Murat Gülsoy - Ayfer Tunç
Akbank Sanat Edebiyat Buluşmalarında Küçük İskender, Murat Gülsoy - Ayfer Tunç ikilisiyle birbirinden ilginç konulara değindi. Bir saatlik söyleşinin her anı çok değerliydi ancak burada, benim açımdan çok ilginç konulara temas eden, yalnızca dört soru ve cevabı sizlerle paylaşıyorum.K.İ: Ayfer, ben çocukluğumda çiçek dürbününden çok korkardım. Hem merak eder, hem de korkardım. Arka arkaya farklı renklerin şekillerin gelmesi beni yoran bir şeydi. Sen de metinlerinde böyle katmanlı ve farklı yerlerden hareket ediyorsun. Bu renklilik ne? Amacın, renklerin arasında bir denge kurmak mı yoksa bir mozaik oluşturmak mı?
A.T: Gerçekten de ben renkleri severim. Hayatın her alanında severim. Siyah beyaz filmleri de severim ama o ayrı. Biz gençken psikoloji testleri modaydı. Denizle ilgili bir soru vardı orada. Okyanusu tarif edin, diyordu. Milyonlarca balık, sayısız renk diye tarif etmiştim ben. Hayata bağlılık, hayatı çok renkli görme diye bir açıklaması olduğunu öğrendim. Tek bir hikâyeyle doymuyorum, mutlaka katmanlı olması lazım çünkü hayatın katmanlı ve girift olduğuna inanıyorum. Birbirimize değmeden yaşayamıyoruz. Edebiyatı yazarken, bir öyküyü veya bir romanı, tıpkı bir resim yapar gibi düşünüyorum. Bir renk dengesi kurmak veya kompozisyon yaratmak istiyorum. Öyle bir bakış açım var ama yöntemi şudur diyemem. Renge dair bir his bu yalnızca.
K.İ: Murat sende çok akademik bir duruş olmasına rağmen ironi, ince zekâ, hınzırlık gibi kavramlar metinlerinde çok ön plana çıkıyor bence. Bu bir gözlem mi? Yoksa bilmediğimiz bir hayatın mı var?
M.G: Ben ironi denen şeyi aslında Oğuz Atay’la keşfettim. Onun metinlerinde adını koyup, ironi çok açıklayıcı bir şey, tam da durumumuza uygun dedim. 1980lerin hemen sonrası, karanlık bir ortamda bir şeyleri söylerken aslında o söylediğinin tersini ifade ediyorsun. Zaten böyle dönemlerde ortaya çıkmaz mı, ironi, alaycılık, kara mizah. Açıkça söyleyemezsin, zaten de öyle bir ehliyetin yoktur. O dili de kaybetmişsindir. Oğuz Atay’ın okuduklarıyla, yaşadıklarıyla, kendisiyle ister istemez bir özdeşlik kuruyor yazar. Bende böyle oldu sanırım.
K.İ: 80ler deyince Ayfer’in çok önemli bir kitabı; Bir Maniniz Yoksa Annemler Size Gelecek. 70lerin, belki ucundan 80lere uzanan toplumsal figürlerin yerleştiği bir roman. Bunu yazabilmek büyük bir bellek gerektiriyor bana göre. Bu figürlerle gerçekten içli dışlı mıydın yoksa belgesel gazeteci gözüyle mi yaklaştın?
A.T: Bu konuyla ilgili bir kaynak yok. Neyi araştıracaktım? Misafirlik adetleri mi? Bu tamamen bellekte saklanan şeyler. Gündelik hayatın tarihçesi aslında bu roman. Altıyla on altı yaşım arasıydı benim için o dönem. Altı yaşında bomboş bir zihinle dünyaya bakıyorsun. Biraz hikâyeci olmakla ilgisi var mutlaka. Eğilim o zamandan belliymiş. Her şey zihnime nakşolmuş. Ama 80lerden sonra böyle bir ayrıştırma yapamadım hayata ilişkin, çünkü benim alanım değişti. O yıllarda yaşadığım hayat Türkiye ortalamasının bir özetiydi. Bunun için bir araştırma yapmadım. Misafir gelince nasıl davranılır, tavuk nasıl kesilir bunlar o zamandan gördüğüm şeyler, hayatın bir parçası. Bu kitabı yazmamı tetikleyen Tarih Vakfından Abdülaziz Bey’in Osmanlıda Adet, Merasim, Tabirler diye bir kitabıdır. 90ların başında elime geçti. Kültürel tarihi okumayı çok severim. Onu okurken o kitapta yazılan şeylerin hiçbirinin olmadığını fark ettim. Yüz yıl içerisinde kaybolmuştu her şey. Benim çocukluğumda yaşadığım şey de yüz yıl sonra kalmayacaktı. Bir kayıt tutmak istedim. 96 yılıydı. Yeni yüzyıl gazetesinde çalışıyordum. Bir kutu koydum çalışma masamın üstüne ve akıma gelen her şeyi kâğıtlara yazıp içine attım. Kerime Nadir romanları, gümüş künye, kaset doldurtmak… Kitabı dokuz ayda yazdım. Kitabın yüz elli, iki yüz sayfa bir şey olacağını sanıyordum. Hafızanın bu kadar kuvvetli ve şaşırtıcı bir şey olduğunu o kitabı yazarken gördüm. Yazmaya başladığımda kendimi durduramaz hale geldim. Altı yüz elli sayfa oldu, yayınevi olmaz dedi. Onun üzerine dört yüz elli sayfaya çektik kitabı. Bir tüme varım oldu o kitap. Minik parçaların birleşmesinden bütün çıktı. Abdülaziz Bey’in formülünü kullandım. Doğumdan ölüme yürüyen bir çizgi takip ediyordu. Elimdeki malzemeyi nasıl sunacağım sorusu çok terbiye ediyor insanı. İnsanın kendi tarihine kaçabileceği çok duygusal bir malzemeydi. Anıya dönüşebilirdi. Asıl anlatmak istediği şeyden uzaklaşabilirdi. Onu son derece soğukkanlı, hafif ironik bir bakış açısıyla topladım. İstanbul’un değer kaybına çok üzülüyorum ama nostaljik biri değilim. Oturalım konuşalım ama o günlere gitmek istemem. Çocukluk devrisaadettir. İnsanlar psikolojik olarak çocukluğunu ya çok olumlu ya da çok olumsuz olarak yüceltirler. İkisi de yalandır, kendileri de farkında değildir. Çünkü yetişkin hayatımızın bir açıklamasını yapmaya çalışırız. Kaynaklarımızı çocukluğumuzda arıyoruz.
K.İ: Murat, Tanrı Beni Görüyor mu hayale dair, labirent gibi bir kitap. Sen insanın hayale muhtaç olduğunu düşünüyor musun? İnsan ve hayal arasındaki ilişki hakkında neler söylemek istersin?
M.G: Hayalden önce hikâye geliyor. Ait olduğu bir hikâyeyi bulmak insanın ihtiyaç duyduğu şey. İster şehirde ister doğada olsun var olduğu andan itibaren insan yabancı bir dünyada. Şehirde daha uç noktasına gidiyoruz, doğal olan hiçbir şey yok. Ağaçlar bile bizim ektiğimiz, budadığımız şekliyle. Hayal ettiğimiz dünya maalesef bu. Her zaman süren bunun savaşı. Benim hayalim, senin hayalin olacak kavgası. İnsan bu karmaşanın içinde kendisine bir anlam arıyor. Anlam dediğimiz şey de hikâyenin kendisi. Ben bu hikâyenin neresindeyim? Benim hikâyem ne? O öykü kitabında da, diğerlerinde de karakterlerin çoğu zaman aradığı şey bu. Daha kötüsü, böyle bir hikâye var mı?
Ama benim yazdıklarımda böyle bir hikâye var çünkü onu yazan birisi var. Ya hayatta? Olmadığı için o boşluk, o anlamsızlık, o çıldırtan durum insanı hikâye aramaya itiyor. Hikâyeyle hayal benim kafamda birbirinden çok uzak şeyler değil. Hikâyeniz gerçeklikle bir parça uyumluysa sürüyor. Ama sonra bir bakıyorsunuz hikâye bu değilmiş. Çok yanlış bir hikâyenin içindeymişim. Yeni bir hikâye başlıyor o an zaten. Bu böyle bir salınım. Birçok hayal kırıklığı yaşıyoruz. Bunlar yeni bir hikâyeyle aşılıyor. Yeni bir hikâye kuramadığın zaman başka şeylere ihtiyaç duymaya başlıyorsun. Dışsal şeylerde arıyorsun. Oysaki insan bunu kendisi çözebilmeli. Bunadığımız zaman hikâyenin ana unsurlarını kaçırıyoruz. 5N 1K dediğimiz şey; ne, nerede, ne zaman, nasıl, bu kimdi? Paylaştığımız kurgu yok oluyor.
füsun çetinel
Kurgusuz kalmayın!
Bir saatlik söyleşinin ses kaydına ulaşmak için bana mail yazabilirsiniz.