işi alırken öderiz. Bize şöyle en şıkından bir şeyler yap, piyasayı yerinden oynatalım. Broşürde anlaşırsak ileride indirim kuponu da yaparız. Bizim işimiz piyasada ilk olacak. Kimseye anlatmadık. Hemen aynısını yaparlar diye korktuk. Bu işler böyle, ilksen eğer parsayı topluyorsun.

Ben sizi yine halı yıkama yapacaksınız zannettim.

Halı yıkamadan iş çıkmayınca, biz de başka şey yıkayalım dedik.

E? Neye karar verdiniz? Merak ettim.

Bak babam gibi kızma sen de.

Kırk yıldır bu işi yapıyorum ben. Neler gördü şu matbaacı Sait.

Şey, eminim bizim işi hiç duymamışsındır.

Sen de hele. Ben duydum mu duymadım mı söylerim.

Ölü yıkama fabrikası kuruyoruz.’

Üstüme iyilik sağlık. O ne demek öyle? Çarpılırsınız valla.

İşte nasıl halı yıkama fabrikası varsa, biz de ölü yıkama işi yapacağız. Düşündük Rıza ile, her gün onlarca insan vefat ediyor. Hem bu yükü camilerin üzerinden de almış olacağız. Cenaze işleri rahatlayacak. Hem de bizim kullandığımız malzemeler daha kaliteli. Özel solüsyonlar kullanacağız. Evden alıp kılıfında, el değmeden istedikleri camiye nakledeceğiz. Kefen bezi de satarız, onun karı da ayrı. Hatta anam çok güzel irmik helvası yapar, lokma döker. Bir razı edebilsem. Bizde proje çok ama aile arka çıkmıyor işte. Babamdan gizliyoruz.

Yoksa köpürür, çok dindar adam.

Kim size ölüsünü emanet eder evladım?

Niye öyle söylüyorsun? Daha işe başlamadan moralimizi bozdun.

Gazetede ne rezillikler okuyoruz. Sonra genç, güçlü kuvvetli çocuklarsınız. Ölü sahiplerinin aklına bin türlü şey gelir… Tövbe.

Yok daha neler abicim? Ben ölülerden korkarım, ellemem. Ne işim olur?

Hem ölülerden korkuyorsunuz, hem de ölü yıkama işine gireceksiniz. Peki, broşürü nasıl yapmayı planlıyorsunuz? Ölülerin resmini mi dizeceksiniz.

İş üzerinde birkaç resim koyarız, ama ölülerin gözlerini bantlarız veya surat kısmını bulanıklaştırırız gazetelerde yaptıkları gibi. Sonra aralara, sünger, kefen, gül suyu gibi şeyler serpiştiririz. Minibüsün resmini de koyarız belki. Üzerinde zaten Halı Yıkama Fabrikası yazıyor, ‘halı’ kısmını çıkartıp yerine ‘ölü’ koyarız. Lüzumsuz masraf olmasın. Evden Camiye Servis deriz büyük harflerle.

Siz benle dalga mı geçiyorsunuz? Kalıbınıza bakan sizi bir şey zanneder. Babanın kızdığı kadar varmış. Gerçekten bu işi yapabileceğinize inanıyor musunuz?

Fikir babası Mehmet. Benim de kafama yattı. Hem ben ölülerden korkmam da. Bu zamanda biraz riske girmek gerek diye düşündük.

Ey güzel Allah’ım. Peki, halı yıkama makinesiyle mi el âlemin ölülerini yıkayacaksınız? Cami, diyanet işleri size izin verir mi hiç?

İzin mi almak gerekir? Ölü sahibi tamam derse başkasına ne ki? Anacığıma nenemin ölüsünü yıkatmışlardı ta yıllar önce, geceler boyunca kâbuslar görüp durdu. Nenemi öyle sere serpe, tebeşir gibi musalla taşında görünce bayılmış. Kendine gelemedi günlerce. Dünya modernleşiyor artık.

Peki, onu anladık ta, ya indirim kuponu? Tövbe Rabbim.

Yemekçisinden berberine herkes veriyor, biz niye yapmayalım?

Oğlum kusura bakmayın ama bu iş yaş.

Sen yap abi, biz kesin kararımızı verdik.

İki genç ayağa kalkıp vedalaşıp ayrılırlarken üç beş genç aceleyle içeri daldı. Metrobüs yolundaki kazayla ilgili birkaç şey söyleyip işlerinin başına yöneldiler. İçlerinden en genç olanı sıkılgan bir tavırla Sait’e yaklaştı.

Biraz avans alabilir miyim Sait abi, kredi kartı ödememin son günüymüş mesaj geldi.

Sait derin bir of çekti.

Ona da peki, dedi, kararlıyım bugün hiçbir şeye sinirlenmek yok.

Füsun Çetinel

İstanbul Arka Sokak Lezzetleri

Her lezzetin bir hikayesi var

Konuşan Masa’nın beşinci etkinliği İstanbul Arka Sokak Lezzetleri’nin yazarı Ansel Mullins ile gerçekleşti. 

Ansel Mullins aslen Şikagolu. Üniversitede Gazetecilik eğitimi almış. On iki yıldan beri İstanbul’da yaşıyor, en lezzetli yemekleri sunan küçük ve ucuz esnaf lokantalarını keşfediyor, yemekler üzerinden İstanbul hikâyeleri dinliyor. 

Mullins aynı zamanda emlak sektöründe ve tarihi binaların restorasyonuyla uğraşıyor.  İstanbul Eats adıyla yemek turları düzenliyor, istanbuleats.com internet sitesinde yazıyor, açık radyoda haftalık program Soul Sendika’yı yürütüyor.


Her şey nasıl başladı? 
On iki yıl önce turist olarak geldiğim İstanbul’a âşık oldum ve bir daha ayrılamadım buradan. Yirmi dört yaşında geldim bu şehre, şimdi otuz dört yaşındayım. Evliyim, iki küçük çocuğum var. Yemek yemeği, farklı tatları keşfetmeyi hep sevdim. Amerika’dan sonra burası cennet gibi geldi. İstanbul’da tarih var, her şey o kadar eskilere dayanıyor ki. İstanbul’u gezerken Türk mutfağıyla birlikte başka şeyleri de keşfediyorum. Türk mutfağı hastasıyım ben gerçekten. Mesela ciğerciler, bundan yüz yıl önce de varlardı. O kadar eski, yani Amerika yokken bile vardı seyyar ciğerciler. İşte bu beni büyülüyor.

Yemek sizin için ne ifade ediyor? 
Benim için yemek demek keşif demek. İyi bir yemek yeri keşfettiğimde oyuncakçı dükkânına düşmüş çocuklar gibi seviniyorum. Anlatması çok zor.

Sizi burada etkileyen ilk yemek neydi? Hatırlıyor musunuz?
Annem Alabama’dan, onun için hep mısır ekmeği ve tavuk pişerdi evde. Karadeniz mutfağında pişen yemekleri tadınca gözlerim yaşardı, duygulandım, kendimi evimde hissettim. Türkiye çok büyük bir yer, her yerini gezmek gerçekten zor.  İstanbul’da tüm lezzetleri bulma imkânı var. Tabi ki yerinde yemek daha farklı ama bu şehir büyük olanaklar sunuyor yeme konusunda. Yine de köküne gidebilmek için Karadeniz, Güneydoğu Anadolu gibi birçok yeri gezdim ve gezmeye devam ediyorum.

Rehber kitabınızdaki yemek noktalarını neye göre seçtiniz?
Esnaf lokantaları çok vurdu beni. Küçük dükkânlar. Samimi, sıkışık masalar. Fiyatları makul. Servis edilen yemekler hep aynı kalitede. Herkes birbirini tanıyor. Evdekine benzer yemekler yiyorsun. Duygu var, sosyalleşme var.  Bu tür hikâyesi olan yerleri seçiyorum özellikle.

Beyoğlu, Sadri Alışık sokaktaki, Lades 2’nin her derde deva şehriyeli tavuksuyu çorbası muhteşem. Masalar, sakin sakin yemeğini yiyen yalnız adamlarla dolu. Seyretmeyi seviyorum.

Kurabiye sokaktaki Köfteci Hüseyin bu işe kırk yıl önce seyyar satıcılıkla başlamış, şimdi hayatta değil ama maşasını oğluna devretmiş. Köftelerde etin oranı oldukça yüksek, diğer yerlerdeki gibi bolca ekmek içi karıştırmıyor harcına. Çocuklarımı götürüyorum, severek yiyorlar. Köfte lezzetli, et kaliteli, fiyat makul.

Galatasaray Lisesinin hemen karşısında, Aznavur pasajının önünde Sabır Taşı var. Seyyar arabada içli köfte satıyor.  Ali Bey kırk yıl önce gelmiş İstanbul’a.  Beyaz doktor önlüğü vardı hep üstünde. O da yok artık ama oğlu var. Tezgâhın beş kat üstündeki restoranda haşlanmış içli köfte satılıyor. Anadolunun bir köyündeki gibi mutfakları. Beyoğlu’ndalar ama kendi geleneklerini terk etmemişler.

Belki de bu rehber kitapta bahsettiğim yemekleri, benim bilmediğim ama sizin bildiğiniz, başka birçok yerde yiyebilirsiniz ama önemli olan benim bu yemeklerin arkasında duyduğum hikâyeler.

Bu kadar çok yemek yiyorsunuz, nasıl bu kadar zayıf kaldınız?
Gaziantep’e gitmiştim. Restoran sahibi bana, sen çok pisboğazsın, dedi. Her şeyi yiyorsun ama hep zayıfsın. Gerçekten çok yiyorum ama farklı lezzetler keşfetmek için çok da yürüyorum.

Yemek ailenizde de önemli miydi, Amerika’da?
Annem köy kökenli. Pazar günleri kilise sonrasında mutlaka herkes aynı masa etrafında olurdu. Birlikte yemek yerdik. Şimdi her şey daha farklı, artık insanlar sokakta besleniyor. Sokak lezzetleri, streetfood, patlama yaşıyor Amerika’da. Çok popüler şu günlerde.

Sokak lezzetlerini denerken hiç hastalanmadınız mı? Nasıl güveniyorsunuz?
Bir yerde yemek yiyeceksem bakıyorum. Sıradaki insanlar nasıl? Garsonların üstü başı temiz mi? Tuvaletler, masalar nasıl? Çok müşterisi var mı? Orada yemek yemiş insanlarla konuşuyorum. Hikâyeler dinliyorum. Şimdiye kadar Türkiye’de hiç hastalanmadım ama bir kere Bulgaristan’da çok kötü hastalanmıştım.

Yemek noktalarını nasıl seçiyorsunuz? Özellikle İstanbul dışında? Birilerinden mi duyuyorsunuz?
Köylere gittiğimde kahveye gidiyorum. İnsanlarla konuşuyorum. Mutlaka fırını buluyorum, bakıyorum nasıl bir yer. Yürüyorum sokaklarda. İnsanlar çok sıcakkanlı bizi misafir ediyorlar.

Hiç sevmediğiniz bir yemek yok mu? 
Kokorecin kokusundan hoşlanmıyorum. Burnumu kapayıp mideye indiriyorum.

Bu güzel sohbet esnasında neler mi yedik? 
Okuduklarınıza inanamayacaksınız eminim ama dayanamadık hepsinden yedik! Biz de Ansel gibi pisboğaz olduk. Muhallebici usulü şehriyeli tavuksuyu çorba, Unakapanı İMÇ pilavcısından nohutlu tavuk pilav, ciğerci usulü ızgara ciğer, balık ekmek, Samatya Küçükev usulü kekikli hamsi, Sabırtaşı’ndan içli köfte, Köfteci Hüseyin’den ızgara köfte, Şinasi ustadan kelle tandır, Fasuli’den kurufasulye, Antiochia’dan acılı domates ve roka salatası, kekikli zeytin salatası, Cafer Erol’dan sakızlı, güllü, naneli lokum, Özkonak’tan kaymaklı ekmek kadayıfı, kazandibi, tavukgöğsü.

Ansel Mullins, Türkçeyi çok güzel konuştuğu gibi tam yerinde yaptığı esprilerle bizi epey de güldürdü. Yemeklerin ve onları pişiren insanların hikâyelerini onun ağzından dinlemek çok keyifliydi. Konuşan Masa ekibine bir kere daha bu doyurucu gece için teşekkür ederiz.

Diğer Konuşan Masa etkinliklerini takip etmek isterseniz:
http://konusanmasa.com/?p=116
https://www.facebook.com/konusanmasa

Füsun Çetinel

Hakan Bıçakçı Söyleşisi

Cumartesileri Galapera

Jale Sancak’ın 2006’dan beri Galapera’da gerçekleştirdiği söyleşiler bünyemde bağımlılık yarattı. Cumartesi günlerimi Beyoğlu’nda geçirmek için pek de güzel bir bahane oluşturdu bana. 

Bir cumartesi yine Taksim’den Tünel’e yürüdüm, sergilere, kitapçılara girip çıktım, insan kalabalığından bunalınca da soluğu Fransız Konsolosluğu’nun bahçesinde aldım. Caddenin keşmekeşinden uzak, ağaçların altında içtiğim kahve bir süre sonra etkisini gösterip yeniden kalabalığa karışma cesareti verdi bana, keyifle Tünel’e kadar kâh sokak müzisyenlerini dinleyerek kâh turistlere yol tarif ederek yürüdüm. Kırmızı Kedi kitapevinde, simitçide söyleşiye giden birkaç dostla karşılaştım. Galapera’ya varınca da bir taraftan tavşankanı çaylarımızla simitlerimizi yerken, diğer yazarlarla, dergicilerle, edebiyatseverlerle sohbet ettik. 

Söyleşi konuğu Hakan Bıçakçı

2002’de ilk kitabım çıktığından beri yazmaya hiç ara vermedim. Elimin altında hep yazdığım öykü veya roman oldu. Şimdiye kadar beş roman ve iki öykü kitabım çıktı. Bir romanım aksilik olmazsa gelecek ay basılıyor.

Bana göre yazarlar diğer insanlardan pek de farklı kişiler değiller. Sadece yazma konusunda biraz daha inatçılar diğerlerine göre. Bence yazarla okur arasında bir fark yok. Yayın edebiyatı, reddedilmiş yapıtlarla dolu. Aklımda yazar olmak yoktu hiç. Yazmaya başlayalı on iki yıl oldu ama yazar kimliğiyle barışamadım hala.

İlk kitap nasıl oluştu?
Lise yıllarımda Kafka’nın Değişim’ini, Camus’nün Yabancı’sını, Sartre’nin Bulantı’sını arka arkaya okudum. Bu okuma ve edebiyat serüvenimi ne arkadaşlarımın arasında ne de ailemde paylaşacak kimsem yoktu. Bunlar yazmaya itmedi beni ama üniversite yıllarında öyküler yazdım. Benzer öyküleri alt alta dizdim. Tam bir karambol dosya oluştu. Dosya varsa hayal de var. Bastırmayı deneyeyim bir, dedim kendi kendime. Oğlak yayınları yazarların ilk kitaplarını basıyordu. Gittim, dosyamı bıraktım. O kadar umutsuzum ki telefonumu bile yazmamışım dosyaya. Arkamdan biri seslendi de geri dönüp telefonumu yazdım. O sıralar editör Raşit Çavaş’tı. Bir ay sonra aradı beni, kitabını basacağız, diye. Ama bir şartla, dedi. Yazmaya devam edeceksin. Bir roman daha istiyoruz senden. Tek roman yazıp bırakan yazarlarla kendimizi riske atamayız. İşte o anda hayatımın en boş sözünü verdim. Ve ondan sonra hemen hemen her yıl bir kitap yazdım.

Fantastik Korku deniyor yazdıklarınıza
Kafamda olan şeylerin kitap olarak satılması çok tuhaf geliyor bana. On iki yıldır bu tuhaflık devam ediyor. El yordamıyla kendimi yazar olarak buldum. Ve beni bir türe dâhil ettiler. Türler, yazarlardan çok okurlar için, raflar için. Yönlendirme yazardan çok piyasanın işine geliyor. Bence ne korku ne de fantastik yazdıklarım. Ama ikisinden de unsurlar taşıyor. Korku unsuru bir küme. Fantastik başka bir küme. İkisinin kesiştiği noktada belirsizlik var, işte ben kendimi orada görüyorum. Belirsizlik kalsın istiyorum. Onun için de çok az bir okur kitlesine hitap ediyorum. Şöyle bir karar aldım. Kafamdakileri yazacağım, beğenilme tasam olmayacak, parayı başka yerden kazanacağım.

Korku tehlikeli bir tür. Bir iyiler var, bir de kötüler. Kapitalizmin elinde büyük bir silah korku edebiyatı, karşı toplum yaratıyor. Bu düşman, diyor bize. Yenilmesi gerekli bir düşman. Bense şimdiki dünya düzenini korku atmosferi olarak görüyorum. Baktım ki korku edebiyatı felaket bir şey aslında! Amaçları karşı toplum yaratmak; onlar ve biz. Ergenleri, kadınları hizaya getirmek için hepsi. Exorcist’de kadının içindeki cinselliği yok etmek için baba modeli papaz devreye giriyor mesela.

Ben kaygıdan yola çıkarak korku edebiyatı yapmaya çalışıyorum. Kaygının nesnesi yok. Kaygı üzerine gidiyorum. Karakterlerde kaygı var ve onu korkuya çevirip çözmeye çalışıyorlar ama yapamıyorlar. Benim karakterlerim günümüz karakterleri, fantastik değiller.  Tuhaf olanı tuhaf olmayan öğelerle anlatmaya çalışıyorum. Beni ilgilendiren arada kalan belirsizlik. Psikanalizden yararlanıyorum, evet. Her romanla birlikte başka kaynaklardan yaralanmaya çalışıyorum. Rüyalar, özgürlük paranoyası, zihinsel yolculuk. Benim kitaplarımda okura çok iş düşüyor. Kafamdaki soyut dünyanın çok somutlanmaması lazım. Ortada tutmaya çalışıyorum.

Kitaplar nasıl ortaya çıkıyor?
Hiçbir kitap içeriği blok halinde gelmiyor aklıma. Ufak bir kırıntı düşüyor ilk önce. Kendini yiyen bir adamın romanını yazacağım demiştim. Sonra adamın fotoğrafçı olması geldi aklıma. Böyle böyle parçalar kafamda birleşiyor. Romanı öyküden ayıran şey ayrıntılar zaten. Baştan sona yazacağım bir şey gelmiyor aklıma. Bazen de bir an gelir aklıma ama an olarak kalır. Fikir genişlemez. O zaman bir romana dönüşmez işte.

Yazmak da hayat gibidir. Bakkala diye çıkarsınız yolda bir kediye rastlarsınız, rotanız değişir. Yazarken de yazı başka şeylere dönüşebilir, metin bambaşka yerlere gider. Bu, metinle yazan insan arasındaki tuhaf ilişkidir. Ortalama olarak bir romanı 1,5- 2 yıl arasında yazıyorum, çok uzatmamaya çalışıyorum. Linear şekilde yazmıyorum. Ekleme yaparsam, ileriye ve başa göndermeleri oluyor. Bütünü mantığa oturtmak gerekiyor. Kafada dönme, defterlere not alma, bilgisayara dökme diye gelişiyor benim yazma eylemim. Romanı yazıp bitirsem, basılsa bile devamlı eklemeler yapıyorum kafamda. Bu tamamen bitmiş bir yapıttır diyemiyorum. Az karakter ve az mekân benim derdim, her şey klostrofobik olsun diye.

Neden kaygı ve korku edebiyatı sizi meşgul ediyor?
Korkuya kayma yazarken ortaya çıktı. Kendiliğinden kaygıya doğru gittiğini fark ettim metinlerin. Okurken sadece o tür şeyler okumuyorum ama yazarken ona kayıyorum nedense. Tüm kitaplarımda böyle bu. Başımızdan geçen hikâyelerle kafamızdan geçen hikâyeler arasında hiçbir fark yoktur, demiş R.L. Stevenson. En radikal değişim, bir ay sonra çıkacak kitabımda bir kadın karakter oluşturdum. Plaza insanı. Ama üçüncü bölümde bu kadın karakterin erkekten farkı kalmıyor.

Emrah Serbes, Şule Gürbüz, Alper Canıgüz severek okuduğum Türk yazarlar şu sıra. Türk edebiyatını çok iyi görüyorum. Müzikte ve başka konularda iyi olmayabiliriz ama Türk edebiyatı geçmişte de çok iyiydi, şu anda da çok iyi bence. Ütopyadan çok distopyaya merakım var. Ütopyalar bana göre çok sıkıcı. Kitaplarımda rahatsız edicilik var, bence sanatta olmalı böyle bir rahatsız edicilik. Rahatsız insanlar beni okuyan insanlar zaten. Karakterlerimin okur üzerinde iktidar sahibi olmamasını istiyorum. Okurla birlikte yol bulmaya çalışan karakterler benim karakterlerim.

Barış Bıçakçı’yla bir alakanız var mı?
Herkes aynı soruyu soruyor. Kendisiyle tanışmadım. Birçok yazarla tanıştım ama onunla değil. Hatta beni onunla akraba sanıp, mailini isteyenler bile oluyor.

Genç yazarlar hakkında ne düşünüyorsunuz?
Aşırı bir özgüvene sahipler. Yazılarını paylaşıyorlar bazen. Giriş cümleleri şöyle; Açıkçası kalemime çok güveniyorum. Ahmet Hamdi Tanpınar bile böyle bir şey söyleyemezdi sanırım, mahcup olurdu. Tama özgüvenleri olsun ama ayarında olsun.

Mütevazı, sakin, dopdolu, güzel bir insan Hakan Bıçakçı. Anlattıkları ise genç yazarlarımıza ışık tutacak, cesaret verecek  nitelikte şeyler. Teşekkürler Galapera!

Füsun Çetinel

Kamondo Merdivenleri

Bir İnersin, Bir de Çıkarsın 

deneysel çocukluk
Hep Cem’in başının altından çıkardı böyle şeyler. Zürafa Sokağı macerası da. Bir sürü hikâye anlattı. Levent’le gitmişler, yok kadınlar her gördüklerine kapı aralığından gel gel yapıyorlarmış. Memeleri ortadaymış. Çok bakarsan, kolundan tutup zorla içeri çekiyorlarmış. Sen kim, o sokağa gitmeye cesaret etmek kim oğlum. Ya annem anlasaydı her şeyi, Almancadan cezaya kaldığımın yalan olduğunu. Zavallının benimle uğraşacak vakti yoktu gerçi. Gündüz banka, akşam babam. Ananem Alzheimer. Babamın da yemediği halt kalmamıştı ha. Ne çapkın adamdı. Bir nebze çekmemişim ona. Ama nasılsa babamın cüzdanından para araklamaya korkmazdım. Kadınlar için yüz lira. Levent güya gitmiş ya, yetmez oğlum,  dedi hemen. Nasıl da üzülmüştüm.  Levent kurt, anladı kıvrandığımı. Üstünü verse ya borç, vermez. Hem de karı bana bedava verdi oğlum, dedi Levent. Yok artık. Niye bedava yapsın o işi ki. Kalabalık sokağın başında birikmiş. Demir bir kapı görünüyor sadece. Boyumuz kısa ya o sıralar, aralardan bir şey görebilirsen ne şans. Bir de arabalı tatlıcı var yan tarafta.  Canım bir çekti ki. Kerhane tatlısıymış. Cem yemiş. O işi yapınca kurt gibi acıkıyormuşsun. Cem’in yüzü hep sivilce. Hani yatmıştı karılarla? Yatsan sivilcelerin kalmazdı. Öyle duymuştum da kimden hatırlamıyorum? Sokağın ilerisine doğru bir de kahve olmalıydı. Alçak masalar, tabureler, sokağın üzerinde kaldırımda. Anahtarlık, mendil, çakmak ve başka bir sürü şey satan bir de işporta tezgâhı duruyordu kaldırımda. Öyle ne kadar bekledik kim bilir? Kalbim küt küt atıyor. Bir şey oldu, kim ittiyse beni arkamdan kalabalığın içine doğru.

Was macht ihr denn hier?

Almanca hocamız Herr Müller! Okulun en belalı hocasının ne işi vardı bu sokakta? Cem’le Levent anında toz olmuşlar. Zavallı ben, Zürafa sokağının girişinde duruyorum. Kamondo merdivenleri geldi aklıma, nereden geldiyse. Almancam zaten berbat. Ne tembeldim ama. Tarih ödevi, diyebildim. Yalan söylemeyi bile beceremezdin sen. Herr Müller salak mı? Anladı her şeyi. Ya Herr Müller’e rastlamasaydım o gün?

umutsuz yaşlılık
Bu merdivenler bu kadar dik miydi yıllar öncesinde de yoksa ben mi yolun sonuna geldim artık? Mezunlar gününe gidelim diye tutturdular. Altmışıncı yıl sertifikası vereceklermiş. Neyimize yarayacak mezara giderken sertifika? Kiminin prostatı kiminin kalbi, eski günlerdeki gibi olmuyor işte. Ne kadar çabalarsan çabala. Üçer beşer koşarak inip çıktığın merdivenleri gözün yemiyor artık. Hayat düz bir yol olsa, beni hiç yormasa. Tek isteğim bu artık. Böyle işte. Hadi kırmayayım dedim çocukları. Çoğu Rahmetlik oldu. Bir avuç mezun kaldık bizim yıllardan. Nisanda kar olacak iş mi hiç? Gerçi her mevsim kış bana, kemiklerim bir türlü ısınmıyor. Ne giyersen giyeyim üstüme, titriyorum. Karanlık bir gün, çok karanlık! Niye uydum ki bizimkilere. Dursaydım ya evimde, koltuğumda otursaydım. Televizyona bakardım biraz, bir elma soyardım. Bir bardak ıhlamur kaynatırdım ayva çekirdekleri ve tarçınla. Geçer giderdi gün. Zaten ne Almanları ne de elmalı payı sevebildim. Ağzımın içi teneke gibi,  ne yesem tat vermiyor. Görev gibi yemek yiyorum, sırf yatağa düşmemek gayretiyle. Kıyamet kopacak okul bahçesinde. İnsan, gürültü çekemiyorum etrafımda. Sesler bile acıtıyor bedenimi. Bak yine tıkandım! Ah düşmanım merdivenler, ah düşmanım yokuş. Bir Herr Müller vardı hiç unutamadığım. Beni Zürafa sokağından ta bu merdivenlere kadar kovalamıştı. Keklik gibi sekiyordum o yaşlarda.

Çocukluğun heyecanı. Çocukluğun merakı. Bir kadın memesi göreceğiz diye neler vermezdik. Gördük de ne oldu? İşte hayat, görenin de görmeyenin de sonu toprak.

Füsun Çetinel

Yazarın Duvarı

Duvarın Hikayesi

Artık her şeyin, herkesin bir hikâyesi olmak zorunda. Kahve kupasının, ekmeğin, blucinin, saksıdaki çiçeğin. Üreticiler hikâyesi olmayan şeylerin satmadığını çoktan anladı. Pinterest de bu amaca hizmet ediyor. Sanal ortamda beğendiğin, ilgi duyduğun fotoğrafları sanal bir duvara iğneleyerek, başkasının seni görmesini istediğin gibi, bir hikâye yaratıyorsun.

Yazar tuhaf kişi ya, pinterest’i ne yapsın. Eski moda bir kolaj çok daha yaratıcı ve ilham verici onun için. Çalışma odasının veya evin herhangi bir yerinin duvarını yerden tavana kadar kişisel resimler, fotoğraflar, dergi kupürleri, kâğıtlar, notlar, kartlar, oradan buradan toplanan, kesilen anı parçalarıyla kaplar. Sevdiği, ilgilendiği şeyler. Öncelikleri. Ailesinin, arkadaşlarının resimleri, gezdiği yerlerden broşürler. Gitmek istediği ülkelerin haritaları. Başka yazarlardan alıntılar (eğer yazarımız kıskanç bir değilse ve başkasının kitaplarını okumaya tenezzül ediyorsa). Notlar. Kitap ayraçları. Onu büyüleyen şeyler. Dünyaya bakışı. Etrafında görmek istedikleri. Belki başkalarının da hoşuna gidebileceğini düşündüğü şeyler. Görüntüler, başlıklar, şiirler. Yazara kim olduğunu, ne yapmak istediğini hatırlatan her şey! Bir nevi yazarın hayatının haritası duvarına serdikleri.

Görüntüsel Yazma
Yazarın duvarına yapıştırdıklarını incelediğimizde, yazma eylemine benzer bir şey görürüz. Parçaları birleştirdiğimizde bir görüntü ortaya çıkar, duvarda onun hikâyesini okuruz. Gördüklerimiz onun çocukluğu. Duyguları. Tadı damağında kalmış sergi. Artık var olmayan kedisinin gözleri. Belki bir yaz tatilini geçirdiği köy. Ona özgürlüğü hatırlatan kuş tüyü. Yaşamın devam ettiğinin kanıtı kurutulmuş yaprak. Bir çocuğun yazara yaptığı doğum günü kartı. Sakladığı bazı oyuncaklar, tek gözü olmayan maymun, teneke tren, saçları dökük bebek.

Düşünecek, ilham alacak o kadar çok şeyi var ki yazarın! 
Her gün farklı bir şeye bakar yazar. Üzerinde düşünebilir, geçmişte neler hissettiğine, nasıl değişimler geçirdiğine odaklanabilir. Bu şey ona ne ifade ediyor? Nereden bulmuştu? Kim vermişti? Onda ne görüyor? Niye duvarına yapıştırdı? Niye bunca yıl sakladı? Vazgeçebilir mi? Onsuz var olabilir mi? Bundan sonra ne yazmayı düşünüyor?

Bir yazarın duvarı diğer duvarlardan çok farklı. Dedim ya yazar tuhaf kişi, duvarında bile  şaheserler yaratabiliyor.

Füsun Çetinel

Çocukluğun Tadı

Çocukluğun Tadı Tuzu Kaldı mı?

Bu soru, içinde yaşadığımız zorlu ve çalkantılı dönemde pek de eğlenceli gelmiyor kimseye ama çocukluğumuzun hatıraları olmasa ayakta kalmamız daha da güçleşecek, zorluklarla savaşacak gücü bulamayacağız.

HayatımRomanYazıMaratonu’nun beşinci gün alıştırma konusu Çocukluğun Tadı 

Bazen yazarken beş duyumuzu kullanmayı unuturuz. Tat, dokunma, duyma, görme, koklama duyularımız var. Bir şeyi tanımlarken niye hepsini kullanmayalım ki? Çocukluğunun yemeklerini kelimelerle listele. Listeden bir tanesini seç ve onu genişleterek yaz.
Bu yemek niye çocukluğunu hatırlatıyor sana? Tadı nasıldı? Nasıl görünüyordu? Yerken ses çıkarıyor muydu? Dokusu nasıldı? Seviyor muydun yoksa nefret mi ediyordun? Kim pişirirdi? Özel günler için mi pişirilirdi yoksa her gün mü? Pişmesine yardım eder miydin? Niye sende bu kadar etki bıraktı? Eğer bu yemeği şimdi yapabilseydin kiminle paylaşmak isterdin? Niçin?
Dikkat: bu alıştırma yemek öncesi aşırı miktarda acıkmaya yol açabilir.

Sanmayın ki burada yazılanlar yemek tarifleri!
Yazılanların hepsi de birbirinden dokunaklı, derin, okuması zevkli çalışmalardı. Burada ancak hepsinden ufak bölümler verebiliyorum. Benimle birlikte yazan, gülen, ağlayan, yazılarını ve hayatını cömertçe paylaşan tüm yazı dostlarıma teşekkür ederim. Keyifli okumalar.

Tavuk Budu
Her seferinde bir umut beklediğim but. Düşmeyeceğini bile bile, belki bugün o gündür diye bekleye bekleye oturduğum tavuklu yemek akşamları. Payıma düşemiyordu. Babam oldukça zayıf ve iştahsız. Evimizin direği. Onun budu yeme hakkı var. Ablam kova burcu, inatçı. But yoksa yemek de yok! Son derece karakterli. Akşam yemeği yemezse bir çocuk, bir anda büyümesi durabilir. İşte bu da annem! But istersem, surat asarsam bir anda babam kendi tabağını bana uzatır. Onun boğazından benim gözüm kalan but da, o kupkuru göğüs de geçmez. Bunu biliyordum. Ben efendi bir çocuk olarak tabağımdaki göğsü ağzımda evire çevire büyütür, çiğner de çiğner balon yapılacak kıvama gelince su yardımıyla yutardım.

Karalahana Yemeği
Neyse ben karalâhana yemeğine döneyim. Çocukluğumda yapımı zor olduğundan, kıymetli bir yemekti. O zamanlar robotlar yoktu, lahana haşlandıktan sonra ekmek tahtasına benzer kalın bir tahta ile zannedersem buna dibek deniyordu, iyice dövülürdü, galiba bir kaç saat bununla uğraşılırdı. En nefret ettiğim zamanlardı, lahananın kokusundan evde durulmaz, durmadan soğuk evlerde pencere açılır, burnumun direği kırılır, midem bulanırdı. Hiç yemedim, bir kerecik bile olsa tadına bakmadım. Ama kokusu hala aklımda. Yıllar sonra çiçeği burnunda doktor hanım, sırf Samsun da doğdum diye ve de aile kökeninde Rize ve lazca bilen bir sülalem olduğu için beni tercih eden bir köye atandım, batıda bir Karadeniz köyü. Hayatımın en güzel günlerini geçirdim, dört sene orada. Çok güzel dostluklar, arkadaşlıklar oldu tabi ki. Geçmiş zaman, anlatılacak öyküler çoktur mutlaka.
İlk günüm, sağlık ocağı bir ev şeklinde, sadece hemşire hanım ile ben varım. Komsumuz Rıfat amca bizi yemeğe davet etti, sevine sevine gittik, açız, çevrede görünen bir lokanta bile yok ki, burada yemek yapmalıyız diye düşündük hemşiremle. Rıfat amcanın eşi bize şahane bir sofra hazırlamış, turşular, salata, mısır ekmeği, köy ekmeği, meyveler, yoğurt, ayran hepsi sofrada. Biz asıl yemeği beklemeden giriştik, kadın ‘sen Lazsın, sana karalâhana çorbası yaptım, hem de kuyruk yağı ile’ demez mi?

Canım Kaşar Peynirim
Sobanın üstünden çaydanlığımız hiç eksik olmazdı. Öğlene doğru gittiğim okuldan akşamüstü döndüğümde, ince belli cam bardakta çay ve kırmızı pul biberli sahanda eritilmiş eski kaşar yeme faslımız vardı. Sahanda kaşar eritmek ve üstüne pul biber koymak her nedense annemin o dönem mutfağına dâhil ettiği bir yenilikti. İki yıl kadar okul dönüşleri bana yaptı, sonra da her nedense unuttu gitti.  Canım kaşar peynirim. Beni yoldan çıkaran ilk göz ağrım. Koyarım seni bir sahana,  ateşi açarım azıcık, oh gevşersin, yayılırsın… Minik kabarcıklar… Çıtırtılar… Pul biberin olaya katılımı… Bazen fesleğen, nane gibi dostların sürpriz ziyaretleri… Mis kokulu beyaz ekmeğin eşliği… Ve işte buyurun size tatlı hayat!

Mafiş
Arapça karşılığı ‘yok’ demekmiş ama bence siz anlamını bırakın da tadına bakın derim. Anneannemin sağlığında mafiş siz misafir ağırlandığını pek hatırlamayız. Yapılışı biraz zor ve zaman alsa da yemesi pek kolaydır. Anneannem mafiş tabağını masaya getirene kadar atıştırmayalım diye köşe bucak saklardı, çünkü kazara meydanda unutsa sofraya tatlı kalmazdı. O nur içinde yatsın biz damağımızda bıraktığı tatlarla onu hep analım.
İşte tarifi:
1 yumurta,1 yumurta kabuğu dolusu sıvı yağ, 1 yumurta kabuğu dolusu sirke,1 fiske tuz, aldığı kadar un
Şerbeti için:2bardak şeker, 1,5 bardak su, yarım limonun suyu
Yukarıdaki malzemelerle elimize yapışmayacak kıvamda bir hamur tutuyoruz. Yarım saat nemli bezle örtülü olarak dinlendiriyoruz. Tezgâhı unladıktan sonra ikiye ayırdığımız hamuru 2-3mm kalınlığında açıyoruz. Daha sonra açılan hamuru önce bir yönde sonra diğer yönde 2-3 parmak genişliğinde şeritler halinde kesiyoruz ve fiyonk şekli verip, unlanmış bir tepsiye diziyoruz. Eskiden bu şekil verme işinde anneanneme yardım etmek bana düşerdi. Üzerine nemli bez örtüp, kızartma tavamızı hazırlıyoruz. Yağ iyice kızınca mafişleri alt üst birer kere çevirerek kızartıyoruz. Tavadan çıkartıp hemen soğumuş şerbete atıyoruz. Mafişler süzüldükten sonra servise hazırdır.

Un Helvası
Çocukluğumun unutamadığım tatlarından biridir un helvası. Üç beyazdan vazgeçemediğim beyazdır Un. Çocukluğumda Gerede’ye gittiğimizde ekmekleri koydukları tekke adı verilen büyük sandık kalmış aklımda mis gibi un kokardı.  O kokuyu içime çekmek için kapağını açıp derin derin nefes alırdım.
Un kavrulurken çıkan rayihada bana o tekkedeki kokuyu hatırlatır, pembeleşir, sararır, kahveye yaklaşır rengi, iyice kızmıştır. Şerbet o zaman dökülür, cos diye çıkan ses unun şerbetle birleşip demlenmesi ilginç gelir. Karılması kıvamında olması önemlidir, topak, topak olan helva olmamış demektir.  Demlenip kıvamına geldiğinde kaşıkla şekillendirilip, fıstık, ceviz, fındıkla süslenir.

Yufkalı Tavuk
Geleneklerine bağlı bir kadındı büyük hala Behire Hanım. Ailenin en iyi yemek pişiren kadını derlerdi onun için. Behire Hala’ya yemeğe gidenler günlerce anlatırdı yedikleri yemeklerin lezzetini. Tereyağlı kabaklı böreği ve tahinli kabak tatlısı sülale efsanesi haline gelmişti. Ama benim favorim bunların ikisi de değildi. 13-14 yaşlarında ya var ya yoktum. Yemek pişirmeye olan merakımı ve yufkalı tavuk dediği yemeğini bayıla bayıla yediğimi bildiğinden, onu ziyarete gelecek olan kardeşleri için hazırlarken bu yemeği nasıl yaptığını bana da anlatmıştı. Bu yemek bizim oraların misafir yemeğidir. Aileyi her topladığında mutlaka pişir. Birlikte yemek yiyenler birlikte kalır derdi rahmetli babam. Bu sözü ben hiç unutmadım sen de hep hatırla. Bu yemeği her yaptığında bana da bir Fatiha göndermeyi unutma.

Kişnişli Sucuk
Daha küçüğüm, henüz kızarmış ekmeği yağa batırınca, tazesinden daha çok seveceğimi öğrenmemişim. Siyah renkli, yıkandığında dahi rengi tam açılmayan bakır sahanla getiriyor babam sucukları, anneannem kendi istediği gibi pişiremez de kurutursa diye elleriyle yapmış. Tereyağı sapsarı, bal da sarı hepsi aklımda. Tereyağı köy kokuyor, kuzular çıkacak içinden. Hadi bakalım soğutmayın kızlar, önce sucukları alın. Lafı ikiletir miyim hiç, taze ekmeğin en kızarmış yerinden, tam köşesinden koparıyorum.  Önce yağa sonra hop ağzıma, bir de kocaman sucuk. Gözlerim keyiften kaymıştır, eminim. Annem herkese iki üç parça düşecek gibi hesaplamış ona göre kesmiş sucukları. Keşke daha çok olsaymış ama yok, herkes yiyecek bundan annem sayılı yapmış.

Tavuklu Pilav
Yuvarlak yemek masası, evin ortasında, bütün oda kapılarının ve mutfağın açıldığı büyük holün ortasında dururdu. O gece tavuklu pilav yapmıştı annem, odamdan duyuyordum kokusunu, çok acıkmıştım. Babam da gelmişti, birden bağrışmalar başladı, kavga ediyorlardı. Hole çıktım, babam çok öfkeliydi ama ne olduğunu tam anlayamıyordum. Babam annemi duvara itti, annemin kafasını duvara çarpıp sırtını sürterek yere oturduğunu gördüm. Kapının zili çalmaya başladı, sesleri duyan komşular gelmişti. Ben ağlamaya başladım, annemi yerden kaldırıp yan eve taşıdılar. Babamı salona oturtup sakinleştirmeye çalıştılar. Masada pilav üstünde tavuk parçaları duruyordu. Bir yandan ağlıyor, bir yandan kaşıkla tavuklu pilavı yiyordum. Yine de çok güzeldi, çocukken ağlarken bile…

Ekşili Köfte
Kardeşim balık ve tavuk ağzına koymazdı. Özellikle balık kokusundan da nefret ederdi. Ben de balık fazla sevmem ama anneannemin pişirdiği Kalkan'a, annemin balık köftesine, babamların Sakarya nehrinde avladıkları yayın balığını da hayır demezdim. Tavuğunda sadece göğüs etini yerdim. Annem kendilerine balık ya da tavuk pişirdiğinde genelde kardeşime köfte yapardı.  Ben genelde köfteden de yerdim.  Koray ekşili köfte ya da patatesli köfteyi çok severdi. Ekşili köftenin terbiyesi yapılırken mutfakta olmayı çalışırdım, bir kaşık kaynayan köfte suyunu alıp çırpılmış yumurtaya kâsesine koymama annem izin verirdi, sonra limon suyu eklerdi. Limonun kokusunu oldum olası severim. Terbiyeyi tencereye eklemem izin vermezdi, “yavaş, yavaş yapılmalı yoksa yumurta akları pişer,” derdi. Tabağımdaki ekşili köfteye bol karabiber eklerdim. Limon ve karabiber tezat bir karışım olsa da kokularını iştah açıcı bulurdum.

Kaygana
Çiğdem git hadi fırından iki tane taze ekmek hamuru al gel.
Ya niye hep ben gidiyorum. Sen ablasın. Nefret bir şey bu ablalık, keşke bir ablam veya ağbim olsaydı.
İki hamur lütfen. Al yavrum. Sen kimlerdensin bakim. Atifet’in torunuyum ben, Çiğdem. Ha tamam bildim.
Hah getir hamurları bakim. Yak ocağın altını yağı kızartın. Hamur parçalarını koparıp yuvarlıyor sonra kızgın yağa atıyor hop pişiyor kayganalar. Bir sürü hamur kızartması oluyor masada birkaç dakikada tepsi doldu bile. Yanına bir küçük kâse içine üç kaşık şeker karıştırıyor. Başka bir şey yok.
Kayganalar şekerli suya banılarak yenir nasıl bir lezzettir çıtırdayan kızarmış içi pufuduk hamur ile o ıslak şekerli suya bulanmış dışı ağzına girince hımmm hımmm diye diye yersin. Bir tane daha bir tane daha. Yanında da demli çay olur bazen, bazen hiçbir şey olmaz.
Doydun mu ye bi tane daha. Doydum doydum tamam. A hayatta olmaz, hadi bunu da ye son.

Tavada Balık
Çoklarının nefret ettiği tavada balık kokusunun değil evi sarmasına, tüm apartmanı kaplayıp dışarı taşmasına bile bayılırım, ben. Bayılırım, çünkü bu koku, bir işaret fişeği gibidir: ‘Burada yaşayan keyifli bir aile var’ demektedir. Kimse o yağlı maceraya kendi başına atılmaz. Balık sofraları, birlikte kurulmak içindir. Anne kızartır; abla kıvırcıkları, soğanları, limonları yıkayarak koca bir kase salata hazırlar; küçük kardeş tahin helvasını paketinden çıkartır; baba ise kavunu, peyniri diler, karısı ve kendisi için buzluktan çıkardığı kristal kadehlerde iki duble rakı parlatır. Böyle yapılır,  daha doğrusu ben, öyle yapıldığını düşünmek isterim.  Küçük ailemin yüzyıl önceye dayanan geçmişinde, kardeşler hariç, böylesi pek çok keyifli zamanlar yaşanmıştır. Bizde balık bolca yenirdi. Öyle ızgarada falan pişirilmezdi, tavada derya kuzusu deyişinin hakkını verene kadar yani nar gibi kızartılır, ardından kaşla göz arasında ve afiyetle lüpletilirdi. Benim en sevdiğim balık, kalkandı. Gözleri kafasının sol tarafına sıkışmış, ürkünç çeneli, yampiri…   Akdeniz’in derin mavi tabanında hımbıl hımbıl dalgalanırken çirkin patlak gözlerine takılan ne kadar küçük balık, yengeç, larva varsa ustalıkla mideye indirirdi.  Tombul bir mekik gibi, karnı havyar dolu, önce o mavi tablaya uzanır, sonra kesekâğıdı marifetiyle evimize taşınırdı. Ben ona düğmeli balık diyordum.

Pazar Kahvaltısı
Kokladığımda birçok eski koku doluyor burnuma ve kokuyla gelen hatıralar. Pazar sabahının kahvaltıları unutulmaz benim için ve değerli. Öyle ki evde tolere edemediğim belki de tek şey, Pazar sabahları kahvaltıda olmamak. Bu kahvaltıları süsleyen börekler, pişiler, gözlemeler yanında öyle bir tat vardı ki hımmm. Sarımsaklı yoğurt dökülmüş sıcak patates kızartması. Üstüne de çay içince unutulmaz bir tat. Patatesler kızarırken başında bekler, elimi dilimi yaksa da atıştırırdım sıcak sıcak. Şimdilerde de aynı şeyi yapıyorum, kızartırken atıştırmaya devam. Sene de en fazla iki üç kere kızartma yesek de bunu şölene dönüştürüyorum hemen. Kardeşlerim, çocuklarımız, eşlerimiz ve annem paylaşıyoruz bu tadı.  Bir arada olmanın, pazar filmlerinin ve keyfin tadı bu günlere taşınıyor.

Özgür Pavurya
Bir gün arkadaşım seslenmişti bahçeden. Pavuryaları lavaboda bırakıp balkona koştum. Babam bağırıyordu içeriden.
Pavuryalar nerede?
Sevinçle içeri girdim. Babam iki büklüm divanın altına girmiş pavurya arıyordu. İki tanesini bulduk, bir tanesi firar etmiş olmalı bahçeye, bulamadık. Özgür Bay Yengeç. Diğer ikisini babam tek seferde canlı canlı kaynar suya atıp kazanın kapağını kapattı. Umutsuz kıskaçların emaye kazanda çıkardığı çırpınış seslerini duymamak için kulaklarımı tıkadım. Tak tak tak tak. Sonra sessizlik oldu.
Sosu birlikte hazırlardık. Limon suyu, karabiber, tuz, az biraz zeytinyağı. Pişen pavuryaları bütün haline sofraya getirirdi babam. Bir de ceviz kıracağı. Ananemle annem iğrenir yemezlerdi. Babam etleri güzelce ayıklayıp başka bir tabağa tepeleme yığardı. En lezzetli kısımlar kıskaçların içinde olurdu. Beyaz löp etleri sosa batırır ağzımıza atardık. Gerçekten de çok lezzetliydi tadı. Babam kabukları teker teker, içlerinde et kalmadığına emin oluncaya kadar, emer boşaltırdı.

Kimsenin çocukluğunun tadı kaçmasın, çocuklar hep gülsün.

Füsun Çetinel