Çok Keyifli Bir Alışveriş Günü Daha

Alışveriş merkezinin saati on ikiyi gösterirken, Meltem, Hakan, kızları Duygu ve oğulları Sinan’la son model otomobillerini valeye teslim etmiş, yağmurlu İstanbul grisini arkalarında bırakıp döner camlı kapıdan ışıl ışıl bir dünyaya adım atmışlardı. Günlerden, haftanın beraber geçirdikleri tek günü, pazardı.  Meltem Louis Vuitton çantasını güvenlikten geçirirken, röfleli saçlarını geriye savurup genç güvenlik görevlisinin günaydınına sırtını dönüverdi.

''Rezil gibiyim, acilen kuaföre gitmeliyim. Saat üçte Masa’da Gönüllerle olacağız. Aman bu sefer geç kalmayalım, gözünü seveyim. Karının dilinden kurtulamıyoruz sonra.''

''Bu kuaför işi de nereden çıktı?  Hani buzdolabı bakacaktık. Çocukları başıma bıraktın yine.''

''Onları oyun alanına bırak. Otuzar liralık jeton aldın mı unuturlar dünyayı. Sen de kendine laptop bakacaktın hani. Her şeyi de benden beklemeyin canım.  Bir pazarım var onu da burnumdan getirme lütfen.''

''Anne, hani birlikte alışveriş yapacaktık?  Simli Babet alacaktık bana.''

''Sonra canım.  Kuaförde işim bitmeye yakın mesaj atarım.''

''Baba… Duygu çocuk cennetine gitsin biz seninle akıllı telefon bakalım mı, hı?''

''Yok oğlum, başımı dinlemek istiyorum ben.''

Meltem’i, kuaförün kapısında, ay nerelerdeydiniz kendinizi çok özlettinizlerle karşılayıp hemen içeri buyur ettiler. Sade bir kahveyi eline tutuştururken,  yıpranmış saçlarını bakıma aldılar.  Manikürcü kız taburesini çekip, Meltem’in biçimli uzun ellerini jojova yağı ile ovmaya başladı.

''Artık bu ten rengi ojeden vazgeçmelisiniz, şu ara erik kurusu çok revaçta.''

En son dedikodulardan, modadan, kimin kimi aldattığından bahsettiler.  Kuaförü Meltem’e saçlarını en son başka yerde kestirdi, diye sitem etti.  Sonra da çapkınca yanağından bir makas aldı.  Meltem kendini çok iyi hissediyordu artık.

Hakan, çocukları otuzar liralık jetonlarla çocuk cennetinin bıkkın ablalarına emanet etti. Plastik palmiyelerin altında bir masa bulup kahvesini sipariş etti. Kilosuna dikkat etmeliydi artık. Yan masadaki mini etekli yirmilik sarışınla göz göze geldiğinde çapkınca gülümsedi.  Ellerini azalmış saçlarının arasında dolaştırdı, omuzlarını dikleştirip göbeğini içeri çekti.  Benim yaşımdaki arkadaşlarımın hepsine beş basarım, dedi içinden. Telefonuna Meltem’den mesaj gelmişti. ''Bir saate işim biter, yemekten önce bir şeyler içelim mi?'' Kahvesinden gürültülü bir yudum aldı.  Tekrar kafasını kaldırdığında sarışın güzel, insan irisi bir erkekle samimi bir şekilde öpüşüyordu.  Boşuna umutlandım, diyerek kızdı kendine.  Sen bir böceksin oğlum, bu huri sana niye baksın ki? Meltem’i de cevaplamak gerekti.

Duygu oyuncak standının önünde yeni çıkan elbise tasarım setini inceliyordu. Tasarımlarınla pırıltılı bir dünyaya gitmeye hazır mısın? Işıltılı moda dünyası.  Setin içinde bulunan birbirinden tatlı, göz alıcı aksesuarlar ve kumaşlarla kendi stilini ortaya çıkaracaksın. Işıltılı tasarımlar için stil danışmanının tavsiyelerine göz atmaya ne dersin? Ben bunu kesinlikle almalıyım, dedi Duygu. Altı yaşındaydı ama annesi gibi ne istediğini iyi biliyordu. Camekândaki aksinde kendini inceledi bir süre.  Göğüsleri niye hemen çıkmıyordu ki?  Ya ayakkabıları, lacivert, dümdüz, bebek ayakkabılarıydı.  Burnunu kıvırdı.  Suri ne kadar şanslı bir kızdı.  Topuklu ayakkabı giyebiliyordu o.  Hırsla pullu pembe hırkasının önünü düzeltti, daha zayıf olmalıydı çok daha zayıf.

Sinan çoktan jetonlarını tüketip telefon bayisinin yolunu tutmuştu.  Bu işi bugün bitirmeliydi artık.  Sınıf arkadaşı oğlanlar ne yapıp edip aldırmışlardı ana babalarına. İçinden neler demesi gerektiğini tekrarladı. Onların, sen daha küçüksün onun için, diyeceklerini hayal etti.  Bugün buradan iPhone5siz çıkış yoktu ona.

Saat ikide tüm aile kafede toplanmıştı.  Çocuklar taze sıkılmış çim sularını içerlerken, Meltem bir duble espresso,  Hakan ise buzlu taze nane yaprakları ve yeşil elma dilimleri ile süslenmiş ev yapımı limonatasını içiyordu.  Meltem ojeli tırnaklarını inceleyip kuaförünün bu aralar istediği saç rengini tutturamadığından yakındı.  Hakan,  o aptal restorana gitmek istemediğini, canının şöyle kocaman kanlı bir biftek çektiğini söyledi.  Meltem takma kirpikli gözlerini devirip baktı kocasına.

''Anne kahven bitince alışverişe gidebilir miyiz ama lütfeeen,'' diye yalvardı Duygu.

''Okul başarımın niye bu kadar düşük olduğu hakkında en ufak bir fikriniz var mı acaba,'' diye sordu Sinan bilmiş bilmiş.

''Sınıftaki bütün oğlanlarda var bende yok onun için.''

''Ay yine mi iPhone5!''

''Oğlum senin aynı işleri yapan cep telefonun var ya zaten.''

''Navigasyonu var…''

''Sen araba mı kullanıyorsun ki?''

''Üstelik Mac’in yapabildiği her şeyi yapıyor. Her türlü programı indirebiliyorsun.''

''Kafayı mı yedin?  Mimar mühendis misin nesin.''

''Milyon tane şarkı alıyor.''

''Tamam, tartışma bitmiştir.''

''Kendine, istediğin o pahalı yüzüğü aldın ama.''

''Bak çarparım ağzına. Ne biçim konuşuyorsun sen.  Benim ne yaptığım üstüne vazife mi senin.''

''Ne yüzüğü Meltem?''

''Babanıza söylemeyin dedi bize.''

''Şunlara bak ya.  Bacak kadar boylarıyla bizi bir birimize düşürecekler.''

''Cevap vermedin Meltem.  Bekliyorum.''

''Ya, annemin parası sana ne.  Bana kalan para, istediğim gibi harcarım.''

''Benim kazandıklarım bizim paramız oluyor ama.''

''Allah kahretsin, kırk yılın başı ailece bir şey yapalım dedik.  Nefret ediyorum hepinizden.''

''Bağırma Meltem, herkese rezil mi olalım ?''

Meltem gözleri nemli, Soma’ya yardım masasının başındaki görevliyi görmezden gelip tuvaletlerin koridoruna daldı.  Bayanlar tuvaletinin parlak keskin ışıkları içinin daralmasına hafifletmişti.  İç içe geçip sonsuzluk hissi veren aynalarda ince uzun bedenini her yönden inceledi.  Bu hayvandan çok daha fazlasını hak ediyordu. Çocuklar olmasa ne yapacağını bilirdi o.  Suratına soğuk su çarptı biraz.  Hafif kırışıklıklar fark etti göz altlarında.  Vitamin iğnesi yaptırmak için geç bile kalmıştı. Biçimli parmaklarındaki yüzüğü inceledi. Çocuklar söylemese Hakan gerçek olduğu fark etmezdi bile. Durup dururken problem çıkmıştı. Moralini bozamazdı. Dedikoducu Gönül’ün ağzına laf vermek isteyeceği en son şeydi.

Gününü muhteşem yemekler eşliğinde bir şölene dönüştürmek ister misin, yazıyordu kocaman harflerle Masa restoranın girişinde.  Bahçe kısmındaki bir masada, Gönül ve kocası Hakan’la Meltem’i karşıladılar. Çocuklara arkada başka bir yer ayarlamışlardı. Birbirlerini ne kadar özlediklerini söylediler gözlerini kaçırarak. Kıyafetlerini süzdüler baştan aşağı. Erkekler kendi göbekleri hakkında şakalar yaptılar. Önden çiğ başlangıçlar aldılar. Kırmızı şarap içildi. Kimi siyah makarna yedi, kimisi odun ateşinde pizza. Yüksek sesle kahkahalar attılar, araba markalarından, deri ceketlerden, özel okullardan, yurt dışı seyahatlerinden, Türk hizmetlilerin pahalılığından bahsettiler. Kadınlar tabaklarının hepsini bitirmediler. Birkaç çatal alıp bıraktılar. Erkekler kahve ve konyak yanında puro içti. Kadınlar mentollü sigara. Hesabı ödemek için bir birleriyle yarıştılar. Gönül iki ara bir derede Meltem’e erkekler hakkında nasihatler verdi. Gözlerinin altının neden morardığını sordu. Sonra da Hakan’a baktı manalı bir şekilde. Köpekbalığı Gönül’dü lakabı. Hiçbir koku kaçmazdı burnundan. Çocuklar birbirleriyle itişmeye, aksileşmeye başlamışlardı. Yanaklarını birbirlerine değdirip ayrıldılar restoranın kapısında.

Duygu simli babetsiz, Sinan iPhone5siz, Meltem ve Hakan sevgisiz, valenin arabalarını kapıya getirmesini beklerlerken, Hakan’ın gözleri yandaki araba reklamına takıldı, Keyif, ışıltısıyla göz kamaştırıyor. Bu yüzük olayı iyi olmuştu aslında, ne zamandır arabasını değiştirmek istiyordu da karısından çekiniyordu. Belki oğlan da bir iPhone5i hak ediyordu.  Çok keyifli bir alışveriş gününü daha arkalarında bırakmışlardı.

Yazarlar Konuşuyor

Amitav Ghosh ve Ayfer Tunç 

Boğaziçi Chronicles edebiyat söyleşisinin son konukları 

İngiliz edebiyatının önemli isimlerinden biri olan Amitav Ghosh, 1956 yılında Hindistan'ın Batı Bengal eyaletinin başkenti Kalküta'da doğdu. Hindistan, Bangladeş ve Sri Lanka’da büyüdü. İşe Yeni Delhi'de gazetecik yaparak başlayan Ghosh, Oxford Üniversitesinde ekonomi eğitimi ardından sosyal antropoloji alanında doktorasını aldı. Kalküta Kromozomu, In an Antique Land, River of Smoke , Sea of Poppies, Circle of Reason  ve Sırça Saray, Ghosh'un yazdığı bazı eserler. Ayrıca Ghosh bugüne kadar Man Booker ve Asya Booker gibi birçok önemli ödülün sahibi oldu. Karşılaştırmalı Edebiyat alanında Profesör unvanı ile Delhi, Columbia, Queens College ve Harvard’da dersler verdi. Sorbone Üniversitesi tarafından fahri doktora ile ödüllendirildi. Romanları birçok dile çevrilen Ghosh, Locarno ve Venedik Film Festivalleri jürisinde yer aldı. Makaleleri The New Yorker, The New Republic ve The New York Times’ta yayınlandı.

Roman ve öykü yazarı Ayfer Tunç 1964 yılında Adapazarı’nda doğdu.  1989 yılında Cumhuriyet Gazetesinin düzenlediği Yunus Nadi Öykü Armağanı'na katıldı, Saklı adlı öyküsüyle birincilik ödülü aldı. 1999-2004 yılları arasında Yapı Kredi Yayınları'nda yayın yönetmeni olarak görev yaptı. 2001 yılında yayımlanan Bir Maniniz Yoksa Annemler Size Gelecek-70'li Yıllarda Hayatımız adlı yapıtı, 2003 yılında altı Balkan ülkesinin katılımıyla düzenlenen Balkanika Ödülü'nü kazandı ve altı Balkan diline çevrilmesine karar verildi. 2003 yılında Sait Faik'in öykülerinden hareketle yazdığı Havada Bulut adlı senaryosu filme çekildi ve TRT'de gösterildi.

Ayfer Tunç
Sırça Saray’dan çok etkilendim. Milan Kundera derki, roman insana yeni bir şey katmıyorsa ahlaksız bir şeydir. Sırça Saray kendinden bekleneni yerine getirmiş bir roman, onu okuduktan sonra kendi kendime sorular sormaya başladım. Sırça Saray romanının ne yazık ki Türkçesi bulunmuyor, bu da bizim ayıbımız. Ghosh’un Türkçeye çevrilen çok az kitabı var. Romanında anlattığı muhteşem doğa, en önemli parçası edebiyatın. Kendini edebiyatın içinde bir mücevher gibi hissettiriyor. Ben doğa düşkünü biri değilim hatta şehir insanıyım diyebilirim ama beni bile çok etkiledi. Uzak Asya’yı çok az bildiğimi fark ettim bu romanı okuduktan sonra. Çokça haritaya bakma ihtiyacı hissettim. Saat farklılıkları, hangi ülke hangi ülkeye yakın, bunlar hep merak ettiğim şeyler oldu. Uzak diyarlar olan Bengal ve Hindistan ile ancak üç saat farkı varmış aramızda aslında. O kadar da uzak değiliz yani. Şok oldum öğrenince. 1985 yılında basılmış bu roman son derece renkli, elinizden bırakamıyorsunuz.

Çocukluğumda seyrettiğim bir dizi vardı. Kral ve Ben. Egzotik bir dünya fikriydi beni bu filme çeken şey. O zamandan beri çok şey değişti. Bengal Bengladeş, Siyam Tayland oldu. Çocukluğumdan beri sınırlar, ülkeler, yönetimler değişmiş. İlişkiler ne kadar zayıf bu ülkelerle, haklarında hiçbir şey bilmiyorum. Bu beni rahatsız etti. Kendime dair bir rahatsızlık hissettim romanı bitirdikten sonra.

Doğanın romanda aldığı pay bir karakter yaratıyor, doğa edebiyatın bir unsuru. Ortak bir kültürümüz yok orada anlatılan yerlerle. Hakkında hiçbir şey bilmediğin bir coğrafyaya dair şeyleri okuyunca merak ediyorsun. Ama okuduğum bazı paragraflarda ortak şeyler gördüm. Çocuk yaşta öldürülen hükümdarlar, entrikalar, hükümdarlık ilişkilerinin benzerliği. Bu bende bir merak oluşturdu. Bilgi toplama isteği, soru sorma isteği yarattı.
Ghosh’a ilk soruyu ben sormak istiyorum.

Anne diliniz Bengalce. Kalküta’da doğdunuz.  İngiltere’de yaşadınız. Amerika’da oturuyorsunuz. Çok uluslu, çok dilli bir yazarsınız. Yurt sizin için ne ifade ediyor? 

İlk önce sizi, böyle bir üniversitede okuma ve çalışma şansına sahip olduğunuz için, çok kıskandığımı söylemek istiyorum. Ev, yurt çok karmaşık bir terim. Diplomatik bir hayatım oldu benim.  Nerede yazarsam orası benim yurdum. Brooklin New York, Goa Hindistan, bir masadan diğer bir masaya seyahat ediyorum. Hepsinde çok iyi çalışıyorum. Bugünün dünyasında bu artık çok normal. Hindistan’da bir sürü farklı dil, din ve ırk var. Her çeşit insan barındırıyor.  Büyük bir ülke, çok seyahat etmek zorundasınız. Çocukluğumdan beri alıştım sıkça seyahat etmeye. İngilizce yazmaya başladım çünkü eğitimim İngilizceydi. Zaten artık herkes İngilizce bilmek zorunda, dünyanın işleyişi böyle.

Diğer sorular moderatör Barış Büyükokutan  ve dinleyicilerden geliyor.

Ayfer Tunç ve Amitav Ghosh, iki romancı da birbirine geçmiş, birbirine dolaşmış hikâyeler kuruyorlar. Karakterleri çok fazla. Bu neden acaba?

Amitav Ghosh
Evet, Ayfer Tunç İstanbul gibi büyük bir şehirden. Ben de öyleyim. Kalabalık şehir, kalabalık ev. Akrabalar, arkadaşlar. Bu mutlaka yazıma sızmış olmalı.

Ayfer Tunç
Galiba benim olayım biraz farklı. İnsan hikâyelerine karşı aşırı bir ilgim var. Onun için Karakterler çok hikâyelerimde. Deliler Evi başka bir problemden doğdu. Memleket deliriyordu gerçekten. Feyyaz Kayacan’la birlikte bir çalışma yapmak istiyorduk. Taslak olarak bu roman çıktı. Arkadaşım Murat Gülsoy’a okuttum. Beni çok heyecanlandıracak şeyler söyleyince oturup yazmaya başladım. Büyük bir şehirde durmadan insan hikâyeleri çıkıyor ortaya. Ve hepsi de bir şekilde birbirine değiyor. Bir yerlerde birleşiyor.

İki yazarımız da romancı olarak dünya inşa ediyorlar. Bir Maniniz Yoksa Annemler Size Gelecek’te küçük malzemelerle bir dünya inşa ediyor Ayfer Tunç. Bu yaratma süreci nasıl gelişiyor?

Ayfer Tunç 
Bilmiyorum. Size hep verdiğim cevabı vermek zorundayım. Yazar alacakaranlıkta yazar. Bilinç dışından doğan unsurlar var, bunlar dışarıdan romana transfer ediliyor. Planlamadığım şeyler oluyor yazıda, yol değişimi oluyor. Sonra bu unsurlarla bir metne göre ilişki oluşturuluyor.
İki tür yazar var. İçeriden dışarıya doğru yazanlar. Bir de dışarıdan içeriye doğru yazanlar. Sanırım Gosh ve ben, ikimiz de aynıyız. Dışarıdan içeriye doğru yazıyoruz.

Amitav Ghosh
Figüratif ve abstrakt resim olarak düşünürüm ben de. Ayfer Tunç çok haklı. Benim için bir dünyayı romana koymak çok heyecan verici. Romanı okuyanlar, orada kurduğum dünyanın artık unutulmuş olduğunu söylediler. Hatırlamak keyif verdi okuyuculara. Çok gurur verici bu benim için. Bilmek ve yazmak ikilisi diye düşünürüm romanı.

Amitav Ghosh acaba kimleri okumayı seviyor, kimlerden etkileniyor?

Ana dilimde yazılmış kitaplar, sizin adını bile duymadığınız Hintli yazarlar. İngiliz yazarlar. Liste vermek çok zor. Bengalli yazarlar var, hiç duymamışsınızdır. Melville, Balzac, Thomas Mann’dan Buddenbrooks Ailesi mesela. Bizim evde herkes okurdu, etrafta hep kitap vardı. Kuzgun gibi ben de hep kitap toplardım. Amcam da yazardır. Aynı soruyu ben de ona sormuştum. Gogol, Steinbeck, Gorki diye cevap vermişti bana. O kadar farklı şeyler var ki okuyacak, üzerinde düşünecek.

Doğulu bir yazar olarak size de neler yazmanız konusunda baskı var mı?

Yazarken baskı hep var. Ben kim okur bunu diye düşünmüyorum, geliyor yazıyorum. Zaten diğer türlüsü yanlış bence. Yazı okuyucusunu yaratır, okuyucu yazı yaratmaz.

Kökleriniz nerede?

Ben hep kendi deneyimlerimi yazmak istedim. Beni ilgilendiren şey köksüzlük belki de. Dünya hep kesişmelerin olduğu bir yer. Geliş gidişler, karşılaşmalar. Birleşmeler. Bir yerde olan şey diğer her yeri etkiliyor. Resimde de böyle. Bir yerde bir şey yapılıyor, herkes bundan etkileniyor. Bu bağlardan kaçış yok.

İkinizin romanları arasında bir akrabalık var mı?

Ayfer Tunç
Ghosh’un Sırça Saray romanını okurken kendimle epey bir akrabalık hissettim. Çok karakterli, çok anlatılı bir metin. Dallanıp budaklanıyor. Tematik olarak da bir akrabalık var aslında. Bengal, Hindistan, Burma, koca bir coğrafyayı kat ediyor. Oradan hikâyeler var. Kaygısı da benziyor. Bence akraba ayılırız.

Amitav Ghosh
Ben hayatlarla ilgileniyorum. Hayatların manası, dokusu. Benim gibi olmayan insanlar. Kadın karakterleri yazmayı çok seviyorum. Sınırların dışına çıkmak çok heyecan verici bence yazarken.

Bir yazar toplumda yaşanan başkaldırıları veya politik olayları yazmak zorunda mı?

Ayfer Tunç
Sanat kendi içindir. Gezi olaylarını ben toplumcu sanat yapıyorum diyen biri kullanabilir. Ben kendimi türle tanımlamayı sevmiyorum. Gerçek sanat eseri onun size hissettirdikleridir. Bundan etkilendim, şimdi oturup yazayım, demek iyi romancılık değil.

Amitav Ghosh
Ben de aynı şekilde düşünüyorum. Çok yanıltıcı olabiliyor politikayı yazıda kullanmak. Gösteriş sadece, başka bir şey değil. Politika hayatın içinde var ve siz hayatı yazıyorsanız zaten ister istemez politikayı da bir şekilde yazmışsınız demektir. Bunu herkesin gözüne sokar şekilde yapmanın bir manası yok.

Yazmasaydınız ne yapardınız?

Amitav Ghosh
Yazmadan duramıyorum. Sabah kalkar kalkma yazmaya başlıyorum. Yalnızlık getiriyor yazmak. Benim tek sevdiğim, yapabildiğim şey bu.

Ayfer Tunç
Bu o kadar da büyütülecek bir şey değil. Eminim yazmayan insanların da var oluş meseleleri var, onlar da düşünüyorlar. Bence bu araçları biraz büyütüyoruz. Herkese göre farklı araçlar var. Benimkisi yazmak. Bir tek hayatım var ve bana yetmiyor bu. Sayısız hayatı tecrübe etmek için yazıyorum. İyi veya kötü fark etmez. Dışarıdan şeyleri yazabilmenin yolu bu.

Tezer Özlü içeriden dışarıya yazan bir yazardı. Başka bir hayata tutunma yoluydu bu onun için. Hiçbir sanat dalına hak ettiğinden fazla saygı göstermeye gerek yok. Kutsallaştırılmış yazma anlayışından hoşlanmıyorum. Büyütmeye gerek yok. Yirmi beş yıldır yazıyorum ve şmdi hatırlamıyorum ismini, bir yazar söylemişti.
Bırakabilen hemen bıraksın yazmayı. Bırakamıyorsanız zaten hep yazacaksınız demektir.

Füsun Çetinel

Medarı Maişet Motoru

Sevgili Sait Usta

Yıllar yılları, günler günleri arsız köpekler gibi kovalar, bizlerse hayat denen lunaparkın vagonlarında bir aşağı bir yukarı yüreğimiz ağzımızda inip çıkarken, aylardan mayıs günlerden cuma oluverdi ve biz hikayeseverlere ada yolları göründü yeniden.

Belki de çoktan bıktın sen bizlerden! Akın akın, plastik galoşlarla evini dolduranlardan, teklifsizce en mahrem odalarına dalanlardan. İnsanlar böyle işte, bunu senden iyi kim bilebilir ki? Kör ölür badem gözlü olur. ''Kıymetimi yaşarken bilselerdi ya,'' dediğini duyar gibi oluyorum. Hatta duyuyorum bile.

Ada’na Medarı Maişet Motoru ile gelmedik ama bizim gemi de hiç ondan aşağı kalır değildi hani. Kimler yoktu ki içinde? Adalara pazar kurmak için mallarıyla gelenler. Yazlıkçılara eşya taşıyanlar. Öğrenciler. Okulu asıp pikniğe gelmiş tazecik kızlar, oğlanlar. Evde kalmış kızına, koca dilenmek için mum dikmeye niyetlenenler. Bir de biz vardık işte. Hikayeseverler, Sait Faikçiler. Senin dilinde, Birtakım İnsanlar. Hava şıkır şıkır. Deniz köpük içinde. Savaşı, cinayeti, hırsı, itişmeyi, yalanı dolanı şehirde bırakmanın tatlı rehaveti çökmüş üzerimize. Sohbet bir tatlıydı sorma. Gitsek gideriz umursamadan deniz, şehir, ülke, dünya bitene kadar.

O salkım salkım, cıvıltılı insanların çoğu Büyükada’ya gidiyormuş. Ancak bir avuç insan indik Burgaz’a. Rıhtım boyu sırnaşık kediler karşıladı bizi, Ergin’e kadar da eşlik ettiler. Kahve keyfimize ortak olmak için beğendikleri kucaklara yüzsüzce kıvrıldılar. Sıkıysa at kucağından, siyah beyazlısı ağzımın payını verip elimi dişleyiverdi. Paytonlar geldi paytonlar geçti. Kucağımızdaki kediler kadar mayıştık biz de. Kimsenin kalkıp gidesi yok. ''Pazarı öğlen topluyorlarmış hanımlar,'' deyince herkes kendine geldi de yeniden yola koyulduk. Ama önce kilise! Mumlarla birlikte dileklerimizi de tutuşturduk. Sağlık, barış, huzur, bereket iyiliğe dair her bir şeyi diledik. Belki bu kez tutardı dilekler.

Pazarda, Bulgarlardan domuz sosisi ve gravyer peynir aldık. Aldığımıza da bin pişman olduk sonradan. Sen sen ol sakın bir şey satın alma onlardan. Sosislerin içinden ne olduğu meçhul uzun bir kıl çıktı, üstelik nişastayı da basmışlar içine. Anlayacağın sosisten başka her şeye benziyordu. Dış kabuğu plastikten. Gravyer peynirini ise hiç sorma. O da ayrı bir rezalet! Peynir değil süt aromalı kireç püresi.

Kalpazankaya’ya çıkan yolda çiçek, böcek, kertenkele, kaplumbağa, kadidi çıkmış beyaz kısrak, tülüş kuyruklu tay, yasemin kokulu denize uzanan keyifli balkonlar derken, gördüğümüz her şeyi huzurlu, sakin, pek dost sanırken, adı üzerinde Kalpazanların kayasına vardık. Tapusu mu olurmuş Allahın kayasının demek geldiyse de içimden sustum. Kalpazanlara rast geldik, kelle başı elli papeli kareli masa örtülü denize nazır tahta masalarda bir şişe soğuk bira, birkaç halka kızarmış kalamar, az yeşil salata ve bir avuç deniz börülcesinden oluşan yemek karşılığı bırakıp kalktık. Ağaçtan kızarmış yeşil erik kopardık, neyse ki bedavaydı. Kıyıda Marmara’nın serin sularına ayak parmaklarımızı da şöyle bir daldırınca rahatladık. Tuttuk müzenin yolunu.

Ziyaretçilerin sana yazdıkları mektupları yenidünya ağaçlarının arasına gerdikleri iplere asmışlar. Ne günlere kaldık, dedim içimden. Kimsenin özeli kalmadı bu zamanda. Her şey vitrinlik oldu. Hiçbirini okumadım, okuyamadım şahsen. Aralarında kendi mektubumu görmekten feci korktum. Kitaplarını da satmaya başlamışlar müzenin içinde. Medarı Maişet Motoru’nu satın aldım. En sevdiğim kitaplarından.

Bir hovardalık yaptık bari tam olsun dedik, Ergin’de vişneli milföy yemeğe gittik. Sabahtan parasını verip ayırtmıştık zaten. Yoksa akşamüstüne kalmıyormuş bu leziz pasta. Her katı çıtır çıtır, muhallebisi tam kıvamında bir lezzet bombası. Kalorisini ise ne sen sor ne ben söyleyeyim!

Her yıl Ergin’de gördüğüm bir madam vardı. Köşedeki masada tek başına oturur, sabah çayını içerken ponçiğini yerdi afiyetle. Üç dört yıl üst üste fotoğrafını çekmiştim. Hep aynı masa, hep aynı saat, hep aynı kıyafet. Kiminde kısa saçlı, kiminde uzun. Baktım bir başkası oturuyor yerinde. Bilsen sen bilirsin usta. Ne oldu o madama? Her Cuma kilisede mum diken bir de matmazel Fotika vardı? Ya o? Barba Todori’nin torunu Aleko? Ağlarını usul usul, onaran Hıristo? Hep eski bir dost aradı gözlerim ama nafile.

Dediğin gibi… Yazdığın gibi…

Bir dost bulsam, onunla düşündüklerimi münakaşa edebilsem, ne iyi olurdu! Yalanı, gerçeği, iyiliği, fenalığı… Mevzu dolu kardeşlik!*

Seninle bir karşılaşabilseydik! Dediklerini, demediklerini,  yazdıklarını yazmadıklarını, düşündüklerini düşünmediklerini, ne varsa konuşurduk.  Olmadı işte, vapur geldi ayrılık vakti. Belki başka bir sefere.

*Medarı Maişet Motoru 
Sait Faik’in kaleminden bir ilk romandır. Henüz Yeni Mecmua’da tefrika edildiği sırada (1940-41) dönemin baskıcı siyasi ortamında sakıncalı bulunup roman olarak yayımcı bulmakta zorlanacak ve Sait Faik’in annesinin maddi desteğiyle Ahmet İhsan Basımevi’nden 1944’te yayımlanacaktır. Ancak dağıtılmaya başlanmışken bakanlar kurulu kararıyla toplatılan roman, kimi paragraflar çıkarılarak Birtakım İnsanlar adıyla 1952 yılında okuyucusuna kavuşur. İş Bankası Kültür Yayınları, Medarı Maişet Motoru üzerinde yıllardır süren sansürü kaldırıyor ve ''tehlikeli'' bulunarak çıkarılan kısımları koyu harflerle vererek yapıtı eksiksiz bir şekilde bizlere sunuyor.

Füsun Çetinel


Sait Faik'e Mektubum Var

Pek sevgili Sait Faik


Beni hatırlar mısın, bilemem. Sana daha önce de birçok seferler mektup göndermişliğim var, ama eline ulaştılar mı emin değilim. Hiç cevabın gelmedi çünkü. Bu mektubu sana en samimi hislerimle yazıyorum. Sakın fazla senli benli olduğumu düşünmeyesin. Senin samimiyetten, basitlikten yana olduğunu hikâyelerinden bildiğim için, kendimde ‘sen’ diyecek cesareti buldum. ‘Siz’ deyip de lüzumsuz ekleri kullanmanın manası yok değil mi?

Senin çok büyük bir hayranın ve yakın takipçinim. Adada geçen küçük yaşam parçaları, kışın yemek bulamayan kediler, kuşlar, ada insanları, okurken kendimi onlardan biri gibi hissetmeme sebep oluyor, senin o kısa hikâyelerin beni sıcacık sarmalıyor.

Adaya ayak basar basmaz vefatını yaşlı bir madamadan öğrendim, inan olsun önceden haberim olsaydı, hiç cenazene gelmemezlik eder miydim? Büyük bir yeis içindeyim bilesin. Ama ne yapalım, ölenle ölünmüyor. Adada ne işin var bu geç Eylül günü dersen, işin aslı şu.

Yazı gurubu olarak, başımızda sevgili öğretmenimiz, otuz kadar kadın, bir erkek, bir çocuk, kimimiz Kabataş’tan, Kadıköy’den, kimimiz Bostancı’dan kafileler halinde bağırış çağırış Burgazada iskelesine indik. Gezeceğiz, göreceğiz ve yazacağız dedik. Aman o vapurun hali neydi öyle? Ben deyim bin, sen de iki bin kişi. Yani lafın gelişi. Öyle kalabalık işte. Meğer Büyükada Aya Yorgi dilek günü imiş.

Çoğunluğu kadın gurubumuz, daha kendimizi adaya atar atmaz, hemen çekirgeler misali iskele karşısındaki Ergin pastanesine hücum ettik. Sanırsın ki herkes kıtlıktan çıkmış, aç bir ilaç. Herkes pasta börek tepsilerinin başına üşüştü, kimi küçük pizzalardan alıyor, kimi ponçik, üzümlü kurabiye. Ay ben rejimdeyim, hamur işi yiyemem, diyen kadının teki tabağını tepeleme doldurdu valla. Gözlerimle gördüm yani. Neyse efendim, senin de anlattığın gibi buranın kedi ve köpekleri malumunuz üzerine pek bir samimi ve talepkar. Hemen yanımızda bitiverdiler, patileri kucağımızda. Yemek isterler. Dedikoduyu hiç sevmem, bilirsin daha önceki mektuplarımdan, eğer ki eline geçtilerse, ama kadınlar sanki çok ihtiyaçları varmış gibi her bir şeyi silip süpürdüler. O aciz hayvanlara zırnık koklatmadılar. Bir ben, bir de çocuk artık bunlardan ne kaçırabildikse, biraz verdik hayvanlara.

Canım Sait Faik, oradan kimimiz faytonlara bindi, kimimiz tabanvay. Tuttuk Kalpazankaya’nın yolunu. Ben, can arkadaşım, bir diğer ortaokuldan arkadaşım ve yazı arkadaşlarım senin evin yolunu tuttuk. Aman aman, o canım ev ne halde. Kapı pencere yerle bir. Viran vaziyette. İçeride dört iskemleden başka bir şey kalmamış. O da kim bilir ne vaziyette? Cama dişleri dökük, başı ak tülbentli aksiden bir ihtiyar çıktı. Burada görecek hiçbir şey yok, deyip bizi kışkışladı. Bahçenin her yerini yabani otlar bürümüş, ayıklayasım geldi valla. Ama vakit kısıtlı, zaman yok. Neyse çıkalım bari, derken senin oturan heykelin ile göz göze geldim. Ne yakışıklı adammışsın! Arkadaşa dedim ki, ben kucağına oturayım, resmimizi çek. Hakikaten de çok güzel bir resim oldu. Benden gördü ya, hemen o da çektiriverdi bir güzel. Pek bir samimi oturdu kucağına, gözümden kaçmadı, hiç tasvip etmedim. Üstüme vazife değil de, işte.

Ne muzip adamsın sen ya! Evine giremedik, ama o gün semt pazarı varmış sokağında. İşe bak! Kesin senin parmağın var bu işte. Benim pazar manyağı olduğumu biliyorsun, artık eminim. Okumuşsun sen benim mektupları. Beş altı kadın hemen daldık aralarına. Ben bir bluz aldım, bir diğeri gecelik. Ha, bir de oyuncakçıdan kurulunca davul çalan küçük plastik palyaço aldım. Sevaptır çocuk oynasın, canı sıkılmasın o kadar kadının arasında, diyerek. Aklımız mandalinalarda kalmadı değil. Nafile. Taşıyacak yer yok.

Yolda küçük bir kilise var ya. Ona girip mum yaktık. Ben tam iki dilek dilerken, bağırışlar duyup dışarı fırladım. İşe bak sen! Otuz senedir görmediğimiz çok sevgili bir arkadaşımız pazar çantası ile kilisenin önünde. Sarıldık, öpüştük, koklaştık. O zamanlar pek bir asiydi, sigara içerdi, okulu kırardı. Saçları da kızıldı. Şimdi sarışın olmuş. Boya tabi ki. Hemen gitmesi gerekiyormuş, ayrıldık. Dileklerim büyük ihtimalle tutacak, yukarıdakinin bir işareti işte, dedim kendi kendime. Bak çok başını ağrıttıysam eğer kusura bakma. Seni kendime yakın gördüğümdendir tüm bu samimiyetim.

Senin şu meşhur Hişt! Hişt hikâyen var ya. Pek severim. Oradaki papazı da, sapkın oğlunu da göremedim. Kuzu da yoktu zaten ortalıkta. Ama iki tane beyaz başıboş at vardı. Köpekler bunlara havlayınca, atlar bir azdı ki hiç sorma. Dörtnala, tozu toprağa katıp üstümüze geldiler. Ben hemen yola fırlayıp, onları kontrol altına aldım da, kadınları kurtarıverdim. Görmeliydin.

Konuşa, güle Kalpazankaya’ ya vardık. Garsonlar bize gölgelikte kocaman iki masa yaptılar. Bir tarafta hamaklar, salıncaklar. Bir tarafta Yassı ada. Deniz lebi derya. Çam ağaçları. Bir tarafta mis gibi tuvaletler. Yani rahatımıza diyecek yoktu. Birayı, kolayı içen soluğu tuvalette alıyor. Yorulan kendini hamaklara atıyor. Oh! Palamut, salata, kalamar, fava, patlıcan salatası söyledik. Her şeyi silip süpürdüler yine. Ben iştahsızdım biraz, pek bir şey yiyemedim. Resmim var zaten, görürsün. Hep keşke Sait Faik de aramızda olaydı da, onunla bir bira tokuşturaydık, birbirimize hikayeler okuyaydık, dedim. Gözlerim nemlendi.

Masanın başındaki ekmek sepetine adanın kuşları, serçeleri üşüştü. Kendilerinden büyük ekmek dilimlerini didiklemeye daldılar. Kokoş kadınlar, kuş gribi oluruz, diyerek ekmekleri yemediler. İyi de oldu! Sonra kahve söyledik, ikramları imiş. Düşünceli bir arkadaşımızda yanında lokum getirmiş. Pek iyi gitti valla. Garson hesabı yaparken bayağı bir zorlandı. Ne yemişiz azizim.

Aşağı iniş çok keyifli oldu. Manzara, deniz, güzel evler, köpekler, kediler. Kafamızda şekillenmeye başlayan hikâyeler. Senin Burgaz’ından hepimiz pek bir memnun kaldık açıkçası. Kapanışı iskelenin oradaki Teras kafede yapalım dedik. Sütlü tatlı yemekti niyetimiz, kısmet değilmiş. Kış sezonuna girmişler. Biz de kahve içtik, fal baktık. Üstüne Sinem’de dondurma yedik. Son bir gurup resmi derken vapur geldi. Sabahkine kalabalık demiştim, meğer o bir şey değilmiş. Aman bir insan seli. Et et üstüne. Ayakta duracak yer yok. Her yer kesin dönüşçülerin valizleriyle kaplı. İtişen formalı öğrenciler. Sırt çantalı bitli turistler. Bir de rüzgâr. Far far. Saç baş bir tarafta, serseme döndük. Zaten o kadar yemeğe bir ağırlık da mevcut, hali ilen gözler kapanıyor. Neyse efendim zahmetli bir dönüş yolculuğu sonunda, kendimizi Kabataş’a attığımızda, inan olsun evimizin yönünü unutmuştuk. İskelede sersem tavuklar gibi bekleşip durduk bir süre.

Sana yazacağım bu kadar Sait Faik. Velhasıl güzel bir gün geçirdik! Adada sana rastlayamadık ama kitabın çantamda, gün boyu seni de, hikâyelerini de hep dolaştırdım çarşı pazar yanımda. Son cümle biraz devrik olmuş diyenleriniz çıkarsa eğer, bilin ki Sait Faik böyle istediği içindir. Şiiri çok severdi kendisi. Benim onu sevdiğim gibi.

Füsun Çetinel

Bir Andromeda Bile Olamadın

Yazar olamadın... 

bari bir andromeda kadını olaydın ya.
Ataydın sarp kayalara kendini, ciğerlerini yırta yırta şöyle bir bağıraydın. Yetişin kimseler yok mu? Kimse yardım etmeyecek mi bana? Kurtarın beni bu hayattan. Belki atlı bir prens uçarak gelirdi bir yerlerden, çeker alırdı yanına.

O karı bile elindeki üç beş öyküyle kitap bastırdı ya. Helal olsun daha ne diyebilirim ki? Tanrı anlatıcıyla üçüncü tekil anlatıcının farkını bilmeyen cahil yazar. ‘’Ben ben’’ diye okura böğüren yazar. Oldun mu böyle olacaksın, her şeye karşı cahil, deli cesaretin olacak. Uzun uzadıya tartmayacaksın hiçbir şeyi. Kendi ayaklarının üzerinde duracağım diye inat etmeyeceksin. Bak işte el yapıyor. Bir sen beceriksizsin, kendim yapabilirim, kuvvetliyim diye bas bas bağırırken bile acizsin.

Annem mi konuşuyor bir yerlerden?

Kadında ne hırs varmış ama. Hocanın altından girdi üstünden çıktı. Sen daha uyuz uyuz, yok yazamıyorum, şöyle oldu böyle oldu diye titizlenmeye devam et.  Bir öyküye iki yılını ver, orası potluk yaptı, şurası bol geldi derken millet malı götürsün. İkinci kitabı da çıkarır üçüncüyü de! Sana göre değil kızım bunlar. Olaydın bir andromeda kadını, kıraydın kıçını, yanaşaydın bir edebiyat müdürünün koltukaltına. Üstat siz bir harikasınız, hocam bir tanesiniz, siz dünyanın yazarısınız, her şeyi en iyi bilensiniz. Öykülerime şöyle bir göz atar mısınız? Olmuş mu üstat? Deseydin o da olmadı, kötü bir hastalığım var kitabım yayınlanmadan ölmek istemiyorum diye sızlansaydın biraz.

Edebiyat camiasının doğrucu davudu olmak zorunda mısın sen? Adam iki kelimeyi bir araya getiremiyorsa varsın getirmesin. Türk edebiyatını kurtarmak senin gibi zavallı bir kadına mı kaldı? Ne haddine. Her köşe başını tutan dinozor, pos bıyık top sakal edebiyat müdürleri herkese yeter de artar. İki erkek yazar bellemişlerdir, o kadar. Feodal kemerin altından geç geçebilirsen. Onlara kadar yazarsan, Perseusçuluk oynamalarına, seni kurtarmalarına izin verirsen ne ala.

Dosyanı on sekiz yayınevine de, otuz sekiz yayınevine de göndersen ne fark edecek? On beş yerden aynı ukala ret cevabını alacaksın. Diğerleri onu bile çok görecekler.  Basmayız da basmayız diye tepinecekler. İnadın boşuna.

Güzel Türkçe yazmakla, farklı olmakla ilgisi yok bunun. Kendilerine ağır edebiyatçı dedikleri sürüye katılacaksın, aynı yontu fikirleri savunacaksın. ‘’Okuyucunun istediği gibi yazmamayı tercih ederim,’’ demeyeceksin bu camiada.  Bir ölçek terör, iki ölçek taciz, biraz Berkan, biraz Kürtler, duran adam, ha üzerine de kadın cinayetlerini serptin mi azıcık, tadından yenmez olur öykülerin. Ödül bile kaparsın.

Koca yok, çocuk yok, ev yok, kurumsal bir işim yok,bir kitabım bile yok! Ne için yaşıyorum ben? Niye bu kadar okumak, gelişmek, fikir üretmek, kayalardan ben buradayım diye ufka seslenmek? Ayağı kanatlı bir kahraman bozuntusu için mi tüm çırpınışlar? Kimseye muhtaç olmamak, kurban olmamak için yırtınırken onu mu çağırıyorum bilinçaltımda?

Allah cezanı versin senin Perseus! Varmayacağım işte sana!

Füsun Çetinel

Mehmet Zaman Saçlıoğlu Söyleşisi

General Uçtu

Yazarın son romanı General Uçtu üzerine Galapera’da bir söyleşi gerçekleşti. Moderatörlüğünü sevgili Jale Sancak ve Nursel Duruel yaptı. Ayrıca romanı filme çekecek olan tiyatrocu Ayhan Kavas ve başka değerli edebiyatçılar da aramızdaydı. 

Söyleşiyi çikolatalı bir pastanın mumlarını üfleyerek açtık. Jale Sancak’ın ilk romanı Fırtına Takvimi’nin Duygu Asena Roman Ödülü’nü almasını kutladık hep birlikte. Sonra da sözü moderatörlere bırakarak Mehmet Zaman Saçlıoğlu’nu ve eserlerini daha yakından tanımaya çalıştık.

Nursel Duruel

Senin şimdiye kadar çıkan kitaplarına bir göz atalım ilk önce. 1985’de Günden Önce,2002’de Sarkaç, 1994 Yaz Evi (Yunus Nadi ve Sait Faik Hikâye ödülünü almıştı), 1997 Beş Ada, 2002 Rüzgâr Geri Getirirse, 2010 Sur ve Gölge, iki ve Keçi ve şimdi de 2014 General Uçtu. Ben tüm bu kitapların arasında bir bütünlük olduğunu düşünüyorum.  Belki bu fikirler çocukluktan beri vardı sende, düşünerek büyüyerek onların çevresinde gelişti meselelerin. Vicdan, adalet, hukuk, intikam gibi kavramları sorguluyorsun son kitabın General Uçtu’da da.

Jale Sancak 

Ben de aynı şeyi düşündüm. Vicdan, Türkiye’deki siyasal çalkantılar, darbe dönemi, geriye kalanlar, yaşanan acılar, insanların telef olması, faşizm, dikta. Zaman zaman değişse de belli çizgide, benzer biçimlerde anlatıldı hep bunlar. General Uçtu çok daha sonrasını, farklı bir biçimde anlatıyor, daha önce anlatılan genel çizginin dışında. 12 Eylül darbesinin bir ailenin bireyleri üzerindeki acı izlerini resmediyor ve bir vicdan yoklamasına gidiyor.

Nasıl bir hazırlık oldu bu kitap için?
Hazırlıksız oldu. Ayhan Kavas’ın, kendisi tiyatrocudur ve uzun yıllar Kenterlerde oynadı, bir senaryo isteğiyle başladı. Ayhan film için bir konu özetlemişti. Beş farklı çocuğu olan bir baba olsun, bu baba kaçırılsın ve yıllar sonra hesap sorulsun kendisinden. Senaryo üretmek üzere yazmaya başladım ama bu arada çok şey değişti tabi. Konu, 12 Eylül’de derin yaralar almış bir ailede yaşlı babanın bu yaraların intikamını almak için darbeci Generali kaçırması ve hesaplaşmasıydı. Hikâyenin inandırıcı bir biçimde kurgulanması ve içinin dolması gerekiyordu. Yoksa basit bir polisiye düzeyinde kalabilirdi. Bu nedenle doğrudan senaryo yazmaktansa bir roman yapısı içinde karakterleri oluşturmak ve onların hikâyeyi yönlendirmesini sağlamak doğru olacaktı. Ben de çocukluğunda ve gençliğinde üç büyük darbeyi yaşayan biri olarak zaman zaman düşündüğüm adalet, hukuk, vicdan gibi kavramları bu konu çerçevesinde romanlaştırmaya karar verdim. Böylelikle başta düşünülenden çok farklı bir yola götürdüler karakterler romanı. Değişmeyen şeyler de oldu tabi. Hesaplaşma konusundan vazgeçilemezdi. O dönemin tanıtılması gerekirdi. Bu romanı dört yılda tamamladım.

İdealize bir aile değildi romandaki aile. 1970’lerin ailesiydi. Şimdi bu aile ideal, adeta kusursuz görünüyor bize. Onun için de çok eleştirildi ama o zaman normal aileler öyleydi gerçekten de.

70’li yıllara ilişkin motifler ortaya çıkmaya başlayınca hikâyenin içi doldu. Oyun içinde oyunla başka bir tarafa geçtik. Ve Generalin maskesi çıktı.

Kahramanların seçimi nasıl oldu?
Köy enstitülü, idealist, kendi değerleri güçlü bir karakter seçtim, bunlar ancak sert bir çatışmaya götürürdü hikâyeyi. Böyle bir karı kocanın çocukları da ancak böyle yetiştirilirdi. 1975’de doğan son çocuk apolitik yetişti, tıpkı Türkiye’nin gençleri gibi.

Köy enstitüleriyle doğrudan bir bağım yok ama ilk okuduğum çocuk kitabı Köycü Oktay diye incecik bir kitaptı. Beni çok etkilemişti. O okulların insanlara çok katkı sağladığını düşünüyorum.

Kahramanımız Harun inatçı demek, senaryoda isimler rast gele gelmez, romanın sonuna kadar köy enstitüsü karakterini sürdürüyor. Ben de Ayhan’ın senaryo için bana verdiği şeyleri sürdürdüm.

1990’lardan ve hatta daha öncesinden itibaren oyun edebiyatta çokça kullanıldı. Genelde oyunun kurallarını biliriz. Senin oyununda ise sonuna kadar ne olacağını bilmiyoruz. Bana bu, edebiyatta kullanılan oyunun metaforu gibi geldi. 

Öykülerim Beş Ada’dan sonra ben istemeden, farkında olmadan uzamaya başladı. Ne olduğunu tam olarak bilmiyordum. İki ve Keçi novella mı, roman mı bilmiyorum. Şimdi de bu geldi. Kendiliğinden.
Romanda iki temel bölüm var. Oyun düzenli bir hale gelene kadar karakterlerin tanıtıldığı bölüm. Bu bölümde her şey iyice yerine oturuyor, ok iyice geriliyor.
Oyun ne zaman başladı baba, diyor oğlu.
Bilmiyorum, diyor baba.
Sonra oyunun somut başlama anı var. Oyunun içinde kalemin oyunu başlıyor. Oyun kurulurken tiyatrocuların kendi aralarında konuşması var. Shakespeare’in dediği gibi, yaşam bir oyun. Biz bu oyundan ne kadar haz alıyoruz? İşte bu soru önemli.

Bazı temel meseleler var senin hikâyelerinde. Topaç’ta, doğanın oyunu, büyüme meselesi, süreklilik var. Sur ve Gölge’de ise doğanın oyunu var. Bu kitapta da farklı perspektiflerden bakarak vermişsin oyun meselesini. 

Romanda tiyatrocuların oyun üzerine konuşması ile yazar okuyucuya şunu der;
Bunu bir oyun gibi oku! Gerçek gibi görme!

Bu kitabın üç katmanlı bir gerçekliği var. 
Kitabın sonunda bir “zamansal dizin” yer alıyor. Bu dizinde “romanın gerçekliği”, “yazarın gerçekliği” ve “yaşamın gerçekliği” ile karşı karşılaşıyoruz. Her kurgunun gerçek yaşamdan ve yazarın yaşamından esinleri, gerçek dünyada ve yazarının dünyasında bir yeri vardır. Bu üç gerçeklik her roman için geçerlidir. Romanımda olayların bu gerçeklikler içindeki zamansal sıralamasını yazmak istedim ve sanırım bu, daha önce yapılmamış bir şey oldu. Ayrıca bir pratik yararı da, çok sık geri dönüşler olduğu için romandaki olayların izlenmesinde okuyucuya kolaylık sağladı.

Bu kitapta yazdıklarınla mesafen nedir?

Yazarken kendini çok fazla metnin içine koymak yazarları en çok korkutan şey. Anlatıcı yazar olsa bile başka biri anlatıyor gibi olmalı. Didaktik olmamalı. Kafada başka birini, belki tanıdık biri olabilir bu, yaratmak gerek. Onun tavrı davranışı olmalı.
Bütün karakterlerde ufak ufak bana dair bir şeyler mutlaka var.
Ben romanı yazdığımda senaryo yoktu daha. Sonradan yazıldı. Bazı farklılıklar oldu.

Ayhan Kavas

Filmi farklı olmak zorunda aynı kişi için farklı karakterler kullanamayız. Bu film Harun’un hikâyesi olmak zorunda. Daha hangi karakteri oynayacağıma karar vermedim ama ben de olacağım filmde.

Romanın anlatımına bakalım biraz da. Net, sade, kısa cümlelerle yazıyorsun. Olan her şeyi somut ve canlı görüyoruz, sanki bir filmi seyrediyoruz. Her kitapta anlatım seçimi nasıl?

Kitap tanımlıyor sanırım anlatımı. Konu bir şey getiriyor. Derinleşme ve pencereye uygun bir dil buluyorsunuz. Bu romanda gerçekten çok yüklü sahneler var, onları edebi cümlelerle daha fazla ağırlaştırmaya gerek yok. Dil ağırlığı olayların etkisini azaltabilir.

Mehmet Zaman Saçlıoğlu’nun harika deneme yazıları da var.  O usta bir denemeci. Arkasında çok iyi bir birikimi var. 

Dünyanın Öyküsü dergisinde deneme yazıyorum.

Yazarımız belki bir gün denemelerinin hepsini bir kitapta toplayabilir, çok önemli bir kaynak olacaktır bu bizlere. Bu güzel söyleşi için teşekkür ediyor ve ileride bir gün deneme üzerine bir söyleşi gerçekleştirme sözü alıyoruz ondan. Yine Galapera yine muhteşem bir söyleşi!

Füsun Çetinel



Halı Yıkama Fabrikası

Sait matbaanın paslı kepenklerini zorlanarak açtı, bismillah çekip sağ ayağıyla girdi içeriye. Girişteki devetabanının toprağına kaydı gözleri. Kurutmuşlar zavallıyı yine, diye söylendi. Çalışanların hiçbiri yoktu görünürde. Köşedeki pastanede kahvaltı yapıyor olmalıydılar.

Bugün sinirlenmek yok Sait Efendi, dedi kendine. Çay suyunu ocağa koymuştu ki sesler duydu.


Günaydın. Açık mısınız?

Buyrun?

El ilanı basıyor musunuz? Hani şu posta kutularına atılanlardan?

Matbaa yazıyor ya tepede.

Şey, biz yeni bir iş kuruyoruz da. Pek tecrübeli değiliz.

Gelin bakalım. Çalışkan gençleri pek severim. Bak, benim elemanlar daha yok görünürde. Onlar patron, ben çalışan sanki. Kahvaltı bile yapamadım daha.

Mehmet ve Rıza, yirmilerinde iki genç, ne diyeceklerini bilemeden girişteki iskemlelere iliştiler. Kuzguni siyah saçlarını jöleyle havaya dikmiş zayıftan gençlerdi. Bir örnek beyaz gömleklerinin üzerine siyah parlak ceketler giymişlerdi. Rıza masanın üzerinde duran kataloga uzandı, parmaklarını tükürükleyerek sayfaları rastgele çevirmeye başladı. Renkli menüler, parlak davetiyeler, biletler, kartvizitler, zarflar süslüyordu sayfaları.
İzin almadan ne karıştırıyorsun adamın masasını, diye alçak sesle tersledi Mehmet. Sait içeriden bir tepsi içinde üç bardak çayla çıkageldi. Sevmişti bu iki genç oğlanı. Heyecanlarını, çekingenliklerini. Kendi gençliğini, işini ilk kurduğu yılları hatırladı. Kim bilir İstanbul’un hangi semtinde oturuyorlardı? Yanında bunlar gibi bir sürüsü çalışmıştı kırk yıllık iş hayatında.

Yanılmazdı Sait. İnsan sarrafı olmuştu bunca yılda. Bunlar farklıydı. İkisine de kanı kaynamıştı. Kenar mahalle yeniyetmelerinin arsızlığı, yırtıklığı, uyanıklığı yoktu bu iki oğlanda.

Logonuz var mı bakalım sizin? Yaptığınız işin resimleri falan?

Kapattığımız işle ilgili bir el ilanımız vardı. Üzerinde internet adresi, cep telefonu, adres falan yazıyordu. Bu sefer resimli, daha gösterişli bir şeyler istiyoruz.

Her iş kötüye gidiyor zaten. Ülke çok şahane, gelişiyor, gelecek vaat ediyor diyorlar da… Kandırmaca hepsi. Ancak günü kurtarıyoruz.

Halı yıkama fabrikamız vardı. Dört arkadaş ortaklaşa kurmuştuk. Babalarımızdan para almıştık. Bizim gibi çok yer vardı, rekabet edemedik. İş hepimizi doyuramadı. Kapatmak zorunda kaldık. Yer Mehmet’in babasının. Minibüs benim, krediyle aldım. Daha borçları bitmedi. Madem bildiğimiz iş bu, dedik. Yine yıkama işi yapacağız.

Yazık olmuş gül gibi işinize. Madem durum bu, size şahane bir broşür yapalım. Müşteriler kapınızda kuyruk olsun.

Bilmem ki? Bizim müşteriler şey…

Bak üzüldüm şimdi, babalarınıza da yazık. Para kolay kazanılmıyor. Sizleri pek sevdim. Şimdinin züppelerine benzemiyorsunuz. Biliyor musunuz benim hiç çocuğum olamadı. Kısmet değilmiş. Neyse çaylarınızı soğutmayın.

İki genç aynı anda çaylarına uzanıp içmeye başladılar.

Şimdi işimize bakalım. Kaç tane broşür yaptırmayı düşünüyorsunuz?

Çok lazım. Bu sefer tüm camilere, hastanelere falan dağıtacağız, evlere zaten veriyorduk. Herkes potansiyel müşteri bizim işte. Parası uygun olursa çok yaptırırız değil mi, Mehmet?

Mehmet kafasını sallamakla yetindi.

Şimdi iyice gözüme girdiniz. Girin camilere, iş oralarda artık. Bak her yer cami inşaatı, sokaklar hacı hoca kaynıyor. Camilerde boydan boya halı var, çok iyi düşünmüşsünüz.

Yok, artık halı değil de… Biz başka şey…

Şöyle üçe katlamalı bir şey mi olsun?

Mehmet sendeki broşürü çıkarsana. Bizim bir arkadaşın waffle dükkânı var aşağı mahallede, broşürünü çok beğendik. Parlak, renkli.

Mehmet blucinin arka cebinden buruşuk bir broşür çıkardı. Özenle açıp düzledi. Ön tarafında üzeri bol kremalı, muz ve kivi dilimleriyle süslü kocaman bir waffle fotoğrafı vardı. Etrafına en iştahsız insanın bile aklını çelecek cinsten dondurma, ananas dilimleri, mango, çikolata topları ve renkli şekerlemeler yerleştirilmişti.

Merak etmeyin ödeme konusunda her türlü kolaylığı yaparım. Ama siz de işinize dört elle sarılacağınıza söz verin bana. Babalarınızı daha fazla üzmek yok. Ne iş yapıyorlar?

İkisi de emekli. Geçen yıl bizim mahalleye dozer girdi. Herkesi uzaktaki yeni yapılara taşıdılar. Gitmek istemedik. Şansa bizim evin bir kısmı yıkımdan kurtuldu da Mehmet’le ben orada kalıyoruz. Karışan görüşen de yok.

Bir başınıza zor değil mi? Kim yemek pişiriyor size? Kim çamaşırınızı yıkıyor? Genç çocuklarsınız.

Dışarıda bir şeyler atıştırıyoruz, akşam da yumurta ekmek idare ediyoruz. Anam arada gelip çamaşır temizlik falan bizi toparlamak istiyor da, babam kızıyor. Yemin verdirdi, bunlara arka çıkmak yok artık diye.

Kızdırdık adamı. Biraz da kredi kartı borçlarımız var ayıptır söylemesi.

Sait gömleğinin ilk düğmesini açtı. Saatine baktı yeniden. Dokuzu yirmi dakika geçiyordu. Beş on dakika neyse de. Çalışanların hepsini karşısına dizip konuşmalıydı artık. Rıza’yla Mehmet yerlerinde kıpırdandılar.

Ben borcu harcı hiç sevmem. Ayağı yorgana göre uzatmakta fayda var.

Mehmet’in cep telefonu Chopin’in cenaze marşını çalmaya başladı. Göz ucuyla arayan numaraya baktı, açıp açmamakta tereddüt etti.

Cevapla telefonunu. Önemlidir belki, diye ısrar etti Sait.

Hattın diğer ucundaki kadın bas bas bağırıyordu, Mehmet matbaanın dış kapısına doğru ilerledi. Sesini alçak tutmaya çalışıyordu.

Ne var ya anne, ne oldu yine? İşimiz var Rıza’yla. Tamam, bilip bilmeden ne köpürüyorsun. Cahil cahil konuşma ya. Bankadan aradılarsa ne olmuş. Herkes geç ödüyor borcunu. Yeni iş kuruyoruz. Yok, bu sefer farklı. Babama söyleme sakın. Markete işe girmiş dersin. Rıza’dan da bahsetme. İyiyiz işte. Babam da ne yapsam kızıyor. Bu sefer ne? İş güç arasında Sivas’a falan gidemem. Ben evlenmem, umudunu kessin. Babam cumaya gidince bize gelsene. Mantı yaparsın. Temiz çorap falan da kalmadı. Olmuyor işte, kirlenince atıyoruz. Soğuk, çok soğuk. Elektriği kesti şerefsizler. Bir arkadaş var, hallederim dedi. Kaçak. Ufo eşek gibi çekiyor. Gelirsen az bez sucuk da getirsene. Canım çekti. Hadi öptüm.

Mehmet geri gelip yerine oturdu. Cebinden bir tomar buruşuk para çıkarıp Rıza’ya uzattı. Rıza parayı saydı, kendi cebinden de üzerine ekledi biraz.

Yüz lira önden versek. Merak etme seni üzmeyiz, kalanı da işi alırken öderiz. Bize şöyle en şıkından bir şeyler yap, piyasayı yerinden oynatalım. Broşürde anlaşırsak ileride indirim kuponu da yaparız. Bizim işimiz piyasada ilk olacak. Kimseye anlatmadık. Hemen aynısını yaparlar diye korktuk. Bu işler böyle, ilksen eğer parsayı topluyorsun.

Ben sizi yine halı yıkama yapacaksınız zannettim.

Halı yıkamadan iş çıkmayınca, biz de başka şey yıkayalım dedik.

E? Neye karar verdiniz? Merak ettim.

Bak babam gibi kızma sen de.

Kırk yıldır bu işi yapıyorum ben. Neler gördü şu matbaacı Sait.

Şey, eminim bizim işi hiç duymamışsındır.

Sen de hele. Ben duydum mu duymadım mı söylerim.

Ölü yıkama fabrikası kuruyoruz.’

Üstüme iyilik sağlık. O ne demek öyle? Çarpılırsınız valla.

İşte nasıl halı yıkama fabrikası varsa, biz de ölü yıkama işi yapacağız. Düşündük Rıza ile, her gün onlarca insan vefat ediyor. Hem bu yükü camilerin üzerinden de almış olacağız. Cenaze işleri rahatlayacak. Hem de bizim kullandığımız malzemeler daha kaliteli. Özel solüsyonlar kullanacağız. Evden alıp kılıfında, el değmeden istedikleri camiye nakledeceğiz. Kefen bezi de satarız, onun karı da ayrı. Hatta anam çok güzel irmik helvası yapar, lokma döker. Bir razı edebilsem. Bizde proje çok ama aile arka çıkmıyor işte. Babamdan gizliyoruz.

Yoksa köpürür, çok dindar adam.

Kim size ölüsünü emanet eder evladım?

Niye öyle söylüyorsun? Daha işe başlamadan moralimizi bozdun.

Gazetede ne rezillikler okuyoruz. Sonra genç, güçlü kuvvetli çocuklarsınız. Ölü sahiplerinin aklına bin türlü şey gelir… Tövbe.

Yok daha neler abicim? Ben ölülerden korkarım, ellemem. Ne işim olur?

Hem ölülerden korkuyorsunuz, hem de ölü yıkama işine gireceksiniz. Peki, broşürü nasıl yapmayı planlıyorsunuz? Ölülerin resmini mi dizeceksiniz.

İş üzerinde birkaç resim koyarız, ama ölülerin gözlerini bantlarız veya surat kısmını bulanıklaştırırız gazetelerde yaptıkları gibi. Sonra aralara, sünger, kefen, gül suyu gibi şeyler serpiştiririz. Minibüsün resmini de koyarız belki. Üzerinde zaten Halı Yıkama Fabrikası yazıyor, ‘halı’ kısmını çıkartıp yerine ‘ölü’ koyarız. Lüzumsuz masraf olmasın. Evden Camiye Servis deriz büyük harflerle.

Siz benle dalga mı geçiyorsunuz? Kalıbınıza bakan sizi bir şey zanneder. Babanın kızdığı kadar varmış. Gerçekten bu işi yapabileceğinize inanıyor musunuz?

Fikir babası Mehmet. Benim de kafama yattı. Hem ben ölülerden korkmam da. Bu zamanda biraz riske girmek gerek diye düşündük.

Ey güzel Allah’ım. Peki, halı yıkama makinesiyle mi el âlemin ölülerini yıkayacaksınız? Cami, diyanet işleri size izin verir mi hiç?

İzin mi almak gerekir? Ölü sahibi tamam derse başkasına ne ki? Anacığıma nenemin ölüsünü yıkatmışlardı ta yıllar önce, geceler boyunca kâbuslar görüp durdu. Nenemi öyle sere serpe, tebeşir gibi musalla taşında görünce bayılmış. Kendine gelemedi günlerce. Dünya modernleşiyor artık.

Peki, onu anladık ta, ya indirim kuponu? Tövbe Rabbim.

Yemekçisinden berberine herkes veriyor, biz niye yapmayalım?

Oğlum kusura bakmayın ama bu iş yaş.

Sen yap abi, biz kesin kararımızı verdik.

İki genç ayağa kalkıp vedalaşıp ayrılırlarken üç beş genç aceleyle içeri daldı. Metrobüs yolundaki kazayla ilgili birkaç şey söyleyip işlerinin başına yöneldiler. İçlerinden en genç olanı sıkılgan bir tavırla Sait’e yaklaştı.

Biraz avans alabilir miyim Sait abi, kredi kartı ödememin son günüymüş mesaj geldi.

Sait derin bir of çekti.

Ona da peki, dedi, kararlıyım bugün hiçbir şeye sinirlenmek yok.

Füsun Çetinel

İstanbul Arka Sokak Lezzetleri

Her lezzetin bir hikayesi var

Konuşan Masa’nın beşinci etkinliği İstanbul Arka Sokak Lezzetleri’nin yazarı Ansel Mullins ile gerçekleşti. 

Ansel Mullins aslen Şikagolu. Üniversitede Gazetecilik eğitimi almış. On iki yıldan beri İstanbul’da yaşıyor, en lezzetli yemekleri sunan küçük ve ucuz esnaf lokantalarını keşfediyor, yemekler üzerinden İstanbul hikâyeleri dinliyor. 

Mullins aynı zamanda emlak sektöründe ve tarihi binaların restorasyonuyla uğraşıyor.  İstanbul Eats adıyla yemek turları düzenliyor, istanbuleats.com internet sitesinde yazıyor, açık radyoda haftalık program Soul Sendika’yı yürütüyor.


Her şey nasıl başladı? 
On iki yıl önce turist olarak geldiğim İstanbul’a âşık oldum ve bir daha ayrılamadım buradan. Yirmi dört yaşında geldim bu şehre, şimdi otuz dört yaşındayım. Evliyim, iki küçük çocuğum var. Yemek yemeği, farklı tatları keşfetmeyi hep sevdim. Amerika’dan sonra burası cennet gibi geldi. İstanbul’da tarih var, her şey o kadar eskilere dayanıyor ki. İstanbul’u gezerken Türk mutfağıyla birlikte başka şeyleri de keşfediyorum. Türk mutfağı hastasıyım ben gerçekten. Mesela ciğerciler, bundan yüz yıl önce de varlardı. O kadar eski, yani Amerika yokken bile vardı seyyar ciğerciler. İşte bu beni büyülüyor.

Yemek sizin için ne ifade ediyor? 
Benim için yemek demek keşif demek. İyi bir yemek yeri keşfettiğimde oyuncakçı dükkânına düşmüş çocuklar gibi seviniyorum. Anlatması çok zor.

Sizi burada etkileyen ilk yemek neydi? Hatırlıyor musunuz?
Annem Alabama’dan, onun için hep mısır ekmeği ve tavuk pişerdi evde. Karadeniz mutfağında pişen yemekleri tadınca gözlerim yaşardı, duygulandım, kendimi evimde hissettim. Türkiye çok büyük bir yer, her yerini gezmek gerçekten zor.  İstanbul’da tüm lezzetleri bulma imkânı var. Tabi ki yerinde yemek daha farklı ama bu şehir büyük olanaklar sunuyor yeme konusunda. Yine de köküne gidebilmek için Karadeniz, Güneydoğu Anadolu gibi birçok yeri gezdim ve gezmeye devam ediyorum.

Rehber kitabınızdaki yemek noktalarını neye göre seçtiniz?
Esnaf lokantaları çok vurdu beni. Küçük dükkânlar. Samimi, sıkışık masalar. Fiyatları makul. Servis edilen yemekler hep aynı kalitede. Herkes birbirini tanıyor. Evdekine benzer yemekler yiyorsun. Duygu var, sosyalleşme var.  Bu tür hikâyesi olan yerleri seçiyorum özellikle.

Beyoğlu, Sadri Alışık sokaktaki, Lades 2’nin her derde deva şehriyeli tavuksuyu çorbası muhteşem. Masalar, sakin sakin yemeğini yiyen yalnız adamlarla dolu. Seyretmeyi seviyorum.

Kurabiye sokaktaki Köfteci Hüseyin bu işe kırk yıl önce seyyar satıcılıkla başlamış, şimdi hayatta değil ama maşasını oğluna devretmiş. Köftelerde etin oranı oldukça yüksek, diğer yerlerdeki gibi bolca ekmek içi karıştırmıyor harcına. Çocuklarımı götürüyorum, severek yiyorlar. Köfte lezzetli, et kaliteli, fiyat makul.

Galatasaray Lisesinin hemen karşısında, Aznavur pasajının önünde Sabır Taşı var. Seyyar arabada içli köfte satıyor.  Ali Bey kırk yıl önce gelmiş İstanbul’a.  Beyaz doktor önlüğü vardı hep üstünde. O da yok artık ama oğlu var. Tezgâhın beş kat üstündeki restoranda haşlanmış içli köfte satılıyor. Anadolunun bir köyündeki gibi mutfakları. Beyoğlu’ndalar ama kendi geleneklerini terk etmemişler.

Belki de bu rehber kitapta bahsettiğim yemekleri, benim bilmediğim ama sizin bildiğiniz, başka birçok yerde yiyebilirsiniz ama önemli olan benim bu yemeklerin arkasında duyduğum hikâyeler.

Bu kadar çok yemek yiyorsunuz, nasıl bu kadar zayıf kaldınız?
Gaziantep’e gitmiştim. Restoran sahibi bana, sen çok pisboğazsın, dedi. Her şeyi yiyorsun ama hep zayıfsın. Gerçekten çok yiyorum ama farklı lezzetler keşfetmek için çok da yürüyorum.

Yemek ailenizde de önemli miydi, Amerika’da?
Annem köy kökenli. Pazar günleri kilise sonrasında mutlaka herkes aynı masa etrafında olurdu. Birlikte yemek yerdik. Şimdi her şey daha farklı, artık insanlar sokakta besleniyor. Sokak lezzetleri, streetfood, patlama yaşıyor Amerika’da. Çok popüler şu günlerde.

Sokak lezzetlerini denerken hiç hastalanmadınız mı? Nasıl güveniyorsunuz?
Bir yerde yemek yiyeceksem bakıyorum. Sıradaki insanlar nasıl? Garsonların üstü başı temiz mi? Tuvaletler, masalar nasıl? Çok müşterisi var mı? Orada yemek yemiş insanlarla konuşuyorum. Hikâyeler dinliyorum. Şimdiye kadar Türkiye’de hiç hastalanmadım ama bir kere Bulgaristan’da çok kötü hastalanmıştım.

Yemek noktalarını nasıl seçiyorsunuz? Özellikle İstanbul dışında? Birilerinden mi duyuyorsunuz?
Köylere gittiğimde kahveye gidiyorum. İnsanlarla konuşuyorum. Mutlaka fırını buluyorum, bakıyorum nasıl bir yer. Yürüyorum sokaklarda. İnsanlar çok sıcakkanlı bizi misafir ediyorlar.

Hiç sevmediğiniz bir yemek yok mu? 
Kokorecin kokusundan hoşlanmıyorum. Burnumu kapayıp mideye indiriyorum.

Bu güzel sohbet esnasında neler mi yedik? 
Okuduklarınıza inanamayacaksınız eminim ama dayanamadık hepsinden yedik! Biz de Ansel gibi pisboğaz olduk. Muhallebici usulü şehriyeli tavuksuyu çorba, Unakapanı İMÇ pilavcısından nohutlu tavuk pilav, ciğerci usulü ızgara ciğer, balık ekmek, Samatya Küçükev usulü kekikli hamsi, Sabırtaşı’ndan içli köfte, Köfteci Hüseyin’den ızgara köfte, Şinasi ustadan kelle tandır, Fasuli’den kurufasulye, Antiochia’dan acılı domates ve roka salatası, kekikli zeytin salatası, Cafer Erol’dan sakızlı, güllü, naneli lokum, Özkonak’tan kaymaklı ekmek kadayıfı, kazandibi, tavukgöğsü.

Ansel Mullins, Türkçeyi çok güzel konuştuğu gibi tam yerinde yaptığı esprilerle bizi epey de güldürdü. Yemeklerin ve onları pişiren insanların hikâyelerini onun ağzından dinlemek çok keyifliydi. Konuşan Masa ekibine bir kere daha bu doyurucu gece için teşekkür ederiz.

Diğer Konuşan Masa etkinliklerini takip etmek isterseniz:
http://konusanmasa.com/?p=116
https://www.facebook.com/konusanmasa

Füsun Çetinel

Hakan Bıçakçı Söyleşisi

Cumartesileri Galapera

Jale Sancak’ın 2006’dan beri Galapera’da gerçekleştirdiği söyleşiler bünyemde bağımlılık yarattı. Cumartesi günlerimi Beyoğlu’nda geçirmek için pek de güzel bir bahane oluşturdu bana. 

Bir cumartesi yine Taksim’den Tünel’e yürüdüm, sergilere, kitapçılara girip çıktım, insan kalabalığından bunalınca da soluğu Fransız Konsolosluğu’nun bahçesinde aldım. Caddenin keşmekeşinden uzak, ağaçların altında içtiğim kahve bir süre sonra etkisini gösterip yeniden kalabalığa karışma cesareti verdi bana, keyifle Tünel’e kadar kâh sokak müzisyenlerini dinleyerek kâh turistlere yol tarif ederek yürüdüm. Kırmızı Kedi kitapevinde, simitçide söyleşiye giden birkaç dostla karşılaştım. Galapera’ya varınca da bir taraftan tavşankanı çaylarımızla simitlerimizi yerken, diğer yazarlarla, dergicilerle, edebiyatseverlerle sohbet ettik. 

Söyleşi konuğu Hakan Bıçakçı

2002’de ilk kitabım çıktığından beri yazmaya hiç ara vermedim. Elimin altında hep yazdığım öykü veya roman oldu. Şimdiye kadar beş roman ve iki öykü kitabım çıktı. Bir romanım aksilik olmazsa gelecek ay basılıyor.

Bana göre yazarlar diğer insanlardan pek de farklı kişiler değiller. Sadece yazma konusunda biraz daha inatçılar diğerlerine göre. Bence yazarla okur arasında bir fark yok. Yayın edebiyatı, reddedilmiş yapıtlarla dolu. Aklımda yazar olmak yoktu hiç. Yazmaya başlayalı on iki yıl oldu ama yazar kimliğiyle barışamadım hala.

İlk kitap nasıl oluştu?
Lise yıllarımda Kafka’nın Değişim’ini, Camus’nün Yabancı’sını, Sartre’nin Bulantı’sını arka arkaya okudum. Bu okuma ve edebiyat serüvenimi ne arkadaşlarımın arasında ne de ailemde paylaşacak kimsem yoktu. Bunlar yazmaya itmedi beni ama üniversite yıllarında öyküler yazdım. Benzer öyküleri alt alta dizdim. Tam bir karambol dosya oluştu. Dosya varsa hayal de var. Bastırmayı deneyeyim bir, dedim kendi kendime. Oğlak yayınları yazarların ilk kitaplarını basıyordu. Gittim, dosyamı bıraktım. O kadar umutsuzum ki telefonumu bile yazmamışım dosyaya. Arkamdan biri seslendi de geri dönüp telefonumu yazdım. O sıralar editör Raşit Çavaş’tı. Bir ay sonra aradı beni, kitabını basacağız, diye. Ama bir şartla, dedi. Yazmaya devam edeceksin. Bir roman daha istiyoruz senden. Tek roman yazıp bırakan yazarlarla kendimizi riske atamayız. İşte o anda hayatımın en boş sözünü verdim. Ve ondan sonra hemen hemen her yıl bir kitap yazdım.

Fantastik Korku deniyor yazdıklarınıza
Kafamda olan şeylerin kitap olarak satılması çok tuhaf geliyor bana. On iki yıldır bu tuhaflık devam ediyor. El yordamıyla kendimi yazar olarak buldum. Ve beni bir türe dâhil ettiler. Türler, yazarlardan çok okurlar için, raflar için. Yönlendirme yazardan çok piyasanın işine geliyor. Bence ne korku ne de fantastik yazdıklarım. Ama ikisinden de unsurlar taşıyor. Korku unsuru bir küme. Fantastik başka bir küme. İkisinin kesiştiği noktada belirsizlik var, işte ben kendimi orada görüyorum. Belirsizlik kalsın istiyorum. Onun için de çok az bir okur kitlesine hitap ediyorum. Şöyle bir karar aldım. Kafamdakileri yazacağım, beğenilme tasam olmayacak, parayı başka yerden kazanacağım.

Korku tehlikeli bir tür. Bir iyiler var, bir de kötüler. Kapitalizmin elinde büyük bir silah korku edebiyatı, karşı toplum yaratıyor. Bu düşman, diyor bize. Yenilmesi gerekli bir düşman. Bense şimdiki dünya düzenini korku atmosferi olarak görüyorum. Baktım ki korku edebiyatı felaket bir şey aslında! Amaçları karşı toplum yaratmak; onlar ve biz. Ergenleri, kadınları hizaya getirmek için hepsi. Exorcist’de kadının içindeki cinselliği yok etmek için baba modeli papaz devreye giriyor mesela.

Ben kaygıdan yola çıkarak korku edebiyatı yapmaya çalışıyorum. Kaygının nesnesi yok. Kaygı üzerine gidiyorum. Karakterlerde kaygı var ve onu korkuya çevirip çözmeye çalışıyorlar ama yapamıyorlar. Benim karakterlerim günümüz karakterleri, fantastik değiller.  Tuhaf olanı tuhaf olmayan öğelerle anlatmaya çalışıyorum. Beni ilgilendiren arada kalan belirsizlik. Psikanalizden yararlanıyorum, evet. Her romanla birlikte başka kaynaklardan yaralanmaya çalışıyorum. Rüyalar, özgürlük paranoyası, zihinsel yolculuk. Benim kitaplarımda okura çok iş düşüyor. Kafamdaki soyut dünyanın çok somutlanmaması lazım. Ortada tutmaya çalışıyorum.

Kitaplar nasıl ortaya çıkıyor?
Hiçbir kitap içeriği blok halinde gelmiyor aklıma. Ufak bir kırıntı düşüyor ilk önce. Kendini yiyen bir adamın romanını yazacağım demiştim. Sonra adamın fotoğrafçı olması geldi aklıma. Böyle böyle parçalar kafamda birleşiyor. Romanı öyküden ayıran şey ayrıntılar zaten. Baştan sona yazacağım bir şey gelmiyor aklıma. Bazen de bir an gelir aklıma ama an olarak kalır. Fikir genişlemez. O zaman bir romana dönüşmez işte.

Yazmak da hayat gibidir. Bakkala diye çıkarsınız yolda bir kediye rastlarsınız, rotanız değişir. Yazarken de yazı başka şeylere dönüşebilir, metin bambaşka yerlere gider. Bu, metinle yazan insan arasındaki tuhaf ilişkidir. Ortalama olarak bir romanı 1,5- 2 yıl arasında yazıyorum, çok uzatmamaya çalışıyorum. Linear şekilde yazmıyorum. Ekleme yaparsam, ileriye ve başa göndermeleri oluyor. Bütünü mantığa oturtmak gerekiyor. Kafada dönme, defterlere not alma, bilgisayara dökme diye gelişiyor benim yazma eylemim. Romanı yazıp bitirsem, basılsa bile devamlı eklemeler yapıyorum kafamda. Bu tamamen bitmiş bir yapıttır diyemiyorum. Az karakter ve az mekân benim derdim, her şey klostrofobik olsun diye.

Neden kaygı ve korku edebiyatı sizi meşgul ediyor?
Korkuya kayma yazarken ortaya çıktı. Kendiliğinden kaygıya doğru gittiğini fark ettim metinlerin. Okurken sadece o tür şeyler okumuyorum ama yazarken ona kayıyorum nedense. Tüm kitaplarımda böyle bu. Başımızdan geçen hikâyelerle kafamızdan geçen hikâyeler arasında hiçbir fark yoktur, demiş R.L. Stevenson. En radikal değişim, bir ay sonra çıkacak kitabımda bir kadın karakter oluşturdum. Plaza insanı. Ama üçüncü bölümde bu kadın karakterin erkekten farkı kalmıyor.

Emrah Serbes, Şule Gürbüz, Alper Canıgüz severek okuduğum Türk yazarlar şu sıra. Türk edebiyatını çok iyi görüyorum. Müzikte ve başka konularda iyi olmayabiliriz ama Türk edebiyatı geçmişte de çok iyiydi, şu anda da çok iyi bence. Ütopyadan çok distopyaya merakım var. Ütopyalar bana göre çok sıkıcı. Kitaplarımda rahatsız edicilik var, bence sanatta olmalı böyle bir rahatsız edicilik. Rahatsız insanlar beni okuyan insanlar zaten. Karakterlerimin okur üzerinde iktidar sahibi olmamasını istiyorum. Okurla birlikte yol bulmaya çalışan karakterler benim karakterlerim.

Barış Bıçakçı’yla bir alakanız var mı?
Herkes aynı soruyu soruyor. Kendisiyle tanışmadım. Birçok yazarla tanıştım ama onunla değil. Hatta beni onunla akraba sanıp, mailini isteyenler bile oluyor.

Genç yazarlar hakkında ne düşünüyorsunuz?
Aşırı bir özgüvene sahipler. Yazılarını paylaşıyorlar bazen. Giriş cümleleri şöyle; Açıkçası kalemime çok güveniyorum. Ahmet Hamdi Tanpınar bile böyle bir şey söyleyemezdi sanırım, mahcup olurdu. Tama özgüvenleri olsun ama ayarında olsun.

Mütevazı, sakin, dopdolu, güzel bir insan Hakan Bıçakçı. Anlattıkları ise genç yazarlarımıza ışık tutacak, cesaret verecek  nitelikte şeyler. Teşekkürler Galapera!

Füsun Çetinel

Kamondo Merdivenleri

Bir İnersin, Bir de Çıkarsın 

deneysel çocukluk
Hep Cem’in başının altından çıkardı böyle şeyler. Zürafa Sokağı macerası da. Bir sürü hikâye anlattı. Levent’le gitmişler, yok kadınlar her gördüklerine kapı aralığından gel gel yapıyorlarmış. Memeleri ortadaymış. Çok bakarsan, kolundan tutup zorla içeri çekiyorlarmış. Sen kim, o sokağa gitmeye cesaret etmek kim oğlum. Ya annem anlasaydı her şeyi, Almancadan cezaya kaldığımın yalan olduğunu. Zavallının benimle uğraşacak vakti yoktu gerçi. Gündüz banka, akşam babam. Ananem Alzheimer. Babamın da yemediği halt kalmamıştı ha. Ne çapkın adamdı. Bir nebze çekmemişim ona. Ama nasılsa babamın cüzdanından para araklamaya korkmazdım. Kadınlar için yüz lira. Levent güya gitmiş ya, yetmez oğlum,  dedi hemen. Nasıl da üzülmüştüm.  Levent kurt, anladı kıvrandığımı. Üstünü verse ya borç, vermez. Hem de karı bana bedava verdi oğlum, dedi Levent. Yok artık. Niye bedava yapsın o işi ki. Kalabalık sokağın başında birikmiş. Demir bir kapı görünüyor sadece. Boyumuz kısa ya o sıralar, aralardan bir şey görebilirsen ne şans. Bir de arabalı tatlıcı var yan tarafta.  Canım bir çekti ki. Kerhane tatlısıymış. Cem yemiş. O işi yapınca kurt gibi acıkıyormuşsun. Cem’in yüzü hep sivilce. Hani yatmıştı karılarla? Yatsan sivilcelerin kalmazdı. Öyle duymuştum da kimden hatırlamıyorum? Sokağın ilerisine doğru bir de kahve olmalıydı. Alçak masalar, tabureler, sokağın üzerinde kaldırımda. Anahtarlık, mendil, çakmak ve başka bir sürü şey satan bir de işporta tezgâhı duruyordu kaldırımda. Öyle ne kadar bekledik kim bilir? Kalbim küt küt atıyor. Bir şey oldu, kim ittiyse beni arkamdan kalabalığın içine doğru.

Was macht ihr denn hier?

Almanca hocamız Herr Müller! Okulun en belalı hocasının ne işi vardı bu sokakta? Cem’le Levent anında toz olmuşlar. Zavallı ben, Zürafa sokağının girişinde duruyorum. Kamondo merdivenleri geldi aklıma, nereden geldiyse. Almancam zaten berbat. Ne tembeldim ama. Tarih ödevi, diyebildim. Yalan söylemeyi bile beceremezdin sen. Herr Müller salak mı? Anladı her şeyi. Ya Herr Müller’e rastlamasaydım o gün?

umutsuz yaşlılık
Bu merdivenler bu kadar dik miydi yıllar öncesinde de yoksa ben mi yolun sonuna geldim artık? Mezunlar gününe gidelim diye tutturdular. Altmışıncı yıl sertifikası vereceklermiş. Neyimize yarayacak mezara giderken sertifika? Kiminin prostatı kiminin kalbi, eski günlerdeki gibi olmuyor işte. Ne kadar çabalarsan çabala. Üçer beşer koşarak inip çıktığın merdivenleri gözün yemiyor artık. Hayat düz bir yol olsa, beni hiç yormasa. Tek isteğim bu artık. Böyle işte. Hadi kırmayayım dedim çocukları. Çoğu Rahmetlik oldu. Bir avuç mezun kaldık bizim yıllardan. Nisanda kar olacak iş mi hiç? Gerçi her mevsim kış bana, kemiklerim bir türlü ısınmıyor. Ne giyersen giyeyim üstüme, titriyorum. Karanlık bir gün, çok karanlık! Niye uydum ki bizimkilere. Dursaydım ya evimde, koltuğumda otursaydım. Televizyona bakardım biraz, bir elma soyardım. Bir bardak ıhlamur kaynatırdım ayva çekirdekleri ve tarçınla. Geçer giderdi gün. Zaten ne Almanları ne de elmalı payı sevebildim. Ağzımın içi teneke gibi,  ne yesem tat vermiyor. Görev gibi yemek yiyorum, sırf yatağa düşmemek gayretiyle. Kıyamet kopacak okul bahçesinde. İnsan, gürültü çekemiyorum etrafımda. Sesler bile acıtıyor bedenimi. Bak yine tıkandım! Ah düşmanım merdivenler, ah düşmanım yokuş. Bir Herr Müller vardı hiç unutamadığım. Beni Zürafa sokağından ta bu merdivenlere kadar kovalamıştı. Keklik gibi sekiyordum o yaşlarda.

Çocukluğun heyecanı. Çocukluğun merakı. Bir kadın memesi göreceğiz diye neler vermezdik. Gördük de ne oldu? İşte hayat, görenin de görmeyenin de sonu toprak.

Füsun Çetinel