İstanbul'u Yazıyorum etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Bir Yazı Macerası

Mozaik

4 Mayıs, 2010. Kuledibi  Atelye Galata’nın renkli, boncuklu, mozaikli, hafif loş atmosferinde samimi masalarda harıl harıl yazıyoruz, kağıda, deftere, peçetelere. Mutfaktan yeni çıkmış lor kurabiyeleri, peynirli dereotlu kekler ve demleme çay eşliğinde. Fonda Fransızca bir şarkı, buğulu, acelesiz. Karşı masada iki Japon kız renkli içecekleri ve kıyafetleri ile merakla inceliyorlar herkesi. Bugün yine yolları arşınladık. Galata’nın daracık eğri büğrü sokakları; hayatımın dokuz senesini geçirdiğim ve demir kapısından her cuma tören sonrası kendimi itiş kakış sokağa fırlattığım sevgili okulum. Cefakâr sıra arkadaşım Bilge ile aynı merdivenlere oturduk farklı hislerle. Minyatür kilise. İngiliz karakolu. İzbe binalar. Sevimli Galata kulesi. Işıltılı lambacılar. Okulu kırdığımız günlerin vazgeçilmezi, Ercan abinin kahvesi. Yine kediler, yıkıntılarda güneşlenen, tembel, hayatı seven. İşte şimdi yazma zamanı.‘Kuledibi, anasının dizi dibi.’  Tam bu satırları yazarken, bir gürültü bir kıyamet. Kalemim duruyor aniden.

Ne oluyoruz ya?

Durun, kimse kıpırdamasın. Bu bir baskındır.

Memurum sen masalardaki kâğıtları, evrakları toparla. Kimse kıpraşmasın. Fena yaparım. Ona göre.

Ramazan, evladım sen bu yerdeki poşetleri de toparla. İçinde kim bilir zararlı neler var. Hepsini poşet, kâğıt, kadın ne varsa İngiliz karakoluna getirin.

Amirim kadınlar çemkiriyor, poşetleri vermek istemiyorlar.

Ne demek lan! Bırakın çabuk poşetleri elinizden.

Lütfen memur bey, içinde ne zorluklarla yaptığım gümüş takılar var. Ne olur nazik olun.

Ay ay memur beyciğim, kıracaksınız ama çift sarılı yumurtalarımı. Taze diye almıştım köşedeki ekolojik pazardan. Çok kabasınız polis bey yani.

Suuus. Yetti be. Kümese döndürdünüz burayı. Gıt gıt gıt. Yürüyün karakola.

İngiliz Karakolu

Kim bu gurubun elebaşısı? Çıksın ortaya. İzinsin konuşan kodesi boylar ona göre.

Amirim bu bir kamyon dolusu kadın toplanmışlardı. Şüpheli gördük, aldık getirdik. Cıvır cıvır bir türlü susturamadık yalnız.

Höööyt. Susun.

Elebaşı konuş. Neyin peşindesiniz? Haa?

Efendim, şöyle izah edeyim. Biz bir yazı gurubuyuz. Yani…

Tamam, belli işte. Kurmuşlar gurubu, önceden planlı programlı hem de. Niye yazıyorsunuz?Neyi yazıyorsunuz? Evinizde otursanıza. Utanmıyorsunuz di mi?

Ama amacımız… Bakın kötü bir şey yok ki yani.

Hıdır topla kalemini kâğıdını şunların, bakalım neler yumurtlamışlar. Getirelim şunların akıllarını başlarına.

Hemen amirim. Emriniz olur. Kalemlerini kırıyım mı?

Cıvıma Hıdır. Gördün kadınları hemen havaya girdin. İnsan ol evladım insan.

Memur beyciğim benim midem rahatsız da biraz. Stres, heyecan falan derken.Bir bitki çayı alabilir miyim acaba?

A Hıdır beyciğim. Ben bir sütlü çay alırım valla.Normal çay dokanıyor da.

He ya. Burası Starbucks sankim. Diğerlerine de cafe latte söyleyelim  Hıdır bey. Manyak mısınız siz? Elin dandrik çaylarını içe içe reflü oldu zavallı midem. Küçük hanımefendiler çok kibarlar ya, içemezler öyle her şeyi.

Amirim ben şahsen kulak misafiri oldum. Çok şüpheli konuşmalar geçiyordu aralarında. Bunlardan bir sürü sabahtan sokaklara dağılmıştı, orada burada. Her bir yerin, her bir şeyin fotoğrafını çektiler. Anlamlı notlar aldılar.

Aferin Hıdır. Terfi garanti sana artık. Listele bunları ad, soy ad, yaş.

Amirim, aha şu kadının adı Refiya. Yanındakilere diyordu ki, ‘İçim yanıyor eskiye, gidenlere.’ Sonra mozaik falan dedi. Yani ne demek istedi şimdi bu?

Hıdır, dur bir dinleyelim bakalım. Evet elebaşı seni dinliyoruz. Öt bakalım.

Bakın komiser bey bu dördüncü toplantımız oluyor. Her ay başka semt, başka yüzler. Herkese açık gurubumuz. Yazmak isteyen, yazıyı seven katılıyor. Yazılar internet sitesinde.

Hah, işte beklenen itiraf geldi. Organize suç. Planlı programlı. İlk de değil. Üstüne üstlük bir de internet sitesine koyup cümle âleme ilan etmişler. Yuh olsun size. Hanım senin evde bekleyen aç açık kocan, sabin yok mu? Ne biçim kadınlarsınız siz? Ha, konuş. Bak tansiyonum fırladı yine durup dururken.

Ay, komiser bey suratınız kıpkırmızı oldu valla. Adam göz göre göre gidecek kızlar.

Ramazan ilacımı getir tez. Şiştim, şiştim.

Komiser beyciğim şişersiniz tabi, o pis karbonatlı çayı içerseniz. Bir de sizde stres çok tabi. Bakın ben yaşam koçuyum. Sizinle şöyle bir iki seans çalışsak diyorum.

Sus kadın sus.

Aaa, bende de aktardan aldığım tamamen doğal ekinazya var. Daldıralım sıcak suya. Her bir şeye iyi geliyor vallahi.

Yeter bee.

Bakar mısınız memur bey. Tuvalet ne tarafta acaba. Sabahtan içtik çayları. Onun için yani.

Tuvalet muvalet yok. İşeyin altınıza. Toplaşırken düşünecektiniz bunu.

Hıdır, şu arkada gizlene kadınları da getir bakalım öne. Niye sinmişler öyle?

Amirim bunlar Japon. Gözlere baksanıza ,çekik çekik. Bir şeyler diyorlar ama anlayamadım. ’Aç insan’ diyorlar galiba. Acıkmışlar garipler herhalde. Lahmacun söyleyelim mi bunlara?

Benim güzel, akıllı memurum. Sen en son ne zaman dayak yedin benden? Bir düşün şöyle. Manyak mısın sen be.

Komiseeer bey. Ben anlarım biraz Japonca. ’Aç insan’ demiyor onlar. Sizi selamlamak için ‘Ancinsan’ diyorlar,  yani hürmet ediyorlar.

Bi de ukalayız hanımlar, haa.

Peki diğerleri kim, o arkadakiler. Çıkın ortaya bakıyım.

Yürüyün, bacım. Bak amirim kızıyor.

Aaa kız Mağdure! Senin ne işin var bunların arasında. Ay ölecem şu an. Sen el âlemin karısına bir araba dolusu laf sırala, kendi öz be öz karın aralarından çıksın.

Ama komiser kocacım. Bir dinle, anla beni. Kendimi ifade edecem artık. Yetti canıma. Hep yemek, bulaşık, çamaşır. Bir gördüğüm yer semt pazarı. Kadınlara özgürlük diyorum artık.

Dur kız dur sen. Şimdi sana iki zumzuk çakacam, kendimi ifade edecem. Bak gör o zaman.

Ama komiser bey her şey zorbalıkla olmaz ki, değil mi arkadaşlar?

Çok haklısınız Yeşim hanım. Verelim komiserimize kalem kağıt kendini öyle ifade etmeyi denesin.

Hadi komiser bey, ne olur hatırımız için.

Yaz, yaz, yaz.

Hadi kocacım kırma bizi. Bak Hıdır da yazmak istiyodu, sana diyemedi kızarsın köpürürsün diye. Bu genç bey var ya, Deniz, kuantum yaşam koçu. O anlıyor. Diyo ki kocanızla her bi şeyi paylaşın diyo.Paylaşma olmazsa evlilik olmaz diyo. Diyo da diyo.

Yaa, demek öyle diyo. Bak seen. Deniz bey kardeşim hadi bunlar kuş beyinli. Senin ne işin var bunların arasında? Ha? Yakışıyo mu sana orada burada toplanıp apır sapır şeyler yazmak?

Ama komiser bey, okusanız çok seveceksiniz. Bakın şimdi netten sayfaya girin.

Dokunma devletin malına. Çek elini bilgisayardan.

Ama bir müsaade. İşte bakın semte göre hikâyeler. Yani Zararlı bir şey katiyen yok.

Ana. Hıdır, sen bunlarla işbirlikçiymişsin lan. Senin de yazın çıkmış. Ne işin vardı senin Çengelköy’de iş günü? Ha? Bak bak resmini de koymuşlar bi güzel. Ah, sol kolum uyuştu. Kesin kalpten gidicem ben bugün.

Komiserim, şey ben tesadüfen yengeye hıyar almaya gitmiştim. Beni kandırdı bu kadınlar valla. Zorla oturtup yazdırdılar. Hiç hevesim yoktu halbuki.

Amirine yalan dolan. Terfi etmeyi unut. Hakkari yolları gözüktü sana.

Yaşasın. Komiserim biz yazı gurubu olarak İstanbul dışına açılmayı düşünüyorduk zaten. Hakkari çok otantik olabilir. Bol fotoğraf, değişik lezzetler falan. Hıdır beyin de kalemi çok kuvvetli maşallah.

Tamam lan tamam. Pes ediyorum. Dağılın. Yok olun dünyamdan. Mağdure, kız seni evde görücem akşama. Karşılıklı ifadeleşiriz artık bi güzel. Hıdır getir haritayı önüme. Bakalım Hakkari’den daha otantik bir yer bulabilir miyiz sana. Gurubunu da davet edersin bi güzel.

Füsun Çetinel

Çok Keyifli Bir Alışveriş Günü Daha

Alışveriş merkezinin saati on ikiyi gösterirken, Meltem, Hakan, kızları Duygu ve oğulları Sinan’la son model otomobillerini valeye teslim etmiş, yağmurlu İstanbul grisini arkalarında bırakıp döner camlı kapıdan ışıl ışıl bir dünyaya adım atmışlardı. Günlerden, haftanın beraber geçirdikleri tek günü, pazardı.  Meltem Louis Vuitton çantasını güvenlikten geçirirken, röfleli saçlarını geriye savurup genç güvenlik görevlisinin günaydınına sırtını dönüverdi.

''Rezil gibiyim, acilen kuaföre gitmeliyim. Saat üçte Masa’da Gönüllerle olacağız. Aman bu sefer geç kalmayalım, gözünü seveyim. Karının dilinden kurtulamıyoruz sonra.''

''Bu kuaför işi de nereden çıktı?  Hani buzdolabı bakacaktık. Çocukları başıma bıraktın yine.''

''Onları oyun alanına bırak. Otuzar liralık jeton aldın mı unuturlar dünyayı. Sen de kendine laptop bakacaktın hani. Her şeyi de benden beklemeyin canım.  Bir pazarım var onu da burnumdan getirme lütfen.''

''Anne, hani birlikte alışveriş yapacaktık?  Simli Babet alacaktık bana.''

''Sonra canım.  Kuaförde işim bitmeye yakın mesaj atarım.''

''Baba… Duygu çocuk cennetine gitsin biz seninle akıllı telefon bakalım mı, hı?''

''Yok oğlum, başımı dinlemek istiyorum ben.''

Meltem’i, kuaförün kapısında, ay nerelerdeydiniz kendinizi çok özlettinizlerle karşılayıp hemen içeri buyur ettiler. Sade bir kahveyi eline tutuştururken,  yıpranmış saçlarını bakıma aldılar.  Manikürcü kız taburesini çekip, Meltem’in biçimli uzun ellerini jojova yağı ile ovmaya başladı.

''Artık bu ten rengi ojeden vazgeçmelisiniz, şu ara erik kurusu çok revaçta.''

En son dedikodulardan, modadan, kimin kimi aldattığından bahsettiler.  Kuaförü Meltem’e saçlarını en son başka yerde kestirdi, diye sitem etti.  Sonra da çapkınca yanağından bir makas aldı.  Meltem kendini çok iyi hissediyordu artık.

Hakan, çocukları otuzar liralık jetonlarla çocuk cennetinin bıkkın ablalarına emanet etti. Plastik palmiyelerin altında bir masa bulup kahvesini sipariş etti. Kilosuna dikkat etmeliydi artık. Yan masadaki mini etekli yirmilik sarışınla göz göze geldiğinde çapkınca gülümsedi.  Ellerini azalmış saçlarının arasında dolaştırdı, omuzlarını dikleştirip göbeğini içeri çekti.  Benim yaşımdaki arkadaşlarımın hepsine beş basarım, dedi içinden. Telefonuna Meltem’den mesaj gelmişti. ''Bir saate işim biter, yemekten önce bir şeyler içelim mi?'' Kahvesinden gürültülü bir yudum aldı.  Tekrar kafasını kaldırdığında sarışın güzel, insan irisi bir erkekle samimi bir şekilde öpüşüyordu.  Boşuna umutlandım, diyerek kızdı kendine.  Sen bir böceksin oğlum, bu huri sana niye baksın ki? Meltem’i de cevaplamak gerekti.

Duygu oyuncak standının önünde yeni çıkan elbise tasarım setini inceliyordu. Tasarımlarınla pırıltılı bir dünyaya gitmeye hazır mısın? Işıltılı moda dünyası.  Setin içinde bulunan birbirinden tatlı, göz alıcı aksesuarlar ve kumaşlarla kendi stilini ortaya çıkaracaksın. Işıltılı tasarımlar için stil danışmanının tavsiyelerine göz atmaya ne dersin? Ben bunu kesinlikle almalıyım, dedi Duygu. Altı yaşındaydı ama annesi gibi ne istediğini iyi biliyordu. Camekândaki aksinde kendini inceledi bir süre.  Göğüsleri niye hemen çıkmıyordu ki?  Ya ayakkabıları, lacivert, dümdüz, bebek ayakkabılarıydı.  Burnunu kıvırdı.  Suri ne kadar şanslı bir kızdı.  Topuklu ayakkabı giyebiliyordu o.  Hırsla pullu pembe hırkasının önünü düzeltti, daha zayıf olmalıydı çok daha zayıf.

Sinan çoktan jetonlarını tüketip telefon bayisinin yolunu tutmuştu.  Bu işi bugün bitirmeliydi artık.  Sınıf arkadaşı oğlanlar ne yapıp edip aldırmışlardı ana babalarına. İçinden neler demesi gerektiğini tekrarladı. Onların, sen daha küçüksün onun için, diyeceklerini hayal etti.  Bugün buradan iPhone5siz çıkış yoktu ona.

Saat ikide tüm aile kafede toplanmıştı.  Çocuklar taze sıkılmış çim sularını içerlerken, Meltem bir duble espresso,  Hakan ise buzlu taze nane yaprakları ve yeşil elma dilimleri ile süslenmiş ev yapımı limonatasını içiyordu.  Meltem ojeli tırnaklarını inceleyip kuaförünün bu aralar istediği saç rengini tutturamadığından yakındı.  Hakan,  o aptal restorana gitmek istemediğini, canının şöyle kocaman kanlı bir biftek çektiğini söyledi.  Meltem takma kirpikli gözlerini devirip baktı kocasına.

''Anne kahven bitince alışverişe gidebilir miyiz ama lütfeeen,'' diye yalvardı Duygu.

''Okul başarımın niye bu kadar düşük olduğu hakkında en ufak bir fikriniz var mı acaba,'' diye sordu Sinan bilmiş bilmiş.

''Sınıftaki bütün oğlanlarda var bende yok onun için.''

''Ay yine mi iPhone5!''

''Oğlum senin aynı işleri yapan cep telefonun var ya zaten.''

''Navigasyonu var…''

''Sen araba mı kullanıyorsun ki?''

''Üstelik Mac’in yapabildiği her şeyi yapıyor. Her türlü programı indirebiliyorsun.''

''Kafayı mı yedin?  Mimar mühendis misin nesin.''

''Milyon tane şarkı alıyor.''

''Tamam, tartışma bitmiştir.''

''Kendine, istediğin o pahalı yüzüğü aldın ama.''

''Bak çarparım ağzına. Ne biçim konuşuyorsun sen.  Benim ne yaptığım üstüne vazife mi senin.''

''Ne yüzüğü Meltem?''

''Babanıza söylemeyin dedi bize.''

''Şunlara bak ya.  Bacak kadar boylarıyla bizi bir birimize düşürecekler.''

''Cevap vermedin Meltem.  Bekliyorum.''

''Ya, annemin parası sana ne.  Bana kalan para, istediğim gibi harcarım.''

''Benim kazandıklarım bizim paramız oluyor ama.''

''Allah kahretsin, kırk yılın başı ailece bir şey yapalım dedik.  Nefret ediyorum hepinizden.''

''Bağırma Meltem, herkese rezil mi olalım ?''

Meltem gözleri nemli, Soma’ya yardım masasının başındaki görevliyi görmezden gelip tuvaletlerin koridoruna daldı.  Bayanlar tuvaletinin parlak keskin ışıkları içinin daralmasına hafifletmişti.  İç içe geçip sonsuzluk hissi veren aynalarda ince uzun bedenini her yönden inceledi.  Bu hayvandan çok daha fazlasını hak ediyordu. Çocuklar olmasa ne yapacağını bilirdi o.  Suratına soğuk su çarptı biraz.  Hafif kırışıklıklar fark etti göz altlarında.  Vitamin iğnesi yaptırmak için geç bile kalmıştı. Biçimli parmaklarındaki yüzüğü inceledi. Çocuklar söylemese Hakan gerçek olduğu fark etmezdi bile. Durup dururken problem çıkmıştı. Moralini bozamazdı. Dedikoducu Gönül’ün ağzına laf vermek isteyeceği en son şeydi.

Gününü muhteşem yemekler eşliğinde bir şölene dönüştürmek ister misin, yazıyordu kocaman harflerle Masa restoranın girişinde.  Bahçe kısmındaki bir masada, Gönül ve kocası Hakan’la Meltem’i karşıladılar. Çocuklara arkada başka bir yer ayarlamışlardı. Birbirlerini ne kadar özlediklerini söylediler gözlerini kaçırarak. Kıyafetlerini süzdüler baştan aşağı. Erkekler kendi göbekleri hakkında şakalar yaptılar. Önden çiğ başlangıçlar aldılar. Kırmızı şarap içildi. Kimi siyah makarna yedi, kimisi odun ateşinde pizza. Yüksek sesle kahkahalar attılar, araba markalarından, deri ceketlerden, özel okullardan, yurt dışı seyahatlerinden, Türk hizmetlilerin pahalılığından bahsettiler. Kadınlar tabaklarının hepsini bitirmediler. Birkaç çatal alıp bıraktılar. Erkekler kahve ve konyak yanında puro içti. Kadınlar mentollü sigara. Hesabı ödemek için bir birleriyle yarıştılar. Gönül iki ara bir derede Meltem’e erkekler hakkında nasihatler verdi. Gözlerinin altının neden morardığını sordu. Sonra da Hakan’a baktı manalı bir şekilde. Köpekbalığı Gönül’dü lakabı. Hiçbir koku kaçmazdı burnundan. Çocuklar birbirleriyle itişmeye, aksileşmeye başlamışlardı. Yanaklarını birbirlerine değdirip ayrıldılar restoranın kapısında.

Duygu simli babetsiz, Sinan iPhone5siz, Meltem ve Hakan sevgisiz, valenin arabalarını kapıya getirmesini beklerlerken, Hakan’ın gözleri yandaki araba reklamına takıldı, Keyif, ışıltısıyla göz kamaştırıyor. Bu yüzük olayı iyi olmuştu aslında, ne zamandır arabasını değiştirmek istiyordu da karısından çekiniyordu. Belki oğlan da bir iPhone5i hak ediyordu.  Çok keyifli bir alışveriş gününü daha arkalarında bırakmışlardı.

Medarı Maişet Motoru

Sevgili Sait Usta

Yıllar yılları, günler günleri arsız köpekler gibi kovalar, bizlerse hayat denen lunaparkın vagonlarında bir aşağı bir yukarı yüreğimiz ağzımızda inip çıkarken, aylardan mayıs günlerden cuma oluverdi ve biz hikayeseverlere ada yolları göründü yeniden.

Belki de çoktan bıktın sen bizlerden! Akın akın, plastik galoşlarla evini dolduranlardan, teklifsizce en mahrem odalarına dalanlardan. İnsanlar böyle işte, bunu senden iyi kim bilebilir ki? Kör ölür badem gözlü olur. ''Kıymetimi yaşarken bilselerdi ya,'' dediğini duyar gibi oluyorum. Hatta duyuyorum bile.

Ada’na Medarı Maişet Motoru ile gelmedik ama bizim gemi de hiç ondan aşağı kalır değildi hani. Kimler yoktu ki içinde? Adalara pazar kurmak için mallarıyla gelenler. Yazlıkçılara eşya taşıyanlar. Öğrenciler. Okulu asıp pikniğe gelmiş tazecik kızlar, oğlanlar. Evde kalmış kızına, koca dilenmek için mum dikmeye niyetlenenler. Bir de biz vardık işte. Hikayeseverler, Sait Faikçiler. Senin dilinde, Birtakım İnsanlar. Hava şıkır şıkır. Deniz köpük içinde. Savaşı, cinayeti, hırsı, itişmeyi, yalanı dolanı şehirde bırakmanın tatlı rehaveti çökmüş üzerimize. Sohbet bir tatlıydı sorma. Gitsek gideriz umursamadan deniz, şehir, ülke, dünya bitene kadar.

O salkım salkım, cıvıltılı insanların çoğu Büyükada’ya gidiyormuş. Ancak bir avuç insan indik Burgaz’a. Rıhtım boyu sırnaşık kediler karşıladı bizi, Ergin’e kadar da eşlik ettiler. Kahve keyfimize ortak olmak için beğendikleri kucaklara yüzsüzce kıvrıldılar. Sıkıysa at kucağından, siyah beyazlısı ağzımın payını verip elimi dişleyiverdi. Paytonlar geldi paytonlar geçti. Kucağımızdaki kediler kadar mayıştık biz de. Kimsenin kalkıp gidesi yok. ''Pazarı öğlen topluyorlarmış hanımlar,'' deyince herkes kendine geldi de yeniden yola koyulduk. Ama önce kilise! Mumlarla birlikte dileklerimizi de tutuşturduk. Sağlık, barış, huzur, bereket iyiliğe dair her bir şeyi diledik. Belki bu kez tutardı dilekler.

Pazarda, Bulgarlardan domuz sosisi ve gravyer peynir aldık. Aldığımıza da bin pişman olduk sonradan. Sen sen ol sakın bir şey satın alma onlardan. Sosislerin içinden ne olduğu meçhul uzun bir kıl çıktı, üstelik nişastayı da basmışlar içine. Anlayacağın sosisten başka her şeye benziyordu. Dış kabuğu plastikten. Gravyer peynirini ise hiç sorma. O da ayrı bir rezalet! Peynir değil süt aromalı kireç püresi.

Kalpazankaya’ya çıkan yolda çiçek, böcek, kertenkele, kaplumbağa, kadidi çıkmış beyaz kısrak, tülüş kuyruklu tay, yasemin kokulu denize uzanan keyifli balkonlar derken, gördüğümüz her şeyi huzurlu, sakin, pek dost sanırken, adı üzerinde Kalpazanların kayasına vardık. Tapusu mu olurmuş Allahın kayasının demek geldiyse de içimden sustum. Kalpazanlara rast geldik, kelle başı elli papeli kareli masa örtülü denize nazır tahta masalarda bir şişe soğuk bira, birkaç halka kızarmış kalamar, az yeşil salata ve bir avuç deniz börülcesinden oluşan yemek karşılığı bırakıp kalktık. Ağaçtan kızarmış yeşil erik kopardık, neyse ki bedavaydı. Kıyıda Marmara’nın serin sularına ayak parmaklarımızı da şöyle bir daldırınca rahatladık. Tuttuk müzenin yolunu.

Ziyaretçilerin sana yazdıkları mektupları yenidünya ağaçlarının arasına gerdikleri iplere asmışlar. Ne günlere kaldık, dedim içimden. Kimsenin özeli kalmadı bu zamanda. Her şey vitrinlik oldu. Hiçbirini okumadım, okuyamadım şahsen. Aralarında kendi mektubumu görmekten feci korktum. Kitaplarını da satmaya başlamışlar müzenin içinde. Medarı Maişet Motoru’nu satın aldım. En sevdiğim kitaplarından.

Bir hovardalık yaptık bari tam olsun dedik, Ergin’de vişneli milföy yemeğe gittik. Sabahtan parasını verip ayırtmıştık zaten. Yoksa akşamüstüne kalmıyormuş bu leziz pasta. Her katı çıtır çıtır, muhallebisi tam kıvamında bir lezzet bombası. Kalorisini ise ne sen sor ne ben söyleyeyim!

Her yıl Ergin’de gördüğüm bir madam vardı. Köşedeki masada tek başına oturur, sabah çayını içerken ponçiğini yerdi afiyetle. Üç dört yıl üst üste fotoğrafını çekmiştim. Hep aynı masa, hep aynı saat, hep aynı kıyafet. Kiminde kısa saçlı, kiminde uzun. Baktım bir başkası oturuyor yerinde. Bilsen sen bilirsin usta. Ne oldu o madama? Her Cuma kilisede mum diken bir de matmazel Fotika vardı? Ya o? Barba Todori’nin torunu Aleko? Ağlarını usul usul, onaran Hıristo? Hep eski bir dost aradı gözlerim ama nafile.

Dediğin gibi… Yazdığın gibi…

Bir dost bulsam, onunla düşündüklerimi münakaşa edebilsem, ne iyi olurdu! Yalanı, gerçeği, iyiliği, fenalığı… Mevzu dolu kardeşlik!*

Seninle bir karşılaşabilseydik! Dediklerini, demediklerini,  yazdıklarını yazmadıklarını, düşündüklerini düşünmediklerini, ne varsa konuşurduk.  Olmadı işte, vapur geldi ayrılık vakti. Belki başka bir sefere.

*Medarı Maişet Motoru 
Sait Faik’in kaleminden bir ilk romandır. Henüz Yeni Mecmua’da tefrika edildiği sırada (1940-41) dönemin baskıcı siyasi ortamında sakıncalı bulunup roman olarak yayımcı bulmakta zorlanacak ve Sait Faik’in annesinin maddi desteğiyle Ahmet İhsan Basımevi’nden 1944’te yayımlanacaktır. Ancak dağıtılmaya başlanmışken bakanlar kurulu kararıyla toplatılan roman, kimi paragraflar çıkarılarak Birtakım İnsanlar adıyla 1952 yılında okuyucusuna kavuşur. İş Bankası Kültür Yayınları, Medarı Maişet Motoru üzerinde yıllardır süren sansürü kaldırıyor ve ''tehlikeli'' bulunarak çıkarılan kısımları koyu harflerle vererek yapıtı eksiksiz bir şekilde bizlere sunuyor.

Füsun Çetinel


Sait Faik'e Mektubum Var

Pek sevgili Sait Faik


Beni hatırlar mısın, bilemem. Sana daha önce de birçok seferler mektup göndermişliğim var, ama eline ulaştılar mı emin değilim. Hiç cevabın gelmedi çünkü. Bu mektubu sana en samimi hislerimle yazıyorum. Sakın fazla senli benli olduğumu düşünmeyesin. Senin samimiyetten, basitlikten yana olduğunu hikâyelerinden bildiğim için, kendimde ‘sen’ diyecek cesareti buldum. ‘Siz’ deyip de lüzumsuz ekleri kullanmanın manası yok değil mi?

Senin çok büyük bir hayranın ve yakın takipçinim. Adada geçen küçük yaşam parçaları, kışın yemek bulamayan kediler, kuşlar, ada insanları, okurken kendimi onlardan biri gibi hissetmeme sebep oluyor, senin o kısa hikâyelerin beni sıcacık sarmalıyor.

Adaya ayak basar basmaz vefatını yaşlı bir madamadan öğrendim, inan olsun önceden haberim olsaydı, hiç cenazene gelmemezlik eder miydim? Büyük bir yeis içindeyim bilesin. Ama ne yapalım, ölenle ölünmüyor. Adada ne işin var bu geç Eylül günü dersen, işin aslı şu.

Yazı gurubu olarak, başımızda sevgili öğretmenimiz, otuz kadar kadın, bir erkek, bir çocuk, kimimiz Kabataş’tan, Kadıköy’den, kimimiz Bostancı’dan kafileler halinde bağırış çağırış Burgazada iskelesine indik. Gezeceğiz, göreceğiz ve yazacağız dedik. Aman o vapurun hali neydi öyle? Ben deyim bin, sen de iki bin kişi. Yani lafın gelişi. Öyle kalabalık işte. Meğer Büyükada Aya Yorgi dilek günü imiş.

Çoğunluğu kadın gurubumuz, daha kendimizi adaya atar atmaz, hemen çekirgeler misali iskele karşısındaki Ergin pastanesine hücum ettik. Sanırsın ki herkes kıtlıktan çıkmış, aç bir ilaç. Herkes pasta börek tepsilerinin başına üşüştü, kimi küçük pizzalardan alıyor, kimi ponçik, üzümlü kurabiye. Ay ben rejimdeyim, hamur işi yiyemem, diyen kadının teki tabağını tepeleme doldurdu valla. Gözlerimle gördüm yani. Neyse efendim, senin de anlattığın gibi buranın kedi ve köpekleri malumunuz üzerine pek bir samimi ve talepkar. Hemen yanımızda bitiverdiler, patileri kucağımızda. Yemek isterler. Dedikoduyu hiç sevmem, bilirsin daha önceki mektuplarımdan, eğer ki eline geçtilerse, ama kadınlar sanki çok ihtiyaçları varmış gibi her bir şeyi silip süpürdüler. O aciz hayvanlara zırnık koklatmadılar. Bir ben, bir de çocuk artık bunlardan ne kaçırabildikse, biraz verdik hayvanlara.

Canım Sait Faik, oradan kimimiz faytonlara bindi, kimimiz tabanvay. Tuttuk Kalpazankaya’nın yolunu. Ben, can arkadaşım, bir diğer ortaokuldan arkadaşım ve yazı arkadaşlarım senin evin yolunu tuttuk. Aman aman, o canım ev ne halde. Kapı pencere yerle bir. Viran vaziyette. İçeride dört iskemleden başka bir şey kalmamış. O da kim bilir ne vaziyette? Cama dişleri dökük, başı ak tülbentli aksiden bir ihtiyar çıktı. Burada görecek hiçbir şey yok, deyip bizi kışkışladı. Bahçenin her yerini yabani otlar bürümüş, ayıklayasım geldi valla. Ama vakit kısıtlı, zaman yok. Neyse çıkalım bari, derken senin oturan heykelin ile göz göze geldim. Ne yakışıklı adammışsın! Arkadaşa dedim ki, ben kucağına oturayım, resmimizi çek. Hakikaten de çok güzel bir resim oldu. Benden gördü ya, hemen o da çektiriverdi bir güzel. Pek bir samimi oturdu kucağına, gözümden kaçmadı, hiç tasvip etmedim. Üstüme vazife değil de, işte.

Ne muzip adamsın sen ya! Evine giremedik, ama o gün semt pazarı varmış sokağında. İşe bak! Kesin senin parmağın var bu işte. Benim pazar manyağı olduğumu biliyorsun, artık eminim. Okumuşsun sen benim mektupları. Beş altı kadın hemen daldık aralarına. Ben bir bluz aldım, bir diğeri gecelik. Ha, bir de oyuncakçıdan kurulunca davul çalan küçük plastik palyaço aldım. Sevaptır çocuk oynasın, canı sıkılmasın o kadar kadının arasında, diyerek. Aklımız mandalinalarda kalmadı değil. Nafile. Taşıyacak yer yok.

Yolda küçük bir kilise var ya. Ona girip mum yaktık. Ben tam iki dilek dilerken, bağırışlar duyup dışarı fırladım. İşe bak sen! Otuz senedir görmediğimiz çok sevgili bir arkadaşımız pazar çantası ile kilisenin önünde. Sarıldık, öpüştük, koklaştık. O zamanlar pek bir asiydi, sigara içerdi, okulu kırardı. Saçları da kızıldı. Şimdi sarışın olmuş. Boya tabi ki. Hemen gitmesi gerekiyormuş, ayrıldık. Dileklerim büyük ihtimalle tutacak, yukarıdakinin bir işareti işte, dedim kendi kendime. Bak çok başını ağrıttıysam eğer kusura bakma. Seni kendime yakın gördüğümdendir tüm bu samimiyetim.

Senin şu meşhur Hişt! Hişt hikâyen var ya. Pek severim. Oradaki papazı da, sapkın oğlunu da göremedim. Kuzu da yoktu zaten ortalıkta. Ama iki tane beyaz başıboş at vardı. Köpekler bunlara havlayınca, atlar bir azdı ki hiç sorma. Dörtnala, tozu toprağa katıp üstümüze geldiler. Ben hemen yola fırlayıp, onları kontrol altına aldım da, kadınları kurtarıverdim. Görmeliydin.

Konuşa, güle Kalpazankaya’ ya vardık. Garsonlar bize gölgelikte kocaman iki masa yaptılar. Bir tarafta hamaklar, salıncaklar. Bir tarafta Yassı ada. Deniz lebi derya. Çam ağaçları. Bir tarafta mis gibi tuvaletler. Yani rahatımıza diyecek yoktu. Birayı, kolayı içen soluğu tuvalette alıyor. Yorulan kendini hamaklara atıyor. Oh! Palamut, salata, kalamar, fava, patlıcan salatası söyledik. Her şeyi silip süpürdüler yine. Ben iştahsızdım biraz, pek bir şey yiyemedim. Resmim var zaten, görürsün. Hep keşke Sait Faik de aramızda olaydı da, onunla bir bira tokuşturaydık, birbirimize hikayeler okuyaydık, dedim. Gözlerim nemlendi.

Masanın başındaki ekmek sepetine adanın kuşları, serçeleri üşüştü. Kendilerinden büyük ekmek dilimlerini didiklemeye daldılar. Kokoş kadınlar, kuş gribi oluruz, diyerek ekmekleri yemediler. İyi de oldu! Sonra kahve söyledik, ikramları imiş. Düşünceli bir arkadaşımızda yanında lokum getirmiş. Pek iyi gitti valla. Garson hesabı yaparken bayağı bir zorlandı. Ne yemişiz azizim.

Aşağı iniş çok keyifli oldu. Manzara, deniz, güzel evler, köpekler, kediler. Kafamızda şekillenmeye başlayan hikâyeler. Senin Burgaz’ından hepimiz pek bir memnun kaldık açıkçası. Kapanışı iskelenin oradaki Teras kafede yapalım dedik. Sütlü tatlı yemekti niyetimiz, kısmet değilmiş. Kış sezonuna girmişler. Biz de kahve içtik, fal baktık. Üstüne Sinem’de dondurma yedik. Son bir gurup resmi derken vapur geldi. Sabahkine kalabalık demiştim, meğer o bir şey değilmiş. Aman bir insan seli. Et et üstüne. Ayakta duracak yer yok. Her yer kesin dönüşçülerin valizleriyle kaplı. İtişen formalı öğrenciler. Sırt çantalı bitli turistler. Bir de rüzgâr. Far far. Saç baş bir tarafta, serseme döndük. Zaten o kadar yemeğe bir ağırlık da mevcut, hali ilen gözler kapanıyor. Neyse efendim zahmetli bir dönüş yolculuğu sonunda, kendimizi Kabataş’a attığımızda, inan olsun evimizin yönünü unutmuştuk. İskelede sersem tavuklar gibi bekleşip durduk bir süre.

Sana yazacağım bu kadar Sait Faik. Velhasıl güzel bir gün geçirdik! Adada sana rastlayamadık ama kitabın çantamda, gün boyu seni de, hikâyelerini de hep dolaştırdım çarşı pazar yanımda. Son cümle biraz devrik olmuş diyenleriniz çıkarsa eğer, bilin ki Sait Faik böyle istediği içindir. Şiiri çok severdi kendisi. Benim onu sevdiğim gibi.

Füsun Çetinel

Yabancı

Yabancı


Güneşli bir sabahtı, uzak mahallelerin araba geçmez, parke taşlı koridorlarında fotoğraf dersi verdiğim kızlı erkekli öğrenci grubuyla ilginç kareler yakalamak için dolaşıyorduk. Issız sokakta ipteki çamaşırların duruşu hoşuma gitmişti. Sahibi bilinmez bir el tarafından yan yana mandallanmış, bembeyaz, kışkırtıcı, farklı ve yabancı.

Eve dönünce ılık bir duş alıp sokağın kirini üstümden akıttım. Banyodaki boy aynasında kendimle göz göze gelmemeye çalıştım. Son beş yıldır, vücudumda olagelen değişimleri kabullenmek çok zor geliyordu. Etlerim yerçekimine karşı koyamıyordu. Sarkan göbeğim, göğüslerim, kollarım. Kemiklerim. Ve yaratıcılığım.. Çaresini biliyordum. Buzlu viski ve Beethoven’ın dokuzuncu senfonisi. Mac’in başına geçtim, fotoğrafların hepsini sosyal ağ sayfama yükledim. Sonra da hemen uyudum.

Ertesi sabah bilgisayarı açtığımda kutumda beni bekleyen onlarca mesaj vardı. Hepsi de aynı fotoğrafa aitti. Uzun süredir görüşmediğim, konuşmadığım, sadece sosyal ağ üzerinden arkadaş olduğum, kimi öğrencilerim, kimi yabancı sanatçılar, o kadar kişiyi, kadın erkek, değişik yaş ve meslek guruplarından tetikleyen neydi bu fotoğraf karesinde? Neydi bu kadar ilginç olan?

Tüm saflığı ile üç sıra ipe mandallanmış apak kadın külotları mı? Sayısı şaşırtıcıydı. On beşerden üç sıra, tam kırk beş külot. İnsanın aklına olası her şey gelebilirdi. Arkadaki camda belli belirsiz bir karaltı fark ettim. Fotoğrafı iyice büyüttüm. Bulanıklaştı. Ancak zarif duruşundan kadın olduğunu tahmin edebildim.

İstanbul’un kaymak tabakası hep eşim dostumdur. Sinema sanatçıları, galeri sahipleri, eleştirmenler, yazarlar, ressamlar, fotoğrafçılar, politikacılar. Mesajları okumaya başlayınca, gözlerime inanamadım. Seviyesiz dokundurmalar. Bu yaşta, suratımı kızartacak müstehcen yorumlar. Olası hikâyeler. Hiç aklımda olmayan şeyler kafamı ve bedenimi kurcalamaya başladı. Kendimi tanıyamadım, üzerinde fazla düşünmeden çektiğim basit bir sokak karesi beni garip duygulara, isimlendirmekten korktuğum heyecanlara sürüklemişti.

Kafam yüzleşmekte zorlandığım duygulardan ve lodostan kazan gibi, güçlü bir ağrıkesiciyi geceden bardağın dibinde kalan viskiyle yutup kendimi açık havaya attım. Macar sanatçı grubu olmasa hiç uğramazdım üniversiteye, ama her şey aylar öncesinden planlanmıştı. Üstelik çok ünlü bir sanat dergisinden çekim de yapacaklardı. Aklım ipteki beyaz kadın külotlarında, zoraki bir kolaj çalışmasına katıldım. İsteksizliğim hareketlerime yansımış olmalı, Macarlar çalışmadan pek memnun kalmadı. Migren bahanesiyle gurubu mastır öğrencilerimden birine devredip kendimi yeniden fotoğrafı çektiğim arka mahallelerde buldum.

Boynumda makinem aynı izbe sokağı bulabilmek için epeyce dolaşmam gerekti. İçimde o bölgeye ilk defa geliyormuşum gibi yabancı bir his oluştu. Oymalı demir kapının ardında sessiz hareket eden insanlar görür gibi oldum. Kadın külotlarının asılı durduğu balkonu mu soracaktım? Deli derler. Sapık geldi mahalleye, diye polis bile çağırır bu insanlar. Belki de çamaşırların sahibi çoktan toplamıştı hepsini. Gerisingeri caddeye çıkıp insanların, kalabalığın arasına karıştım. İnatçı baş ağrısı yakamı bir türlü bırakmıyordu. Elimle cebimdeki metal içki matarasını yokladım. İki ağrı kesici ile kalan viskiyi tek seferde yuvarladım. Yerimde duramıyordum artık. Mıknatısa tutulmuş toplu iğne gibi içeri sokaklara çekildim yeniden.

O günkü rotayı hatırlayıp, aynısını takip etmeye çalıştım. Araba galerisinin yanından girdim. Dik merdivenleri tırmandım. Kolay olmadı pek, arada tıkandım kaldım. Çitin aralığından zorlukla geçtim. Ot bürümüş patikayı takip ettim. İnşaatın yanından araca kapalı ıssız sokağa saptım. Bahçe duvarının bitiminden kıvrıldım. O dar, görünmez yol karşıma çıkıverdi. Hemen girişinde sokağa atılmış eprimiş kumaşlı, iki kişilik koltuk bile yerli yerinde duruyordu. İçkinin etkisinden olsa gerek pisliğine aldırmadan çöküverdim. Etrafta kimsecikler yoktu. Gariptir o gün de yoktu. Düştüğüm duruma hırslanıyordum. Kendime yakıştıramıyordum. Bir taraftan içimde çocukluktan kalma uygunsuz şeyi yapmanın heyecanı vardı. İşte, fotoğraftaki balkon tam karşımda duruyordu. Ve fotoğraftaki beyaz kadın külotları ipte asılıydı. Koltuğun hemen arkasında önceki gelişimde fark etmediğim salaş bir kahve çarptı gözüme. Çekinerek içeri girdim.

Uzak kasabaların izbe kahvehanelerini andırıyordu. Kimsecikler yoktu. Gözlerim içerinin loşluğuna alışmakta epey zorlandı. Bu zamana ait olmayan tahta masalar, iskemleler. Bilardo oynayan köpeklerin süslediği yıpranmış duvar halısı, köşede büyükçe bir mangal. Duvara yapışık minderli divan, biraz da ağır kekremsi kokuyla karışık belli belirsiz duman. Nargiledir, dedim kendime. Zaman duygumu çoktan yitirmiştim. Dışarıdan fazla dikkat çekmemek için tozlu camın arkasında kenar bir masa seçtim. İlaçlar ve içki etkisini göstermeye başlamış, kafam iyiden iyiye bulanmıştı. Başımı ellerimin arasına alıp kaldım bir süre.

Allı güllü bir perdeyle ayrılmış bölmeden, bardak, kaşık, çay tabaklarının elde yıkanırken çıkardığı seslere benzer gürültüler geliyordu. Tazyikli su, radyodan geldiğini tahmin ettiğim kısık bir melodi ve muhabbet kuşu şakımaları. Gözlerim etrafta kafes arandı, bulamadı. Meşgul görünmek, dikkat çekmemek için kamera çantasından bir kitapçık çıkardım. Rastgele bir sayfasını açıp boş gözlerle baktım. Çaycı içeri girdiğimi duymuş muydu? Hafifçe öksürdüm. Sesler kesilmedi. Aksine varlığımı bastırmak istercesine arttı. Sokağı ararken duyduğum ürperti yeniden her tarafımı sardı.

Bir çay alabilir miyim? Açık olsun, lütfen.

Der demez pişman oldum. İnsansız bu kahvede taze çay olmazdı. Düşüncesi midemi ekşitti. Kahve istemeliydim, diye geçirdim içimden.

Çay yok, dedi aksi ses.

Ne diyeceğimi bilemedim. Görünmez birisiyle konuşmak çok rahatsız edicidir. Sustum, çaycının yanıma gelmesini bekledim. Adamı iyiden iyiye merak etmeye başlamıştım. Bir süre gözlerim kâh kitapçığın hiç değişmeyen sayfası, kâh balkon arasında gitti geldi. Sokaktan geçen kimseler yoktu. İçeriden gelen bulaşık sesleri ise kesilmiyordu.

Aniden gözlediğim balkonda bir kıpırtı sezdim. Uzun kırmızı tırnaklı, zarif eller mandallara uzandı. Hafif rüzgârda uçuşan kızıl dalgalı saç görebildim biraz da. Daha iyi görebilmek için yerimde iyice doğruldum. Siluet balkon kapısının ardında kayboldu. Ve uzun kırmızı tırnaklar perdeleri hızlıca çekti. Külotlar yerli yerinde kaldı. Beni fark etmiş miydi?

Sveta’yı mı gözlüyorsun, dedi kulağımın hemen dibindeki ses.

Korkudan zıplayıverdim. Geldiğini duymamıştım. Suratım kıpkırmızı kesildi. Kekeledim. Teklifsizce bir iskemle çekti, masaya yanaştırıp tersten oturdu. Yarı kapalı, uykulu gözlerini gözlerime dikerek,

Çay ister misin, dedi.

Var mı ki, dedim.

Cevap vermeden arka bölmeye doğru gitti. Ne garip adamdı. Akılda kalmayan bir yüzü vardı. Eşkâlini tarif et deseler, ne diyeceğimi şaşırırdım. Sıradan yüz, sıradan boy ve kilo. Saç rengi sıradan kahverengi, her gün her yerde rastladıklarımızdan. Çaycı perdenin arkasında kaybolur kaybolmaz yüzü aklımdan çıkıvermişti. Onu görünür kılan aksi sesiydi. Bakışlarımı tekrar balkona kaydırdım.

Sveta olmalıydı,  kızıl dalga saçlar, kırmızı ojeli zarif parmaklar mandallarla dans eder gibi beyaz külotları iplerden toplamaktaydı. Şelale gibi akan saçların arasında hayal meyal kıpkırmızı dolgun dudaklar ve zümrüt yeşili gözlere bakakaldım. Bir ara yok oldu, mandalları ve topladığı külotları içeriye götürmüş olmalıydı. Bu kısacık yok oluşlar beni iyiden iyiye çıldırtmaya başladı. Sanki bilerek yapıyordu. İkinci sıra külotlar için tekrar balkona çıktığında sırtımdan aşağı bir ürperti geçti. Çaycının kaybolduğu tarafa kaçamak bir bakış fırlattım. Ne ses, ne hareket vardı. Radyo susmuştu. Muhabbet kuşu şakımıyordu artık. Etrafa musibet bir sessizlik hâkimdi. Fırsat bilip tekrar Sveta’ya kilitlendim. Garip, arzu uyandıran bir beyazlığı vardı. Çalıştığım nü modellerin hiçbirinde böyle bir beyazlık, duruluk ve cazibeyle karşılaşmamıştım Böyle bir ışıldamayı hiçbir insan teninde görmemiştim. Fotoğraf çekme arzusuyla kıvrandım ama kendimi göstermeye etmeye cesaret edemedim. Şehvet, korku birbirine karıştı dayanılmaz oldu. Vücudumu kontrol altına alabilmek için tırnaklarımı avuç içlerime sapladım. Sveta’yı ömrümün sonuna kadar buradan çamaşır asıp toplarken seyredebilirdim. Kıpırdamaya cesaretim yoktu.

Sonra kendimden iğrendim. Torunum yaşındaki bir kızdı seyrettiğim. Ne işim vardı kaçık bir çaycıyla bu sefil kahvede? Tanımadığım bir hizmetçiyi külotlarını veya kim bilir kiminkini toplarken seyredebilmek için miydi bu rezillik?

İster misin, diye düşüncelerimi böldü çaycı yeniden.

Aynı sinsilikle yaklaşmıştı yanıma. İçim hop etti. Gayri ihtiyari elindeki çaya uzandım.

Yok, Sveta’yı soruyorum, dedi arsızca sırıtarak.

Terslemek, sana ne demek için inanılmaz bir istek duydum. Balkondaki Sveta aklıma gelince, arzularıma yenik düşüp gözlerimi yere indirdim. Kendimi Bukowski’nin işi bitik yaşlı, zavallı, pis ayyaşlarına benzettim.

Güzel parça ha?

Evet, gerçekten çok hoş.

Hoş pek yavan kaçtı. Daha yaratıcı bir tasvir beklerdim.

Tanımadığım biri. Ayrıca beni alakadar da etmiyor. Ne dememi bekliyorsunuz ki?

Oyun istiyorsan, oyun. Çayını iç, soğutma. Arkandan ağlar.

Bu seviyesiz adam beni ne sanıyordu? Öte yandan terslemeye de dilim varmıyordu. Ya kovarsa, ‘Defol git buradan pis zampara.’ derse. Ne pahasına olursa olsun bu kız hakkındaki her şeyi öğrenmek istiyordum Aklımdan kovmaya çalıştığım gibi bir hayat kadını mıydı? Yok canım, olamaz. Kırk beş tane külotu ipe astığı için miydi tüm şüphelerim? Kolumun acısıyla irkildim. Çaycı dikkatimi çekebilmek için biteviye dürtüp duruyordu beni. Çayımdan bir yudum aldım. Tam da tahmin ettiğim gibi zehir zıkkım bir şeydi. Ah Sveta, her şey senin için. Konuyu dağıtmak için kafesteki kuşu sordum.

Ne kuşu? Ha, kuş sesi. Sesi var, kendisi yok.

Allah’ım, bu ne biçim bir insandı?

Çamaşırcı mı Sveta?

Yok, canımın içi. Çayı sevmedin mi? Özel harman, herkese vermem ha.

Çok gelen olur mu buraya?

Pek gelen olmaz.

E niye açık tutuyorsunuz, yani iş yoksa?

Oyalanmak için. Bir de Sveta olayı var. İti var kopuğu var. Kolay değil, herkeste arzu uyandırıyor.

Sveta yakınınız mı?

Kim?

E, dediniz ya. Balkonda çamaşırları toplayan hanım?

Çaycı koca bardak çayı bir dikişte içti. Cevap vermedi. Ben ne yapacağımı bilemeden elimde çay bardağı ile kalakaldım. Çayın tadı buruk ve garipti. Kuruyan boğazımı rahatlatmak için kendimi zorlayıp hepsini kafama diktim. O sırada Sveta ipteki son sıra külotları toplamak için tekrar balkona çıktı. Bu seferinde gözlerini oturduğum yere dikmiş kıpırtısız bana bakıyordu veya benim bulunduğum noktaya. Beni görüyor muydu? Kırmızı ojeli beyaz uzun parmaklarını çıplak boynunda dolaştırdı. Sırtımdan aşağıya bir sıra terin indiğini hissettim. Şakaklarım zonkladı. Hiçbir yere kıpırdayamıyordum. Pelte gibi oturduğum yerde kalakaldım. Mantığım kalk git buradan bir an önce diyor, duygularım beni çivi gibi olduğum yere mıhlıyordu. Kendimi hiç bu kadar rezil duruma düşürmemiştim. Ama en kötüsü, birazdan olacaklardan korkuyordum. Biliyordum. Korkuyordum. Utanıyordum. Bir o kadar da merak ediyordum.

Haşhaşlı çay bu. Her yerde bulamazsın. Müşterilere özel. Mangalda devamı var.

Ne diyorsunuz? Bilsem içmezdim. Üstelik üç tane kuvvetli ağrı kesici yutmuştum.

Hadi bırak bu ayakları. Ben sanatçı takımının ciğerini bilirim. Masum ayaklarına yatma hiç. Sende daha neler vardır kim bilir?

Lütfen, ama. Ben, saygımdan siz diye hitap ediyorum. Siz neler diyorsunuz.

Canım aştım ben bunları. Mert ol, direk olaya gir. Ben Sveta’a için geldim buralara, de. Onu ölesiye istiyorum, de. Özünü kabul et. De hadi de, işimiz kolaylaşsın.

Sveta için gelmemiştim ki. İpteki çamaşırların öyküsünü merak etmiştim. Tamam, sadece merak değildi. Rüzgârda salınan çamaşırlar içimde kaybolmaya yüz tutmuş bir şeyleri harekete geçirmişti. Sveta sonradan öykünün içine dâhil olmuştu. Çaycının münasebetsiz iğnelemelerinin etkisi de vardı biraz. Gevşemiştim, ama kendime itiraftan değil. Çaycının haşhaşlı çayı beni böyle yapmış olmalıydı. Gariptir, hareketlerim yavaşlamıştı ama duygularım aksine keskinleşmişti. Sveta’yı iki üç misli arzuluyordum, ona ait her şeyi merak ediyordum. İçim bulanır gibi oldu, gırtlağıma doğru bir öğürtü yükseldi. Genzim yandı, kasıldım.

Gerisi net değildi. Gözlerimi kapayıp açtım, aynı melodi, aynı kuş şakımaları. Güllü desenli perdeler gözüme ilişti ilkten. Burası başka bir yerdi. Perde aralığından havanın kararmış olduğunu gördüm. Başımı kıpırdatamıyordum. Allahın belası bir zonklama, gözlerimi matkapla oyuyorlarmış gibisinden bir ağrı göz çukurlarıma saplandı. Kör mü oluyordum? Bu ne olduğu belirsiz çaycı neler yapmıştı bana? Cep telefonum geldi aklıma. Çok garip, hiç bu kadar uzun süre sustuğu olmamıştı. Kahveye girdiğim andan itibaren zaman durmuştu sanki. Aklıma gelen her türlü küfürü savurdum. Cüzdanımda fazla bir şey yoktu da, neler okuyorduk gazetelerde. Ne tür bir belaya bulaşmıştım? Kime anlatsam kıçıyla gülerdi. İstanbul’un göbeğinde, Türk filmlerinde ki gibi ilaçlı çay içiyorum ve kendimden geçiyorum. Bu sefer kurban erkek. Acaba Sveta bir zahmet ırzıma geçmiş olabilir miydi? Düşüncesiyle vücuduma güzel bir ılıklık yayıldı. Hem de altmış yaşındaki yaşlı tekenin ırzına? Komedi dram. Yalnız, sefil erkeğin hazin öyküsü. Gazetelere çıksam, beni çekemeyenler hemen son noktayı koyarlardı. Azgın teke tufaya geldi. Sıra dışı fotoğraf sanatçısının sıra dışı sonu. Bedenimi kıpırdatmaya çalıştım. Parmak uçlarımı hafifçe oynatabildim. Salınan kadın terliği sesleri içerilerde bir yerlerde yitti gitti. Gülüşmeler, ağdalı sesler. Anlamadığım sözcükler. Seslenmek istedim. Tekrar bir boşluk.

Bu seferki epey uzun sürmüş olmalı. Gözlerimi araladığımda, allı güllü perdenin aralığından taze bir ışık huzmesi yattığım divanın kenarına düşüyordu. Yoğun deterjan kokusu odayı kaplamıştı. Kafamı hafifçe sola çevirmeye çalışınca tepeleme külot dolu beyaz çamaşır sepeti ile burun buruna geldim. Taze çamaşır kokusu. Vücudumu hala oynatamıyordum. En azından on saat geçmiş olmalıydı. Aynı melodi, aynı kuş şakımaları. Kulak kabartıp, farklı sesler bekledim. Kimseler yoktu. Değişik koku almaya çalıştım. Nafile. Keskin deterjan kokusu her şeyi bastırıyordu. Sveta nerelerdeydi? Güzel Sveta. Şimdi çıkagelse. Yanıma uzansa. Kafamda cirit atan her şey yitip gitse.

Ödül törenleri. Dinci rektör. Koparmam gereken ödenekler. Söz verilip hayata geçirilemeyen projeler. Sanat kampları. Yetiştirilecek, hazırlanacak sergiler. Katalog baskıları. Anlaşmalar. Bitirilmesi gereken kitaplar. Eleştiri yazılarım. Kanımı emmeye çalışan şöhret düşkünü azgın kadınlar. Her şey yitip gitsin istiyordum. Bir tek Sveta ve ben kalalım. Bir de bu temiz, dingin, taze çamaşır kokusu. Çaycıya ne olmuştu? O mu taşımıştı beni buraya kadar?

Midem kasıldı yeniden. Allı güllü perdenin gülleri büyüdü, kocaman oldu. Kırmızıları odaya yayıldı. Dalları bana kadar uzadı. Dikenleri büyüdü, her yanıma battı. Canım acıdı. Sepetteki çamaşırlar teker teker havalandılar, tepemde tasavvuf müziği eşliğinde döndüler, döndüler. Hep bir ağızdan, hamdım, piştim, yandım, diye şarkı tutturdular. Semazenlerle başım döndü. Odanın kapısında bir karaltı belirdi. Kapı pervazına yaslanıp kaldı. Kızıl saçlar dalga dalga kabardı, büyüdü, beni altına aldı. Derinlere çekti. Nefes almaya çalıştım. İmkânı yoktu. Kulaçlayıp çıkmaya çalıştım. Beceremedim. Battıkça battım. Kırmızı tırnaklı süt beyazı zarif bir el kuvvetle ellerime yapıştı, kızıl dalgaların arasından bir hamlede kurtardı beni. Tekrar nefes almaya başladım. Tam tepemde çaycı duruyordu. Garip kokulu bardağı ağzıma dayadı. Çırpındım, içmem dedim. Kollarımı savurdum. Başımı hoyratça kavradı ılık sıvıyı ağzıma boca etti, öksürdüm, direnemedim. Nefesim düzgünleşti. Güller perdelere çekildi. Semazen külotlar dönmeyi kesip, uslu çocuklar gibi çamaşır sepetine geri döndüler. Oda eski bildik halini aldı.

Duj ister sin? Duj, dedi kart kadın sesi.

Ne oldu? Kim getirdi beni buraya?

E sen geldin ya. Unuttun?

Kahvedeydim. Çaycıya ne oldu? Adama?

Ha? Sen Dursun’u sorar? Yok, gitti. İj var guc var. Hadi, kalk. Başka mujteri gelecek.

Lütfen, bir bardak su.

Su bajka yerde. Hadi kıj kıj. İj bitti, gule gule.

Kolumun üzerinde doğruldum, bilincim geri gelmeye başlamıştı. Dip boyası gelmiş oksijen sarısı saçlı kadın yarı çıplak, pislikten bej rengi griye dönmüş koltukta oturuyordu. Bu benim Sveta’ma benzemiyordu. Peki ama? Ben bu kadınla mı sevişmiştim? Bu kadar kendimden geçmiş olabilir miydim? Üstümü başımı yokladım, kazağım, pantolonum yoktu. Ne biçim bir yerdi burası? Bin türlü derdin içine girecektim. Ya hastalıklıysa? Bir an önce terk etmeliydim burayı. El yordamıyla eşyalarımı bulup giyinmeye çalışırken, o hiç tanımadığım kadın biteviye aynı şeyleri yineleyip duruyordu. Ayakkabılarımı ararken, yerlere atılmış elma koçanları, izmaritler, şırıngalar ve ezilmiş hamamböcekleriyle göz göze geldim. Kusma hissi yeniden belirdi. Aceleyle, çıktığımı zerre kadar hatırlamadığım pis basamakları tökezleyerek aşağı indim. Kesif bir sidik kokusu peşimi bırakmadı.

Gözlerim karşı kaldırımdaki kahveyi aradı. Yerinde sadece paslı demir kapı vardı. Uzun uzun yumrukladım. Kimse açmadı. Yılmadım. Bir süre sonra başı beyaz tülbentli bir kadın sarktı camdan.

Yanlış kapıdasın. Karılar karşıda. Azgın herif. Yaşından utan. Şimdi polisi çağıracağım. Yettiniz gayri. Her gün, her gün. Ahlak herkeste cır etmiş Kediler köpekler bile ortada yapmaz bu işi, diye bağırarak camını gürültüyle örttü.

Ne olduğumu şaşırdım. Suratım alev alev yanıyordu. Hiç bu kadar rezil olmamıştım. Kafamı kaldırıp biraz önce çıktığım binanın camına baktım. Görünürde kimse yoktu. Çaycı yoktu, Sveta yoktu, balkonda ki çamaşırlar yoktu. Başım zonkladı, midem yandı. Ceketimin ceplerini yokladım, cüzdan, cep telefonum, gerekli gereksiz her şey yerli yerindeydi. Paraları, kartları kontrol etmedim bile.

Ya kameram? Gözüm sokakta terk edilmiş koltuğa ilişti. Kameram üzerinde fırlatılmış duruyordu. Hemen alıp hafızasındaki resimleri taradım. Kadın külotlarının asılı olduğu balkon resmini göremedim. En son çekilmiş fotoğrafı görünce donakaldım. Ben böyle bir şey çekmemiştim ki. Çekmeyi düşünmeye bile cesaret edemezdim. Peşine düşmem gereken başka bir fotoğraf, başka bir av daha vardı. Kendimi çaresiz ve yorgun hissettim.

Füsun Çetinel



Şehri Unutan Adam

Sevgili Sait Faik


Eylül geldi havalar bir nebze serinledi ama nafile, dertler hep aynı. Savaş, hükmetme ve para hırsı, riyakârlık, cinayet. Değişen ne var ki Yunan tanrılarından beri şu dünyada? Ben de şehirden kaçtım, senin yaptığın gibi adaya sığındım.

Evin boyanmış, bahçede ayrık otlarından eser kalmamış. Ama bana ne! Seni evde bulamadım ya. Annen de komşuya gitmiş olmalı, iyi giyimli gençten başka bir hanım karşıladı bizi. İçeri buyur etti. Adetler değişmiş, terlik yerine ayağımıza plastik poşetler geçirtti zorla.

Olta takımını ve meşin ceketini göremedim. Düşündüm, balık yasağı bitti kesin sinağrite çıkmıştır Sait Faik dedim.

Günlerden Cuma, sokağında Pazar kurulmuş. Aşağı yukarı bir boy yürüdük. Tezgâhlara bakındık. Neler yok ki, İstanbul’da ki pazarlara beş basar. Her şeyin en kalitelisi. Ben ve arkadaşım birer gül desenli, hafif dokumalı geceliklerden aldık.  Ama bir satıcı var ki asabımızı bozdu, üç kuruşluk tüm ada zevkimizin içine etti. Güneşten kararmış, suyu çekilmiş, erik kurusuna benzer zayıf bir adam. Burgaz’ın yeşilinden, Marmara’nın mavisinden nasibini alamamış, bas bas bağırıp mallarını canhıraş satmaya çalışan saygısızın teki. Giritliler gelmiş, komşularım gelmiş pazara, diye bas bas bağırır, başka satıcılara aman vermez.

Tezgâhı da aksi gibi senin yatak odası camının tam altına rast geliyor. Nasıl uyuyor bu adam  diye hep seni düşündüm, tasalandım. Taş atıp bet sesini kıstırmayı düşündümse de cesaret edemedim, hem cam da açılmadı zaten.

Bahçenin girişinde Arap karşıladı bizi. Arap dediysem bu senin köpek değil. Zümrüt gözleri çapağa bulanmış, kaburgaları bitli kürkünü delecek derecede zayıf bir kedi çırağı. Ellemeye korktum hayvanı. Bir köşede uyumakla bayılmak arasında zaman öldürüyor.

Çatı katına beyaz lake yeni bir yazı masası koymuşsun. Eskisini aşağı katta gördüm üzüldüm. Öyle öksüz bekliyor. Neyse bu da fena değil. Hemen önü cam ve dışarıda dut ağaçları görünüyor. Masanın iki tarafında şeffaf mektup atma yerleri var. Seni bulamayanlar mektup yazıp bu kutulara atacakmış.

Ben de oturdum yazıyorum işte. Ama kutuya atmaya gönlüm el verir mi bilemiyorum. Yanımda alıp götürürsem sakın kusura bakma, ne yapar eder sana bir şekilde ulaştırırım.

Kütüphanedeki kitapları karıştırırken Şehri Unutan Adam öykünde ki şu satırlar beni derinden sarstı;

Ters yüzüne evime dönüp odama kavuştum. Dört duvar, bir pencere, bir valiz içinde birkaç kitap ve bir demir karyola...Hasılı mukaddes bir hapishane olan odamda düşünmeden, hatta okumadan gezindim durdum. 

Günün geri kalanında Ergun’da vişneli milföy, Kalpazankaya’da kalamar, fava yedik, kayalardan denize atladık. Kilisede mum diktik. Her zaman yaptığımız şeyler işte.

Seni görebilmek başka sefere kaldı yine. Adayı istemeye istemeye terk ettik. Bu dünyanın düzeleceği yok, daha çok kaçarız senin adaya.

Sağlıcakla kal aziz dostum.

Füsun Çetinel



Turşucu

Turşucu 

Dizi dizilerdi,
Hıyar, patlıcan, sarımsak, havuç ve kereviz.
Daha neler yoktu ki. Karpuz bile vardı.
Hepsi raflarda yerlerini almıştı.
Tuzlanmış, havası alınmış kapalı kavanozlarda,
Zamansızlıkta bekleşiyorlardı.

Elinde kepçe duruyordu satıcı.
Krem rengi önlüğü içinde, tombul ve kırmızı suratlı.
Yuvarlak mermer masada üç kadın oturuyordu.
Üçü de birbirinden yaşlı, aşınmış ve bıkkın.
Turşu kadar buruşuktu bedenleri,
Havasızdı yaz sıcağında mekân.

Turşu suyu, dedi içlerinden biri.
Hiç denediniz mi?
Townsend’de turşu suyu ne gezer, dedi çiçekli şapkalı yelpazesini savururken.
Biraz dağlar, biraz da yeşillik, işte o kadar.
Çocukların ödevi, alışveriş, yemek bizim oralarda erken yenir.
Obama da yüzüne gözüne bulaştırdı. Bu son gezimiz olabilir.
Torunuma ördekli bir etek almak istiyorum.
Ben de kızıma gümüş küpe.
Ve oğluma biraz pastırma. Sanırım sever.

Kepçe fıçılara dalıp çıktıkça turp kırmızısı damlalar yayıldı mermer zemine.
Judy seyrelmiş saçlarını düzeltti.
Sheila rujunun fazlasını sıyırdı titrek elleriyle.
Margot kemikleri fırlamış ayak parmağını ovaladı sandaletinin içinden.

Hmm, pek bir lezzetli.
Ferahladım. Yorgunluğum geçti sanki.
Kebapları sindirdik sonunda.
Kalksak mı artık?

Townsend’den üç yorgun kadın.
Kalkıp gelmişler ta Cihangir’e.

Füsun Çetinel








Romansan İtibarın Yok

İki Kere İki Dört, Romansan İtibarın Yok


Sulukule kızları, çekilmiyor nazları.
Zurna çalar sazları, göbek atar kızları.
Aman Sulukule, canım Sulukule eğlenirler güle güle.

Gariplere yer yok burada
Adımı bilirim, Gülsüm. Burayı neden yıkıyorlar bilmem ama. Bir bilsem.
Zenginlere var. Sarhoş olan adamdır, parası olmayanın yüzü her zaman karadır. Her şeyin başı para. Paramız olsaydı böyle olur muyduk, sürünür müydük?  Çöpe atıyorlar bizi, çöpe. Hadi, ne halin varsa gör diyorlar. Yaa. Atıyorlar bizi işte. Hadi bakalım. Garip düşmanı, garibin düşmanı. Bizi sevmiyor, garibiz diye, Romanız diye. Ayrım yapıyor adam. Romanız ama iyi niyetliyiz. Öyle değil mi? Azıcık zeytin yeriz, iki domates yeriz, kalkar oynarız. Öyle ya. Bir demli çay iki lokma yemek oldu mu padişahın sarayını ne yapayım ben?

Evim yok, param yok, kocam yok, analık babalık yok. Bir çocuğum vardı, iftiraya geldi. Oğlum suçsuz, hapiste yatıyor. Daha askere bile gidemedi. On yedi Ağustosta attılar içeri. Neden, param olsaydı evladımı kurtarırdım. Memlekette kanun var diyorlar. Ne kanunu? Kanun yok cümbüş var, darbuka var, klarnet var. Bak, evladımı aldılar gözüm kör oldu, dişlerim döküldü, kalp hastası oldum, heyecandan ya. Bir sürü hastalığım var. Tansiyonum var, kolesterolüm var, kulağım duymuyor, kafam çalışmıyor. Bunu bu tarafa koyayım diyorum, öteki tarafta arıyorum. Biri bir şey soruyor elli saat düşünüyorum. Kim dedi, ne dedi?

Evler yıkılıyor
Hiç şansımız yok. Sabah sabah kapı çalındı. Kalktım kimsiniz, dedim. Çık çık dışarı. Evi yıkıyoruz. Neden? Burasını Büyükşehir belediyesi aldı. Ayol, nasıl aldı burayı? Benim dedemin ninemin evi burası. Çıktım bağırdım. Yıkma oğlum, dedim. Günah. Beni nereye koyacaksın? Ev ver bana, bir şey ver bana. Değil mi? Devlet adamı diye saygı gösterdim. Bir şey demedim. Hadi git oğlum, başka zaman gelirsin, dedim. Eve girdim. Yedi tane hap içiyorum, kolesterol, tansiyon, Alzheimer hapı içiyorum. Ayaklarım ağrıyor içiyorum. Bak gözüm kör oldu onu içiyorum. Astıma fıs fıs sıkıyorum. Sorunlarımı düşünmeye kafamda yer kalmadı.

Ölümden beter
Ne hissedeceğim? Doğduğum büyüdüğüm yerden atıyor bizi işte. Aynısı onun başına gelse ne yapar? Aynı benim gibi olsun o. Bu mu insan hakkı? İnsan değil miyiz? İnsan insandır. Ne olursan ol. Doğarken çırılçıplak doğuyorsun, anadan doğma da mezara giriyorsun. Değil mi? Romansam ne olmuş? Elhamdülillah. İlk önce Müslüman’ım. Türksün insansın. Arnavutsun insansın. Lazsın insansın. Selamün aleyküm.  Aleyküm selam.  Allahın selamı. Hepimizi Allah yarattı. O bir. Başka Allah yok. Hepimiz Allahın kuluyuz. Ayırımcılık yok. Bölücülük yok.

Kapıların önünde yatıyorduk. Sabahleyin kalkıyorduk, poğaçacılar vardı. Bağırıyorduk. İsmail, hadi iki tane poğaça ver oğlum. Parasını sonra veririm, diyordum. Veriyordu. Kahve de öyle. İki çay ver diyorum, veriyor. Çocukluğumuz böyle geçti.  Biz zenginlik görmedik ki, varlıkta büyümedik ki. Bu mahallede ne görürsün? Gariplik, garibiz ama mutluyuz.

Ben elli beş yaşındayım, daha denize gitmedim. Televizyonda görüyorum.  Bir de çocuğuma, hapishaneye Silivri’ye giderken bakıyorum öyle, dalgalar ne güzel, diyorum. Hoşuma gidiyor. Çocukluğumda görmedim, genç kız oldum gidemedim. Yaşlandım, bu saatten sonra zaten olmaz.

Ama ben denize gidenleri kınamıyorum ki, ne güzel hayat yaşıyorlar. Biz niye olmayalım öyle? Bizim kafamız kel mi? Onlarında iki eli iki ayağı var. Bizim de. Bana ne! Senin paran varsa daha çok versin Allah. Bütün dünyadaki evlerin hepsi senin olsun.

Romansan itibarın yok kardeşim
İki, iki daha dört eder. Aşağı görüyor adam seni. Oğluma hapse gittim, başım örtülü. Yer soracağım. Oğlum az bak bana, dedim. Param yok valla teyze, dedi. Ne parası? Allah cezanı versin. Dilenci sandı beni. Ya da hırsız. Hırsıza da benzemiyorum ya.

Ayırdılar seni benden nedensiz.
Yıllar geçse yaşayamam ki sensiz.
Sensin benim kaderim.
Başım alıp gideyim.
Diyar diyar, eller ne derse desin.
Vazgeçemem benimsin.
Tek başınayım, arkadaşsız dostsuz, tek başınayım.

Füsun Çetinel

Ne zordur bir kedi bırakıp gitmek!

Kedi bırakmak nasıl bir duygudur?
İstanbul’un ilk karı düştüğünde bu yıl.
Ve ben üşümüş, Üsküdar iskelesine vardığımda.
Tekir bir yavru karşıladı beni.
Sıcak, besili ve pek sokulgan,
Gemicilerin ayakları dibinde devrilip şımaran.

Şifa hamamının buharlı sokağını geçip de az daha gidince,
Kütükleri taşıyan adamla burun buruna gelip de,
Kıvrılınca sokağı, yine kediler vardı her yerde.
Taş duvarların dipleri, pencere pervazları, turunç ağacının tepesi.
Süslü ferforje kapı, kimi dışarıda kimi içeride sürüsüyle.
Teneke kovalayan, kuru yaprakla oynayan, kuyruğu çevresinde atlayıp zıplayan.
Pinekleyen. Titreyen. Kıpırdamayan.
Siyahbeyazın gözü akmıştı, sarmanın salyası iltihaplıydı.
Duman patilerinin birini kaldırıp birini değdiriyordu ıslak parke taşlarına.
Ceplerime sosis, ciğer, kuru mama veya ne bileyim bir parça peynirli poğaça koymadığıma ne denli üzüldüm.
Geceki karın soğuğundan silkinip çıkmışlardı hepsi ortaya.
Her birinde elim yüreğimde, gitmekle kalmak arasında.
Korsan, kısakuyruk, topal, üçayak, şaşı, aksırık ve başkaları.
İnsan peşinde koşan, insanın içine kaçmak isteyen kedileri Üsküdar’ın.

Şemsipaşa, Şifa, Mahkeme sokağı,
türbeler, mermerciler, mühür dükkânı,
soğuk zemzem suyu, sürme, hüdayi şifa şerbeti,
Adak sokağı, edeple gelen lütufla gider, sabır çeken tespihler, kuş konmaz cami, ne çok cami, Huylu sokağı, kurban çıkmazı, misvaklar, denizi gören yokuş koridorlar, kedi paspası, bedava kedileri Üsküdar’ın.
Canım bir bardak tarçınlı salep istediğinde, üzerinde kalın kaymak ve dumanı tüten.
Eldivensiz ellerim sıcak porseleninde.
Ve kulaklarım ister istemez uğultusunda,
Yan masada süregelen sıkı pazarlığın.
Elli milyon dolara kapatılmak istenen zavallı bir ada.
Tamamı iki bin dönüm, kaça kapatılır, komple alınırsa, küçük hesap, tecrit etmek gerekecek, kolay orası çözülür, adam Arap Birliği Başkanı.
Kim bilir neresinde, bitiremedikleri güzel İstanbulumun?
Metrekaresi yüz dolar, altı bin dolar ve bilmem kaça olan şeylere takıntılı, hırslı kafalar.
Ağızlardan tükürükler saçılıyor pazarlıkta.
Yumruklar iniyor masaya. Titriyor salep fincanım.
Bu kadar yeter. Üşümeliyim ben yine.

Bu karlı günde buza kesen, gözlerini kırpıştıran kedilerden dolayı beni de üşüten ayazı Üsküdar’ın.
Dünyanın sonu rivayet edilen bu şaibeli gününde.
Kediler umarsız, kediler bedava ve pazarlıksız.
Bir avuç kuru mama serperse eğer biri.
Ilık bir el okşarsa sırtlarını ara verip yoluna.
Ve ben her kedide gitmekle kalmak arasında.

Aziz Mahmud Hüdai Hazretleri Türbesine vardığımda,
Kediler türbenin içinde, önünde ve çevresinde.
Hasta, inleyen çocukların, ümit eden kadınların ayakları arasında.
Zeytin, Gümüş, Pamuk ve Zilli.
Ama tek tanesi var ki.
Atkıma tırmanıp paltomdan içeri girmek isteyeni.
Çiğ et kokan nefesi nefesimde. Sıcağı ikimize de yeten.
Tırnakları atkımda, paltomda ve her yanımda.
Akşam olup son vapura yetişme zamanı geldiğinde.
Ah, bilen bilir. Ne zordur bir kedi bırakıp gitmek.
Hele ki içimdeyse ve tam da Aziz Mahmud Hüdai türbesinin girişinde.
Dua eden kadınların ellerine dikerek gözlerimi, onun gözleriyse benim kararsız ve titrek ellerimde.
Ayakkabılarımı giyerken. O gururlu, kuyruk dik. Sanki hiç yaşanmamış onca duygu.
Bir parçam türbenin yeşil demirinde.
Üsküdar’ın sımsıcak kedilerinde, bu karlı günde.