Öykü-Sumru Tunçyürek

Gölde Akşam

Akşam güneşi, yaşlı zeytin ağaçlarını, sarılı turunculu kaya parçalarını ve kaskatı toprağın üzerinde gelişigüzel savrulan toz bulutlarını şekilsiz gölgelere dönüştürmeye hazırlanıyordu.   Belli belirsiz bir serinlik, silinmeye yüz tutmuş tekerlek izlerini, artık kullanılmayan, yine de rüzgârda garip bir çırpınma sesi çıkaran şemsiyeleri, birkaç kırık plastik sandalyeyi ve etrafa saçılmış cam kırıklarını üşütmeye başlamıştı.  Yaz bitiyordu.  Birkaç yıl öncesine kadar bereketli ve şefkatli sularıyla insan, balık ve böceklerin akınına uğrayan göl, kuruyordu.  Tıpası çekilmişçesine hızla kuruyordu hem de.  Kıyıda, gölden artakalanla toprağın birleştiği yerlerde yosunlar, çamurla karışık çürük bir kokuyla, yeşil sümüksü bir bulamaç halinde birikmişti.  Boyaları dökülmüş, küreklerinden biri kayıp, balçığa saplanmış bir kayığın göle değen kavisli ucundan çatırtılar duyuluyordu.
Cırcır böcekleri sustuktan, kurbağaların bağırtıları kesildikten ve kasabaya giden son otobüsün motor sesi uzaklaştıktan sonra, kıyıdaki iki karaltının nefes alışları duyuldu.  Daha iri olan karaltı, kapısı açık unutulmuş, ahşap kulübenin önünde yerde oturuyor, başı ellerinin arasında boğuk sesler çıkartıyor, omuzları sarsılıyor, ıslanan yüzünü daha da dizlerine gömüyordu.
“Gitmek zorunda mısın?”
Ayakta, kollarını kavuşturmuş, ağırlaşmış göle bakıyordu diğer karaltı.  Etekleri esintiyle kıpır kıpır uçuşuyor, saçlarını, omuzlarının hemen üzerinden kıyıya doğru dalgalandırıyordu.
“Defalarca denedik.  Olmuyor.”
“Birlikte kurduk bu kampı.  Şehrin karmaşasından birlikte kaçtık.  Kendi cennetimizi yaratmıştık.”
Kadın sustu. Adam devam etti:
“Hep hayalini kurduğumuz yerdi burası.  Yıldızların altında bir açık hava oteli gibi, doğanın kalbinde ağırlayacaktık gelenleri.  Tabelamızı ellerinle yazmış, martılar boyamıştın kenarına.  Gölde martının işi ne demiştim.  Mavi Göl kampı evimizdi.  İlk yıl gelen aileleri hatırlıyor musun? Ne neşeli insanlardı.”
Karanlık çöktükçe sazlıklar hışırdamaya, yarasalar kör uçuşlarında kanat çırpmaya, kurbağalar daha da inatla bağırmaya başlamıştı.
“Aile olamadık biz,” dedi kadın.
Sesi, kelimeleri, adamın kalbine saplanan sivri oklar fırlatan bir yaydı şimdi.
“Biz birbirimize yeterdik.”
“Tatlı su ile tuzlu su gibiyiz seninle.  Yan yanayken bile karışamıyoruz. Buraya geldiğimizde aile olabiliriz sanmıştım.  Bir çocuğumuz olsaydı… Gülen oynayan çocukları, şezlonglarında fısıldaşan anne babaları, kahkahalar atılan sofraları izlemekten yoruldum.”
“Baba olmayı ben de istedim…”
“Hayır! Yine başlama! İstemediğini ikimiz de biliyoruz. Şehirden, işinden, ailenden, arkadaşlarından, ödenecek faturalardan, sorumluluktan kaçtın hep.  Baba olmak mı?  Sen mi?”
Karanlıkta bir baykuş öttü.
“Göl kurumasaydı her şey yolunda olacaktı.  Hepsi şu sulama kanallarının suçu!  Yeraltı sularını kuruttular! Sivrisineklerle dolu bu bataklıkta kim kalır ki?  Haklısın.  Taşınmalıyız.  Başka bir göl kenarı bulup, kampı tekrar eski günlerine döndürmeliyiz!  Neden düşünemedim bunu!”
Kadın kaskatı omuzlarını gevşetti, kollarını çözdü.
“Tabelayı yeniden boyaman gerekecek.  İstediğin kadar martı çizebilirsin.  Şemsiyeler de tamir edilecek. Minik bir mutfak da yaparız.  Kek filan pişirirsin kampçılar için.  Mavi Kamp Cafe!  Meşrubat da satarız. Elden düşme bir buzdolabı bakmalı.  Jeneratörü de yenilemeli.  Muhasebeye faturaları bırakmış mıydın bugün?”
Kadın eğildi, yerde dertop olmuş bir misina yumağının ucundaki paslanmış olta iğnesini aldı.  Ahşap kapının çürük, yer yer şişmiş gövdesine geçirdi kancayı.
“Evet, olta da kiralarız.  Tekneyi de onarmak gerek.  Küreğin tekini bir türlü bulamıyorum!”
“Aradın mı hiç?”
“Neyi?”
“Küreğin tekini.  Aradın mı hiç?”
Adam kısa bir süre düşündü.
“Yarın arayacaktım. Yarın, ilk işim küreği bulmak!”
“Kürek, yaz başından beri kayıp. Göl de aniden kurumadı. Biliyorduk zamanla kimsenin gelmeyeceğini.”
Ay doğmuştu tepenin ardından. Yarımdı bu gece. Yine de gümüş ışıklar saçıyordu. Karanlıkta, kulübenin içini, girişteki iki küçük valizi, üzerinde kağıtlar, tarihi geçmiş gazeteler, boş şarap şişeleri ve kavun kabuklarının olduğu masayı aydınlatıyordu.
“Ben... Sensiz ne yaparım?”
Kadın, kulübenin kapısını kaparken menteşeler gıcırdadı, birkaç yarasa karaltısı ansızın belirip kayboldu. Üzeri hala dağınık yatağa doğru ilerleyen ayak sesleri duyuldu. Kurbağalar sustu. Sazlıkların dibinden suyılanları geçti. Havada yosun, çamur ve çürük tahta kokusu asılı kaldı kadından geriye.

Sumru Tunçyürek
Bu öykü Yeşim Cimcoz Yazıevi, Füsun Çetinel önderliğindeki öykü uygulama atölyesinde yazılmıştır.










Gümüş İçten


Gümüş İçten 

Yamalı bir bohçaydı, itilmiş
Dolabın en gerisinde.
Zilli halhal, kolçak, alınlık,
Has kakmalı gümüş.

İçten sordu çocuk,
Anneanne bu haç mı?
Yabancı çiçek tarlası işlemeler,
Anlaşılmaz harflerle dolu alfabe,
Cep aynasında kaybolmuş an.

Neşeyle uyanırdık sabahlara.
Çanlar derdi ki, okul zamanı.
Babam tarardı saçlarımızı tel tel,
İşte bu kemik tarakla.
Kuru üzüm doldururdu anam ceplerimize.
Hey çocukluk, karlara bata çıka, bata çıka, bata çıka.
Hiç üşümezdik o zamanlar.
Pekmez doluydu küplerimiz. Sofrada şarabımız. Tulumda peynir.
Elma kurusu, incir, “alüce”.
İşlikte gümüş asalar, kemerler, takunyalar.
İçten ışıldar insan, derdi babamın nasırlı elleri.
Benle Suren’in yüzünü okşarken.

Anneanne, senin gerçek adın ne?
De git, kaldır şu bohçayı geveze çocuk!
Bana seccademle tespihim gerek.

Füsun Çetinel

El Arabası-Filiz Müldür

"Biraz ayakların yere bassın."

Küçük bir kız çocuğu olduğum günlerden beri bana hep aynı şeyi söylerler. Evet, ama ya gerçekler beni mutsuz ediyorsa? Kendi gerçeğimi yaşamak daha iyi değil midir? Hayallerin, düşlerin peşinden gitmek, gerçek olmalarını istemek kime ne zarar verebilir ki? Kim ne derse desin ben her akşam yattığımda kalın yorganlar altında her istediğim şekle bürünürüm. Engeller kalkar, ayrılıklar biter, sevgiler çoğalır, aşklar hararetlenir, yatağım balkabağına dönüşür, bütün kahramanlarım canlanır.

On dört yaşımın Edirne’si. Karne hediyesi olarak amcamlarda kalabileceğim koca bir yaz tatilim var. Ailemden ayrı olmaksa benim için asla bir üzüntü nedeni değil. Çünkü kuzenim Sevinç en iyi dostum. Onunla köyde bir yaz geçirmek beni çok mutlu ediyor. Ne tuhaf! Birinin cenneti olan yer bir başkasının cehennemi olabiliyor. Annesini üç yaşında trafik kazasında kaybeden Sevinç filmlerde görüp “ yok canım bu kadar da olmaz “ dedirtecek bir üvey anneye sahipti. Evin bütün işlerinden ve mutfaktan sorumlu olmasına rağmen işlerimizi erkenden bitirir sokağa atardık kendimizi. Çocuk olmamız mıdır acaba anılarımızda yaşadığımız yerleri güzel yapan?

Diğer kuzenlerle buluşmak, erik toplamak, tarlaya karpuza gitmek, saklambaç oynamak en büyük eğlencelerimiz. Bir de düğünler var tabi. Köyün bütün gençleri için çok önemli bu düğünler. Kızların ve oğlanların avlunun karşılıklı iki tarafına geçip birbirleriyle bakıştıkları, küçük çocuklarla birbirlerine mektup yolladıkları, ilerleyen saatlerde alkolün de etkisiyle karşılıklı oynaşmaların başladığı sosyalleşme yeri. İşte bu basit hayatta her şey çok güzeldi.

Amcamların evi yokuşun başında büyük bir bahçenin içindeydi. Kendimize, çok eğlendiğimiz, yeni bir oyun bulmuştuk. Yokuşun başına çıkıyor, eşya taşımak için kullanılan el arabasının içine birimiz oturuyor, diğerimiz arabayı hızla yokuştan aşağı sürüyorduk. Zar zor çıktığımız yokuşun başından öyle bir hızla bırakıyorduk ki kendimizi içimdeki o uçma hissiyle yokuştan aşağı inerken göklere yükselip bulutlara değeceğimi zannediyordum.

Yine öyle son hızla, Sevinç’i aşağı iterken sokağın köşesinde amcamın oğlunu gördüm. Uzun boylu, daha önce hiç görmediğim biriyle konuşuyor. Bir an onlara çarpacağım korkusuyla el arabasını ters yöne çevirmeye çalışırken ikimiz birden yere düştük. Sevinç kahkahalarla yerde debelenirken ben ayağa kalkmaya çalışıyordum. Üstümü başımı düzeltirken Hüsnü abim, “İşte bu da bizim küçük yeğen. İstanbul’dan geldi,” diyordu. Yanaklarım kızardı, ellerimi ne yapacağımı bilemeyip önüme baktım. Çok yakışıklı biri bu. Yirmi beşlerinde olmalı. Alnına düşen açık kahve saçları, sert mi yumuşak mı içten mi şeytansı mı olduğunu anlamadığım o lacivert gözleriyle karşılaştığımda, o uçma hissini, salıncağa bindiğim zaman hissettiğim o iç çekilmesini duyuyorum yine. Belki de bilmeden daha sonra hep o hissi aradım, filmlerde, şarkılarda, sevgilerde...

Abime dönüp alaycı bir tavırla, “kızımız biraz yaramaz galiba,” diyor. Sinirleniyorum. Eve girerken abime, “manyak mıdır nedir bu çocuk, “ diyorum. “Kemal mi? Yok iyi çocuktur kızlar bayılır ona,” diyor.
Yemeğimi yiyip erkenden yatmaya gidiyorum. O gece karanlıkta, koca yastıkların altında günün birinde onun karşısına çıkacağımı, güzelliğimden dilinin tutulacağını, bana âşık olduktan sonra da o günkü yaramaz kızın ben olduğumu söylediğimde yüzünün aldığı şekli hayal edip duruyorum. O sırada bilmiyorum ama yıllar sonra o geceyi hiç umulmadık bir şekilde tekrar hatırlayacağım.

Kırk yaşımın İstanbul’u. Küçük şık mağazalarla, pahalı kafelerin olduğu geniş bir caddedeyim. Dar girişli bir apartmanın dördüncü katına çıkıyorum. Arka caddeye bakan camın önündeki yeşil renkli josephin koltuğa oturmamı söylüyor güzel gözlü kadın.
“Derin ve uzun nefes alıp veriniz.”
 “Arkanıza yaslanıp gözlerinizi kapatınız.”
“Aldığınız her nefeste vücudunuzun doğal ritimleri ve gelişen rahatlama duygusunu daha çok hissedeceksiniz. “
“Ayaklarınızdan başlayarak teker teker bütün kaslarınız gevşeyecek. “
“Şimdi size daha huzurlu bir ortam yaratacağız.”
“Sıkıntılı olduğunuzda gitmek istediğiniz, güvenli, mutlu olduğunuzu hissettiğiniz ve en çok olmak istediğiniz yeri bulup oraya gitmenizi istiyorum.”
“Ben söylediğim zaman beşten geriye sayacağız. “
“İneceğimiz her basamakta daha huzura, daha derine ineceğiz.”

Beş- Nice’de tren garındayım. Beni Monaco’ya götürecek hızlı treni bekliyorum. İdrar kokusunun arkasında iki çipil göz. Korkuyorum. Çantamı kucağıma alıp sıkıca sarılıyorum.

Dört-Arka camında güllerle adımızın baş harflerinin yazıldığı gri spor bir arabanın içindeyim. Danteller, çiçekler, duvak… yanımda  siyah takım elbiseli, papyonlu yüzü tanıdık gelen bir adam oturuyor. Hafızamı zorluyorum.

Üç derine- İşte annemin sesini duyuyorum, bizi çaya çağırıyor. Elmalı kurabiye ve pişinin kokusu buraya kadar geliyor.

İki- daha derine.

Bir şimdi en derine- Koca yorganı başıma çekiyorum. Yokuştan hızla inerken hissettiğim içimdeki o çekilmeyi, heyecanı bastıramıyorum. El arabası gidiyor, gidiyor, hızlandıkça hızlanıyor. Evin kırmızı kiremitlerinin üstünden, erik yüklü dalların arasından, elektrik direğinin üzerine yuva yapmış leyleğe selam verip mavi gökyüzüne, top top bulutların üzerine çıkartıyor beni. Lacivert iki göz derinden, alaycı küçük bir kız çocuğuna bakıyor.

Huzurluyum. Derindeyim. Büyümek istemeyen küçük bir kız çocuğuyum ben.

Filiz Müldür
Bu öykü Yeşim Cimcoz Yazıevi, Füsun Çetinel önderliğindeki öykü uygulama atölyesinde yazılmıştır.

Heybeliada'da Öykü Günü

2015 Dünya Öykü Günü 

Heybeliada Ruhban Okulunun giriş katında bizleri "Semih Poroy'un Çizgilerinde Öykücülerimiz" sergisi karşıladı. Karikatürist Poroy'un edebiyatçı portrelerinden oluşan sergisinde kimler yoktu ki. Oğuz Atay, Tomris Uyar, Sait Faik, Aziz Nesin, Selim İleri ve daha niceleri.

Ayrıca Murathan Mungan’ın Kibrit Çöpleri kitabından “Gaz, Ruj” öyküsünü adalı oyuncu Ayça Damgacı seslendirdi.

Heybeliada Kütüphane Girişiminin de destek verdiği Dünya Öykü Günü etkinliğinde, geçmişte adalarda yaşamış ya da ada temalı eserler vermiş yazarlar anıldı, eserleri üzerinde konuşmalar yapıldı.Katılımın bu kadar yoğun olacağını kimse beklemiyordu doğrusu. Adanın şirin yollarında kedilerin, manzaranın, evlerin fotoğraflarını çekerken hep tanıdık simalara rastlamanın mutluluğunu yaşadık. Nemika Tuğcu, Sezer Ateş Ayvaz, Leyla Ruhan Okyay, Nursel Duruel, Yasemin Yıldırım, Adil İzci, Birsen Ferahlı konuşma yapmak üzere adaya gelmişti.

Sunumunu Ayşe Sarısayın ve Serenad Demirhan’ın üslendiği bu etkinlikte Sait Faik, Hüseyin Rahmi Gürpınar, Zeyyat Selimoğlu, Nezihe Meriç, Melisa Gürpınar anılarak, edebiyatımızdan örneklerle, Füruzan ve Selim İleri’nin öykülerinde ada kavramı konuşuldu.

Ayşe Sarısayın
Dünya Öykü Gününün fikir babası yazar ve öykücü arkadaşımız Uluslararası Öykü Günleri Derneği başkanı Özcan Karabulut. Özcan, Adnan Özer’le birlikte 1996 yılında çıkarmaya başladığı Düşler Öyküler dergisiyle bu yola giriyor ve 1997’de Ankara öykü günlerinin öncülüğünü yapıyor. İzleyen yıllarda bu öykü günleri başka şehirlere de taşınıyor. Ve bu etkinlik pek çok kentteki kültür, sanat ve edebiyat ortamını canlandırmak için önemli katkılarda bulunuyor. 14 şubatın öykü günü olarak kutlanması da 2002’de gerçekleşiyor. Yazar, öykü ve okur üçlüsü arasında oluşturulan sevgi ve dostluk ortamının dünya sevgi ve sevgililer günü gibi bir günle uyumlu olduğu düşünülüyor. Kasım 2003’de 69. uncu Uluslararası Pen Dünya Kongresinde onaylanıyor. Özcan Karabulut bir konuşmasında bu projeye ilişkin şöyle demiş. “Biz yazarlar, yazar örgütleri tüm dünyada birbirimizle dil, din, ırk, kültür ve cinsiyet ayırımı yapmadan çok kapsamlı bir edebi ve kültürel işbirliği içinde bulunmamız gerektiğinin bilincindeyiz.”

Dünya öykü günü bildirisi her yıl yazın dünyasına çok emek vermiş farklı bir yazar tarafından kaleme alınıyor ve çeşitli dillere çevrilerek tüm dünyaya dağıtılıyor. Tarık Dursun K, Nezihe Meriç, Selim İleri, Osman Şahin, Firuzan, İnci Aral, Leyla Erbil, Necati Tosuner geçtiğimiz yılların bildirilerini yazan ustalarımız. Bu yılın bildirisini ise öykülerinin yanı sıra romanları, şiirleri, oyunları, denemeleri, eleştirel yazılarıyla tanıdığımız Murathan Mungan.

En kısa hikâye parçasına an denir
Murathan Mungan An adlı öyküsünde şöyle diyor. En kısa hikâye parçasına an denir. Bazı anlar bütün yaşamımızı belirler. Bütün yaşamımız dediğim de o birkaç ana bakar aslında. Bu yüzden de yıllar sonra en çok hatırladığımız anlardır, gerisi bulanıktır. Geçmişi anlar berraklaştırır. Niye hikâye yazıyorum sanıyorsun?


Birsen Ferahlı
Ada aynı zamanda Virginia Woolf’daki gibi bir deniz feneri ve bugün bu soğukta bu sevgililer gününde bu kalabalık elbette ki rastlantısal değil. Yalnız öykü için değil bu kalabalık kendi insani değerlerimizin, kendi iç cevherimizi tehdit eden düzen değişiminin bir yansıması. Artık bir arada durmak nefes almak için gerekiyor. Akşit Göktürk’ün edebiyatta ada diye bir kitabı var, orada ada ve edebiyat ilişkisini çok güzel ortaya koymuş. İlk çağlardan beri ada ne anlama geliyor. İlk önce bir sürgün yeriymiş, sonra bir keşif yeri sonra bir ütopya yeri olmuş 1516’dan itibaren. Bizim padişahımız 1516’da İran yollarında kılıç sallarken Thomas Mann Ütopya’yı yazıyormuş. Denizaşırı ülkelerin keşfiyle birlikte denizciler adalara çıkmışlar bakmışlar ki oradaki insanlar son derece mutlu yaşıyorlar. Üstelik Avrupa’daki gibi aç değil insanlar. Veba, hastalık falan da yok. Biz de böyle yaşayalım demişler. Onun yüzünden ütopya çıkıyor ortaya. Daha sonra Robinson Crusoe meselesi var hepimizin bildiği. Ve bir Robinsonat edebiyat kavramı geliyor. Issız adaya düşüp orada hayat kuranlar edebiyatı. Şu an dünyanın ayak basılmadık pek bir yeri kalmadığı için 19. uncu yüzyıldan sonra ve 20. inci yüzyılda artık bu ada kavramı izole olmak için uzaya dönüşüyor. Uzayda ada. Kolonileşme gündeme geliyor. Bizim edebiyatımızda ise Edebiyatı Cedide ile adalar edebiyata giriyorlar. İstanbul dışında yaşayanlar adaları hep bu romanlardan bu öykülerden biraz da efsanevi gizli tekinsiz algılar oluşturuyor.

Firuzan’ın, Günübirlik Adada adlı muhteşem bir öyküsü var. Adaya yatılı hizmetli olarak verilen kızın babası bir gün adaya bir vapurla gelir. Kızın maaşını alacak ve gidecektir çünkü işten çıkartılmıştır. Kız babayı uğurlarken derki, “Baba burada güzel bir gün geçirdin güzel şeyleri gördün şimdi gidiyorsun. Günü birlik adayı yaşadın ama ne değişecek? Senin döneceğin yer yine bizim kendi mahallemiz.” Böylelikle 1972 yılında yazılmış bu öyküde Firuzan incecik sözcükleri, müthiş betimlemeleri ile keskin bir sınıf farkını ortaya koyar. Çünkü gerçekten bizim adalarımızda, Prens adalarında bu uçurum vardır. Sait Faik balıkçıları, bu hayatla bu düzenle hiçbir işi ilişkisi olmayanları ve bütün varlık gücünü bu umursamamaktan alanları da, düzenin tamamen kazananları da ayrı bir uçtadır. Firuzan’ın öyküsünde ve diğer edebiyat yapıtlarında olduğu gibi.

Ada adeta bir sahne 
Müzelerde sık sık sık ünlü ressamların eserlerini görürsünüz, artık giderek sıradanlaşır. Şehirde öyle ama adada her şey tekil. Adanın kendine özgü zamanında daha görünür oluyor her şey. Adanın duran zamanı var. Karşıda kesintisiz akan şehir zamanına karşıdan bakıyorsunuz, adanın zamanı var, bir de kendi iç zamanınız var.  20. inci yüzyılda iç dünyaya bilinçakışıyla yöneldi edebiyat ve şimdi neredeyse içimiz de dışımıza çıktı. Bugün belki içimizi tekrar oluşturmak ve tekrar korumak için buradayız. Selim İleri’nin, Fotoğrafı Sana Gönderiyorum isimli kitabında en az üç öyküsünde inanılmaz ada tanımlamaları vardır, adaya vapurla geliş, adadan vapurla dönüş. Okuyarak oluşturduk adayı dedik. Tanpınar, Huzur, Mümtaz, Nuran, adadaki sahneler, Eylül, Mehmet Rauf, verem edebiyatı, sanatoryumlar, bütün Anadolu’nun gidip mendilleri çürütene kadar ağladığı Hıçkırık filmi, Kerime Nadir bunların hepsini anmamız lazım. Çünkü ada insanları oluşturduğu kadar insanlar da adayı oluşturuyor. Kimi gün kendi kendimizi tutsak ediyoruz, kimi gün özgürlüğümüz için kaçıyoruz, tutsaklık ve özgürlük arasında gidip geliyoruz. Çünkü Dostoyevsky demiş ki “ Özgürlük bir insanın dokunamayacağı kadar sıcak bir alevdir. Eline aldığın ilk anda onu başka bir insana, bir ideolojiye, bir dine vermek istersin. İşte bizler de bunun için adadayız.

Ne yazık ki Dünya Öykü Günü yeni bir kadın cinayetinin, üniversite öğrencisi Özgecan Aslan’ın vahşice öldürülmesinin gölgesinde kutlandı. Özgecan Aslan cinayetine duyulan tepkiler, dile getirilemeyen acılar, Sezer Ateş Ayvaz’ın sözlerinde somutlaştı.

“Her şeye rağmen insanlık için, insan için ve insan olmak için edebiyat!”

Füsun Çetinel

Tezcanlı Hayalet Avcıları

Müge İplikçi Söyleşisi

Yağmurlu bir akşamda Gergedan Kitapevinde Fuat Sevimay ve Özlem Kiper moderatörlüğündeki Öykü Akşamlarına katıldım.  Müge İplikçi’yle, Tezcanlı Hayalet Avcıları üzerine samimi bir söyleşi gerçekleşti. Özlem Kiper güzel sesiyle kitaptan öyküler okudu bizlere.

F.S: Tezcanlı Hayalet Avcıları’nı dördüncü ya da beşinci kez okudum. Bende kalanlar şöyle. Hayatımızda geçmişten, bazen bir ilk gençlikten, bazen de Hırvatistan’daki kıyıdan hatta bu anımızdan ama yavaş yavaş geçmiş olacak yaşadığımız şeylerden kalan  birtakım hayaletler var ve bunlar bizim peşimizi bırakmıyor. 

Yaşlandıkça geçmişe olan bağlılık, yaşlanmaktan çok mutluyum o ayrı bir şey de, artıyor. Geçenlerde bir arkadaşım, “ne kadar yaşlandım yaşlandım diyorsun, nedir bu halin” dedi. Evet, bir saplantı galiba bu bir yandan. Bizim gibi ülkelerde yaşayan insanların elinden sürekli kaçırılmış olan o gençliğe yönelik aslında bir isyan da. Çabucak büyütülüp çabucak yaşlandırıldığımız böylesi ülkelerde geçmişle kurduğumuz ilişkiler de bana biraz tuhaf geliyor. Hayaletleri bile tuhaf. Ve muzip hayaletler. Bu kitabı biraz o yüzden yazdım. Bir sürü muzip hayaletim var, muzip hayalim olduğu gibi. Muzip derken, yüzüne bakıp hüngür hüngür olduğum hayaletler bunlar. Hem arabesk hem yüzü batıya dönük. Böyle böyle ölüp gideceğiz ama bir daha dünyaya gelsen ve neresi, deseler ben yine burası derim. Burada çok acayip bir güç silsilesi var. Bu güç yazdırıyor insana. Çok iyi öykülerimiz, çok iyi kurgularımız var. İnsanlarımız da iyi fakat bir şey tıkanmış durumda. O tıkanıklığı gençler açacak onu biliyorum. Biz görebilecek miyiz onu bilemem. Hırvatistan’da gördüğüm de buna benzer bir şeydi. Bu öyküyü yazmamın nedeni de o. Hırvatlar bize çok benziyorlar. Çok neşeli insanlar ama bir anda hüzünlenebiliyorlar. Duygusal insanlar ve bir yandan küfür kıyamet ortaya dökülebiliyor. Bahçesindeki kedisini göğsüne bastırabiliyor ama komşusunu öldürebiliyor. O kıyı bana çok iyi geldi, çocukluğumun kıyısıydı sanki. Mavi bayraklı bir kıyısı vardır Split’in, o kıyıya her indiğimde dedemi görüyordum, anneannemi görüyordum. Öyküde derim ki “ışık hepsini yutuyordu”. Aslında orada bir metafor var. Onu da bir okurum buldu. Işığın her şeyi yutması, ölüme bir gönderme var orada. Ürkütücü değil ama. Karanlık da ürkütücü değil baktığınız zaman. Sadece nerede durduğunuza bağlı.

Split’de küçük bir topla bir oyun oynuyorlar. Yaz kış, çoluk çocuk. Denizde karada. Maksat topu yere düşürmemek. Yaşamın öyküsü de böyle bir şey yere düşmeden yakalayıp başka birine pas atmak onu. Öğretmenlik gibi yazarlık gibi, burada o topun öyküsü sizlere ulaşabildiyse ne ala. Yere düşmeden yakalandı demektir.

F.S: Bize ulaştığını söylemeye gerek yok. Zaten o kırmızı top son öyküde de zıplamaya devam ediyor değil mi? Ölümden korkmaya gerek olmadığını söylüyor, değil mi öyküler?

Evet, hepimiz o kırık gençliğin içerisinden geçiyoruz kaç yaşında olursak olalım. Hepimizin fezaya çevrili gözleri vardır yaşamın bir döneminde ama hepimiz de öyküdeki gibi Astronot Niyazi olmaya mahkûm öleceğiz. Ama boş verin canımız sağ olsun. Öykü zaten, sonunda bütün düşlerin bir Astronot Niyazi metaforuna dönüşmesi üzerine.

Ö.K: Öykülere baktığımızda hepsi şimdiki zamanda başlıyor. Kahramanlar anı yaşarlarken bir anda bir şey oluyor, geçmişe dönüyorlar. Geçmişte karşılaştıkları insanlar, belki kendileri, belki olaylar, geçmişe götürüyor onları ve şimdiyi yaşayamaz hale geliyor kahramanlar. 

Aslında şimdisi yok öykülerin. Ve kahramanlar geçmişi şimdiki zaman olarak yaşıyorlar toplum olarak. Alttan alta bir eleştiri var. Neden hep geçmişi şimdi diye yaşıyoruz, sorusu. Hâlbuki şimdiki zamanı yaşamalıyız. Şimdiki zamanı yaşarsak bir şeyler olacak. O hayalet halimizle şimdiki zamanın gölgeleri olarak yaşamak daha cazip geliyor bize.

F.S: Çok farklı coğrafyalarda geçen öyküler var bu kitapta. Göç öyküleri var. Dediğiniz gibi, on yılda yirmi yılda bir yerlerimize kazınan hayaletlerden çok da kolay kurtulmak bu coğrafyada mümkün değil ama “asla kurtulamayız biz” mesajı da yok. Umutsuz, karamsar değil öyküleriniz.

Beni burada tanıyanlarınız var, karamsar biri değilim. Her zaman bir umut vardır. Korkunun karşısındaki en güzel duygu da umuttur esasında.  Onu elimizden almaya çalışıyorlar ki tümden ödlek olalım. Hikâye bu.

F.S: Biz bu akşam Tez Canlı Hayalet Avcıları ve öyküleri konuşuyoruz ama çoğunuz biliyordur Müge İplikçi yalnızca öykü yazmıyor. Roman, çocuk kitapları, köşe yazıları, tamamen bir edebiyatçıyla beraberiz.  Yalancı Şahit’de, kasvet demek doğru değil ama daha ağır, hüzünlendiren bir dil var. Veya Civan’da anlatılan hikâyenin dili. O metinlerle karşılaştırdığımızda, Tezcanlı Hayalet Avcıları mutlu, eğlenceli. 

Sürekli ciddi kalınarak ciddi olunabileceğine inanmıyorum. Eğlencenin ciddiyetine varıldığında, tıpkı oyunun ciddiyetine varıldığı gibi, dünyayı değiştirebilecek temel saç ayaklarından biri olduğuna inanıyorum eğlencenin. Ben bir çocuk kitabında da bunu söyledim. Neşeyle yolların kat edilebileceği hiç aklınıza gelir miydi?  Neşe olduğu zaman kahıra göre daha güzel zamanlar geçirerek gidebiliriz başka yerlere, başka kıyılara diyorum. Hep böyleydim ben. Hüzünlü bir insanım ama neşe her zaman cebimdedir. Bu toplumu da çok sevmemin nedeni o. Neşeli bir toplumuz.

Ö.K: Ortak temada hatıralar var, hayaller var, hayaletlerimiz var. Öykülerin bir kaç tanesi çıktı sonrası daha kurgusal mı gitti? Kendiliğinden mi çıktı bu kadar öykü, nasıl oldu?

Civan’ı yazarken, karanlık bir romandır o, yazdım bu öyküleri. Okuyanlara geçmiş olsun. Şimdi de bir kitapla uğraşıyorum ve bir yandan da öykü yazıyorum. Bu bir ferahlama alanı. Burada karanlık bir şeyle uğraşıyorum ama diğer tarafta da yumuşak bir şey yapıyorum. Mesela Kaf Dağı’yla da Açelyalar’ı yazmıştım eşzamanlı olarak. İnsanı rahatlatıyor böyle yazmak.

Ö.K: Genelde böyle yapılmasın diye tavsiye ederler ama?

Doktor ne dediyse tersine yapıyorum ben. Edebiyat o kadar hayatımdaki, tıpkı sizler gibi, her zaman elimin altında okuyacak bir şeyler var. Her şey her an yazılabilir, benim için sorun yok. Kendinizi kısıtlamayın. Yazmak bir delilik belki ama normal nedir ki zaten?

Füsun Çetinel

Çocuklara Yazmak

İyi Çocuk Kitapları 

Sevgili dostumuz Jale Sancak Galapera’da yine çok güzel bir söyleşiye ev sahipliği yaptı. Bu kez Mehmet Fırat Pürselim’le birlikteydik. Söyleşinin ilk bölümü Türkiye’de ve dünyada çocuk kitapları üzerineydi.

J.S: Aya Yayınlarından çıkmış, Flamingo Çocuk isimli bir kitabınız var. Çocuk kitabı yazmak nereden aklınıza geldi?

Kafamda bir şeyler vardı aslında. Kızım var benim şu an on yaşında ama çocuk kitabı yazdığım zaman daha küçüktü üç dört yaşlarındaydı. Sürekli masallar anlatıyorum ben ona, okuduğum masalları seviyor, doğal olarak tekrar ediyoruz. Bir süre sonra sıkılıyor yeni masallar istiyor ama benim uydurduklarımı daha fazla seviyor. Devamlı masal uyduruyorum. Böyle böyle ilerledi olay.  Bir taraftan kızım doğa sevgisi, hayvan sevgisi edinsin istiyorum. Kızımla birlikte büyüyen, çıkan bir şey oldu çocuk kitabı. Tabi yalnızca ona anlattığım şeyler değil de, daha ne 'yapabilirim'i düşündüm. Hem doğayı sevsin, hem hayvanları sevsin çocuklar diye düşündüm. Bayağı da araştırdım flamingoların hayatlarını. Nasıl bağırırlar, nasıl yerler, nasıl içerler.

Çocuklarımıza yalnızca bilgi veren kitapları sevmiyorum ben. Öyle kitaplar da okuyorum. Yazar araştırmış, bütün bilgileri ardı ardına sıralıyor. Çocuk sıkılıyor tabi. Öğretici olsun ama parmak sallamasın kitaplar. Çocuk fark etmeden içinden o tür bilgileri alsın. Bu kitabın devamı da gelecekti ama zaman bulamadım. Yunuslar ve foklarla ilgili düşünüyordum. Hatta Foça’da geçecekti olay. Zaten Foça fok anlamına geliyor. Bunların hepsini kullanacağım, yunus parklarının kapatılmasının teşviki de olsun istiyordum içinde. Belki bir gün tamamlarım.

J.S: Büyüklere mi yazmak daha zor çocuklara mı? Yazarken bu konuda zorlandığın bir şey oldu mu?

Bana her hangi biri daha zor veya kolay gelmiyor. Çocuk kitabında biraz daha inceltiyorsunuz gerçekleri. Şu an elimde gençler içi hazırlanmış bir korku öyküleri dosyam var. Cinselliği, içkiyi sigarayı belli ölçüde kaldırıyorsunuz. Bir nevi sansür uyguluyorsunuz. Daha dikkatli oluyorsunuz. Belki daha kısa cümleler kuruyorsunuz ama daha zor veya daha kolay yazmak diyemem. Araştırma, defalarca okuma ikisinde de yapıyorum zaten.

J.S: Emanetimdeki Hayatlar’a baktığımızda burada rahatlıkla acıyı ve bütün üzücü, korkunç olayları kendimize sınır çizmeden anlatabiliyoruz. Çocuklara geldiğimizde neler oluyor? Dünya tozpembe bir yer değil ama biraz daha usturuplu anlatmamız gerekiyor, böyle de bir ayırım var galiba? Çocuklar için çok moral kırıcı olmamak mı gerekiyor? Çocuk kitapları yazarı Leyla Ruhan Okyay ile konuşuyordum. Çünkü ile başlayan cümleleri çocuklar sevmezmiş. Editörü öyle söylemiş. Neden anlayamadım ben. Bu anlamda da moralleri bozulmasın diye böyle yasaklar koyuyor mu yazar kendisine?

Türk toplumu olarak çocuklara ne kadar korumacıysak, çocuk kitaplarına karşı da o kadar korumacıyız. Hatta fazlasıyla korumacıyız. Yabancı yazarlar muhteşem yazıyorlar. Günışığı Kitaplığı’ndan çıkmış Laura S. Matthews’un Balık isimli kitabı var. İngiliz bir çocuğun balığıyla birlikte hayatta kalmak için verdiği yaşam mücadelesi. Ölüm var, kanlı sahneler var. Gerillalar var. Doğrudan verilmese bile ciddi bir iç savaş anlatımı var kitapta.

Ya da korku temasında olduğu gibi. Irene Adler’in Doğan Egmont’tan çıkan kitabı Sherlock, Lüpen ve Ben. Çocuklara korkuyu biraz daha seyrelterek anlatıyor ama cinayet yine var. Çocukların merak duygularına bir şekilde gem vurmuyor yabancı yazarlar.

“Anneciğim babacığım nasılsınız, ne yapıyorsunuz,” diye konuşmuyor çocuklar onların kitaplarında. Neyse o, herkes ne konuşuyorsa o. Kalıp, klişe, samimi olmayan gerçeklikten uzak şeyler bu tür diyaloglar. Hiçbir çocuk “anneciğim babacığım” demiyor.

J.S: Füsun, siz ne düşünüyorsunuz çocuk kitapları yazma konusunda?

F.Ç: Ben çocuk kitabı yazacağım diye oturmuyorum masa başına. İçimden ne geliyorsa onu yazıyorum. Sonra yayınevleri karar veriyor bu çocuk kitabı olabilir, uygundur diye. Biraz da kelimeleri yuvarlıyorum tabi. “Masum sansür” diyebiliriz belki de. Bence iyi çocuk kitapları çocuklar için yazılmaz. Benim arzuladığım hem çocukların hem de büyüklerin okuyabildiği kitaplar. Ve aslında iyi edebiyat bunlardadır.

J.S: Çocuklara yazabilmek için neler yapıyorsunuz Fırat?

Çocuk kitabı yazdıktan sonra Uzman TV’den teklif geldi. Çocuk kitaplarıyla ilgili programlar yaptık, sonra masallar yaptık. Çok çalıştım son zamanlarda. Biraz daha bilimsel baktım olaya. Çocuk edebiyatı nedir, ne değildir üzerine düşündüm. Biraz daha işin mantığıyla bakmaya çalıştım olaya.

J.S: Bizim çocuklarımız gazete okumuyor. Televizyonda, sokakta olanlar konuşulanlar sürekli kan, kin, cinayet, baskı, şiddet. Zaten çocuklar bunların ortasında, bizim çocuklar bunlarla yoğruluyor. Kimi evlerde uygulanan şiddet var bir de üstüne üstlük. O zaman kitapta niye anlatılmasın. Bütün bunlar niye yazılmasın, niye konuşulmasın anlamıyoruz gerçekten. 

Bu söyleşinin devamını başka bir başlıkla sizlerle  paylaşacağım. Galapera söyleşilerini kaçırmamanızı şiddetle öneririm.

Füsun Çetinel

Karakter Çalışması

Marcel Proust'tan Sorular

Marcel Proust'un kendi karakterleri için hazırladığı bu çalışmayı, sevgili Yeşim Cimcoz yıllar öncesinde birlikte katıldığımız bir interaktif roman projesinde bana yaptırmıştı. Unutmuşum bile, sağ olsun bulup çıkarmış bir yerlerden.

Bu soruları siz de roman veya öykü yazarken kendi karakterinize sorup onu ete kemiğe büründürebilir, karton karakter olmaktan kurtarabilirsiniz. Hatta sadece bu çalışmayla hikayenizi bile ortaya çıkarmış olursunuz.

Nasıl mı? 

Karakter sanki karşınızdaymış, mutfak masanızda sizinle oturmuş gibi düşünün, sonra da sorularınızı sıralayın.

İşte benim karakterim…

Sizce insanın yaşayabileceği en derin sefalet nedir? 

Gözleri çıkasıca kocam beni kırk günlük bebe ile kıçımın üstünde öylece bırakıp, Almanya'ya gittiğinde,hiç bilemedim. Gelir bizi alır mutlaka yanına, o güzel rahat hayata dedim. Nerdee.Orada Alman karının teki benim aslan gibi kocaya hemen taktı kancayı tabii. Sonra gelsin sefalet, kayınbiraderin insafına kaldım, onun bodrumuna sığındım burada. Sefaleti o zaman yaşadım. Zırıl zırıl aç bir bebe, bende ne olacağım korkusu. Ot yok ocak yok.

Nerede yaşamak isterdiniz?

 Almanya'da kocamın yanında, hakkım olan yerde tabii.

Dünyevi mutluluk sizce nedir? 

Sabah istediğin saatte kalkarsın, açarsın camını, sardunyaların önünde,ohh elinde demli bir bardak çay,sokağa dalar gidersin. Ne trafik ne para derdi, gönlünün dilediği gibi yersin günü.

En çok hangi yanlışlar sizin kafanıza takılır? 

Elin karısına kızına tebelleş olmak,aldatmalar falan, bir de pis insanları hiç sevmem. Yani temizlik imandan gelir işte. Haa bir de evde hayvan beslemek hiç bana göre değil, ama kadere bak her gittiğim evde  bir mahluk oldu hep.

Roman kahramanları arasında en çok kimi seversiniz? 

Benim hayatım roman zaten, en baş kahraman da benim, ablacım.

Tarihte en çok sizi kimler etkilemiştir? 

Atatürk çok mert adammış, bir de Zeki Müren'in üstüne kimseyi tanımam.

Gerçek yaşamda kadın kahramanlarınız kimlerdir? 

Türkan Saylan'ı çalıştığım yerlerden duyuyorum, kızları köylerden bulup okutuyormuş hep. Helal olsun kadına. Bir de bana okuma yazma öğreten Çayhan öğretmen var, o benim gerçek kahramanım. Elimden tuttu bildiği şeyleri öğretti hep, kafamın aldığı kadarıyla.

Kitaplarda en sevdiğiniz kadın kahramanlar kimdir?

 Kitapları bizim kız hatmeder, bana anlatır bazen. Dinler gibi yaparım kırılmasın diye, pek bir şey aklımda kalmaz. Vakit yok anam.Aklımda hep benim gözleri önüne akasıca koca ve fingirdeşi o Alman karı var tabii.

En sevdiğiniz ressam?

Bilemem hiç,ablacım benim. Ama temizliğe gittiğim çatlak bi ressam karı var. Resminden pek bir şey anlamam. At yapar, takmış kafayı atlara, bir de tövbe çıplak karılar yapar.  Ayıp yerleri hep ortada.

En sevdiğiniz müzisyen?

En birincisi Zeki Müren. Ne ses var . Hisli okur her şarkısını.

Bir erkekte en değer verdiğiniz özellik?

 Anlayış, mertlik, doğru söz. Bir de pis kokan adamlardan hiç haz etmem.

Bir kadında en değer verdiğiniz özellik? 

Temiz olacak, güzel yemek yapacak,evini, ailesini bilecek, şimdilerde okuyacak meslek sahibi olacak.

En sevdiğiniz değer nedir? 

Doğru söz.

En sevdiğiniz meslek? 

Öğretmenlik anacım, bak öğretmensiz kalırsan benim gibi, ortada cahil bir başına dağ adamı gibi dolanırsın. Ne yol gösteren olur sana, ne akıl veren. Çayhan öğretmen olmayaydı hepten yitip gitmiştim ben bu kargaşanın ortasında.

Ne olmuş olmayı isterdiniz?

Öğretmen olmayı, bir de Almanya'ya çalışmaya gitmeyi isterdim. Benim adamı bulup hıncımı almak isterdim. O karıyı boğmak isterdim.

En önemli özelliğiniz nedir? 

Çok tezimdir. Yavaşlığı hiç sevmem. E  meslekten ötürü çok da temiz ve titizimdir, haliylen.

Arkadaşlarınızda aradığınız en önemli özellik nedir? 

Arkadaşa, dedikoduya, fan fino pek vakit kalmaz ablacım. Ama komşular var tabii. Sağolsunlar yanda Nezaket abla var. Her derde devası vardır sağolsun. Bir de içten dinler insanı, öyle kafadan hı hı demez hiç.

En büyük kusurunuz nedir? 

Fil gibidir hafızam, kötülükleri unutamam hiç, unutmak isterim yapamam işte. Olmuyor, elde değil.

Mutluluk hayaliniz nedir? 

Dedim ya biraz önce, duvara mı konuşuyorum ben. Sardunya dedim, demli çay dedim, pencere kenarı dedim. Ohoo, sen benden betersin be, abla.

En büyük kaybınız ne olabilirdi? 

Allah etmesin, pırlanta gibi güzeller güzeli bir kızım var. Her şey onun için. Gerisi boş. Kıymetini bilemedi babası. Gözü kör olsun.

En sevdiğiniz renk? 

Yeşil,çayırı çimeni hatırlatır. Köyümü hatırlatır. Anamgilleri hatırlarım. Ühüüüü.

En sevdiğiniz çiçek?

 Sardunya,daldan kırarım, batırırım toprağa, iki güne şıp diye tutar. Hiç bir çiçek dayanamaz bana.

En sevdiğiniz kuş? 

Kargalara bayılırım, kimse sevmez ama o da bir Allahın kulu işte. Bilmiş bilmiş bakarlar. Bunların konuşanı bile varmış. Parlak şeyleri severlermiş, kaçırıp yuvalarına götürürlermiş hep. Taşlığa ekmek ufalarım hep gelir yerler. Elif'imin saçları gibi renkleri kuzguni siyah.

En sevdiğiniz isim nedir?

Elif, kuzucuğumun ismi.

En sevmediğiniz şey nedir? 

Pis karılar, pasaklı karılar, onun bunun kocasına göz dikenler, riyakarlar işte anlattıklarım daha önce.

Keşke bende de olsaydı dediğiniz bir doğal yetenek var mı? 

Var, he valla. Şu karga kuşu gibi uçup benim herifin gözlerini oymak isterdim.

Nasıl ölmek istersiniz? 

O ne biçim laf. Allah ağzından alsın. Çok korkarım ölümden, cehennemden falan.

Şu anda ruh haliniz nedir? 

Abla senin sayende içim daraldı,yani ne biçim, ne tuhaf sohbet bu. Günümün içine ettin, kusuruma kalma ama.

Yaşam felsefeniz nedir... tek cümlede ? 

Of bitirdin ablacım beni be. Felsefe falan bilemem. Düşün düşün boktur işin. Ah bir şu beynimi durdurabilsem. Ne rahat olurdum o zaman. Bir çay koyalım yeni demledim, yanında da katmer var, bak evden getirdim parmaklarını yersin valla. Unut bugünlük rejimini falan. Kendimize geliriz. Düşünme sen de artık.

Füsun Çetinel

Bir Yazı Macerası

Mozaik

4 Mayıs, 2010. Kuledibi  Atelye Galata’nın renkli, boncuklu, mozaikli, hafif loş atmosferinde samimi masalarda harıl harıl yazıyoruz, kağıda, deftere, peçetelere. Mutfaktan yeni çıkmış lor kurabiyeleri, peynirli dereotlu kekler ve demleme çay eşliğinde. Fonda Fransızca bir şarkı, buğulu, acelesiz. Karşı masada iki Japon kız renkli içecekleri ve kıyafetleri ile merakla inceliyorlar herkesi. Bugün yine yolları arşınladık. Galata’nın daracık eğri büğrü sokakları; hayatımın dokuz senesini geçirdiğim ve demir kapısından her cuma tören sonrası kendimi itiş kakış sokağa fırlattığım sevgili okulum. Cefakâr sıra arkadaşım Bilge ile aynı merdivenlere oturduk farklı hislerle. Minyatür kilise. İngiliz karakolu. İzbe binalar. Sevimli Galata kulesi. Işıltılı lambacılar. Okulu kırdığımız günlerin vazgeçilmezi, Ercan abinin kahvesi. Yine kediler, yıkıntılarda güneşlenen, tembel, hayatı seven. İşte şimdi yazma zamanı.‘Kuledibi, anasının dizi dibi.’  Tam bu satırları yazarken, bir gürültü bir kıyamet. Kalemim duruyor aniden.

Ne oluyoruz ya?

Durun, kimse kıpırdamasın. Bu bir baskındır.

Memurum sen masalardaki kâğıtları, evrakları toparla. Kimse kıpraşmasın. Fena yaparım. Ona göre.

Ramazan, evladım sen bu yerdeki poşetleri de toparla. İçinde kim bilir zararlı neler var. Hepsini poşet, kâğıt, kadın ne varsa İngiliz karakoluna getirin.

Amirim kadınlar çemkiriyor, poşetleri vermek istemiyorlar.

Ne demek lan! Bırakın çabuk poşetleri elinizden.

Lütfen memur bey, içinde ne zorluklarla yaptığım gümüş takılar var. Ne olur nazik olun.

Ay ay memur beyciğim, kıracaksınız ama çift sarılı yumurtalarımı. Taze diye almıştım köşedeki ekolojik pazardan. Çok kabasınız polis bey yani.

Suuus. Yetti be. Kümese döndürdünüz burayı. Gıt gıt gıt. Yürüyün karakola.

İngiliz Karakolu

Kim bu gurubun elebaşısı? Çıksın ortaya. İzinsin konuşan kodesi boylar ona göre.

Amirim bu bir kamyon dolusu kadın toplanmışlardı. Şüpheli gördük, aldık getirdik. Cıvır cıvır bir türlü susturamadık yalnız.

Höööyt. Susun.

Elebaşı konuş. Neyin peşindesiniz? Haa?

Efendim, şöyle izah edeyim. Biz bir yazı gurubuyuz. Yani…

Tamam, belli işte. Kurmuşlar gurubu, önceden planlı programlı hem de. Niye yazıyorsunuz?Neyi yazıyorsunuz? Evinizde otursanıza. Utanmıyorsunuz di mi?

Ama amacımız… Bakın kötü bir şey yok ki yani.

Hıdır topla kalemini kâğıdını şunların, bakalım neler yumurtlamışlar. Getirelim şunların akıllarını başlarına.

Hemen amirim. Emriniz olur. Kalemlerini kırıyım mı?

Cıvıma Hıdır. Gördün kadınları hemen havaya girdin. İnsan ol evladım insan.

Memur beyciğim benim midem rahatsız da biraz. Stres, heyecan falan derken.Bir bitki çayı alabilir miyim acaba?

A Hıdır beyciğim. Ben bir sütlü çay alırım valla.Normal çay dokanıyor da.

He ya. Burası Starbucks sankim. Diğerlerine de cafe latte söyleyelim  Hıdır bey. Manyak mısınız siz? Elin dandrik çaylarını içe içe reflü oldu zavallı midem. Küçük hanımefendiler çok kibarlar ya, içemezler öyle her şeyi.

Amirim ben şahsen kulak misafiri oldum. Çok şüpheli konuşmalar geçiyordu aralarında. Bunlardan bir sürü sabahtan sokaklara dağılmıştı, orada burada. Her bir yerin, her bir şeyin fotoğrafını çektiler. Anlamlı notlar aldılar.

Aferin Hıdır. Terfi garanti sana artık. Listele bunları ad, soy ad, yaş.

Amirim, aha şu kadının adı Refiya. Yanındakilere diyordu ki, ‘İçim yanıyor eskiye, gidenlere.’ Sonra mozaik falan dedi. Yani ne demek istedi şimdi bu?

Hıdır, dur bir dinleyelim bakalım. Evet elebaşı seni dinliyoruz. Öt bakalım.

Bakın komiser bey bu dördüncü toplantımız oluyor. Her ay başka semt, başka yüzler. Herkese açık gurubumuz. Yazmak isteyen, yazıyı seven katılıyor. Yazılar internet sitesinde.

Hah, işte beklenen itiraf geldi. Organize suç. Planlı programlı. İlk de değil. Üstüne üstlük bir de internet sitesine koyup cümle âleme ilan etmişler. Yuh olsun size. Hanım senin evde bekleyen aç açık kocan, sabin yok mu? Ne biçim kadınlarsınız siz? Ha, konuş. Bak tansiyonum fırladı yine durup dururken.

Ay, komiser bey suratınız kıpkırmızı oldu valla. Adam göz göre göre gidecek kızlar.

Ramazan ilacımı getir tez. Şiştim, şiştim.

Komiser beyciğim şişersiniz tabi, o pis karbonatlı çayı içerseniz. Bir de sizde stres çok tabi. Bakın ben yaşam koçuyum. Sizinle şöyle bir iki seans çalışsak diyorum.

Sus kadın sus.

Aaa, bende de aktardan aldığım tamamen doğal ekinazya var. Daldıralım sıcak suya. Her bir şeye iyi geliyor vallahi.

Yeter bee.

Bakar mısınız memur bey. Tuvalet ne tarafta acaba. Sabahtan içtik çayları. Onun için yani.

Tuvalet muvalet yok. İşeyin altınıza. Toplaşırken düşünecektiniz bunu.

Hıdır, şu arkada gizlene kadınları da getir bakalım öne. Niye sinmişler öyle?

Amirim bunlar Japon. Gözlere baksanıza ,çekik çekik. Bir şeyler diyorlar ama anlayamadım. ’Aç insan’ diyorlar galiba. Acıkmışlar garipler herhalde. Lahmacun söyleyelim mi bunlara?

Benim güzel, akıllı memurum. Sen en son ne zaman dayak yedin benden? Bir düşün şöyle. Manyak mısın sen be.

Komiseeer bey. Ben anlarım biraz Japonca. ’Aç insan’ demiyor onlar. Sizi selamlamak için ‘Ancinsan’ diyorlar,  yani hürmet ediyorlar.

Bi de ukalayız hanımlar, haa.

Peki diğerleri kim, o arkadakiler. Çıkın ortaya bakıyım.

Yürüyün, bacım. Bak amirim kızıyor.

Aaa kız Mağdure! Senin ne işin var bunların arasında. Ay ölecem şu an. Sen el âlemin karısına bir araba dolusu laf sırala, kendi öz be öz karın aralarından çıksın.

Ama komiser kocacım. Bir dinle, anla beni. Kendimi ifade edecem artık. Yetti canıma. Hep yemek, bulaşık, çamaşır. Bir gördüğüm yer semt pazarı. Kadınlara özgürlük diyorum artık.

Dur kız dur sen. Şimdi sana iki zumzuk çakacam, kendimi ifade edecem. Bak gör o zaman.

Ama komiser bey her şey zorbalıkla olmaz ki, değil mi arkadaşlar?

Çok haklısınız Yeşim hanım. Verelim komiserimize kalem kağıt kendini öyle ifade etmeyi denesin.

Hadi komiser bey, ne olur hatırımız için.

Yaz, yaz, yaz.

Hadi kocacım kırma bizi. Bak Hıdır da yazmak istiyodu, sana diyemedi kızarsın köpürürsün diye. Bu genç bey var ya, Deniz, kuantum yaşam koçu. O anlıyor. Diyo ki kocanızla her bi şeyi paylaşın diyo.Paylaşma olmazsa evlilik olmaz diyo. Diyo da diyo.

Yaa, demek öyle diyo. Bak seen. Deniz bey kardeşim hadi bunlar kuş beyinli. Senin ne işin var bunların arasında? Ha? Yakışıyo mu sana orada burada toplanıp apır sapır şeyler yazmak?

Ama komiser bey, okusanız çok seveceksiniz. Bakın şimdi netten sayfaya girin.

Dokunma devletin malına. Çek elini bilgisayardan.

Ama bir müsaade. İşte bakın semte göre hikâyeler. Yani Zararlı bir şey katiyen yok.

Ana. Hıdır, sen bunlarla işbirlikçiymişsin lan. Senin de yazın çıkmış. Ne işin vardı senin Çengelköy’de iş günü? Ha? Bak bak resmini de koymuşlar bi güzel. Ah, sol kolum uyuştu. Kesin kalpten gidicem ben bugün.

Komiserim, şey ben tesadüfen yengeye hıyar almaya gitmiştim. Beni kandırdı bu kadınlar valla. Zorla oturtup yazdırdılar. Hiç hevesim yoktu halbuki.

Amirine yalan dolan. Terfi etmeyi unut. Hakkari yolları gözüktü sana.

Yaşasın. Komiserim biz yazı gurubu olarak İstanbul dışına açılmayı düşünüyorduk zaten. Hakkari çok otantik olabilir. Bol fotoğraf, değişik lezzetler falan. Hıdır beyin de kalemi çok kuvvetli maşallah.

Tamam lan tamam. Pes ediyorum. Dağılın. Yok olun dünyamdan. Mağdure, kız seni evde görücem akşama. Karşılıklı ifadeleşiriz artık bi güzel. Hıdır getir haritayı önüme. Bakalım Hakkari’den daha otantik bir yer bulabilir miyiz sana. Gurubunu da davet edersin bi güzel.

Füsun Çetinel

Bir Kış Günü, Öğleden Sonra

Yazar olmak, olduğunu bilmemektir

Marguerite Duras’ın Bir Kış Günü Öğleden Sonra romanında iki kişi; biri kadın biri erkek. Mekan Quillebeuf. Marine restoranın kafesinde Captain ve geçmişinde kaybolmuş, yarı ölü karısı Lucy’yle karşılaşırlar. Uzun bir süre onları, hareket ve diyaloglarını izler, sonra da Lucy’nin kayıp şiir hikâyesini kurmaya, sonlandırmaya çalışırlar. Roman boyunca sürer konuşmaları, yazmayı ve hayatı sorgulamaları, tartışmaları.

“Bu öyküyü yazacaksınız da ne olacak?”

“Yazacak başka şeyim yok. Bence, bu öykü engel oluyor başka şeyler yazmama. Ama bu da doğru değil. Bizim öykümüz her zaman böyle havada kalacak, hiçbir zaman tümüyle gereğince yazılmayacak, “ dediniz.

“Kimi öykülerin yazgısı mıdır bu,” diye sordunuz.

"Bilmiyorum. Benden ne öğrenmek istediğinizi pek iyi anlayamıyorum. Bildiğim kadarını söylüyorum ben, kimi öykülerin bütünüyle kavranamayacağını, birbiriyle bağıntısız ardışık durumlardan oluştuğunu söylüyorum. En korkunç öyküler, diyorum, hiçbir zaman açığa vurulmayan, kendi kaypaklığı içinde yaşanan öykülerdir."

İkimiz de önümüze bakıyoruz. Göz göze gelsek belki ağlayacağız. Ne zaman bu yazı konusu açılsa, bakıyorum dikkat kesiliyorsunuz.

“Yazmama engel olan sizsiniz. Bu da çok umutsuz ediyor sizi. Kendiniz yazmadığınız için. Yazmıyorsunuz, çünkü her şeyi biliyorsunuz bu konuda, yazmak denilen bu belalı olayın bütün bunalımlarını, yazmak, yazmamak, yazamamak, bütün girdisini çıktısını biliyorsunuz bunların. Size bir şey diyeyim mi, siz bir yazar olduğunuz için yazmıyorsunuz. Görülmemiş bir şey değil bu.”

“Peki, siz nasıl bulaştınız bu işe?”

“Budalalıktan herhalde… Böyle bir şeyin olabileceğine inanmaya başlamak için budala olmalı insan. Bu iş nasıl becerilir, niçin yapılır onu da bilmiyorum. Size bir şey diyeyim mi, nedenini bilen de yok. İş başlamakta. Gerisi kendiliğinden gelir, yazarsınız, peşini bırakmazsınız. Sonra bir de bakarsınız ki, olmuş işte.”

“Bir gurur meselesi olacak.”

“İlk kitap için evet, olabilir. Kimi yazarlarda daha çok erkeklerde, yalnız bu var. Ama ilk kitaptan sonrası için gurur deyip geçemeyiz, öyle bir el koyar ki yaşamımıza, öyle bir yerleşir ki, inanılmaz… Ama bu da hiç kuşkusuz bir tür korku… İnsanı belli bir korkuya karşı koruyan bir tür korku… Yani bu da olabilir bilmiyorum."

“Yazar olmak, olduğunu bilmemektir.”

Marguerite Duras hayranları. Sevgili ve Yazmak kitaplarını okuyup da elinden bırakamayanlar. Duras’nın büyülü dünyasından çıkmak istemeyenler. Bu romanı okuduktan sonra belki de benim gibi artık yazmak istemeyecek hatta başka hiç kimsenin de bir daha yazmasını istemeyeceksiniz. Bir süreliğine…

Füsun Çetinel




Romanım Duvar

Her gün iki sıra duvar, her gün 1667 kelime 

Haruki Murakami’nin “koşmasam yazamazdım” dediği gibi Gençtur’un çalışma kampına katılmasaydım ben de elli bin kelimelik roman taslağımı tamamlayamazdım.

Neden 1667 kelime?
Sevgili Yeşim Cimcöz ağustos ayını roman yazma ayı olarak ilan etmişti. Her gün 1667 kelime yazarak bir ay sonunda elli bin kelimeye ulaşacak ve bir roman taslağı çıkaracaktık ortaya. İster delilik deyin, ister cesaret… Yirmi iki kişi çıktık yola, elbette yorulanlar, vazgeçenler, umudu kırılanlar oldu. Kalan sağlar bizimdi. Yazma serüveni boyunca isteyen evinde isteyen yazıevinde yazdı. Kimi zaman tıkandık, kimi zaman cesaret verdik birbirimize. Otuz günün sonunda bir araya gelip başarıımızı kutladık, yazdıklarımızı paylaştık, satırlara neler dökülmüş hayret ettik.

Ben ağustos ayı boyunca bilgisayarsız, internetsiz, yazı arkadaşlarımdan çok uzaklarda, Almanya’nın küçük bir kasabasında, yığma duvar örmeye gitmiştim. Kalem kâğıt her an yanımdaydı. Yemek molasında, tuvalette, tulumumun içinde, daha herkes uyurken, karanlıkta, trende, şerbetçi otlarının altında, müzede, kilisede, yemek yerken, yürürken, taş kırarken, yağmurda hep yazdım, her gün her an yazdım. Kum taşlarına şekil verirken bir taraftan kelimeleri şekillendiriyordum zihnimde. Taşları üst üste koyarken cümleler kuruyordum. Yan yana üst üste birikiyordu kelimeler taşlarla birlikte. Uymayanları evirip çeviriyor yeniden deniyordum. Önümdeki duvar yükselirken sayfalar doluyordu. Taş taş üstüne, kelime kelime üstüne. Duvar roman olmuştu, romansa bir duvar.

Neden yığma duvar?
Almanya’da Neckar nehri boyunca, dik yamaçlara kurulu üzüm bağları kilometrelerce uzanır. Bu bağları yığma duvarlar çevreler. En yenisi yüz yıllıktır. Kimisi yer yer yıkılmıştır. Tamir etmek yeniden yapmak yüksek maliyet gerektirir ayrıca bu işi bilen zanaatkârlar gün be gün azalmaktadır.

Yığma duvarlar yöredeki taş ocaklarından çıkarılan doğal taşların üst üste yığılmasıyla inşa edilir, boyları da bir metreyi geçmez. Taşlar, özelliklerinden dolayı, gün boyunca güneşin sıcaklığını biriktirir, akşam serinliği inip hava soğumaya başladığında ürünlere biriktirdiği ısıyı yavaş yavaş geri verir. İşte yöre şaraplarının lezzeti de bundan ötürüdür. Ayrıca kış mevsiminde fare, kertenkele, yılan, salyangoz, örümcek, karakurbağası gibi küçük canlılara ev sahipliği de yapar.

Almanların deyimiyle “kuru duvar”, taşların arasında bitiştirici olarak çimento kullanılmadığı için, tahta işçiliğinin yanında dünyanın en eski el işçiliği örneğidir. Doğal taşlar boyutlarına ve uygunluklarına göre, defalarca denenerek, ölçülerek, yontularak, titizlikle yan yana, üst üste getirilir. Bu eski teknik Mısır’daki dünyaca ünlü tarihi piramitleri hatırlatır bize.

Bu teknikle duvar örme işi roman yazmaya benzer. Sabırlı ve titiz olmak gerekir. Yılmadan yapıp yıkarak, yıkıp yaparak, deneyerek, taşları uygun şekilleri vererek, aralarını toprakla, çakıl taşlarıyla besleyerek, eğimin düzgün olmasına dikkat ederek, çokça düşünerek, taşların huyunu suyunu öğrenerek inşa edilir duvar. Taşlar yerine güzel oturmazsa dayanmaz çöker duvar. Tüm emeğe yazık olur.

Romanım duvar oldu, duvarım roman
Belki de iki yüz yıllık tarihi duvarı ilk önce yıkıp yerine aynı işçiliği kullanarak bir yenisini yapmamız gerekiyordu. Hiç birimiz bu konuda deneyimli ve eğitimli değildik. Kazmalar, küreklerle giriştik duvara. Taşlarına zarar vermeden küçük büyük ayırdık. Toprağı daha sonra kullanmak üzere bir kenara taşıdık el arabaları ile. Neler çıkmadı ki taş toprağın içinden? Bizi korku dolu gözlerle seyreden farecikler, kaygan yılanlar, pörtlek gözlü kara kurbağaları, beyaz yumuşak örümcek yumurtaları… Evlerini yıkıyorduk ya, şaşırmışlardı, korkmuşlardı.

Duvarı yıkmak kolaydı da koca koca taşlarla yeni bir duvar inşa etmek hem de bizler gibi şehirlilere pek zor göründü ilkten. Yapamayız, belki ancak yarısına kadar gelebiliriz dedik. Duvarımız sağlam olmalıydı onun için dizlerimize kadar gelen bir temel kazdık. Toprak sıkı, güneş tam tepemizdeydi. Pes ettik, yağmur yetişti imdadımıza. Toprak yumuşadı, hava serinledi. Yılmadık, bir sıra iki sıra derken duvarımız güzelce yükselmeye başladı. Her gün iki sıra çıkıyordu duvarımız. Her molada bir kenara çekilip yazıyordum. Duvarı seyrediyordum yazarken, yıkıp da parçalara ayırdığımız sonra yeniden daha derin bir temel kazarak, taşların arasını toprakla, çakıl taşlarıyla besleyerek inşa ettiğimiz duvarı. Kelimelerimi, taşları boylarına göre nasıl titizlikle ayırdıysam, öyle seçiyordum. Bir zaman sonra duvarda çalışırken romanı, roman yazarken duvarı düşünür oldum.

Kimler geçmedi ki o duvarın önünden?
Canlı cansız karakterler. Her gün kaniş köpeğini yürüyüşe çıkarıp benimle sohbet eden, bana şeker taşıyan sevimli, sarışın oğlan. Annesinin cenazesinden dönerken arabasını duvarımızın önünde durdurup ne yaptığımızı soran, sonra da Polonya’dan Almanya’ya uzanan acılı bir aile hikâyesi anlatan ürkek Gisela. Kemoterapi tedavisine kliniğe giderken her gün durup benimle sohbet eden, mürdüm erikli kekler getiren cesur ve hayat dolu Daniela. Ana sınıfı çocukları, binicilik okulunun atlıları, bisikletçiler. Kovalarla bize erik, elma taşıyan traktörlü çiftçiler. Tatilde niye duvar ördüğümü merak eden onca insan. Beni hayretle, taşların üzerinde yazmaya çalışırken seyredenler. Gazeteden röportaja gelip haber yapanlar. Birlikte çalıştığım Meksikalı, İspanyol, Fransız, Rus, Belaruslu, Japon, Alman, Ukraynalı arkadaşlarım.

Ağustos bitti, eylül geçti, ekim ayı kapıda. Yeniden bir araya gelip roman grubu olarak çalışmaya devam edeceğiz. Roman taslaklarımız demlenmede. Kimi karakterleri atacağım. Belki yeni bölümler ekleyecek, fazlalıkları çıkartacağım. Romanımı ne zaman bitiririm veya bitirir miyim hiç bilmiyorum. Emin olduğum tek bir şey var o da roman taslağımın dünyanın en güzel duvarı üstüne olduğu…

Çünkü birlikte yaptık, çünkü birlikte yazdık. Siz de roman çalışmasına katılmak isterseniz
http://yazievi.yesimcimcoz.com/ adresinden bizimle irtibata geçebilirsiniz.

Füsun Çetinel