Edebi Sayıklamalar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Akbank Sanat Edebiyat Buluşmaları

Murat Gülsoy - Ayfer Tunç

Akbank Sanat Edebiyat Buluşmalarında Küçük İskender, Murat Gülsoy - Ayfer Tunç ikilisiyle birbirinden ilginç konulara değindi. Bir saatlik söyleşinin her anı çok değerliydi ancak burada, benim açımdan çok ilginç konulara temas eden, yalnızca dört soru ve cevabı sizlerle paylaşıyorum.

K.İ:  Ayfer, ben çocukluğumda çiçek dürbününden çok korkardım. Hem merak eder, hem de korkardım. Arka arkaya farklı renklerin şekillerin gelmesi beni yoran bir şeydi. Sen de metinlerinde böyle katmanlı ve farklı yerlerden hareket ediyorsun. Bu renklilik ne? Amacın, renklerin arasında bir denge kurmak mı yoksa bir mozaik oluşturmak mı?

A.T: Gerçekten de ben renkleri severim. Hayatın her alanında severim. Siyah beyaz filmleri de severim ama o ayrı. Biz gençken psikoloji testleri modaydı. Denizle ilgili bir soru vardı orada. Okyanusu tarif edin, diyordu. Milyonlarca balık, sayısız renk diye tarif etmiştim ben. Hayata bağlılık, hayatı çok renkli görme diye bir açıklaması olduğunu öğrendim. Tek bir hikâyeyle doymuyorum, mutlaka katmanlı olması lazım çünkü hayatın katmanlı ve girift olduğuna inanıyorum. Birbirimize değmeden yaşayamıyoruz. Edebiyatı yazarken, bir öyküyü veya bir romanı, tıpkı bir resim yapar gibi düşünüyorum. Bir renk dengesi kurmak veya kompozisyon yaratmak istiyorum. Öyle bir bakış açım var ama yöntemi şudur diyemem. Renge dair bir his bu yalnızca.

K.İ: Murat sende çok akademik bir duruş olmasına rağmen ironi, ince zekâ, hınzırlık gibi kavramlar metinlerinde çok ön plana çıkıyor bence. Bu bir gözlem mi? Yoksa bilmediğimiz bir hayatın mı var?

M.G: Ben ironi denen şeyi aslında Oğuz Atay’la keşfettim. Onun metinlerinde adını koyup, ironi çok açıklayıcı bir şey, tam da durumumuza uygun dedim. 1980lerin hemen sonrası, karanlık bir ortamda bir şeyleri söylerken aslında o söylediğinin tersini ifade ediyorsun. Zaten böyle dönemlerde ortaya çıkmaz mı, ironi, alaycılık, kara mizah. Açıkça söyleyemezsin, zaten de öyle bir ehliyetin yoktur. O dili de kaybetmişsindir. Oğuz Atay’ın okuduklarıyla, yaşadıklarıyla, kendisiyle ister istemez bir özdeşlik kuruyor yazar. Bende böyle oldu sanırım.

K.İ: 80ler deyince Ayfer’in çok önemli bir kitabı; Bir Maniniz Yoksa Annemler Size Gelecek. 70lerin, belki ucundan 80lere uzanan toplumsal figürlerin yerleştiği bir roman. Bunu yazabilmek büyük bir bellek gerektiriyor bana göre. Bu figürlerle gerçekten içli dışlı mıydın yoksa belgesel gazeteci gözüyle mi yaklaştın?

A.T: Bu konuyla ilgili bir kaynak yok. Neyi araştıracaktım? Misafirlik adetleri mi? Bu tamamen bellekte saklanan şeyler. Gündelik hayatın tarihçesi aslında bu roman. Altıyla on altı yaşım arasıydı benim için o dönem. Altı yaşında bomboş bir zihinle dünyaya bakıyorsun. Biraz hikâyeci olmakla ilgisi var mutlaka. Eğilim o zamandan belliymiş. Her şey zihnime nakşolmuş. Ama 80lerden sonra böyle bir ayrıştırma yapamadım hayata ilişkin, çünkü benim alanım değişti. O yıllarda yaşadığım hayat Türkiye ortalamasının bir özetiydi. Bunun için bir araştırma yapmadım. Misafir gelince nasıl davranılır, tavuk nasıl kesilir bunlar o zamandan gördüğüm şeyler, hayatın bir parçası. Bu kitabı yazmamı tetikleyen Tarih Vakfından Abdülaziz Bey’in Osmanlıda Adet, Merasim, Tabirler diye bir kitabıdır. 90ların başında elime geçti. Kültürel tarihi okumayı çok severim. Onu okurken o kitapta yazılan şeylerin hiçbirinin olmadığını fark ettim. Yüz yıl içerisinde kaybolmuştu her şey. Benim çocukluğumda yaşadığım şey de yüz yıl sonra kalmayacaktı. Bir kayıt tutmak istedim. 96 yılıydı. Yeni yüzyıl gazetesinde çalışıyordum. Bir kutu koydum çalışma masamın üstüne ve akıma gelen her şeyi kâğıtlara yazıp içine attım. Kerime Nadir romanları, gümüş künye, kaset doldurtmak… Kitabı dokuz ayda yazdım. Kitabın yüz elli, iki yüz sayfa bir şey olacağını sanıyordum. Hafızanın bu kadar kuvvetli ve şaşırtıcı bir şey olduğunu o kitabı yazarken gördüm. Yazmaya başladığımda kendimi durduramaz hale geldim. Altı yüz elli sayfa oldu, yayınevi olmaz dedi. Onun üzerine dört yüz elli sayfaya çektik kitabı. Bir tüme varım oldu o kitap. Minik parçaların birleşmesinden bütün çıktı. Abdülaziz Bey’in formülünü kullandım. Doğumdan ölüme yürüyen bir çizgi takip ediyordu. Elimdeki malzemeyi nasıl sunacağım sorusu çok terbiye ediyor insanı. İnsanın kendi tarihine kaçabileceği çok duygusal bir malzemeydi. Anıya dönüşebilirdi.  Asıl anlatmak istediği şeyden uzaklaşabilirdi. Onu son derece soğukkanlı, hafif ironik bir bakış açısıyla topladım. İstanbul’un değer kaybına çok üzülüyorum ama nostaljik biri değilim. Oturalım konuşalım ama o günlere gitmek istemem. Çocukluk devrisaadettir. İnsanlar psikolojik olarak çocukluğunu ya çok olumlu ya da çok olumsuz olarak yüceltirler. İkisi de yalandır, kendileri de farkında değildir. Çünkü yetişkin hayatımızın bir açıklamasını yapmaya çalışırız. Kaynaklarımızı çocukluğumuzda arıyoruz.

K.İ: Murat, Tanrı Beni Görüyor mu hayale dair, labirent gibi bir kitap. Sen insanın hayale muhtaç olduğunu düşünüyor musun? İnsan ve hayal arasındaki ilişki hakkında neler söylemek istersin?

M.G: Hayalden önce hikâye geliyor. Ait olduğu bir hikâyeyi bulmak insanın ihtiyaç duyduğu şey. İster şehirde ister doğada olsun var olduğu andan itibaren insan yabancı bir dünyada. Şehirde daha uç noktasına gidiyoruz, doğal olan hiçbir şey yok.  Ağaçlar bile bizim ektiğimiz, budadığımız şekliyle. Hayal ettiğimiz dünya maalesef bu. Her zaman süren bunun savaşı. Benim hayalim, senin hayalin olacak kavgası. İnsan bu karmaşanın içinde kendisine bir anlam arıyor. Anlam dediğimiz şey de hikâyenin kendisi. Ben bu hikâyenin neresindeyim? Benim hikâyem ne? O öykü kitabında da, diğerlerinde de karakterlerin çoğu zaman aradığı şey bu. Daha kötüsü, böyle bir hikâye var mı?

Ama benim yazdıklarımda böyle bir hikâye var çünkü onu yazan birisi var. Ya hayatta? Olmadığı için o boşluk, o anlamsızlık, o çıldırtan durum insanı hikâye aramaya itiyor. Hikâyeyle hayal benim kafamda birbirinden çok uzak şeyler değil. Hikâyeniz gerçeklikle bir parça uyumluysa sürüyor. Ama sonra bir bakıyorsunuz hikâye bu değilmiş. Çok yanlış bir hikâyenin içindeymişim. Yeni bir hikâye başlıyor o an zaten. Bu böyle bir salınım. Birçok hayal kırıklığı yaşıyoruz. Bunlar yeni bir hikâyeyle aşılıyor. Yeni bir hikâye kuramadığın zaman başka şeylere ihtiyaç duymaya başlıyorsun. Dışsal şeylerde arıyorsun. Oysaki insan bunu kendisi çözebilmeli. Bunadığımız zaman hikâyenin ana unsurlarını kaçırıyoruz. 5N 1K dediğimiz şey; ne, nerede, ne zaman, nasıl, bu kimdi? Paylaştığımız kurgu yok oluyor.

füsun çetinel

Kurgusuz kalmayın!
Bir saatlik söyleşinin ses kaydına ulaşmak için bana mail yazabilirsiniz.



Gümüş İçten


Gümüş İçten 

Yamalı bir bohçaydı, itilmiş
Dolabın en gerisinde.
Zilli halhal, kolçak, alınlık,
Has kakmalı gümüş.

İçten sordu çocuk,
Anneanne bu haç mı?
Yabancı çiçek tarlası işlemeler,
Anlaşılmaz harflerle dolu alfabe,
Cep aynasında kaybolmuş an.

Neşeyle uyanırdık sabahlara.
Çanlar derdi ki, okul zamanı.
Babam tarardı saçlarımızı tel tel,
İşte bu kemik tarakla.
Kuru üzüm doldururdu anam ceplerimize.
Hey çocukluk, karlara bata çıka, bata çıka, bata çıka.
Hiç üşümezdik o zamanlar.
Pekmez doluydu küplerimiz. Sofrada şarabımız. Tulumda peynir.
Elma kurusu, incir, “alüce”.
İşlikte gümüş asalar, kemerler, takunyalar.
İçten ışıldar insan, derdi babamın nasırlı elleri.
Benle Suren’in yüzünü okşarken.

Anneanne, senin gerçek adın ne?
De git, kaldır şu bohçayı geveze çocuk!
Bana seccademle tespihim gerek.

Füsun Çetinel

Heybeliada'da Öykü Günü

2015 Dünya Öykü Günü 

Heybeliada Ruhban Okulunun giriş katında bizleri "Semih Poroy'un Çizgilerinde Öykücülerimiz" sergisi karşıladı. Karikatürist Poroy'un edebiyatçı portrelerinden oluşan sergisinde kimler yoktu ki. Oğuz Atay, Tomris Uyar, Sait Faik, Aziz Nesin, Selim İleri ve daha niceleri.

Ayrıca Murathan Mungan’ın Kibrit Çöpleri kitabından “Gaz, Ruj” öyküsünü adalı oyuncu Ayça Damgacı seslendirdi.

Heybeliada Kütüphane Girişiminin de destek verdiği Dünya Öykü Günü etkinliğinde, geçmişte adalarda yaşamış ya da ada temalı eserler vermiş yazarlar anıldı, eserleri üzerinde konuşmalar yapıldı.Katılımın bu kadar yoğun olacağını kimse beklemiyordu doğrusu. Adanın şirin yollarında kedilerin, manzaranın, evlerin fotoğraflarını çekerken hep tanıdık simalara rastlamanın mutluluğunu yaşadık. Nemika Tuğcu, Sezer Ateş Ayvaz, Leyla Ruhan Okyay, Nursel Duruel, Yasemin Yıldırım, Adil İzci, Birsen Ferahlı konuşma yapmak üzere adaya gelmişti.

Sunumunu Ayşe Sarısayın ve Serenad Demirhan’ın üslendiği bu etkinlikte Sait Faik, Hüseyin Rahmi Gürpınar, Zeyyat Selimoğlu, Nezihe Meriç, Melisa Gürpınar anılarak, edebiyatımızdan örneklerle, Füruzan ve Selim İleri’nin öykülerinde ada kavramı konuşuldu.

Ayşe Sarısayın
Dünya Öykü Gününün fikir babası yazar ve öykücü arkadaşımız Uluslararası Öykü Günleri Derneği başkanı Özcan Karabulut. Özcan, Adnan Özer’le birlikte 1996 yılında çıkarmaya başladığı Düşler Öyküler dergisiyle bu yola giriyor ve 1997’de Ankara öykü günlerinin öncülüğünü yapıyor. İzleyen yıllarda bu öykü günleri başka şehirlere de taşınıyor. Ve bu etkinlik pek çok kentteki kültür, sanat ve edebiyat ortamını canlandırmak için önemli katkılarda bulunuyor. 14 şubatın öykü günü olarak kutlanması da 2002’de gerçekleşiyor. Yazar, öykü ve okur üçlüsü arasında oluşturulan sevgi ve dostluk ortamının dünya sevgi ve sevgililer günü gibi bir günle uyumlu olduğu düşünülüyor. Kasım 2003’de 69. uncu Uluslararası Pen Dünya Kongresinde onaylanıyor. Özcan Karabulut bir konuşmasında bu projeye ilişkin şöyle demiş. “Biz yazarlar, yazar örgütleri tüm dünyada birbirimizle dil, din, ırk, kültür ve cinsiyet ayırımı yapmadan çok kapsamlı bir edebi ve kültürel işbirliği içinde bulunmamız gerektiğinin bilincindeyiz.”

Dünya öykü günü bildirisi her yıl yazın dünyasına çok emek vermiş farklı bir yazar tarafından kaleme alınıyor ve çeşitli dillere çevrilerek tüm dünyaya dağıtılıyor. Tarık Dursun K, Nezihe Meriç, Selim İleri, Osman Şahin, Firuzan, İnci Aral, Leyla Erbil, Necati Tosuner geçtiğimiz yılların bildirilerini yazan ustalarımız. Bu yılın bildirisini ise öykülerinin yanı sıra romanları, şiirleri, oyunları, denemeleri, eleştirel yazılarıyla tanıdığımız Murathan Mungan.

En kısa hikâye parçasına an denir
Murathan Mungan An adlı öyküsünde şöyle diyor. En kısa hikâye parçasına an denir. Bazı anlar bütün yaşamımızı belirler. Bütün yaşamımız dediğim de o birkaç ana bakar aslında. Bu yüzden de yıllar sonra en çok hatırladığımız anlardır, gerisi bulanıktır. Geçmişi anlar berraklaştırır. Niye hikâye yazıyorum sanıyorsun?


Birsen Ferahlı
Ada aynı zamanda Virginia Woolf’daki gibi bir deniz feneri ve bugün bu soğukta bu sevgililer gününde bu kalabalık elbette ki rastlantısal değil. Yalnız öykü için değil bu kalabalık kendi insani değerlerimizin, kendi iç cevherimizi tehdit eden düzen değişiminin bir yansıması. Artık bir arada durmak nefes almak için gerekiyor. Akşit Göktürk’ün edebiyatta ada diye bir kitabı var, orada ada ve edebiyat ilişkisini çok güzel ortaya koymuş. İlk çağlardan beri ada ne anlama geliyor. İlk önce bir sürgün yeriymiş, sonra bir keşif yeri sonra bir ütopya yeri olmuş 1516’dan itibaren. Bizim padişahımız 1516’da İran yollarında kılıç sallarken Thomas Mann Ütopya’yı yazıyormuş. Denizaşırı ülkelerin keşfiyle birlikte denizciler adalara çıkmışlar bakmışlar ki oradaki insanlar son derece mutlu yaşıyorlar. Üstelik Avrupa’daki gibi aç değil insanlar. Veba, hastalık falan da yok. Biz de böyle yaşayalım demişler. Onun yüzünden ütopya çıkıyor ortaya. Daha sonra Robinson Crusoe meselesi var hepimizin bildiği. Ve bir Robinsonat edebiyat kavramı geliyor. Issız adaya düşüp orada hayat kuranlar edebiyatı. Şu an dünyanın ayak basılmadık pek bir yeri kalmadığı için 19. uncu yüzyıldan sonra ve 20. inci yüzyılda artık bu ada kavramı izole olmak için uzaya dönüşüyor. Uzayda ada. Kolonileşme gündeme geliyor. Bizim edebiyatımızda ise Edebiyatı Cedide ile adalar edebiyata giriyorlar. İstanbul dışında yaşayanlar adaları hep bu romanlardan bu öykülerden biraz da efsanevi gizli tekinsiz algılar oluşturuyor.

Firuzan’ın, Günübirlik Adada adlı muhteşem bir öyküsü var. Adaya yatılı hizmetli olarak verilen kızın babası bir gün adaya bir vapurla gelir. Kızın maaşını alacak ve gidecektir çünkü işten çıkartılmıştır. Kız babayı uğurlarken derki, “Baba burada güzel bir gün geçirdin güzel şeyleri gördün şimdi gidiyorsun. Günü birlik adayı yaşadın ama ne değişecek? Senin döneceğin yer yine bizim kendi mahallemiz.” Böylelikle 1972 yılında yazılmış bu öyküde Firuzan incecik sözcükleri, müthiş betimlemeleri ile keskin bir sınıf farkını ortaya koyar. Çünkü gerçekten bizim adalarımızda, Prens adalarında bu uçurum vardır. Sait Faik balıkçıları, bu hayatla bu düzenle hiçbir işi ilişkisi olmayanları ve bütün varlık gücünü bu umursamamaktan alanları da, düzenin tamamen kazananları da ayrı bir uçtadır. Firuzan’ın öyküsünde ve diğer edebiyat yapıtlarında olduğu gibi.

Ada adeta bir sahne 
Müzelerde sık sık sık ünlü ressamların eserlerini görürsünüz, artık giderek sıradanlaşır. Şehirde öyle ama adada her şey tekil. Adanın kendine özgü zamanında daha görünür oluyor her şey. Adanın duran zamanı var. Karşıda kesintisiz akan şehir zamanına karşıdan bakıyorsunuz, adanın zamanı var, bir de kendi iç zamanınız var.  20. inci yüzyılda iç dünyaya bilinçakışıyla yöneldi edebiyat ve şimdi neredeyse içimiz de dışımıza çıktı. Bugün belki içimizi tekrar oluşturmak ve tekrar korumak için buradayız. Selim İleri’nin, Fotoğrafı Sana Gönderiyorum isimli kitabında en az üç öyküsünde inanılmaz ada tanımlamaları vardır, adaya vapurla geliş, adadan vapurla dönüş. Okuyarak oluşturduk adayı dedik. Tanpınar, Huzur, Mümtaz, Nuran, adadaki sahneler, Eylül, Mehmet Rauf, verem edebiyatı, sanatoryumlar, bütün Anadolu’nun gidip mendilleri çürütene kadar ağladığı Hıçkırık filmi, Kerime Nadir bunların hepsini anmamız lazım. Çünkü ada insanları oluşturduğu kadar insanlar da adayı oluşturuyor. Kimi gün kendi kendimizi tutsak ediyoruz, kimi gün özgürlüğümüz için kaçıyoruz, tutsaklık ve özgürlük arasında gidip geliyoruz. Çünkü Dostoyevsky demiş ki “ Özgürlük bir insanın dokunamayacağı kadar sıcak bir alevdir. Eline aldığın ilk anda onu başka bir insana, bir ideolojiye, bir dine vermek istersin. İşte bizler de bunun için adadayız.

Ne yazık ki Dünya Öykü Günü yeni bir kadın cinayetinin, üniversite öğrencisi Özgecan Aslan’ın vahşice öldürülmesinin gölgesinde kutlandı. Özgecan Aslan cinayetine duyulan tepkiler, dile getirilemeyen acılar, Sezer Ateş Ayvaz’ın sözlerinde somutlaştı.

“Her şeye rağmen insanlık için, insan için ve insan olmak için edebiyat!”

Füsun Çetinel

Tezcanlı Hayalet Avcıları

Müge İplikçi Söyleşisi

Yağmurlu bir akşamda Gergedan Kitapevinde Fuat Sevimay ve Özlem Kiper moderatörlüğündeki Öykü Akşamlarına katıldım.  Müge İplikçi’yle, Tezcanlı Hayalet Avcıları üzerine samimi bir söyleşi gerçekleşti. Özlem Kiper güzel sesiyle kitaptan öyküler okudu bizlere.

F.S: Tezcanlı Hayalet Avcıları’nı dördüncü ya da beşinci kez okudum. Bende kalanlar şöyle. Hayatımızda geçmişten, bazen bir ilk gençlikten, bazen de Hırvatistan’daki kıyıdan hatta bu anımızdan ama yavaş yavaş geçmiş olacak yaşadığımız şeylerden kalan  birtakım hayaletler var ve bunlar bizim peşimizi bırakmıyor. 

Yaşlandıkça geçmişe olan bağlılık, yaşlanmaktan çok mutluyum o ayrı bir şey de, artıyor. Geçenlerde bir arkadaşım, “ne kadar yaşlandım yaşlandım diyorsun, nedir bu halin” dedi. Evet, bir saplantı galiba bu bir yandan. Bizim gibi ülkelerde yaşayan insanların elinden sürekli kaçırılmış olan o gençliğe yönelik aslında bir isyan da. Çabucak büyütülüp çabucak yaşlandırıldığımız böylesi ülkelerde geçmişle kurduğumuz ilişkiler de bana biraz tuhaf geliyor. Hayaletleri bile tuhaf. Ve muzip hayaletler. Bu kitabı biraz o yüzden yazdım. Bir sürü muzip hayaletim var, muzip hayalim olduğu gibi. Muzip derken, yüzüne bakıp hüngür hüngür olduğum hayaletler bunlar. Hem arabesk hem yüzü batıya dönük. Böyle böyle ölüp gideceğiz ama bir daha dünyaya gelsen ve neresi, deseler ben yine burası derim. Burada çok acayip bir güç silsilesi var. Bu güç yazdırıyor insana. Çok iyi öykülerimiz, çok iyi kurgularımız var. İnsanlarımız da iyi fakat bir şey tıkanmış durumda. O tıkanıklığı gençler açacak onu biliyorum. Biz görebilecek miyiz onu bilemem. Hırvatistan’da gördüğüm de buna benzer bir şeydi. Bu öyküyü yazmamın nedeni de o. Hırvatlar bize çok benziyorlar. Çok neşeli insanlar ama bir anda hüzünlenebiliyorlar. Duygusal insanlar ve bir yandan küfür kıyamet ortaya dökülebiliyor. Bahçesindeki kedisini göğsüne bastırabiliyor ama komşusunu öldürebiliyor. O kıyı bana çok iyi geldi, çocukluğumun kıyısıydı sanki. Mavi bayraklı bir kıyısı vardır Split’in, o kıyıya her indiğimde dedemi görüyordum, anneannemi görüyordum. Öyküde derim ki “ışık hepsini yutuyordu”. Aslında orada bir metafor var. Onu da bir okurum buldu. Işığın her şeyi yutması, ölüme bir gönderme var orada. Ürkütücü değil ama. Karanlık da ürkütücü değil baktığınız zaman. Sadece nerede durduğunuza bağlı.

Split’de küçük bir topla bir oyun oynuyorlar. Yaz kış, çoluk çocuk. Denizde karada. Maksat topu yere düşürmemek. Yaşamın öyküsü de böyle bir şey yere düşmeden yakalayıp başka birine pas atmak onu. Öğretmenlik gibi yazarlık gibi, burada o topun öyküsü sizlere ulaşabildiyse ne ala. Yere düşmeden yakalandı demektir.

F.S: Bize ulaştığını söylemeye gerek yok. Zaten o kırmızı top son öyküde de zıplamaya devam ediyor değil mi? Ölümden korkmaya gerek olmadığını söylüyor, değil mi öyküler?

Evet, hepimiz o kırık gençliğin içerisinden geçiyoruz kaç yaşında olursak olalım. Hepimizin fezaya çevrili gözleri vardır yaşamın bir döneminde ama hepimiz de öyküdeki gibi Astronot Niyazi olmaya mahkûm öleceğiz. Ama boş verin canımız sağ olsun. Öykü zaten, sonunda bütün düşlerin bir Astronot Niyazi metaforuna dönüşmesi üzerine.

Ö.K: Öykülere baktığımızda hepsi şimdiki zamanda başlıyor. Kahramanlar anı yaşarlarken bir anda bir şey oluyor, geçmişe dönüyorlar. Geçmişte karşılaştıkları insanlar, belki kendileri, belki olaylar, geçmişe götürüyor onları ve şimdiyi yaşayamaz hale geliyor kahramanlar. 

Aslında şimdisi yok öykülerin. Ve kahramanlar geçmişi şimdiki zaman olarak yaşıyorlar toplum olarak. Alttan alta bir eleştiri var. Neden hep geçmişi şimdi diye yaşıyoruz, sorusu. Hâlbuki şimdiki zamanı yaşamalıyız. Şimdiki zamanı yaşarsak bir şeyler olacak. O hayalet halimizle şimdiki zamanın gölgeleri olarak yaşamak daha cazip geliyor bize.

F.S: Çok farklı coğrafyalarda geçen öyküler var bu kitapta. Göç öyküleri var. Dediğiniz gibi, on yılda yirmi yılda bir yerlerimize kazınan hayaletlerden çok da kolay kurtulmak bu coğrafyada mümkün değil ama “asla kurtulamayız biz” mesajı da yok. Umutsuz, karamsar değil öyküleriniz.

Beni burada tanıyanlarınız var, karamsar biri değilim. Her zaman bir umut vardır. Korkunun karşısındaki en güzel duygu da umuttur esasında.  Onu elimizden almaya çalışıyorlar ki tümden ödlek olalım. Hikâye bu.

F.S: Biz bu akşam Tez Canlı Hayalet Avcıları ve öyküleri konuşuyoruz ama çoğunuz biliyordur Müge İplikçi yalnızca öykü yazmıyor. Roman, çocuk kitapları, köşe yazıları, tamamen bir edebiyatçıyla beraberiz.  Yalancı Şahit’de, kasvet demek doğru değil ama daha ağır, hüzünlendiren bir dil var. Veya Civan’da anlatılan hikâyenin dili. O metinlerle karşılaştırdığımızda, Tezcanlı Hayalet Avcıları mutlu, eğlenceli. 

Sürekli ciddi kalınarak ciddi olunabileceğine inanmıyorum. Eğlencenin ciddiyetine varıldığında, tıpkı oyunun ciddiyetine varıldığı gibi, dünyayı değiştirebilecek temel saç ayaklarından biri olduğuna inanıyorum eğlencenin. Ben bir çocuk kitabında da bunu söyledim. Neşeyle yolların kat edilebileceği hiç aklınıza gelir miydi?  Neşe olduğu zaman kahıra göre daha güzel zamanlar geçirerek gidebiliriz başka yerlere, başka kıyılara diyorum. Hep böyleydim ben. Hüzünlü bir insanım ama neşe her zaman cebimdedir. Bu toplumu da çok sevmemin nedeni o. Neşeli bir toplumuz.

Ö.K: Ortak temada hatıralar var, hayaller var, hayaletlerimiz var. Öykülerin bir kaç tanesi çıktı sonrası daha kurgusal mı gitti? Kendiliğinden mi çıktı bu kadar öykü, nasıl oldu?

Civan’ı yazarken, karanlık bir romandır o, yazdım bu öyküleri. Okuyanlara geçmiş olsun. Şimdi de bir kitapla uğraşıyorum ve bir yandan da öykü yazıyorum. Bu bir ferahlama alanı. Burada karanlık bir şeyle uğraşıyorum ama diğer tarafta da yumuşak bir şey yapıyorum. Mesela Kaf Dağı’yla da Açelyalar’ı yazmıştım eşzamanlı olarak. İnsanı rahatlatıyor böyle yazmak.

Ö.K: Genelde böyle yapılmasın diye tavsiye ederler ama?

Doktor ne dediyse tersine yapıyorum ben. Edebiyat o kadar hayatımdaki, tıpkı sizler gibi, her zaman elimin altında okuyacak bir şeyler var. Her şey her an yazılabilir, benim için sorun yok. Kendinizi kısıtlamayın. Yazmak bir delilik belki ama normal nedir ki zaten?

Füsun Çetinel

Çocuklara Yazmak

İyi Çocuk Kitapları 

Sevgili dostumuz Jale Sancak Galapera’da yine çok güzel bir söyleşiye ev sahipliği yaptı. Bu kez Mehmet Fırat Pürselim’le birlikteydik. Söyleşinin ilk bölümü Türkiye’de ve dünyada çocuk kitapları üzerineydi.

J.S: Aya Yayınlarından çıkmış, Flamingo Çocuk isimli bir kitabınız var. Çocuk kitabı yazmak nereden aklınıza geldi?

Kafamda bir şeyler vardı aslında. Kızım var benim şu an on yaşında ama çocuk kitabı yazdığım zaman daha küçüktü üç dört yaşlarındaydı. Sürekli masallar anlatıyorum ben ona, okuduğum masalları seviyor, doğal olarak tekrar ediyoruz. Bir süre sonra sıkılıyor yeni masallar istiyor ama benim uydurduklarımı daha fazla seviyor. Devamlı masal uyduruyorum. Böyle böyle ilerledi olay.  Bir taraftan kızım doğa sevgisi, hayvan sevgisi edinsin istiyorum. Kızımla birlikte büyüyen, çıkan bir şey oldu çocuk kitabı. Tabi yalnızca ona anlattığım şeyler değil de, daha ne 'yapabilirim'i düşündüm. Hem doğayı sevsin, hem hayvanları sevsin çocuklar diye düşündüm. Bayağı da araştırdım flamingoların hayatlarını. Nasıl bağırırlar, nasıl yerler, nasıl içerler.

Çocuklarımıza yalnızca bilgi veren kitapları sevmiyorum ben. Öyle kitaplar da okuyorum. Yazar araştırmış, bütün bilgileri ardı ardına sıralıyor. Çocuk sıkılıyor tabi. Öğretici olsun ama parmak sallamasın kitaplar. Çocuk fark etmeden içinden o tür bilgileri alsın. Bu kitabın devamı da gelecekti ama zaman bulamadım. Yunuslar ve foklarla ilgili düşünüyordum. Hatta Foça’da geçecekti olay. Zaten Foça fok anlamına geliyor. Bunların hepsini kullanacağım, yunus parklarının kapatılmasının teşviki de olsun istiyordum içinde. Belki bir gün tamamlarım.

J.S: Büyüklere mi yazmak daha zor çocuklara mı? Yazarken bu konuda zorlandığın bir şey oldu mu?

Bana her hangi biri daha zor veya kolay gelmiyor. Çocuk kitabında biraz daha inceltiyorsunuz gerçekleri. Şu an elimde gençler içi hazırlanmış bir korku öyküleri dosyam var. Cinselliği, içkiyi sigarayı belli ölçüde kaldırıyorsunuz. Bir nevi sansür uyguluyorsunuz. Daha dikkatli oluyorsunuz. Belki daha kısa cümleler kuruyorsunuz ama daha zor veya daha kolay yazmak diyemem. Araştırma, defalarca okuma ikisinde de yapıyorum zaten.

J.S: Emanetimdeki Hayatlar’a baktığımızda burada rahatlıkla acıyı ve bütün üzücü, korkunç olayları kendimize sınır çizmeden anlatabiliyoruz. Çocuklara geldiğimizde neler oluyor? Dünya tozpembe bir yer değil ama biraz daha usturuplu anlatmamız gerekiyor, böyle de bir ayırım var galiba? Çocuklar için çok moral kırıcı olmamak mı gerekiyor? Çocuk kitapları yazarı Leyla Ruhan Okyay ile konuşuyordum. Çünkü ile başlayan cümleleri çocuklar sevmezmiş. Editörü öyle söylemiş. Neden anlayamadım ben. Bu anlamda da moralleri bozulmasın diye böyle yasaklar koyuyor mu yazar kendisine?

Türk toplumu olarak çocuklara ne kadar korumacıysak, çocuk kitaplarına karşı da o kadar korumacıyız. Hatta fazlasıyla korumacıyız. Yabancı yazarlar muhteşem yazıyorlar. Günışığı Kitaplığı’ndan çıkmış Laura S. Matthews’un Balık isimli kitabı var. İngiliz bir çocuğun balığıyla birlikte hayatta kalmak için verdiği yaşam mücadelesi. Ölüm var, kanlı sahneler var. Gerillalar var. Doğrudan verilmese bile ciddi bir iç savaş anlatımı var kitapta.

Ya da korku temasında olduğu gibi. Irene Adler’in Doğan Egmont’tan çıkan kitabı Sherlock, Lüpen ve Ben. Çocuklara korkuyu biraz daha seyrelterek anlatıyor ama cinayet yine var. Çocukların merak duygularına bir şekilde gem vurmuyor yabancı yazarlar.

“Anneciğim babacığım nasılsınız, ne yapıyorsunuz,” diye konuşmuyor çocuklar onların kitaplarında. Neyse o, herkes ne konuşuyorsa o. Kalıp, klişe, samimi olmayan gerçeklikten uzak şeyler bu tür diyaloglar. Hiçbir çocuk “anneciğim babacığım” demiyor.

J.S: Füsun, siz ne düşünüyorsunuz çocuk kitapları yazma konusunda?

F.Ç: Ben çocuk kitabı yazacağım diye oturmuyorum masa başına. İçimden ne geliyorsa onu yazıyorum. Sonra yayınevleri karar veriyor bu çocuk kitabı olabilir, uygundur diye. Biraz da kelimeleri yuvarlıyorum tabi. “Masum sansür” diyebiliriz belki de. Bence iyi çocuk kitapları çocuklar için yazılmaz. Benim arzuladığım hem çocukların hem de büyüklerin okuyabildiği kitaplar. Ve aslında iyi edebiyat bunlardadır.

J.S: Çocuklara yazabilmek için neler yapıyorsunuz Fırat?

Çocuk kitabı yazdıktan sonra Uzman TV’den teklif geldi. Çocuk kitaplarıyla ilgili programlar yaptık, sonra masallar yaptık. Çok çalıştım son zamanlarda. Biraz daha bilimsel baktım olaya. Çocuk edebiyatı nedir, ne değildir üzerine düşündüm. Biraz daha işin mantığıyla bakmaya çalıştım olaya.

J.S: Bizim çocuklarımız gazete okumuyor. Televizyonda, sokakta olanlar konuşulanlar sürekli kan, kin, cinayet, baskı, şiddet. Zaten çocuklar bunların ortasında, bizim çocuklar bunlarla yoğruluyor. Kimi evlerde uygulanan şiddet var bir de üstüne üstlük. O zaman kitapta niye anlatılmasın. Bütün bunlar niye yazılmasın, niye konuşulmasın anlamıyoruz gerçekten. 

Bu söyleşinin devamını başka bir başlıkla sizlerle  paylaşacağım. Galapera söyleşilerini kaçırmamanızı şiddetle öneririm.

Füsun Çetinel

Karakter Çalışması

Marcel Proust'tan Sorular

Marcel Proust'un kendi karakterleri için hazırladığı bu çalışmayı, sevgili Yeşim Cimcoz yıllar öncesinde birlikte katıldığımız bir interaktif roman projesinde bana yaptırmıştı. Unutmuşum bile, sağ olsun bulup çıkarmış bir yerlerden.

Bu soruları siz de roman veya öykü yazarken kendi karakterinize sorup onu ete kemiğe büründürebilir, karton karakter olmaktan kurtarabilirsiniz. Hatta sadece bu çalışmayla hikayenizi bile ortaya çıkarmış olursunuz.

Nasıl mı? 

Karakter sanki karşınızdaymış, mutfak masanızda sizinle oturmuş gibi düşünün, sonra da sorularınızı sıralayın.

İşte benim karakterim…

Sizce insanın yaşayabileceği en derin sefalet nedir? 

Gözleri çıkasıca kocam beni kırk günlük bebe ile kıçımın üstünde öylece bırakıp, Almanya'ya gittiğinde,hiç bilemedim. Gelir bizi alır mutlaka yanına, o güzel rahat hayata dedim. Nerdee.Orada Alman karının teki benim aslan gibi kocaya hemen taktı kancayı tabii. Sonra gelsin sefalet, kayınbiraderin insafına kaldım, onun bodrumuna sığındım burada. Sefaleti o zaman yaşadım. Zırıl zırıl aç bir bebe, bende ne olacağım korkusu. Ot yok ocak yok.

Nerede yaşamak isterdiniz?

 Almanya'da kocamın yanında, hakkım olan yerde tabii.

Dünyevi mutluluk sizce nedir? 

Sabah istediğin saatte kalkarsın, açarsın camını, sardunyaların önünde,ohh elinde demli bir bardak çay,sokağa dalar gidersin. Ne trafik ne para derdi, gönlünün dilediği gibi yersin günü.

En çok hangi yanlışlar sizin kafanıza takılır? 

Elin karısına kızına tebelleş olmak,aldatmalar falan, bir de pis insanları hiç sevmem. Yani temizlik imandan gelir işte. Haa bir de evde hayvan beslemek hiç bana göre değil, ama kadere bak her gittiğim evde  bir mahluk oldu hep.

Roman kahramanları arasında en çok kimi seversiniz? 

Benim hayatım roman zaten, en baş kahraman da benim, ablacım.

Tarihte en çok sizi kimler etkilemiştir? 

Atatürk çok mert adammış, bir de Zeki Müren'in üstüne kimseyi tanımam.

Gerçek yaşamda kadın kahramanlarınız kimlerdir? 

Türkan Saylan'ı çalıştığım yerlerden duyuyorum, kızları köylerden bulup okutuyormuş hep. Helal olsun kadına. Bir de bana okuma yazma öğreten Çayhan öğretmen var, o benim gerçek kahramanım. Elimden tuttu bildiği şeyleri öğretti hep, kafamın aldığı kadarıyla.

Kitaplarda en sevdiğiniz kadın kahramanlar kimdir?

 Kitapları bizim kız hatmeder, bana anlatır bazen. Dinler gibi yaparım kırılmasın diye, pek bir şey aklımda kalmaz. Vakit yok anam.Aklımda hep benim gözleri önüne akasıca koca ve fingirdeşi o Alman karı var tabii.

En sevdiğiniz ressam?

Bilemem hiç,ablacım benim. Ama temizliğe gittiğim çatlak bi ressam karı var. Resminden pek bir şey anlamam. At yapar, takmış kafayı atlara, bir de tövbe çıplak karılar yapar.  Ayıp yerleri hep ortada.

En sevdiğiniz müzisyen?

En birincisi Zeki Müren. Ne ses var . Hisli okur her şarkısını.

Bir erkekte en değer verdiğiniz özellik?

 Anlayış, mertlik, doğru söz. Bir de pis kokan adamlardan hiç haz etmem.

Bir kadında en değer verdiğiniz özellik? 

Temiz olacak, güzel yemek yapacak,evini, ailesini bilecek, şimdilerde okuyacak meslek sahibi olacak.

En sevdiğiniz değer nedir? 

Doğru söz.

En sevdiğiniz meslek? 

Öğretmenlik anacım, bak öğretmensiz kalırsan benim gibi, ortada cahil bir başına dağ adamı gibi dolanırsın. Ne yol gösteren olur sana, ne akıl veren. Çayhan öğretmen olmayaydı hepten yitip gitmiştim ben bu kargaşanın ortasında.

Ne olmuş olmayı isterdiniz?

Öğretmen olmayı, bir de Almanya'ya çalışmaya gitmeyi isterdim. Benim adamı bulup hıncımı almak isterdim. O karıyı boğmak isterdim.

En önemli özelliğiniz nedir? 

Çok tezimdir. Yavaşlığı hiç sevmem. E  meslekten ötürü çok da temiz ve titizimdir, haliylen.

Arkadaşlarınızda aradığınız en önemli özellik nedir? 

Arkadaşa, dedikoduya, fan fino pek vakit kalmaz ablacım. Ama komşular var tabii. Sağolsunlar yanda Nezaket abla var. Her derde devası vardır sağolsun. Bir de içten dinler insanı, öyle kafadan hı hı demez hiç.

En büyük kusurunuz nedir? 

Fil gibidir hafızam, kötülükleri unutamam hiç, unutmak isterim yapamam işte. Olmuyor, elde değil.

Mutluluk hayaliniz nedir? 

Dedim ya biraz önce, duvara mı konuşuyorum ben. Sardunya dedim, demli çay dedim, pencere kenarı dedim. Ohoo, sen benden betersin be, abla.

En büyük kaybınız ne olabilirdi? 

Allah etmesin, pırlanta gibi güzeller güzeli bir kızım var. Her şey onun için. Gerisi boş. Kıymetini bilemedi babası. Gözü kör olsun.

En sevdiğiniz renk? 

Yeşil,çayırı çimeni hatırlatır. Köyümü hatırlatır. Anamgilleri hatırlarım. Ühüüüü.

En sevdiğiniz çiçek?

 Sardunya,daldan kırarım, batırırım toprağa, iki güne şıp diye tutar. Hiç bir çiçek dayanamaz bana.

En sevdiğiniz kuş? 

Kargalara bayılırım, kimse sevmez ama o da bir Allahın kulu işte. Bilmiş bilmiş bakarlar. Bunların konuşanı bile varmış. Parlak şeyleri severlermiş, kaçırıp yuvalarına götürürlermiş hep. Taşlığa ekmek ufalarım hep gelir yerler. Elif'imin saçları gibi renkleri kuzguni siyah.

En sevdiğiniz isim nedir?

Elif, kuzucuğumun ismi.

En sevmediğiniz şey nedir? 

Pis karılar, pasaklı karılar, onun bunun kocasına göz dikenler, riyakarlar işte anlattıklarım daha önce.

Keşke bende de olsaydı dediğiniz bir doğal yetenek var mı? 

Var, he valla. Şu karga kuşu gibi uçup benim herifin gözlerini oymak isterdim.

Nasıl ölmek istersiniz? 

O ne biçim laf. Allah ağzından alsın. Çok korkarım ölümden, cehennemden falan.

Şu anda ruh haliniz nedir? 

Abla senin sayende içim daraldı,yani ne biçim, ne tuhaf sohbet bu. Günümün içine ettin, kusuruma kalma ama.

Yaşam felsefeniz nedir... tek cümlede ? 

Of bitirdin ablacım beni be. Felsefe falan bilemem. Düşün düşün boktur işin. Ah bir şu beynimi durdurabilsem. Ne rahat olurdum o zaman. Bir çay koyalım yeni demledim, yanında da katmer var, bak evden getirdim parmaklarını yersin valla. Unut bugünlük rejimini falan. Kendimize geliriz. Düşünme sen de artık.

Füsun Çetinel

Bir Kış Günü, Öğleden Sonra

Yazar olmak, olduğunu bilmemektir

Marguerite Duras’ın Bir Kış Günü Öğleden Sonra romanında iki kişi; biri kadın biri erkek. Mekan Quillebeuf. Marine restoranın kafesinde Captain ve geçmişinde kaybolmuş, yarı ölü karısı Lucy’yle karşılaşırlar. Uzun bir süre onları, hareket ve diyaloglarını izler, sonra da Lucy’nin kayıp şiir hikâyesini kurmaya, sonlandırmaya çalışırlar. Roman boyunca sürer konuşmaları, yazmayı ve hayatı sorgulamaları, tartışmaları.

“Bu öyküyü yazacaksınız da ne olacak?”

“Yazacak başka şeyim yok. Bence, bu öykü engel oluyor başka şeyler yazmama. Ama bu da doğru değil. Bizim öykümüz her zaman böyle havada kalacak, hiçbir zaman tümüyle gereğince yazılmayacak, “ dediniz.

“Kimi öykülerin yazgısı mıdır bu,” diye sordunuz.

"Bilmiyorum. Benden ne öğrenmek istediğinizi pek iyi anlayamıyorum. Bildiğim kadarını söylüyorum ben, kimi öykülerin bütünüyle kavranamayacağını, birbiriyle bağıntısız ardışık durumlardan oluştuğunu söylüyorum. En korkunç öyküler, diyorum, hiçbir zaman açığa vurulmayan, kendi kaypaklığı içinde yaşanan öykülerdir."

İkimiz de önümüze bakıyoruz. Göz göze gelsek belki ağlayacağız. Ne zaman bu yazı konusu açılsa, bakıyorum dikkat kesiliyorsunuz.

“Yazmama engel olan sizsiniz. Bu da çok umutsuz ediyor sizi. Kendiniz yazmadığınız için. Yazmıyorsunuz, çünkü her şeyi biliyorsunuz bu konuda, yazmak denilen bu belalı olayın bütün bunalımlarını, yazmak, yazmamak, yazamamak, bütün girdisini çıktısını biliyorsunuz bunların. Size bir şey diyeyim mi, siz bir yazar olduğunuz için yazmıyorsunuz. Görülmemiş bir şey değil bu.”

“Peki, siz nasıl bulaştınız bu işe?”

“Budalalıktan herhalde… Böyle bir şeyin olabileceğine inanmaya başlamak için budala olmalı insan. Bu iş nasıl becerilir, niçin yapılır onu da bilmiyorum. Size bir şey diyeyim mi, nedenini bilen de yok. İş başlamakta. Gerisi kendiliğinden gelir, yazarsınız, peşini bırakmazsınız. Sonra bir de bakarsınız ki, olmuş işte.”

“Bir gurur meselesi olacak.”

“İlk kitap için evet, olabilir. Kimi yazarlarda daha çok erkeklerde, yalnız bu var. Ama ilk kitaptan sonrası için gurur deyip geçemeyiz, öyle bir el koyar ki yaşamımıza, öyle bir yerleşir ki, inanılmaz… Ama bu da hiç kuşkusuz bir tür korku… İnsanı belli bir korkuya karşı koruyan bir tür korku… Yani bu da olabilir bilmiyorum."

“Yazar olmak, olduğunu bilmemektir.”

Marguerite Duras hayranları. Sevgili ve Yazmak kitaplarını okuyup da elinden bırakamayanlar. Duras’nın büyülü dünyasından çıkmak istemeyenler. Bu romanı okuduktan sonra belki de benim gibi artık yazmak istemeyecek hatta başka hiç kimsenin de bir daha yazmasını istemeyeceksiniz. Bir süreliğine…

Füsun Çetinel




Romanım Duvar

Her gün iki sıra duvar, her gün 1667 kelime 

Haruki Murakami’nin “koşmasam yazamazdım” dediği gibi Gençtur’un çalışma kampına katılmasaydım ben de elli bin kelimelik roman taslağımı tamamlayamazdım.

Neden 1667 kelime?
Sevgili Yeşim Cimcöz ağustos ayını roman yazma ayı olarak ilan etmişti. Her gün 1667 kelime yazarak bir ay sonunda elli bin kelimeye ulaşacak ve bir roman taslağı çıkaracaktık ortaya. İster delilik deyin, ister cesaret… Yirmi iki kişi çıktık yola, elbette yorulanlar, vazgeçenler, umudu kırılanlar oldu. Kalan sağlar bizimdi. Yazma serüveni boyunca isteyen evinde isteyen yazıevinde yazdı. Kimi zaman tıkandık, kimi zaman cesaret verdik birbirimize. Otuz günün sonunda bir araya gelip başarıımızı kutladık, yazdıklarımızı paylaştık, satırlara neler dökülmüş hayret ettik.

Ben ağustos ayı boyunca bilgisayarsız, internetsiz, yazı arkadaşlarımdan çok uzaklarda, Almanya’nın küçük bir kasabasında, yığma duvar örmeye gitmiştim. Kalem kâğıt her an yanımdaydı. Yemek molasında, tuvalette, tulumumun içinde, daha herkes uyurken, karanlıkta, trende, şerbetçi otlarının altında, müzede, kilisede, yemek yerken, yürürken, taş kırarken, yağmurda hep yazdım, her gün her an yazdım. Kum taşlarına şekil verirken bir taraftan kelimeleri şekillendiriyordum zihnimde. Taşları üst üste koyarken cümleler kuruyordum. Yan yana üst üste birikiyordu kelimeler taşlarla birlikte. Uymayanları evirip çeviriyor yeniden deniyordum. Önümdeki duvar yükselirken sayfalar doluyordu. Taş taş üstüne, kelime kelime üstüne. Duvar roman olmuştu, romansa bir duvar.

Neden yığma duvar?
Almanya’da Neckar nehri boyunca, dik yamaçlara kurulu üzüm bağları kilometrelerce uzanır. Bu bağları yığma duvarlar çevreler. En yenisi yüz yıllıktır. Kimisi yer yer yıkılmıştır. Tamir etmek yeniden yapmak yüksek maliyet gerektirir ayrıca bu işi bilen zanaatkârlar gün be gün azalmaktadır.

Yığma duvarlar yöredeki taş ocaklarından çıkarılan doğal taşların üst üste yığılmasıyla inşa edilir, boyları da bir metreyi geçmez. Taşlar, özelliklerinden dolayı, gün boyunca güneşin sıcaklığını biriktirir, akşam serinliği inip hava soğumaya başladığında ürünlere biriktirdiği ısıyı yavaş yavaş geri verir. İşte yöre şaraplarının lezzeti de bundan ötürüdür. Ayrıca kış mevsiminde fare, kertenkele, yılan, salyangoz, örümcek, karakurbağası gibi küçük canlılara ev sahipliği de yapar.

Almanların deyimiyle “kuru duvar”, taşların arasında bitiştirici olarak çimento kullanılmadığı için, tahta işçiliğinin yanında dünyanın en eski el işçiliği örneğidir. Doğal taşlar boyutlarına ve uygunluklarına göre, defalarca denenerek, ölçülerek, yontularak, titizlikle yan yana, üst üste getirilir. Bu eski teknik Mısır’daki dünyaca ünlü tarihi piramitleri hatırlatır bize.

Bu teknikle duvar örme işi roman yazmaya benzer. Sabırlı ve titiz olmak gerekir. Yılmadan yapıp yıkarak, yıkıp yaparak, deneyerek, taşları uygun şekilleri vererek, aralarını toprakla, çakıl taşlarıyla besleyerek, eğimin düzgün olmasına dikkat ederek, çokça düşünerek, taşların huyunu suyunu öğrenerek inşa edilir duvar. Taşlar yerine güzel oturmazsa dayanmaz çöker duvar. Tüm emeğe yazık olur.

Romanım duvar oldu, duvarım roman
Belki de iki yüz yıllık tarihi duvarı ilk önce yıkıp yerine aynı işçiliği kullanarak bir yenisini yapmamız gerekiyordu. Hiç birimiz bu konuda deneyimli ve eğitimli değildik. Kazmalar, küreklerle giriştik duvara. Taşlarına zarar vermeden küçük büyük ayırdık. Toprağı daha sonra kullanmak üzere bir kenara taşıdık el arabaları ile. Neler çıkmadı ki taş toprağın içinden? Bizi korku dolu gözlerle seyreden farecikler, kaygan yılanlar, pörtlek gözlü kara kurbağaları, beyaz yumuşak örümcek yumurtaları… Evlerini yıkıyorduk ya, şaşırmışlardı, korkmuşlardı.

Duvarı yıkmak kolaydı da koca koca taşlarla yeni bir duvar inşa etmek hem de bizler gibi şehirlilere pek zor göründü ilkten. Yapamayız, belki ancak yarısına kadar gelebiliriz dedik. Duvarımız sağlam olmalıydı onun için dizlerimize kadar gelen bir temel kazdık. Toprak sıkı, güneş tam tepemizdeydi. Pes ettik, yağmur yetişti imdadımıza. Toprak yumuşadı, hava serinledi. Yılmadık, bir sıra iki sıra derken duvarımız güzelce yükselmeye başladı. Her gün iki sıra çıkıyordu duvarımız. Her molada bir kenara çekilip yazıyordum. Duvarı seyrediyordum yazarken, yıkıp da parçalara ayırdığımız sonra yeniden daha derin bir temel kazarak, taşların arasını toprakla, çakıl taşlarıyla besleyerek inşa ettiğimiz duvarı. Kelimelerimi, taşları boylarına göre nasıl titizlikle ayırdıysam, öyle seçiyordum. Bir zaman sonra duvarda çalışırken romanı, roman yazarken duvarı düşünür oldum.

Kimler geçmedi ki o duvarın önünden?
Canlı cansız karakterler. Her gün kaniş köpeğini yürüyüşe çıkarıp benimle sohbet eden, bana şeker taşıyan sevimli, sarışın oğlan. Annesinin cenazesinden dönerken arabasını duvarımızın önünde durdurup ne yaptığımızı soran, sonra da Polonya’dan Almanya’ya uzanan acılı bir aile hikâyesi anlatan ürkek Gisela. Kemoterapi tedavisine kliniğe giderken her gün durup benimle sohbet eden, mürdüm erikli kekler getiren cesur ve hayat dolu Daniela. Ana sınıfı çocukları, binicilik okulunun atlıları, bisikletçiler. Kovalarla bize erik, elma taşıyan traktörlü çiftçiler. Tatilde niye duvar ördüğümü merak eden onca insan. Beni hayretle, taşların üzerinde yazmaya çalışırken seyredenler. Gazeteden röportaja gelip haber yapanlar. Birlikte çalıştığım Meksikalı, İspanyol, Fransız, Rus, Belaruslu, Japon, Alman, Ukraynalı arkadaşlarım.

Ağustos bitti, eylül geçti, ekim ayı kapıda. Yeniden bir araya gelip roman grubu olarak çalışmaya devam edeceğiz. Roman taslaklarımız demlenmede. Kimi karakterleri atacağım. Belki yeni bölümler ekleyecek, fazlalıkları çıkartacağım. Romanımı ne zaman bitiririm veya bitirir miyim hiç bilmiyorum. Emin olduğum tek bir şey var o da roman taslağımın dünyanın en güzel duvarı üstüne olduğu…

Çünkü birlikte yaptık, çünkü birlikte yazdık. Siz de roman çalışmasına katılmak isterseniz
http://yazievi.yesimcimcoz.com/ adresinden bizimle irtibata geçebilirsiniz.

Füsun Çetinel

Nalan Barbarosoğlu - Behçet Çelik Söyleşisi

Cumartesi Söyleşileri

Nalan Barbarosoğlu, bu cumartesi de, 2008 yılında Sait Faik Hikaye Armağanı’nı, 2011 yılında Haldun Taner Öykü Ödülü’nü kazanan, öykü ve roman yazarı, Behçet Çelik ile bir söyleşi gerçekleştirdi. 


Hem öykü hem roman yazdığın için, öykü yazmakla roman yazmak arasındaki fark nedir sence?
En önemli fark sanırım romanın çok daha uzun sürede yazılması. O uzun zaman içerisinde o kurguyu sürekli kafada tutmak, ister istemez romanın dünyasını gündelik hayatın bir parçası gibi yaşamayı gerektiriyor. Öykü sonuçta birkaç günde yazılıyor sonra düzeltiliyor ama o kadar uzun bir süre bir kurgunun içerisinde sürekli o metine yoğunlaşmış olmuyorsun. Halbuki roman yazarken gün içerisinde de aklına geliyor, bazen günlük hayat içerisindeki kimi detayları acaba romana bir şekilde katar mıyım diye düşünüyorum. Yazı disiplini açısından da çok büyük bir fark var.  Öykü yazarken daha yoğun bir anlatım gerekiyor. Romanda, benim yazma tarzımda, ise çok daha rahat bir şekilde uzun uzun yazıp daha sonraki aşamalarda kısaltmak, kurguda dönüp dönüp geriye bakmak gerekiyor bu da bir çalışma farkı getiriyor.

Ama ben öykülerin için de böyle yaptığını, onları yazıp yazıp bozduğunu biliyorum.
Mutlaka öyle oluyor ama sonuçta öyküde diyelim ki üç dört aylık ya da bir yıllık geçmişini kurmadan kahramanlar oluyor daha ana dönük olduğu için daha boşlukları olan bir metin oluyor. Halbuki romanda, yazdıkça daha ete kemiğe bürünen bir karakter ortaya çıkıyor. Onun alışkanlıklarını daha net görüp ondan sonraki hareketlerde karakteri bu geçmiş belirliyor. Ben roman yazarken baştan sona bütün kurguyu kafamda oluşturmuyorum.  Çok temel bir iskelet oluyor ama bir yerden sonra benim tahmin ettiğimden başka bir yere gidiyor roman.

Peki, öykü okuruyla roman okuru arasında bir fark var mı sence?
Zaten Türkiye’de çok sınırlı bir okur var. Bu sınırlı okur iyi bir öyküyü severek okuduğu gibi iyi bir romanı da severek okuyor. Romanın yayın dünyasında güçlü bir hegemonyası var. Bu zaman zaman öykü severlerde bir sıkıntı, bir uzaklaşma yaratıyor.  Hatta geçmişte öykü yazıp daha sonra roman yazan benim gibi yazarlara işin kolayına kaçtı deniyor. Öyküden zevk almak için, edebiyat görgüsü bilgisi biraz daha yüksek olmalı gibi geliyor bana. Roman okurlarının öyküye duydukları tepkiye tanık olduğumda hep bunu fark ettim. Niye burada bitti, niye daha uzun değil gibi… Öykü okuru zaten çok daha sınırlı bir kesim, öykü disiplinini benimsemişse, tür olarak öyküye daha yakın hissediyorsa kendini, onlara da roman uzatılmış geliyor.

Belki öykü okuru, roman okuruna göre daha çok boşlukları doldurabiliyor?
Öykü daha katılımcı bir türdür.  Öykü okuru daha etkileşimli bir edebiyat ilişkisi içerisindedir. Her roman ve her öykü için bu geçerli değildir tabii. Bir parça daha uzaktan ve genel baktığımızda, öykü biraz daha okurun katkısını istiyor romana göre. Başta dediğim gibi, edebiyata biraz daha yakınlık duyanlar öyküden haz duyuyor.

Biraz kendi okuma yolculuğundan söz eder misin bize?
2012’de yayınlanan Yazarlar Okurlar ve Okuma Notları adlı kitabına uzanan okuma serüveninden?
Kitap okumayı hep sevdim. Ortaokul yıllarımda birkaç yazar çok etkiledi beni. Durup dururken kendi kendime öykü denemeleri yapmaya başlamıştım. Bunların başında Orhan Kemal, William Saroyan, Oktay Akbal, Sait Faik gelir. Bunları okudukça bir şekilde yazma isteği duydum. O yaşlarda olduğu gibi polisiye roman da, Tommiks Teksas da okudum.  Şansıma kitap okunan bir evde büyüdüm. Babam gençliğinde abone olduğu belli başlı dergileri atmamış, ciltletmişti. Sıkıcı yaz günlerinde, eski yılların Varlık dergilerini karıştırma imkânım vardı. Daha disiplinli bir okuma üniversite yıllarımda başladı. Asıl, 1991 senesinde bir edebiyat dergisi çıkartmaya karar verdiğimizde beş kişiydik.  En gençleri bendim, diğerleri benden on,  on beş yaş büyük, daha önceki kuşaklardan edebiyatçılardı. Dergide dosya yaparken oradaki arkadaşlarım Memduh Şevket’i okumalısın gibi önerilerde bulunurlardı.  Bir yazı yazmak amacıyla okumaya başlamam o edebiyat dergisinin mutfağında gerçekleşti.

İlk öykü kitabın İki Deli Derviş 1992’de yirmi dört yaşındayken yayınlandı. O kitaptaki öyküler nasıl birikti?
Orta sondayken Adana’da Son Yaprak diye iki yapraklık bir edebiyat gazetesi çıktığını gördüm. Elimde öykümsü bir şey vardı, onu yolladım dergiye. Derginin ikinci sayısı aylar sonra çıktığında içinde küçücük bir not vardı. Bize Gelenler diye bir köşede adım yazıyor ve öykünüzü aldık, öykünüz ya da eleştirisi gelecek sayıda yayınlanabilir, diyordu. Ben üçüncü sayıyı büyük bir hasretle bekliyorum, fakat üçüncü sayı çıkmadı. Erken de olsa, edebiyat dünyası ve dergicilik hakkında bir bilgi edinmiş oldum. Varlık dergisine babam aboneydi. Bu dergide, Her Sayı Bir Öykücü diye bir köşe olduğunu fark ettim. Oraya bir öykü gönderdiğimde lise sondaydım. Zarf geldi, üzerinde Varlık Dergisi yazıyor. Çok heyecanlandım. Cengiz Gündoğdu üç dört satırlık bir mektup yazmış. Tek öykü değerlendiremiyoruz, en az beş öykü olmalı ki bir değerlendirme yapalım, diyordu. Benim de elimde gönderecek ancak dört öykü var. Hemen beşinci öyküyü yazdım, gönderdim. Liseyi bitirdiğim yaz daha uzun bir mektup aldım Cengiz Beyden. Kimi hatalardan söz ediyor, kimi tavsiyelerde bulunuyordu. Belki bu öykülerinden birisini yayınlayabiliriz diye bitiriyordu mektubunu. Yazmak öğrenilebilir mi? Konusunu bilen birisinin gösterdiği küçük noktalar çok önemli. Edebi bir metin anlatmaz gösterir gibi bir cümle vardı o mektupta da. Bilmediğim bir şeyi o sayede öğrenmiştim.  Bir de 1985 Unesco Dünya Gençlik yılı olduğu için, Milliyet Sanat Dergisi  gençlere sayfasını açmıştı. Oraya gönderdiğim bir deneme yayınlandı. Sonra, Adana’da yerel bir gazetede bana şimdi ukalaca gelen bir yazım çıkmıştı.

Daha sonra ise üniversite başladı. Hukuk Fakültesi. O yıl dersler pazartesi günü başlamışsa, ben hemen Salı günü Cağaloğlu yokuşunda Varlık Dergisinin kapısını çaldım. Beni hatırladı Cengiz Bey.  Çok sık olmasa da oraya gelir gider oldum. Sonradan yazdığım o beşinci öykü, 87’nin mart ayında yayınlandı. On sekiz yaşındayım, bu büyük bir motivasyon oldu bende. Bundan sonra da yılda bir kere orada öyküm çıktı.  İşte bu öyküler zamanla birikti, bir dosya haline geldi. 89’da Akademi yayınevinin öykü yarışmasına başvurdum, orada mansiyon ödülü aldı.

Yayın dünyası yeni isimlere çok daha kapalıydı ve Biz Yazılı günler dergisini çıkarıyorduk. Yayınevi kuralım ve kendi kitaplarımızı basalım dedik. İki Deli Derviş bu şekilde çıktı, parasını kendimiz verdik, matbaaya gittik. Dağıtımı doğru dürüst olmadı. Ama elimin altında kitabım olmuş oldu. İkinci kitap da aynı şekilde basıldı. Dergiyi kapattığımızda son bir atak yapalım tekrar kitap basalım dedik. O kitaplardan birisi benim Yaz Yalnızlığı idi. Daha sonra Can yayınlarından kitaplarım çıkmaya başladığında o iki kitabı tek kitap haline getirdim.

Kitapların hakkında neler deniyordu ve bu sende nasıl bir his uyandırıyordu?
Yaz Yalnızlığı ile ilgili Hürriyet Yaşar kısa bir yazı yazmıştı. Belli bir eleştirelliği olan, kitabı tanıtan bir şeydi. Daha çok çevremden tepkiler alıyordum. Çok değer verdiğim biri, daha yolun başındasın bu öykülerin çok iyi olduğunu düşünme, gibi bir şeyler söyledi. Bozulmadım diyemem, ama okumuş olması bile benim için önemliydi. O dönemde dergilerde çok yazdım. Kıyı, Karşı Edebiyat,  Yazıt, Varlık, Kavram, bunlar hatırladıklarım. Kitaplar üzerine denemeler de yazıyordum. İki Deli Derviş’i biraz erken kitap haline getirdiğimi düşünürüm, o yüzden de ikinci baskısını bir hayli geç yaptım. Ama kitap yazarın yazıyla ilişkisini sıcak tutan bir şey. Birisine, benim kitabım var deyip verdiğinizde o ayrı bir iletişim kanalı açıyor. Okuyup geri dönüyor, onun üzerine konuşuyorsunuz.

93’ten , Yazılı Günler dergisini kapattıktan sonra, uzunca bir süre yazmadım. İş hayatına başlamam başka bir hayat ritmi, başka kaygılar, iki kitap sonrası bir tepki olmamasının kırgınlığı da belki. Ama yazmamakla beraber çok okuduğum bir dönemdi bu. Bir gün Virgül Dergisini fark ettim.  Dergiyi elime aldığımda, keşke bir gün ben de burada yazsam dedim. O sıralar İngilizcemi geliştirmek için çeviri yapıyordum. Bir çevirimi onlara ulaştırdım. Başka bir şey yapıyor musun, dediler. Arada yazı da yazarım, dedim. Yazılarım yayınlandı. Virgülle ilişkim yoğunlaştıkça öykü yazmakla olan ilişkim daha sıcaklaştı. Virgülle yolum kesişmesiydi belki iki kitap çıkarıp bu işleri bırakmış olabilirdim.

Herkes Kadar, benim seni tanıdığım kitabın.
Çok etkilenmiştim ondan. Ve o yıllarda senin dergilerde de adını görmeye başlamıştım. 2000den 21010a kadar olan yıllarda edebiyatta neler oluyordu? Genel bir çerçeve çizmen mümkün mü? 
90 sonrası öykü dergileri yayınlanmaya başladı, öykü görünürlük kazandı. Büyük yayınevleri öykü kitapları yayınlamaya daha çok yer verdiler. O birikim 2000 kuşağı öykücülüğünün daha görünür olmasını, daha nitelikli işler yapmasını sağladı. Öykü üzerine düşünülmesini sağladı. Yayınevleri yayınlayacak öyküler arıyorlardı, eski yazarların yeni baskıları, unutulmuş yazarlar yeniden yayınlandı. Edebiyat dünyasında bir genişleme oldu. 2001 ve ardından gelen 2008 kriziyle yayınevleri daralma mecburiyetine girdiler. Ama öykü dergileri, sadece öykü yayınlayan yayınevleri ve birkaç öykücünün kendi yayınevlerini kurmaları ile bir çeşitlilik ortaya çıktı. Öykülerde de çeşitlilik vardı. Sadece dilin öne çıktığı öyküler, minimalist öyküler, üst kurmaca gibi türler çoğaldı.

Edebiyat hayat ilişkisini nasıl değerlendiriyorsun?
Edebiyat, edebiyatçı bir hayatın içerisinde ve ister istemez o hayatın kimi noktaları o eserlere girecektir. Edebiyatçıların dünya görüşü öyle ya da böyle yazdığı metne sinecektir. Edebiyat hayat ilişkisini katı şekilde ayırmak edebiyatı biraz hayatın dışında tutmak olacaktır. Hâlbuki edebiyat, hayatın içerisinde olan bir şeydir. Ben bazı sıkıntılarım olduğu için bir şeyler yazıyorum. Sen kimi dertlerin olduğu için yazıyorsun. Bu dertler, edebi dertler daha çok ama dünyayla ilgili, yaşadığımız toplumla ilgili dertler. Dolayısıyla da böyle bir dertle kalemi eline alan birisinin, hayatı didiklemeden, onu sorgulamadan bir şey yazması bana çok mümkün gelmiyor.

Behçet Çelik’in roman ve öyküleri dışında Ateşe Atılmış Bir Çiçek adlı bir kitabı da var. Yazarlar, Kitaplar, Okuma Notları. Burada okuma serüvenini ve getirdiği yorumları görüyoruz. Yirmi beş yıllık bir birikimin sonucu bu değerli kitap. Edebiyatımızın başucu yazarlarıyla ilgili ciddi yazılar var. Sait Faik’le ilgili bölüm özellikle ilgimi çekti benim.

Söyleşinin devamında, kuşaklar başlığı altında edebiyatın 50 kuşağı, Onat Kutlar, Sevim Burak, Bilge Karasu gibi edebiyatın yalnız adaları, bireyin öne çıkışı, dil biçimleri, Türkçe edebiyatta edebi gelenekler, daha önce okuduğumuz edebiyattan nasıl etkilendiğimiz, bugünün genç öykücüleri ve diğer ilginç konular üzerine konuşuldu, dinleyicilerin soruları cevaplandırıldı. Bu cumartesi söyleşileri hayatımın bir vazgeçilmezi oldu sevgili Nalan Barbarosoğlu sayesinde. Her biri kıymetli bir seminer niteliğinde… Sizleri de bekleriz. 
Söyleşinin tümünü buradan dinleyebilirsiniz.
http://yazievi.yesimcimcoz.com/ 

Füsun Çetinel

Nalan Barbarosoğlu - Başar Başarır Söyleşisi

Yeni Şeyler Denemek

Nalan Barbarosoğlu’nun, Yeşim Cimcoz Yazı Evinde ağırladığı ikinci söyleşi konuğu Başar Başarır’dı. Düzenboz ve Teklifinizle İlgilenmiyorum kitapları üzerine konuşuldu.

N.B: İlk kitabın çıktığında yirmi iki yaşındaydın. İlk kitap öncesi edebiyata olan ilgini öğrenmek istiyorum. Bize biraz o dönemden bahsedebilir misin?
Heves, gençlik, delikanlılık, şimşek gibi dünyayı değiştirme arzusu, acemi, cahil, cesur, kendini ifade etme arzusu, içini dökme isteği. Bence yazmaya böyle başlıyor insan. Söylemek, iç dökmek, rahatlamak için yazıyor. Cümleleri hikâyelere püskürtüyor.

N.B: Bunların basılacak hale geldiğini nasıl anladın?
İstanbul Erkek lisesinde okudum. O piyasada yokuştan aşağı inip çıkıyorsun her gün. Oraya giren çıkanları, dosya götüren ağabeyleri görüyorsun. Tüm o insanlara gıcık oluyordum. Otoriteye karşı çıkıyordum. Marifet olarak görünüyordu o zamanlar. Sonra üniversitede insanlarla tanışmaya başlıyorsun. Adnan Özer’le tanıştım o sıra. Tamamıyla hayal dünyasında bir adamdı. Bir gün arkadaşlardan biri ‘’Başar da yazıyor,’’ demiş. Dosyamı okumak istedi götürdüm. Beğendi. Çok büyük bir heyecanla basmak istedi kitabımı. Yerebatan sarnıcının arkasında berbat bir yerdeydi Armoni basımevi. Ben de peki dedim. Benim kitabı bastıktan sonra hemen battı yayınevi. Ama yeni bir maceraya girdiler sonra.

Hayatta ne yapacağımı bilmiyordum o sıralar. Üniversitede makine mühendisliği okuduğum yıllar boyunca turist rehberliği yapmıştım. İyi paralar da kazandım.

1992 yılında internet yoktu, kargo yoktu, kredi kartı yoktu. Arasanız da bulamıyordunuz. Kitapçılara gidip sormanız gerekiyordu.  Varla yok arasıydı kitap. Bir kere Cumhuriyet kitap ekinde röportaj ayarladılar sonra söndü gitti kitap.

Yıllardır medyada çalışıyorum. Arkadaşlarım fikir olarak yazdığımı bilirler ama ne yazdığımdan haberleri yoktur. Okumazlar.

N.B: Öykü kitabı okur sayısı hiç değişmiyor. Ortalama sekiz yüz civarında. Böyle de bir gerçeğimiz var. 
Biz, öykü yazarları olarak kaybettik. Eskiden böyle değildi. Okur kitlesinin yüzde yetmişi kadın okuyucu. Kozmetik endüstrisi gibi. Reklam da içerik de öyle. Pembe kapak diye bir şey var artık. Erkeklerin vakitleri de, kültürleri de yok. Bir insana otuz beş yaşında Ipad kullanmayı öğretebilirsiniz ama kitap okumayı öğretemezsiniz. Bir çocuğun kitap okuma alışkanlığını kazanabilmesi için evde her yerde kitap olmalı. Birileri çevresinde hep kitap okuyacak, ana babası, teyzesi. Daha sonra bunu öğrenmesi çok zor, hukuk fakültesine gitse bile. Son olarak da erkeklerin kitaplara faydacı bir yaklaşımı var. Kitap bana ne verecek, diyor. Bir şey çıkarmaya çalışıyor kitaptan. Onun için de kurgudan kaçıyor. Tarih, araştırma, siyaset okuyor. Kafa boşaltma için polisiye okuyor. Oysaki edebiyat bir şey öğretmez. Siz okursunuz ve oradan bir şey kalır sizde.

Eskiden yazmak çizmek bir şeydi, şimdi değil artık. Okulların okuma kulüpleri var, listeler tutuluyor en çok kim kitap okudu diye. On çocuktan yedisi kız. Daha fazla kitap yayınlanıyor evet ama temel olarak roman satılıyor. Roman rüştünü ispatlamış. Herkes roman yazmak istiyor. Okuması kolay. Ortalama romanda belli başlı kişilerle bir olay örgüsü anlatılır. Romandaki ‘’ben’’ bellidir. Bir öykü kitabında on iki farklı ben bulabilirsiniz.

1980 sonrasında öyküde tarz kendini ihbar etme oldu. Ne eğlendiriyor, ne hareketlendiriyor öyküler. Bir öyküden diğerine geçerken anlamıyorsunuz bile biri nerede bitti, diğeri nerede başladı. İyi öykü kitaplarında aynı şeyler olmaz. Bu nedenle öykü kitabı olarak basıldığında okunması zor oluyor. Öyküler bunalımdan bunalıma geçen bir şey olursa kimse okumaz. Kim senin bunalımını okusun?

N.B: Yirmi iki yıldır öykü yazıyorsun. Öykü sana ne ifade ediyor? Şimdiye kadar hiç roman yazmadın. Tomris Uyar da roman yazmadan öldü. Senin için öyküyü çekici kılan nedir?
Yazmayı çekici kılan neyse o. Zevk veriyor, mutlu ediyor, farklı hissediyorum, tanrısal bir şey, tatmin duygusunu yaşıyorum. Hayata karşı benliğimi savunmama iyi geliyor, beni güçlendiriyor. Kısa sürede öykü yazarım, bir hafta içinde bitiririm. Ama çok çalışırım, notlar alırım. Roman yazmak için iki üç ay kapanmam gerekirmiş gibi geliyor. Öyküyü kafamda ölçüp biçebilirim. Zaman mekân bütünlüğünü yakaladım mı yazabiliyorum. Sanıyorum bunu yapabildiğim için öykü yazıyorum.

Bence sanat eserinin biricik ölçüsü samimiyettir.  Yazarın kendisi ne olursa olsun! Yetenekli ve samimi yazar en iyisi tabii. Birçok yetenekli yazar var, samimi değiller. Ben okur peşinde yazmıyorum. Rahatım kendim için yazıyorum. Gerçi beğenmediğim kitapları da okur bitiririm ama samimi yazarları hemen yakalarım.

N.B: 2004’te öykü kitabında araya es verilmesi söylemin epey tartışma yaratmıştı. 
Evet bunları söyledim. Sonra kitaba her öykünün arasına araya illüstrasyon koydum, trafik işaretleri. U dönüşü yapılmaz gibi. Mesajlar veren, yarı komik şeyler. Duraksama anı yaratmak için. O dönemde bir faydası olmadı. Bülent Erkmen kitabı almış. Beni gördüğünde, anladım ne yapmak istediğini ama o iş öyle olmaz. Bir daha beraber yapalım, dedi. Bunları konuştuktan sonra tam sekiz yıl bir şey yazamadım. Sonra Düzenboz’u yazdım. Altı bölüm var içinde. Ben, sen, o, biz, siz, onlar. Bülent Erkmen’e gittim. Böyle bir kitap yazdım, dedim. Duraklama yaratma tasarımı yapabilir misin? Hatırlamadı yıllar önce dediklerini ilk önce. Neyse sonra yaptı. Öykü aralarında boş sayfalar bıraktı. Sonra her kitaba numara verdi. Çoğaltılmasını önlemek için özel kapak yaptı. Sanat eseri oldu ama kitap kayboldu gitti yine. Böyle bir deneyim geçirdiğim için ben mutluyum. Konsept, proje bir kitap oldu.

N.B: Teklifinizle İlgilenmiyorum yapı itibariyle çok farklı. 2014 Yunus Nadi öykü ödülünü aldı. İçinde dokuz öykü var. Neden üçüncü öykünün adını koydun bu kitaba?
Kitaba ad koymak gerçekten çok zor bir şey. Çok uğraştım. Kolay değildi. Çaresizlikten birini seçeyim dedim. En kitap ismi bu geldi bana. Özel bir durum yok yani.

N.B: Müzedeki Çocuk öyküsü fantastiğe göz kırpan bir öykü. Bunun yazın yolculuğunu paylaşır mısın bizimle?
Emrah Yücel’in L.A Hollywood’da bir ajansı var. Müthiş bir yer. Buralara nasıl geldin, diye sordum kendisine.

Yazın Adana’ya teyzemin yanına giderdik. Amerikan üssünün çöplerini karıştırırdım. Dergiler vardı. Buradaki fotoğraflar görsel olarak beni çok etkiledi. Annem babam o sıra TRT’de çalışıyordu. İngiltere’ye giderken beni de götürmek zorunda kaldılar. Bir gün işleri vardı beni National Gallery’ye bıraktılar boynuma isim kartı asıp. Sonra gelip alacağız seni dediler. İlk önce çok kızdım annemlere ama sonra resimlerin arasında kendimi kaybettim. Unuttum onları. Sonradan anladım ki benim için çok iyi bir şey yapmışlar aslında.

Emrah’ın anlattıklarından çok etkilendim. Çocuklarımızı koruyacağız diye onları kapatıyoruz aslında. İşte Emrah’ın anlattığı bu hikaye ile dönüp yazdım Müzedeki Çocuğu.

N.B: Teklifinizle İlgilenmiyorum’a bir bütün olarak baktığımızda sence bu kitabın hangi yazarlara yakın? Bana bazı öyküler Sabahattin Ali’yi çağrıştırdı.
Çok varyantlı bir anlatı var, belki bir karmaşa var. Drakula öyküsü biraz feyyaz Kayacan. Seher, Oğuz Atay renginde şeyler söylüyorlar. Takip ettiğim bir öykü çizgisi yok. Sait Faik çok severim ama asla onun gibi yazmak istemem. Haldun Taner’i severim ama mizahı bana göre değil. Hepsi büyük, kült parçası ama oradan çıkmamız gerek.

Şimdi bizim işimiz sudan çıkıp uçmak, yeni şeyler denemek. Hayatım halim selim ama yazarken yeni şeyler denemek istiyorum. Kimi yazdıklarımı atmasyon ve ucubik buluyor. Ama okura göre yazmıyorum ben. Yüzlerce öykü kitabı yazılıyor ama düzgün bir eleştiri yazısı yok. Hepsi tanıtım yazısı. Yalnız başıma, kendi kendime karanlıkta bir şeyler bulmaya çalışıyorum. Acımasızca eleştiren bir eşim var neyse ki. Artık kitaplar arkeolojik bir değer taşıyor. Bugün için bir anlamı yok. Ödülü aldıktan sonra ne iyi ne kötü bir yazı yazıldı.

Söyleşinin tamamını aşağıdaki bağlantıdan dinleyebilirsiniz.
http://yazievi.yesimcimcoz.com/

Nalan Barbarosoğlu- Ferhat Uludere Söyleşisi

Don Quijote’nin Üçüncü Cildi

Yeşim Cimcoz Yazı Evi eğitmenlerinden sevgili Nalan Barbarosoğlu, Ferhat Uludere ile son kitabı Don Quijote’nin Üçüncü Cildi üzerine bir söyleşi gerçekleştirdi. Bazı bölümlerini sizlerle paylaşıyorum.

N.B: Ferhat, martta yayınlanan son romanın üzerine konuşmaya başlamadan önce biraz daha geriye gidip senin edebiyat yolculuğuna bakalım.  O günlerde yazmak senin için ne ifade ediyordu? 

Çocukken Maradona olmayı istiyordum, biraz daha büyüdüğümde ‘rock star ‘ olmak istedim. Bir dönem şarkı sözü yazma maceram oldu. İnanılmaz kötü bir bateristtim. Ritim atamıyordum. O maceradan çabuk sıyrıldım. Biz de rock fanzinleri yayınlamaya başladık. İnsanlardan iyi geri dönüşler alıyorduk. Rock Reaction adını verdiğimiz fanzini, Lüleburgaz’dan getirip İstanbul’da dağıtıyorduk. Okunması için yazdığım bir şeyin macerasıydı bu.

Daha önceleri, ilkokulda kompozisyon yazarken bile kurgular yapmaya başlamıştım. Teyzemin kızıyla birlikte oturup yazdığım bir öykü vardı, Kaybolan Yüzük. Şimdi arasam bulamam. Sonra korku edebiyatı üzerine çok şeyler okuyordum.

Üniversiteyi bir süre Aydın’da okudum sonra yarım bırakıp İstanbul’a Müjdat Gezen Sanat Merkezine geldim. Yaratıcı yazarlık okudum burada. Böyle gelişti yazarlık maceram. Bir şey olsaydım belki de yazar olmayacaktım.

2002 yılında, yirmi beş yaşımdayken ilk öykü kitabım Sayıklamalar çıktı. Kitaba bakınca çok erken diyorum şimdi. Öykü yazarken sürekli bir yazma macerasındasınızdır. Bir sonraki öykü, bir evvelkinin üzerine çıkmak durumunda hep. Durum böyle olunca ilk öyküler o kadar başarılı olamıyor. Kitap için bir seçki yapmak durumunda kalmıştım. Konservatuar döneminde yazdığım öyküler de bu seçkinin içine girdi.

Bir Trakya kasabasında büyüdüm ben. Sonra okumaya bir Ege ili olan Aydın’a gittim. Gittiğim yer bir ildi ama kasabadan daha çok sıkışmıştı. Ben de sıkışıp kaldım burada. Apar topar İstanbul’a dönmek istedim.

Yol gösterecek hiç kimse yoktu ilk kitabım çıkarken.  Sayıklamalar kitabı, bir nevi iç dökmelerim oldu. Kasabadan İstanbul’un karmaşasına gelmiş birinin travmaları. Hepsi bu kitaba girdi. Bir kitabım olsun istiyordum ama kendime de güvenemiyordum. Yirmilerinde yazdığın bir kitabı otuz yaşına geldiğinde pek görmek istemeyebilirsin.

N.B: Ama ilk kitap senin edebiyat yolculuğunu görebilmek açısından çok önemli okur için.

İlk kitapta bir sürü aksilikler yaşandı. Sevin Okyay bir önsöz yazmıştı, o yayınlanmadı mesela. Bir sürü hata vardı kitabın içinde. Buna rağmen nasıl olduysa, Enver Aysever bile programına çağırmıştı beni, kitabımın kapağının renkli çıktısı ile ekrana çıktım. Başka konuk bulamamıştı herhalde. Kitabımı basılı haliyle ilk defa kitap fuarında karşılaştım. Çok heyecanlandım. Kitabı imzalayıp Sunay Akın’a götürmüştüm, yazar ilk kitabındaki kadar heyecanlanamaz hiçbir zaman, demişti bana.

Üç yıl sonra ikinci kitap çıktı, İslenmiş Aşka Mektuplar. Bu arada kitaplarınıza sakın zor isimler koymayın. Sözleşmede bile İşlenmiş Aşka Mektuplar yazıyor.

N.B: Bu iki kitap arasında nasıl bir fark var sence?

Sayıklamalar kitabında acemilik olmasına rağmen samimiyet var. İslenmiş aşka Mektuplar farklı, diğer kitaba güvenilip yazılmış. Duygu yoğun, ayakları yere basan bir kitap. Birinci kitaptan sonra daha profesyonel ve daha yazmak üzerine çalışıyorsun. Özgüven ikinci kitaba çok yansımış.

N.B: Dokuz yıldır öykü yazmıyorsun veya yazsan da yayınlamıyorsun. Öykü anlayışında bir değişiklik oldu mu?

Latin Amerika edebiyatı yazarları en sevdiğim ekipti hala da öyle. Cortazar, Fuentes, Borges. O sıralar Ayrıntı yayınlarını takip ediyordum. Seksenlerin ikinci yarısında kurulmuştu. Tercümelerle dışarı dünyaya açıldık. Türkçe edebiyat biraz geride kaldı bunun için. Bizim istediğimiz hikâye bize tokat atsın, çarpıcı olsun. O zamanlarda derdimiz dil değildi. Şimdi ise Türk edebiyatı daha iyi tanınıyor diyebilirim.
Ben hiçbir zaman anın öykücüsü olamadım. Bunu hala üstümden atabilmiş değilim.

N.B: Türk edebiyatıyla tanıştığın zaman sana kimler yakın geldi? Kimleri okudun?

Hasan Ali Toptaş, mesela Gölgesizler. Sonra Yaşar Kemal’in dilini çok severim. Elli sayfa karıncanın ilerlemesini, yaprağın yere düşmesini anlatır. Ancak dille haşır neşir olduğunda kavrıyorsun bunların kıymetini. Bizim kuşağın yazdığı çoğu roman çeviri romanından farksızdır.

Şimdiki derdim roman için olayı bulmak değil de, dili nasıl olmalı. Kendi yazılarıma yabancılaşabiliyorum, bağlanmıyorum artık. Gazetecilikte öyle yazarlar var ki bir cümlelerinden bile var geçemiyorlar.

Üç romanıma da roman olsun diye başlamadım. Kendi evriminde ilerledi hepsi de. Trakya’ya has bir sarhoşlukla eğlenceli şeyler yaşıyorsunuz. Bu hikâyeleri okulda hep anlatırdım. Bir arkadaşım, sen bunları niye yazmıyorsun, dedi. 1001 Fıçı Bira babamın meyhanesi aslında. Öyküleri tek bir çatı altında toplayayım diye bu ismi seçtim.

N.B: Cemil Kavukçu okumuş muydun?

Evet, okuyordum da dışarıdaki yazarlardan etkileniyordum. Sevin Okyay ile karşılıklı dairelerde çalışıyorduk. Bir gün onun bilgisayarından mail attım, dosyayı silmeyi unutmuşum. Bu ne diye bakmış. Dosyanın ilk bölümünü okumuş, çok beğenmiş. İkinci bölümünü de yazdım, roman oldu.

N.B: 2011 yılının sonlarında Sonbaharda Sarhoş Bir Kasaba yayınlandı. Sence bu bir hesaplaşma, ödeşme romanı mı?

Bu romanı, 1001 Fıçı Bira’dan hemen sonra yazmaya başlamıştım. Aldı başını gitti. Kendi kendine şekillendi. Bu sefer bir sahil kasabası olacaktı. Denizin etkisi olacaktı. Korku hikâyeleri olacaktı. Bana Trakyalılar Ferhat diyemezlerdi de Feryat derlerdi. Onun için karakterimin adı Feryat. Kasabalılıkla bir hesaplaşma var tabii. Bütün kitaplarım bir hesaplaşma.

N.B: Dilin romanlarında değişti mi?

1001 Fıçı Bira bir kasaba romanı. Düz bir anlatı. Birinci anlatıcı. Onun üzerinden uzun tasvirlere girilemezdi. İnandırıcı olmazdı bu. Sonbaharda Sarhoş Bir Kasaba’yı yazarken dili üzerinde çok çalıştım. Oturup iki sayfa yazıyor, üç gün ellemiyor, sonra tekrar başına geçiyordum. Dili zenginleştirmeye uygundu hikâye. Böyle devam ettim yazmaya.  Yedi sekiz kere düzelttim. Hala da hatalar var. Yayınlamakta biraz acele etmişim.

N.B: Aynı zamanda kültür ve sanat editörü olarak yer alıyorsun edebiyat dünyasında. Roller karışmıyor mu?

Bazı kişiler yazar, bazı kişiler editör olarak tanıyor beni. Daha fazla edebiyatla iç içesin. Sinema, tiyatro bu üçgenin içerisinde. Gazetecilikte daha fazla yazı pratiği yaparak hızlanabiliyorsun. Bir yazar için gazetede çalışmak televizyondan daha etkili. Yazarlık günlük hayatın bir parçası. Haber bir saat içinde bitmek zorunda. Kimseye, gürültü yapmayın ben çalışıyorum deme şansın yok. Kargaşanın içinde yazmaya alıştım bu yüzden. Üç yıl eve kapanıp yazan yazarları anlamakta zorlanıyorum.

N.B: Tiyatroyla çok ilgilisin. Tiyatro yazıları yazıyorsun. Edebiyatla ilişkisi nasıl tiyatronun? Kuzenler mi, kardeşler mi? 

Bence çok alakalılar. Edebiyatla tiyatronun iç içe olması lazım aslında. Edebiyatı ayırmak çok anlamsız. Ama bizde okuma tembelliği var. Bunu aşamadığımız için ikisini birbirine geçiremiyoruz. Birbirinden beslenmesi gereken şeyler bunlar.

N.B: En son olarak üst kurmaca bir romanla çıktın karşımıza. Don Quijote’nin Üçüncü Cildi, nasıl doğdu? Nasıl şekillendi kafanda?

Yapıp bozmakla ilgili şeyleri seviyorum. Konservatuarda dramaturgi hocamız kısa bir oyun yazmamızı istemişti. Ben de Oğuz Atay’ın Oyunlarla Yaşayanlar oyununda Coşkun Ermiş’in attığı tiradı yeniden yazdım. Ama bu kez içki masasında Oblomov, Don Quijote, Zahar ve Sancho Panza vardı. Don Quijote, Sancho Panza, Oblomov, Zahar ve Coşkun Ermiş’in bu birlikteliği çok hoşuma gitmişti. Ardından bu oyun benim oyuncağım gibi oldu. Sürekli farklı anlamlar yükleyerek farklı biçimlerde üzerinde çalışmalar yaptım. İlk yıllarda tiyatro oyunu olarak tasarlamıştım. Oyun olarak da gerçekten çok beğenildi. Melisa Gürpınar da okumuş çok beğenmiş. Ama talihsizsin değeri bilinmez bunun, dedi.  Gerçekten de öyle oldu. O dönem tiyatro oyunları para buldukça sahneleniyordu. Tiyatro olamayınca bunun aslında bir roman olabileceğini düşündüm, bu fikir daha sıcak gelmeye başladı. Böylece, ara ara yazarak, hiç yayınlanacağını düşünmeden yazarak bu hale geldi.

Kitaba kaynaklık eden ilk metnin altındaki tarih 9 Nisan 2000… Kitabın yayımlandığı yıl ise 2014… Arada 14 yıl ve bu zamanın biriktirdikleri var. O yüzden hiç sabit bir kurgu üzerinde çalışamadım. Her seferinden bir yerini ekledim bir yerini çıkardım. Bozdum yeniden yaptım.

N.B: Sence Don Quijote dünya için ne ifade ediyor? İncil’den sonra en çok okunan bir kitap. 

Don Quijote’nin karşılığı delilik değil, bence hayatın döngüsü. Hayatın belirli evrelerindeyken Don Quijote ile karşılaşabilirsin. Yel değirmenleriyle savaşıyor, başka ordularla savaşıyor. Bizler de hep düşman var ediyoruz kendimize. Ve onlarla savaşıyoruz.  Tüm hayatı özetleyebilen bir kitap var önümüzde.

Nalan Barbarosoğlu’nun da söylediği gibi fazla detaya girmeden sadece okuyucularda bir merak uyandırmak için ana başlıklara değindim. Söyleşinin tüm video kaydına http://yazievi.yesimcimcoz.com/ sitesinden veya facebook sayfasından ulaşabilirsiniz.

Füsun Çetinel

Yazarlar Konuşuyor

Amitav Ghosh ve Ayfer Tunç 

Boğaziçi Chronicles edebiyat söyleşisinin son konukları 

İngiliz edebiyatının önemli isimlerinden biri olan Amitav Ghosh, 1956 yılında Hindistan'ın Batı Bengal eyaletinin başkenti Kalküta'da doğdu. Hindistan, Bangladeş ve Sri Lanka’da büyüdü. İşe Yeni Delhi'de gazetecik yaparak başlayan Ghosh, Oxford Üniversitesinde ekonomi eğitimi ardından sosyal antropoloji alanında doktorasını aldı. Kalküta Kromozomu, In an Antique Land, River of Smoke , Sea of Poppies, Circle of Reason  ve Sırça Saray, Ghosh'un yazdığı bazı eserler. Ayrıca Ghosh bugüne kadar Man Booker ve Asya Booker gibi birçok önemli ödülün sahibi oldu. Karşılaştırmalı Edebiyat alanında Profesör unvanı ile Delhi, Columbia, Queens College ve Harvard’da dersler verdi. Sorbone Üniversitesi tarafından fahri doktora ile ödüllendirildi. Romanları birçok dile çevrilen Ghosh, Locarno ve Venedik Film Festivalleri jürisinde yer aldı. Makaleleri The New Yorker, The New Republic ve The New York Times’ta yayınlandı.

Roman ve öykü yazarı Ayfer Tunç 1964 yılında Adapazarı’nda doğdu.  1989 yılında Cumhuriyet Gazetesinin düzenlediği Yunus Nadi Öykü Armağanı'na katıldı, Saklı adlı öyküsüyle birincilik ödülü aldı. 1999-2004 yılları arasında Yapı Kredi Yayınları'nda yayın yönetmeni olarak görev yaptı. 2001 yılında yayımlanan Bir Maniniz Yoksa Annemler Size Gelecek-70'li Yıllarda Hayatımız adlı yapıtı, 2003 yılında altı Balkan ülkesinin katılımıyla düzenlenen Balkanika Ödülü'nü kazandı ve altı Balkan diline çevrilmesine karar verildi. 2003 yılında Sait Faik'in öykülerinden hareketle yazdığı Havada Bulut adlı senaryosu filme çekildi ve TRT'de gösterildi.

Ayfer Tunç
Sırça Saray’dan çok etkilendim. Milan Kundera derki, roman insana yeni bir şey katmıyorsa ahlaksız bir şeydir. Sırça Saray kendinden bekleneni yerine getirmiş bir roman, onu okuduktan sonra kendi kendime sorular sormaya başladım. Sırça Saray romanının ne yazık ki Türkçesi bulunmuyor, bu da bizim ayıbımız. Ghosh’un Türkçeye çevrilen çok az kitabı var. Romanında anlattığı muhteşem doğa, en önemli parçası edebiyatın. Kendini edebiyatın içinde bir mücevher gibi hissettiriyor. Ben doğa düşkünü biri değilim hatta şehir insanıyım diyebilirim ama beni bile çok etkiledi. Uzak Asya’yı çok az bildiğimi fark ettim bu romanı okuduktan sonra. Çokça haritaya bakma ihtiyacı hissettim. Saat farklılıkları, hangi ülke hangi ülkeye yakın, bunlar hep merak ettiğim şeyler oldu. Uzak diyarlar olan Bengal ve Hindistan ile ancak üç saat farkı varmış aramızda aslında. O kadar da uzak değiliz yani. Şok oldum öğrenince. 1985 yılında basılmış bu roman son derece renkli, elinizden bırakamıyorsunuz.

Çocukluğumda seyrettiğim bir dizi vardı. Kral ve Ben. Egzotik bir dünya fikriydi beni bu filme çeken şey. O zamandan beri çok şey değişti. Bengal Bengladeş, Siyam Tayland oldu. Çocukluğumdan beri sınırlar, ülkeler, yönetimler değişmiş. İlişkiler ne kadar zayıf bu ülkelerle, haklarında hiçbir şey bilmiyorum. Bu beni rahatsız etti. Kendime dair bir rahatsızlık hissettim romanı bitirdikten sonra.

Doğanın romanda aldığı pay bir karakter yaratıyor, doğa edebiyatın bir unsuru. Ortak bir kültürümüz yok orada anlatılan yerlerle. Hakkında hiçbir şey bilmediğin bir coğrafyaya dair şeyleri okuyunca merak ediyorsun. Ama okuduğum bazı paragraflarda ortak şeyler gördüm. Çocuk yaşta öldürülen hükümdarlar, entrikalar, hükümdarlık ilişkilerinin benzerliği. Bu bende bir merak oluşturdu. Bilgi toplama isteği, soru sorma isteği yarattı.
Ghosh’a ilk soruyu ben sormak istiyorum.

Anne diliniz Bengalce. Kalküta’da doğdunuz.  İngiltere’de yaşadınız. Amerika’da oturuyorsunuz. Çok uluslu, çok dilli bir yazarsınız. Yurt sizin için ne ifade ediyor? 

İlk önce sizi, böyle bir üniversitede okuma ve çalışma şansına sahip olduğunuz için, çok kıskandığımı söylemek istiyorum. Ev, yurt çok karmaşık bir terim. Diplomatik bir hayatım oldu benim.  Nerede yazarsam orası benim yurdum. Brooklin New York, Goa Hindistan, bir masadan diğer bir masaya seyahat ediyorum. Hepsinde çok iyi çalışıyorum. Bugünün dünyasında bu artık çok normal. Hindistan’da bir sürü farklı dil, din ve ırk var. Her çeşit insan barındırıyor.  Büyük bir ülke, çok seyahat etmek zorundasınız. Çocukluğumdan beri alıştım sıkça seyahat etmeye. İngilizce yazmaya başladım çünkü eğitimim İngilizceydi. Zaten artık herkes İngilizce bilmek zorunda, dünyanın işleyişi böyle.

Diğer sorular moderatör Barış Büyükokutan  ve dinleyicilerden geliyor.

Ayfer Tunç ve Amitav Ghosh, iki romancı da birbirine geçmiş, birbirine dolaşmış hikâyeler kuruyorlar. Karakterleri çok fazla. Bu neden acaba?

Amitav Ghosh
Evet, Ayfer Tunç İstanbul gibi büyük bir şehirden. Ben de öyleyim. Kalabalık şehir, kalabalık ev. Akrabalar, arkadaşlar. Bu mutlaka yazıma sızmış olmalı.

Ayfer Tunç
Galiba benim olayım biraz farklı. İnsan hikâyelerine karşı aşırı bir ilgim var. Onun için Karakterler çok hikâyelerimde. Deliler Evi başka bir problemden doğdu. Memleket deliriyordu gerçekten. Feyyaz Kayacan’la birlikte bir çalışma yapmak istiyorduk. Taslak olarak bu roman çıktı. Arkadaşım Murat Gülsoy’a okuttum. Beni çok heyecanlandıracak şeyler söyleyince oturup yazmaya başladım. Büyük bir şehirde durmadan insan hikâyeleri çıkıyor ortaya. Ve hepsi de bir şekilde birbirine değiyor. Bir yerlerde birleşiyor.

İki yazarımız da romancı olarak dünya inşa ediyorlar. Bir Maniniz Yoksa Annemler Size Gelecek’te küçük malzemelerle bir dünya inşa ediyor Ayfer Tunç. Bu yaratma süreci nasıl gelişiyor?

Ayfer Tunç 
Bilmiyorum. Size hep verdiğim cevabı vermek zorundayım. Yazar alacakaranlıkta yazar. Bilinç dışından doğan unsurlar var, bunlar dışarıdan romana transfer ediliyor. Planlamadığım şeyler oluyor yazıda, yol değişimi oluyor. Sonra bu unsurlarla bir metne göre ilişki oluşturuluyor.
İki tür yazar var. İçeriden dışarıya doğru yazanlar. Bir de dışarıdan içeriye doğru yazanlar. Sanırım Gosh ve ben, ikimiz de aynıyız. Dışarıdan içeriye doğru yazıyoruz.

Amitav Ghosh
Figüratif ve abstrakt resim olarak düşünürüm ben de. Ayfer Tunç çok haklı. Benim için bir dünyayı romana koymak çok heyecan verici. Romanı okuyanlar, orada kurduğum dünyanın artık unutulmuş olduğunu söylediler. Hatırlamak keyif verdi okuyuculara. Çok gurur verici bu benim için. Bilmek ve yazmak ikilisi diye düşünürüm romanı.

Amitav Ghosh acaba kimleri okumayı seviyor, kimlerden etkileniyor?

Ana dilimde yazılmış kitaplar, sizin adını bile duymadığınız Hintli yazarlar. İngiliz yazarlar. Liste vermek çok zor. Bengalli yazarlar var, hiç duymamışsınızdır. Melville, Balzac, Thomas Mann’dan Buddenbrooks Ailesi mesela. Bizim evde herkes okurdu, etrafta hep kitap vardı. Kuzgun gibi ben de hep kitap toplardım. Amcam da yazardır. Aynı soruyu ben de ona sormuştum. Gogol, Steinbeck, Gorki diye cevap vermişti bana. O kadar farklı şeyler var ki okuyacak, üzerinde düşünecek.

Doğulu bir yazar olarak size de neler yazmanız konusunda baskı var mı?

Yazarken baskı hep var. Ben kim okur bunu diye düşünmüyorum, geliyor yazıyorum. Zaten diğer türlüsü yanlış bence. Yazı okuyucusunu yaratır, okuyucu yazı yaratmaz.

Kökleriniz nerede?

Ben hep kendi deneyimlerimi yazmak istedim. Beni ilgilendiren şey köksüzlük belki de. Dünya hep kesişmelerin olduğu bir yer. Geliş gidişler, karşılaşmalar. Birleşmeler. Bir yerde olan şey diğer her yeri etkiliyor. Resimde de böyle. Bir yerde bir şey yapılıyor, herkes bundan etkileniyor. Bu bağlardan kaçış yok.

İkinizin romanları arasında bir akrabalık var mı?

Ayfer Tunç
Ghosh’un Sırça Saray romanını okurken kendimle epey bir akrabalık hissettim. Çok karakterli, çok anlatılı bir metin. Dallanıp budaklanıyor. Tematik olarak da bir akrabalık var aslında. Bengal, Hindistan, Burma, koca bir coğrafyayı kat ediyor. Oradan hikâyeler var. Kaygısı da benziyor. Bence akraba ayılırız.

Amitav Ghosh
Ben hayatlarla ilgileniyorum. Hayatların manası, dokusu. Benim gibi olmayan insanlar. Kadın karakterleri yazmayı çok seviyorum. Sınırların dışına çıkmak çok heyecan verici bence yazarken.

Bir yazar toplumda yaşanan başkaldırıları veya politik olayları yazmak zorunda mı?

Ayfer Tunç
Sanat kendi içindir. Gezi olaylarını ben toplumcu sanat yapıyorum diyen biri kullanabilir. Ben kendimi türle tanımlamayı sevmiyorum. Gerçek sanat eseri onun size hissettirdikleridir. Bundan etkilendim, şimdi oturup yazayım, demek iyi romancılık değil.

Amitav Ghosh
Ben de aynı şekilde düşünüyorum. Çok yanıltıcı olabiliyor politikayı yazıda kullanmak. Gösteriş sadece, başka bir şey değil. Politika hayatın içinde var ve siz hayatı yazıyorsanız zaten ister istemez politikayı da bir şekilde yazmışsınız demektir. Bunu herkesin gözüne sokar şekilde yapmanın bir manası yok.

Yazmasaydınız ne yapardınız?

Amitav Ghosh
Yazmadan duramıyorum. Sabah kalkar kalkma yazmaya başlıyorum. Yalnızlık getiriyor yazmak. Benim tek sevdiğim, yapabildiğim şey bu.

Ayfer Tunç
Bu o kadar da büyütülecek bir şey değil. Eminim yazmayan insanların da var oluş meseleleri var, onlar da düşünüyorlar. Bence bu araçları biraz büyütüyoruz. Herkese göre farklı araçlar var. Benimkisi yazmak. Bir tek hayatım var ve bana yetmiyor bu. Sayısız hayatı tecrübe etmek için yazıyorum. İyi veya kötü fark etmez. Dışarıdan şeyleri yazabilmenin yolu bu.

Tezer Özlü içeriden dışarıya yazan bir yazardı. Başka bir hayata tutunma yoluydu bu onun için. Hiçbir sanat dalına hak ettiğinden fazla saygı göstermeye gerek yok. Kutsallaştırılmış yazma anlayışından hoşlanmıyorum. Büyütmeye gerek yok. Yirmi beş yıldır yazıyorum ve şmdi hatırlamıyorum ismini, bir yazar söylemişti.
Bırakabilen hemen bıraksın yazmayı. Bırakamıyorsanız zaten hep yazacaksınız demektir.

Füsun Çetinel

Medarı Maişet Motoru

Sevgili Sait Usta

Yıllar yılları, günler günleri arsız köpekler gibi kovalar, bizlerse hayat denen lunaparkın vagonlarında bir aşağı bir yukarı yüreğimiz ağzımızda inip çıkarken, aylardan mayıs günlerden cuma oluverdi ve biz hikayeseverlere ada yolları göründü yeniden.

Belki de çoktan bıktın sen bizlerden! Akın akın, plastik galoşlarla evini dolduranlardan, teklifsizce en mahrem odalarına dalanlardan. İnsanlar böyle işte, bunu senden iyi kim bilebilir ki? Kör ölür badem gözlü olur. ''Kıymetimi yaşarken bilselerdi ya,'' dediğini duyar gibi oluyorum. Hatta duyuyorum bile.

Ada’na Medarı Maişet Motoru ile gelmedik ama bizim gemi de hiç ondan aşağı kalır değildi hani. Kimler yoktu ki içinde? Adalara pazar kurmak için mallarıyla gelenler. Yazlıkçılara eşya taşıyanlar. Öğrenciler. Okulu asıp pikniğe gelmiş tazecik kızlar, oğlanlar. Evde kalmış kızına, koca dilenmek için mum dikmeye niyetlenenler. Bir de biz vardık işte. Hikayeseverler, Sait Faikçiler. Senin dilinde, Birtakım İnsanlar. Hava şıkır şıkır. Deniz köpük içinde. Savaşı, cinayeti, hırsı, itişmeyi, yalanı dolanı şehirde bırakmanın tatlı rehaveti çökmüş üzerimize. Sohbet bir tatlıydı sorma. Gitsek gideriz umursamadan deniz, şehir, ülke, dünya bitene kadar.

O salkım salkım, cıvıltılı insanların çoğu Büyükada’ya gidiyormuş. Ancak bir avuç insan indik Burgaz’a. Rıhtım boyu sırnaşık kediler karşıladı bizi, Ergin’e kadar da eşlik ettiler. Kahve keyfimize ortak olmak için beğendikleri kucaklara yüzsüzce kıvrıldılar. Sıkıysa at kucağından, siyah beyazlısı ağzımın payını verip elimi dişleyiverdi. Paytonlar geldi paytonlar geçti. Kucağımızdaki kediler kadar mayıştık biz de. Kimsenin kalkıp gidesi yok. ''Pazarı öğlen topluyorlarmış hanımlar,'' deyince herkes kendine geldi de yeniden yola koyulduk. Ama önce kilise! Mumlarla birlikte dileklerimizi de tutuşturduk. Sağlık, barış, huzur, bereket iyiliğe dair her bir şeyi diledik. Belki bu kez tutardı dilekler.

Pazarda, Bulgarlardan domuz sosisi ve gravyer peynir aldık. Aldığımıza da bin pişman olduk sonradan. Sen sen ol sakın bir şey satın alma onlardan. Sosislerin içinden ne olduğu meçhul uzun bir kıl çıktı, üstelik nişastayı da basmışlar içine. Anlayacağın sosisten başka her şeye benziyordu. Dış kabuğu plastikten. Gravyer peynirini ise hiç sorma. O da ayrı bir rezalet! Peynir değil süt aromalı kireç püresi.

Kalpazankaya’ya çıkan yolda çiçek, böcek, kertenkele, kaplumbağa, kadidi çıkmış beyaz kısrak, tülüş kuyruklu tay, yasemin kokulu denize uzanan keyifli balkonlar derken, gördüğümüz her şeyi huzurlu, sakin, pek dost sanırken, adı üzerinde Kalpazanların kayasına vardık. Tapusu mu olurmuş Allahın kayasının demek geldiyse de içimden sustum. Kalpazanlara rast geldik, kelle başı elli papeli kareli masa örtülü denize nazır tahta masalarda bir şişe soğuk bira, birkaç halka kızarmış kalamar, az yeşil salata ve bir avuç deniz börülcesinden oluşan yemek karşılığı bırakıp kalktık. Ağaçtan kızarmış yeşil erik kopardık, neyse ki bedavaydı. Kıyıda Marmara’nın serin sularına ayak parmaklarımızı da şöyle bir daldırınca rahatladık. Tuttuk müzenin yolunu.

Ziyaretçilerin sana yazdıkları mektupları yenidünya ağaçlarının arasına gerdikleri iplere asmışlar. Ne günlere kaldık, dedim içimden. Kimsenin özeli kalmadı bu zamanda. Her şey vitrinlik oldu. Hiçbirini okumadım, okuyamadım şahsen. Aralarında kendi mektubumu görmekten feci korktum. Kitaplarını da satmaya başlamışlar müzenin içinde. Medarı Maişet Motoru’nu satın aldım. En sevdiğim kitaplarından.

Bir hovardalık yaptık bari tam olsun dedik, Ergin’de vişneli milföy yemeğe gittik. Sabahtan parasını verip ayırtmıştık zaten. Yoksa akşamüstüne kalmıyormuş bu leziz pasta. Her katı çıtır çıtır, muhallebisi tam kıvamında bir lezzet bombası. Kalorisini ise ne sen sor ne ben söyleyeyim!

Her yıl Ergin’de gördüğüm bir madam vardı. Köşedeki masada tek başına oturur, sabah çayını içerken ponçiğini yerdi afiyetle. Üç dört yıl üst üste fotoğrafını çekmiştim. Hep aynı masa, hep aynı saat, hep aynı kıyafet. Kiminde kısa saçlı, kiminde uzun. Baktım bir başkası oturuyor yerinde. Bilsen sen bilirsin usta. Ne oldu o madama? Her Cuma kilisede mum diken bir de matmazel Fotika vardı? Ya o? Barba Todori’nin torunu Aleko? Ağlarını usul usul, onaran Hıristo? Hep eski bir dost aradı gözlerim ama nafile.

Dediğin gibi… Yazdığın gibi…

Bir dost bulsam, onunla düşündüklerimi münakaşa edebilsem, ne iyi olurdu! Yalanı, gerçeği, iyiliği, fenalığı… Mevzu dolu kardeşlik!*

Seninle bir karşılaşabilseydik! Dediklerini, demediklerini,  yazdıklarını yazmadıklarını, düşündüklerini düşünmediklerini, ne varsa konuşurduk.  Olmadı işte, vapur geldi ayrılık vakti. Belki başka bir sefere.

*Medarı Maişet Motoru 
Sait Faik’in kaleminden bir ilk romandır. Henüz Yeni Mecmua’da tefrika edildiği sırada (1940-41) dönemin baskıcı siyasi ortamında sakıncalı bulunup roman olarak yayımcı bulmakta zorlanacak ve Sait Faik’in annesinin maddi desteğiyle Ahmet İhsan Basımevi’nden 1944’te yayımlanacaktır. Ancak dağıtılmaya başlanmışken bakanlar kurulu kararıyla toplatılan roman, kimi paragraflar çıkarılarak Birtakım İnsanlar adıyla 1952 yılında okuyucusuna kavuşur. İş Bankası Kültür Yayınları, Medarı Maişet Motoru üzerinde yıllardır süren sansürü kaldırıyor ve ''tehlikeli'' bulunarak çıkarılan kısımları koyu harflerle vererek yapıtı eksiksiz bir şekilde bizlere sunuyor.

Füsun Çetinel


Sait Faik'e Mektubum Var

Pek sevgili Sait Faik


Beni hatırlar mısın, bilemem. Sana daha önce de birçok seferler mektup göndermişliğim var, ama eline ulaştılar mı emin değilim. Hiç cevabın gelmedi çünkü. Bu mektubu sana en samimi hislerimle yazıyorum. Sakın fazla senli benli olduğumu düşünmeyesin. Senin samimiyetten, basitlikten yana olduğunu hikâyelerinden bildiğim için, kendimde ‘sen’ diyecek cesareti buldum. ‘Siz’ deyip de lüzumsuz ekleri kullanmanın manası yok değil mi?

Senin çok büyük bir hayranın ve yakın takipçinim. Adada geçen küçük yaşam parçaları, kışın yemek bulamayan kediler, kuşlar, ada insanları, okurken kendimi onlardan biri gibi hissetmeme sebep oluyor, senin o kısa hikâyelerin beni sıcacık sarmalıyor.

Adaya ayak basar basmaz vefatını yaşlı bir madamadan öğrendim, inan olsun önceden haberim olsaydı, hiç cenazene gelmemezlik eder miydim? Büyük bir yeis içindeyim bilesin. Ama ne yapalım, ölenle ölünmüyor. Adada ne işin var bu geç Eylül günü dersen, işin aslı şu.

Yazı gurubu olarak, başımızda sevgili öğretmenimiz, otuz kadar kadın, bir erkek, bir çocuk, kimimiz Kabataş’tan, Kadıköy’den, kimimiz Bostancı’dan kafileler halinde bağırış çağırış Burgazada iskelesine indik. Gezeceğiz, göreceğiz ve yazacağız dedik. Aman o vapurun hali neydi öyle? Ben deyim bin, sen de iki bin kişi. Yani lafın gelişi. Öyle kalabalık işte. Meğer Büyükada Aya Yorgi dilek günü imiş.

Çoğunluğu kadın gurubumuz, daha kendimizi adaya atar atmaz, hemen çekirgeler misali iskele karşısındaki Ergin pastanesine hücum ettik. Sanırsın ki herkes kıtlıktan çıkmış, aç bir ilaç. Herkes pasta börek tepsilerinin başına üşüştü, kimi küçük pizzalardan alıyor, kimi ponçik, üzümlü kurabiye. Ay ben rejimdeyim, hamur işi yiyemem, diyen kadının teki tabağını tepeleme doldurdu valla. Gözlerimle gördüm yani. Neyse efendim, senin de anlattığın gibi buranın kedi ve köpekleri malumunuz üzerine pek bir samimi ve talepkar. Hemen yanımızda bitiverdiler, patileri kucağımızda. Yemek isterler. Dedikoduyu hiç sevmem, bilirsin daha önceki mektuplarımdan, eğer ki eline geçtilerse, ama kadınlar sanki çok ihtiyaçları varmış gibi her bir şeyi silip süpürdüler. O aciz hayvanlara zırnık koklatmadılar. Bir ben, bir de çocuk artık bunlardan ne kaçırabildikse, biraz verdik hayvanlara.

Canım Sait Faik, oradan kimimiz faytonlara bindi, kimimiz tabanvay. Tuttuk Kalpazankaya’nın yolunu. Ben, can arkadaşım, bir diğer ortaokuldan arkadaşım ve yazı arkadaşlarım senin evin yolunu tuttuk. Aman aman, o canım ev ne halde. Kapı pencere yerle bir. Viran vaziyette. İçeride dört iskemleden başka bir şey kalmamış. O da kim bilir ne vaziyette? Cama dişleri dökük, başı ak tülbentli aksiden bir ihtiyar çıktı. Burada görecek hiçbir şey yok, deyip bizi kışkışladı. Bahçenin her yerini yabani otlar bürümüş, ayıklayasım geldi valla. Ama vakit kısıtlı, zaman yok. Neyse çıkalım bari, derken senin oturan heykelin ile göz göze geldim. Ne yakışıklı adammışsın! Arkadaşa dedim ki, ben kucağına oturayım, resmimizi çek. Hakikaten de çok güzel bir resim oldu. Benden gördü ya, hemen o da çektiriverdi bir güzel. Pek bir samimi oturdu kucağına, gözümden kaçmadı, hiç tasvip etmedim. Üstüme vazife değil de, işte.

Ne muzip adamsın sen ya! Evine giremedik, ama o gün semt pazarı varmış sokağında. İşe bak! Kesin senin parmağın var bu işte. Benim pazar manyağı olduğumu biliyorsun, artık eminim. Okumuşsun sen benim mektupları. Beş altı kadın hemen daldık aralarına. Ben bir bluz aldım, bir diğeri gecelik. Ha, bir de oyuncakçıdan kurulunca davul çalan küçük plastik palyaço aldım. Sevaptır çocuk oynasın, canı sıkılmasın o kadar kadının arasında, diyerek. Aklımız mandalinalarda kalmadı değil. Nafile. Taşıyacak yer yok.

Yolda küçük bir kilise var ya. Ona girip mum yaktık. Ben tam iki dilek dilerken, bağırışlar duyup dışarı fırladım. İşe bak sen! Otuz senedir görmediğimiz çok sevgili bir arkadaşımız pazar çantası ile kilisenin önünde. Sarıldık, öpüştük, koklaştık. O zamanlar pek bir asiydi, sigara içerdi, okulu kırardı. Saçları da kızıldı. Şimdi sarışın olmuş. Boya tabi ki. Hemen gitmesi gerekiyormuş, ayrıldık. Dileklerim büyük ihtimalle tutacak, yukarıdakinin bir işareti işte, dedim kendi kendime. Bak çok başını ağrıttıysam eğer kusura bakma. Seni kendime yakın gördüğümdendir tüm bu samimiyetim.

Senin şu meşhur Hişt! Hişt hikâyen var ya. Pek severim. Oradaki papazı da, sapkın oğlunu da göremedim. Kuzu da yoktu zaten ortalıkta. Ama iki tane beyaz başıboş at vardı. Köpekler bunlara havlayınca, atlar bir azdı ki hiç sorma. Dörtnala, tozu toprağa katıp üstümüze geldiler. Ben hemen yola fırlayıp, onları kontrol altına aldım da, kadınları kurtarıverdim. Görmeliydin.

Konuşa, güle Kalpazankaya’ ya vardık. Garsonlar bize gölgelikte kocaman iki masa yaptılar. Bir tarafta hamaklar, salıncaklar. Bir tarafta Yassı ada. Deniz lebi derya. Çam ağaçları. Bir tarafta mis gibi tuvaletler. Yani rahatımıza diyecek yoktu. Birayı, kolayı içen soluğu tuvalette alıyor. Yorulan kendini hamaklara atıyor. Oh! Palamut, salata, kalamar, fava, patlıcan salatası söyledik. Her şeyi silip süpürdüler yine. Ben iştahsızdım biraz, pek bir şey yiyemedim. Resmim var zaten, görürsün. Hep keşke Sait Faik de aramızda olaydı da, onunla bir bira tokuşturaydık, birbirimize hikayeler okuyaydık, dedim. Gözlerim nemlendi.

Masanın başındaki ekmek sepetine adanın kuşları, serçeleri üşüştü. Kendilerinden büyük ekmek dilimlerini didiklemeye daldılar. Kokoş kadınlar, kuş gribi oluruz, diyerek ekmekleri yemediler. İyi de oldu! Sonra kahve söyledik, ikramları imiş. Düşünceli bir arkadaşımızda yanında lokum getirmiş. Pek iyi gitti valla. Garson hesabı yaparken bayağı bir zorlandı. Ne yemişiz azizim.

Aşağı iniş çok keyifli oldu. Manzara, deniz, güzel evler, köpekler, kediler. Kafamızda şekillenmeye başlayan hikâyeler. Senin Burgaz’ından hepimiz pek bir memnun kaldık açıkçası. Kapanışı iskelenin oradaki Teras kafede yapalım dedik. Sütlü tatlı yemekti niyetimiz, kısmet değilmiş. Kış sezonuna girmişler. Biz de kahve içtik, fal baktık. Üstüne Sinem’de dondurma yedik. Son bir gurup resmi derken vapur geldi. Sabahkine kalabalık demiştim, meğer o bir şey değilmiş. Aman bir insan seli. Et et üstüne. Ayakta duracak yer yok. Her yer kesin dönüşçülerin valizleriyle kaplı. İtişen formalı öğrenciler. Sırt çantalı bitli turistler. Bir de rüzgâr. Far far. Saç baş bir tarafta, serseme döndük. Zaten o kadar yemeğe bir ağırlık da mevcut, hali ilen gözler kapanıyor. Neyse efendim zahmetli bir dönüş yolculuğu sonunda, kendimizi Kabataş’a attığımızda, inan olsun evimizin yönünü unutmuştuk. İskelede sersem tavuklar gibi bekleşip durduk bir süre.

Sana yazacağım bu kadar Sait Faik. Velhasıl güzel bir gün geçirdik! Adada sana rastlayamadık ama kitabın çantamda, gün boyu seni de, hikâyelerini de hep dolaştırdım çarşı pazar yanımda. Son cümle biraz devrik olmuş diyenleriniz çıkarsa eğer, bilin ki Sait Faik böyle istediği içindir. Şiiri çok severdi kendisi. Benim onu sevdiğim gibi.

Füsun Çetinel