Öykü etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Ayşegül Kitap Fuarında

34. İstanbul Kitap Fuarı 

Bir gece öncesinden sandviç, meyve ve kuruyemiş hazırladım. Yedek alışveriş poşetleri, ıslak mendil, baş ağrısı hapları, bozuk para… Aslında tekerlekli pazar arabası götürmek de vardı ama kızım Zeynep kendini tutamayıp bütün fuarı yüklenebilir diye korktum.


Kendime on kitaplık bir liste hazırlamıştım

Bu kez limiti aşmamaya kararlıyım. Son taşındığımız evimiz gerçekten kutu gibi, kimselere hediye edemediğimiz kimi kitaplarımızı kocaman bir valize doldurup depoya kaldırdık. Yakında depoyu kütüphane olarak kullanacağız. En kolay çözüm… Metrobüs trafik saatlerinin dışında candır, ucuzdur, çabuktur.  Saat 10.15 civarı Ankara’dan, Ayşegül Kocabıçak’la bir kafede buluştuk. Birbirimizi sosyal medya dışında ilk görüşümüz. Sanki yıllardır tanışıyoruz. Onun İstanbul’daki fuara ilk gelişi. Kolundan yakaladığım gibi hemen Notos’ sürükledim. Dilek Küçükemir’le sohbet ettik. Bize yeni çıkanları tanıttı. Liste dışı ilk kitabımı Notos’tan aldım! Eve Dönmenin Yolları, Alejamdro Zambra! Ayşegül, Semih Gümüş’le tanıştı, Can Kitaptan çıkan Belki Sonra Başka Şeyler de Konuşuruz kitabının imzasını aldı. Hocamızı bulmuşuz, bırakır mıyız? Bir koşu Can’a gidip kitabımı aldım ve ben de  imzalattım. Böylece ikinci liste dışı kitabımı da sırt çantama eklemiş oldum!
Bu arada devamlı saate bakıyorum, kitap fuarında zaman bir garip işliyor. Sabahken öğlen, öğlenken akşam olabiliyor güneşi görmeden. Ayşegül şeytan uçurtması gibi peşimde. Daha insan akını başlamadan listemi tamamlamak istiyorum. Bir sonraki kitap durağım, Yapı Kredi Yayınları’ndan Yalçın Tosun, Bir Nedene Sunuldum. Ve Can Çocuk, Goscinny/Sempe, Pıtırcık’ın Kırmızı Balonu. Parayı öderken üçüncü golümü kasa başında yedim. Ama nasıl güzel bir kitap! Varsın gol olsun. Ben Küçük Bir Çocukken, Erich Kaestner. On bir yaşında bir çocukken Almanca öğrenmeye onun kitaplarıyla başlamıştım.
Ayşegül ne dersem yapacak. Meraklı gözlerle tüm kitapları yutmaya çalışıyor. Bu kez de Alakarga’ya Nalân Barbarosoğlu’nun yeni basım kitabı Gümüş Gece’yi almaya gittik. Listem yavaş yavaş tamamlanıyor. Saat birden önce alış verişi bitirmeliyim, Hebeliada salonunda Ahmet Büke ve Semih Gümüş söyleşecekler.
Biz kitaplarla kendimizden geçmişken koridorlar yavaş yavaş dolamaya oksijen azalmaya başlamış bile. Metis’ten John Berger, Düğüne’yi de alalım söz artık bir yerde oturup laflarız, kahve içeriz diyorum Ayşegül’e. O bana inanmaz gözlerle bakıyor.
“Dur,” diyorum, “Yitik Ülke’de Nilgün Şimşek’le, Kadir Aydemir’le tanışman gerek.” Ayşegül istemez olur mu, o meraklı gözleriyle her şeyi yutmaya hazır. Siyah Sardunyalar ve daha bir çok güzel kitap var burada da.


Kahve yalan oldu

Ama sohbetimiz iyice daralmaya başlayan koridorlarda devam ediyor. Ne olacak bu öykünün hali? İyi kitaplar, kötü kitaplar. Ben niye yazıyorum ya? Şunu oku bunu oku. Zaman yok işte, derken sanat fuarındayız. Artistanbul. Funda Tarakçıoğlu, kendisi ablam olur, ressam ve heykeltıraş bizi karşılıyor. Nevzat Metin’le tanıştırıyor bizi. Kendisi UKKSA, Uluslararası Knidos Kültür Sanat Akademisi kurucu ve yöneticisi hem de şair. Kartlar alınıp veriliyor, projeler ayaküstü hayata geçiriliyor. Ayşegül renklerde kaybolmuş, kafasını bir sağa bir sola eğip anlamaya çalışıyor. Funda’nın kedili tablosuna bayıldı, hikâyesi olan bir şey bu diyor. Hikâyesi olan şeyleri seviyoruz. Sanat fuarında sonraki durağımız, Ayşecan Kurtay ve Firuzan Şimşek’in de aralarında olduğu bir grup sanatçını ortak projesi, Ursula Le Guin’in odası. Kadınlar, Rüyalar ve Ejderhalardan esinlenerek yapılmış. Ancak küçük bir kahve ve tuvalet molası alabiliyoruz. Tuvalet kuyrukları gerçekten çok uzun! Kuytuda kimsenin bilmediği tuvalet noktaları var ama bunu kendime ve benimle birlikte gezenlere saklıyorum darılmaca yok!
”Bir Blog Macerası: İnsan Kendine De İyi Gelir” Semih Gümüş-Ahmet Büke söyleşisine katılanlar edebiyat öğretmenleri, okuma grupları, kitap kurtları. Enteresan sorularıyla ufkumuzu genişletiyorlar. Ahmet Büke de samimi yorumlarıyla bizi güldürüyor. Keyifle izlediğim yeni birçok şey öğrendiğim ender söyleşilerden biri.
Saat iki olmuş bile! Notabene’de Acır mı Mösyö Messier öykü kitabının yazarı Özlem Kiper ve Ayşegül’ün imzası var. Sevgili Yalçın Burkev’le ne zamandır görüşmemişiz. Ve diğer arkadaşlar… Sosyal medyadan tanıdığım ama yüz yüze gelmediğim nice yazar. Tunç Kurt’un, Pay Prada Nasıl Öldürüldü hemen çantama giriyor. Ayşegül'le vedalaşıyoruz. Sevgili arkadaşım Özlem'le de. Bir Ankara'ya biri Singapur'a dönecek. Hayat böyle bir şey işte! 


Zeynep'in poşetleri

Bu arada Zeynep’le ayrılıp ayrılıp buluşuyoruz. Onu her görüşümde elindeki poşet sayısı artıyor. Korkuyorum… Bu yolun bir de dönüşü var. Ama Günışığı Kitaplığı sağ olsun, servisle döneceğiz. Bunu Zeynep’e söylemedim daha! Koridorlarda serseri mayını gibi insan seliyle sürüklenirken yasakmeyve’de Mehtap Meral’e rast geliyorum. Yeni şiir kitabı,  Ses ve Toz’u Haydar Ergülen atölyesinde birlikte konuşacağız. Liste dışı bir diğer kitabım, Kedi Şiirleri Antolojisi. Yanında iki adet kedi kurabiyesi, kedi rozeti ve yasakmeyve şiir dergisi. Çocuklar kadar şenim. Yazın iki haftamı geçirdiğim sevgili Aziz Nesin Vakfı’na uğramasam çok üzülürdüm. Arkadaşlarım, dostlarım hepsi orada. Aziz Nesin çizgi romanlarını duymadınızsa eğer mutlaka hepsini edinin. Okuması okutması çok keyifli.


Günışığı Kitaplığı benim adam

Günışığı Kitaplığı benim için fuar karmaşasında renkli, ışıl ışıl, dingin, kıymetli eserlerle, yazarlarla bezeli bir ada. Değerli editörüm Müren Beykan, Mine Soysal, sevgili ekibi, fuar boyunca onlara yardım eden genç arkadaşlar. Sevdiğim yazarlar, Leyla Ruhan Okyay. Betül Sayın. Ahmet Büke. Gülçin Alpöge. Hepsi orada. İnsan Kendine de İyi Gelir kitabım bir vapur yolculuğunda kayıplara karışmıştı. Bu kez Ahmet Büke’den imzalısını alıyorum hem de Zeynep için.
Zeynep sayısını öğrenmeye korktuğum kadar çok kitapla Günışığı standına geliverdi. Üstelik çoğu ciltli dev kitaplar. YKY, özel çizimli Harry Potter, Desen’den, Asla Neden Diye Sorma, Shaun Tan benim favorilerim. Yalnızca bu ikisi bile 3 kilo geliyor sanırım. Zeynep’in kol ve ayak kaslarını hafife almışım. Sonuçta 23 yaşında on yıllık profesyonel yüzme hayatını geride bırakmış güçlü kuvvetli bir genç kızımız! Servisle gideceğimizi söyleyince yüzü aydınlanıverdi. “Gidip birkaç şey daha alsam mı,” dedi ama bakışlarımı görünce caydı hemen.

Bir sonraki kitap fuarına pazar arabası götüreceğim, kesin kararlıyım!

Füsun Çetinel

Elvan Yenihayat Kurşun - Öykü

Gülşen Hanım

Ağrısına tahammül edebilmek için kısık tutmaya gayret ettiği sesi, çoğu zaman dediği anlaşılmayan martı çığlığına benzerdi. Ağrısı dayanılmaz olup koridor sınırlarını aştı mı hiçbir insan yüreği dayanamazdı çığlıklarına.  İşte o zaman doktordan talimatlı, mürebbiye kılıklı hemşireler, elinde morfin iğneleri odasına girerler, birkaç dakika sonra güzellik muskası iyilik perisi olarak ayrılırlardı odadan. Morfin etkisini göstermeye başladı mı, ben dâhil bütün hastane romantikleri müritleri gibi Gülşen Hanımın odasına dizilirdik. Uyuşturucunun etkisinde, ecinni yatağında sihre uğramış bir masal kahramanı gibi, hasta, yaşlı, lanet kadın gider, dünya tatlısı, sırrıyla dışını aydınlatan bilge bir romantik gelirdi onun yatağına…
Gülşen Hanım, kökleri Osmanlı hanedanına dayanan bir soydan gelmekteymiş. Sadece köklü ve zengin olmakla kalmayıp, küçüklüğünde sarı saçları, mavi gözleriyle ve yumuşak mizacıyla ağzında gümüş kaşıkla doğmuş… Ailenin mal varlığı saymakla bitmezmiş. İstanbul Boğazının farklı güzergâhlarında birkaç yalı, Nişantaşı ve Etiler’de apartman daireleri, Bağdat Caddesi ve Kalamış’ta bahçeli deniz gören köşkler. Ayrıca İzmir Kordonboyu’nda bahçeli köşkler, Antalya’da portakal ve mandalina bahçeleri, Bodrum’da denize nazır araziler. Çocukluğu deniz kenarında bir yalıda geçmiş olan Gülşen her zaman ağırbaşlı bir çocuk olmuş. Okumayı çok sever, musikiye ayrı bir ilgi duyarmış. Daha on iki yaşındayken, aldığı şan dersleri sırasındaki performansı ile mahallenin gönlünü kazanınca, baba zadesi bahçedeki manolya ve erguvan ağaçlarının altında senede iki kere piyano hocası eşliğinde, konu komşuya konser verdirirmiş. Gülşen’in yedi yaşına kadar, iki kardeşi ve yan yalıda amca çocukları, yine iyi aile terbiyesi almış mahalle esnafının çocuklarıyla harika bir çocukluğu olmuş.
Kendisi de eğitim alan anneciği biraz değişik bir kadınmış. Fransa’da daha eğitim alırken ilgi duymaya başladığı astroloji denilen bilim dalına danışmadan yazlığa bile gitmezmiş. Gülşen’in de istikbali için, kızı yedi yaşındayken, yıldız haritasına baktırmış. Astrologunun söylediği şeylerden hiç hoşlanmamış. Bu yıldızlara bakarak her şeyi bilen astrolog, Gülşen’in daha on sekizine gelmeden şansının döneceğini, sonrasında hayatının geri döndürülemez bir şekilde değişeceğini, ailesinden ayrı düşeceğini, evlenemeyeceğini ve hiç çocuk sahibi olamayacağını söylemiş.
Bundan yetmiş sene önce kız çocuklarının istikbalinin sadece yaptığı iyi bir evlilikle ölçüldüğü zamanlar için bu öngörü ne talihsiz bir öngörüymüş ki, yedi yaşından itibaren aslında rahat ve mutlu bir çocukluk geçirmeye muktedir Gülşen’in tüm standartlarını değiştirmiş. Eve gelip giden arkadaş sayısı azalmaya, dış mihraklardan gelecek tehlikelere karşı, Gülşen’in daha güçlü olabilmesi için farklı konularda alınan özel derslerin sayı ve süreleri artırılmaya başlanmış. Arkadaşsızlıktan muzdarip olan Gülşen yavaş yavaş sıkıntı ve duygularını paylaşmak için günlük tutmaya başlamış. Her konuda iyi bir gözlemci olmuş. Bu bahçedeki kedinin Karabaş’tan nasıl korktuğundan, bakkal çırağı Adem’in eve siparişi nasıl teslim ettiğine kadar birçok farklı konuda olabiliyormuş. Tüm bu gözlemleri içinse farklı bir defter tutmaya başlamış. Yıllar geçtikçe defterleri çoğalmış, okunmayı bekleyen kitaplar gibi odasındaki raflarda yerlerini almış… Gözlemlerini yazılarıyla kişilerarası oyunlara dönüştürmüş. Yazı yazmaktan sıkıldığı zaman da evdeki bebeklerine bu gözlemlediği oyunları oynatıp ev ahalisini bazen eğlendirir bazen de güldürürmüş. Ama en çok sevdiği uğraşlardan biri de okumakmış. Türkçe hocası Vasfiye Hanım’dan gittikçe okumak için daha çok kitap ister olmuş. Okudukça aydınlanmış. Aydınlandıkça etrafındakiler için yabancı olmaya başlamış… On beşine varmadan kardeşleri, kuzenleri, annesi babası nezdinde “yabani Gülşen” olarak çağırılmaya başlanmış. On yedisinde görücüye gelen, helal süt emmiş, hali vakti yerinde ailelerin oğulları onun güzelliğiyle büyülense de, sohbete başladıktan sonra ondan çekinip, uzaklaşır olmuşlar. Yirmi yaşına geldiğinde ailesi evlilik için artık yaşının geçtiğini düşünmüş. Fransa’da yemek kurslarına giden annesinin peşine takılan Gülşen o yaz gittiği üç aylık kursun sonunda, gizlice Sourbonne Üniversitesi’nin sınavlarına girmiş. Edebiyat bölümünü kazanınca ve evlenmesi de artık zor göründüğünden, ailesi onu orada okutmaya karar vermiş. Üniversite’deki gazete için yazdığı makalelerden, kadınlar hakkındaki iç gözlemleriyle zenginleştirdiği romanlardan, tiyatro oyunlarına kadar birçok eser yazmış. Fransızcanın yanı sıra İngilizce, ayrıca İstanbul’da öğrendiği Arapça ile dört farklı insan olmuş.
Tabi ki falında çıktığı gibi mutlu mesut bir evliliği ve çoluk çocuğu olamamış… Ama Avrupai ve kültürlü beylerle kitaplarına ilham kaynağı olan pek çok farklı romantik ilişki yaşamış… Morfin etkisi altında öğrendiklerimiz bunlar oldu Gülşen Hanım’dan…
Hastalık, ağrı, çektiği acılar ve kâbusları mı? O kısmı bizi hiç ilgilendirmedi… Belki de bedeni acı içinde kıvrandıracak her türlü fiziksel acıya meslek icabı sağır olduğumuz için. Belki de edebiyat içine saklanmış her türlü romantizm ruhlarımızda morfin etkisi yaptığından…

Elvan Yenihayat
Bu öykü Yeşim Cimcoz Yazıevi, Füsun Çetinel önderliğindeki öykü uygulama atölyesinde yazılmıştır.

Öykü-Sumru Tunçyürek

Gölde Akşam

Akşam güneşi, yaşlı zeytin ağaçlarını, sarılı turunculu kaya parçalarını ve kaskatı toprağın üzerinde gelişigüzel savrulan toz bulutlarını şekilsiz gölgelere dönüştürmeye hazırlanıyordu.   Belli belirsiz bir serinlik, silinmeye yüz tutmuş tekerlek izlerini, artık kullanılmayan, yine de rüzgârda garip bir çırpınma sesi çıkaran şemsiyeleri, birkaç kırık plastik sandalyeyi ve etrafa saçılmış cam kırıklarını üşütmeye başlamıştı.  Yaz bitiyordu.  Birkaç yıl öncesine kadar bereketli ve şefkatli sularıyla insan, balık ve böceklerin akınına uğrayan göl, kuruyordu.  Tıpası çekilmişçesine hızla kuruyordu hem de.  Kıyıda, gölden artakalanla toprağın birleştiği yerlerde yosunlar, çamurla karışık çürük bir kokuyla, yeşil sümüksü bir bulamaç halinde birikmişti.  Boyaları dökülmüş, küreklerinden biri kayıp, balçığa saplanmış bir kayığın göle değen kavisli ucundan çatırtılar duyuluyordu.
Cırcır böcekleri sustuktan, kurbağaların bağırtıları kesildikten ve kasabaya giden son otobüsün motor sesi uzaklaştıktan sonra, kıyıdaki iki karaltının nefes alışları duyuldu.  Daha iri olan karaltı, kapısı açık unutulmuş, ahşap kulübenin önünde yerde oturuyor, başı ellerinin arasında boğuk sesler çıkartıyor, omuzları sarsılıyor, ıslanan yüzünü daha da dizlerine gömüyordu.
“Gitmek zorunda mısın?”
Ayakta, kollarını kavuşturmuş, ağırlaşmış göle bakıyordu diğer karaltı.  Etekleri esintiyle kıpır kıpır uçuşuyor, saçlarını, omuzlarının hemen üzerinden kıyıya doğru dalgalandırıyordu.
“Defalarca denedik.  Olmuyor.”
“Birlikte kurduk bu kampı.  Şehrin karmaşasından birlikte kaçtık.  Kendi cennetimizi yaratmıştık.”
Kadın sustu. Adam devam etti:
“Hep hayalini kurduğumuz yerdi burası.  Yıldızların altında bir açık hava oteli gibi, doğanın kalbinde ağırlayacaktık gelenleri.  Tabelamızı ellerinle yazmış, martılar boyamıştın kenarına.  Gölde martının işi ne demiştim.  Mavi Göl kampı evimizdi.  İlk yıl gelen aileleri hatırlıyor musun? Ne neşeli insanlardı.”
Karanlık çöktükçe sazlıklar hışırdamaya, yarasalar kör uçuşlarında kanat çırpmaya, kurbağalar daha da inatla bağırmaya başlamıştı.
“Aile olamadık biz,” dedi kadın.
Sesi, kelimeleri, adamın kalbine saplanan sivri oklar fırlatan bir yaydı şimdi.
“Biz birbirimize yeterdik.”
“Tatlı su ile tuzlu su gibiyiz seninle.  Yan yanayken bile karışamıyoruz. Buraya geldiğimizde aile olabiliriz sanmıştım.  Bir çocuğumuz olsaydı… Gülen oynayan çocukları, şezlonglarında fısıldaşan anne babaları, kahkahalar atılan sofraları izlemekten yoruldum.”
“Baba olmayı ben de istedim…”
“Hayır! Yine başlama! İstemediğini ikimiz de biliyoruz. Şehirden, işinden, ailenden, arkadaşlarından, ödenecek faturalardan, sorumluluktan kaçtın hep.  Baba olmak mı?  Sen mi?”
Karanlıkta bir baykuş öttü.
“Göl kurumasaydı her şey yolunda olacaktı.  Hepsi şu sulama kanallarının suçu!  Yeraltı sularını kuruttular! Sivrisineklerle dolu bu bataklıkta kim kalır ki?  Haklısın.  Taşınmalıyız.  Başka bir göl kenarı bulup, kampı tekrar eski günlerine döndürmeliyiz!  Neden düşünemedim bunu!”
Kadın kaskatı omuzlarını gevşetti, kollarını çözdü.
“Tabelayı yeniden boyaman gerekecek.  İstediğin kadar martı çizebilirsin.  Şemsiyeler de tamir edilecek. Minik bir mutfak da yaparız.  Kek filan pişirirsin kampçılar için.  Mavi Kamp Cafe!  Meşrubat da satarız. Elden düşme bir buzdolabı bakmalı.  Jeneratörü de yenilemeli.  Muhasebeye faturaları bırakmış mıydın bugün?”
Kadın eğildi, yerde dertop olmuş bir misina yumağının ucundaki paslanmış olta iğnesini aldı.  Ahşap kapının çürük, yer yer şişmiş gövdesine geçirdi kancayı.
“Evet, olta da kiralarız.  Tekneyi de onarmak gerek.  Küreğin tekini bir türlü bulamıyorum!”
“Aradın mı hiç?”
“Neyi?”
“Küreğin tekini.  Aradın mı hiç?”
Adam kısa bir süre düşündü.
“Yarın arayacaktım. Yarın, ilk işim küreği bulmak!”
“Kürek, yaz başından beri kayıp. Göl de aniden kurumadı. Biliyorduk zamanla kimsenin gelmeyeceğini.”
Ay doğmuştu tepenin ardından. Yarımdı bu gece. Yine de gümüş ışıklar saçıyordu. Karanlıkta, kulübenin içini, girişteki iki küçük valizi, üzerinde kağıtlar, tarihi geçmiş gazeteler, boş şarap şişeleri ve kavun kabuklarının olduğu masayı aydınlatıyordu.
“Ben... Sensiz ne yaparım?”
Kadın, kulübenin kapısını kaparken menteşeler gıcırdadı, birkaç yarasa karaltısı ansızın belirip kayboldu. Üzeri hala dağınık yatağa doğru ilerleyen ayak sesleri duyuldu. Kurbağalar sustu. Sazlıkların dibinden suyılanları geçti. Havada yosun, çamur ve çürük tahta kokusu asılı kaldı kadından geriye.

Sumru Tunçyürek
Bu öykü Yeşim Cimcoz Yazıevi, Füsun Çetinel önderliğindeki öykü uygulama atölyesinde yazılmıştır.










Gümüş İçten


Gümüş İçten 

Yamalı bir bohçaydı, itilmiş
Dolabın en gerisinde.
Zilli halhal, kolçak, alınlık,
Has kakmalı gümüş.

İçten sordu çocuk,
Anneanne bu haç mı?
Yabancı çiçek tarlası işlemeler,
Anlaşılmaz harflerle dolu alfabe,
Cep aynasında kaybolmuş an.

Neşeyle uyanırdık sabahlara.
Çanlar derdi ki, okul zamanı.
Babam tarardı saçlarımızı tel tel,
İşte bu kemik tarakla.
Kuru üzüm doldururdu anam ceplerimize.
Hey çocukluk, karlara bata çıka, bata çıka, bata çıka.
Hiç üşümezdik o zamanlar.
Pekmez doluydu küplerimiz. Sofrada şarabımız. Tulumda peynir.
Elma kurusu, incir, “alüce”.
İşlikte gümüş asalar, kemerler, takunyalar.
İçten ışıldar insan, derdi babamın nasırlı elleri.
Benle Suren’in yüzünü okşarken.

Anneanne, senin gerçek adın ne?
De git, kaldır şu bohçayı geveze çocuk!
Bana seccademle tespihim gerek.

Füsun Çetinel

El Arabası-Filiz Müldür

"Biraz ayakların yere bassın."

Küçük bir kız çocuğu olduğum günlerden beri bana hep aynı şeyi söylerler. Evet, ama ya gerçekler beni mutsuz ediyorsa? Kendi gerçeğimi yaşamak daha iyi değil midir? Hayallerin, düşlerin peşinden gitmek, gerçek olmalarını istemek kime ne zarar verebilir ki? Kim ne derse desin ben her akşam yattığımda kalın yorganlar altında her istediğim şekle bürünürüm. Engeller kalkar, ayrılıklar biter, sevgiler çoğalır, aşklar hararetlenir, yatağım balkabağına dönüşür, bütün kahramanlarım canlanır.

On dört yaşımın Edirne’si. Karne hediyesi olarak amcamlarda kalabileceğim koca bir yaz tatilim var. Ailemden ayrı olmaksa benim için asla bir üzüntü nedeni değil. Çünkü kuzenim Sevinç en iyi dostum. Onunla köyde bir yaz geçirmek beni çok mutlu ediyor. Ne tuhaf! Birinin cenneti olan yer bir başkasının cehennemi olabiliyor. Annesini üç yaşında trafik kazasında kaybeden Sevinç filmlerde görüp “ yok canım bu kadar da olmaz “ dedirtecek bir üvey anneye sahipti. Evin bütün işlerinden ve mutfaktan sorumlu olmasına rağmen işlerimizi erkenden bitirir sokağa atardık kendimizi. Çocuk olmamız mıdır acaba anılarımızda yaşadığımız yerleri güzel yapan?

Diğer kuzenlerle buluşmak, erik toplamak, tarlaya karpuza gitmek, saklambaç oynamak en büyük eğlencelerimiz. Bir de düğünler var tabi. Köyün bütün gençleri için çok önemli bu düğünler. Kızların ve oğlanların avlunun karşılıklı iki tarafına geçip birbirleriyle bakıştıkları, küçük çocuklarla birbirlerine mektup yolladıkları, ilerleyen saatlerde alkolün de etkisiyle karşılıklı oynaşmaların başladığı sosyalleşme yeri. İşte bu basit hayatta her şey çok güzeldi.

Amcamların evi yokuşun başında büyük bir bahçenin içindeydi. Kendimize, çok eğlendiğimiz, yeni bir oyun bulmuştuk. Yokuşun başına çıkıyor, eşya taşımak için kullanılan el arabasının içine birimiz oturuyor, diğerimiz arabayı hızla yokuştan aşağı sürüyorduk. Zar zor çıktığımız yokuşun başından öyle bir hızla bırakıyorduk ki kendimizi içimdeki o uçma hissiyle yokuştan aşağı inerken göklere yükselip bulutlara değeceğimi zannediyordum.

Yine öyle son hızla, Sevinç’i aşağı iterken sokağın köşesinde amcamın oğlunu gördüm. Uzun boylu, daha önce hiç görmediğim biriyle konuşuyor. Bir an onlara çarpacağım korkusuyla el arabasını ters yöne çevirmeye çalışırken ikimiz birden yere düştük. Sevinç kahkahalarla yerde debelenirken ben ayağa kalkmaya çalışıyordum. Üstümü başımı düzeltirken Hüsnü abim, “İşte bu da bizim küçük yeğen. İstanbul’dan geldi,” diyordu. Yanaklarım kızardı, ellerimi ne yapacağımı bilemeyip önüme baktım. Çok yakışıklı biri bu. Yirmi beşlerinde olmalı. Alnına düşen açık kahve saçları, sert mi yumuşak mı içten mi şeytansı mı olduğunu anlamadığım o lacivert gözleriyle karşılaştığımda, o uçma hissini, salıncağa bindiğim zaman hissettiğim o iç çekilmesini duyuyorum yine. Belki de bilmeden daha sonra hep o hissi aradım, filmlerde, şarkılarda, sevgilerde...

Abime dönüp alaycı bir tavırla, “kızımız biraz yaramaz galiba,” diyor. Sinirleniyorum. Eve girerken abime, “manyak mıdır nedir bu çocuk, “ diyorum. “Kemal mi? Yok iyi çocuktur kızlar bayılır ona,” diyor.
Yemeğimi yiyip erkenden yatmaya gidiyorum. O gece karanlıkta, koca yastıkların altında günün birinde onun karşısına çıkacağımı, güzelliğimden dilinin tutulacağını, bana âşık olduktan sonra da o günkü yaramaz kızın ben olduğumu söylediğimde yüzünün aldığı şekli hayal edip duruyorum. O sırada bilmiyorum ama yıllar sonra o geceyi hiç umulmadık bir şekilde tekrar hatırlayacağım.

Kırk yaşımın İstanbul’u. Küçük şık mağazalarla, pahalı kafelerin olduğu geniş bir caddedeyim. Dar girişli bir apartmanın dördüncü katına çıkıyorum. Arka caddeye bakan camın önündeki yeşil renkli josephin koltuğa oturmamı söylüyor güzel gözlü kadın.
“Derin ve uzun nefes alıp veriniz.”
 “Arkanıza yaslanıp gözlerinizi kapatınız.”
“Aldığınız her nefeste vücudunuzun doğal ritimleri ve gelişen rahatlama duygusunu daha çok hissedeceksiniz. “
“Ayaklarınızdan başlayarak teker teker bütün kaslarınız gevşeyecek. “
“Şimdi size daha huzurlu bir ortam yaratacağız.”
“Sıkıntılı olduğunuzda gitmek istediğiniz, güvenli, mutlu olduğunuzu hissettiğiniz ve en çok olmak istediğiniz yeri bulup oraya gitmenizi istiyorum.”
“Ben söylediğim zaman beşten geriye sayacağız. “
“İneceğimiz her basamakta daha huzura, daha derine ineceğiz.”

Beş- Nice’de tren garındayım. Beni Monaco’ya götürecek hızlı treni bekliyorum. İdrar kokusunun arkasında iki çipil göz. Korkuyorum. Çantamı kucağıma alıp sıkıca sarılıyorum.

Dört-Arka camında güllerle adımızın baş harflerinin yazıldığı gri spor bir arabanın içindeyim. Danteller, çiçekler, duvak… yanımda  siyah takım elbiseli, papyonlu yüzü tanıdık gelen bir adam oturuyor. Hafızamı zorluyorum.

Üç derine- İşte annemin sesini duyuyorum, bizi çaya çağırıyor. Elmalı kurabiye ve pişinin kokusu buraya kadar geliyor.

İki- daha derine.

Bir şimdi en derine- Koca yorganı başıma çekiyorum. Yokuştan hızla inerken hissettiğim içimdeki o çekilmeyi, heyecanı bastıramıyorum. El arabası gidiyor, gidiyor, hızlandıkça hızlanıyor. Evin kırmızı kiremitlerinin üstünden, erik yüklü dalların arasından, elektrik direğinin üzerine yuva yapmış leyleğe selam verip mavi gökyüzüne, top top bulutların üzerine çıkartıyor beni. Lacivert iki göz derinden, alaycı küçük bir kız çocuğuna bakıyor.

Huzurluyum. Derindeyim. Büyümek istemeyen küçük bir kız çocuğuyum ben.

Filiz Müldür
Bu öykü Yeşim Cimcoz Yazıevi, Füsun Çetinel önderliğindeki öykü uygulama atölyesinde yazılmıştır.

Tezcanlı Hayalet Avcıları

Müge İplikçi Söyleşisi

Yağmurlu bir akşamda Gergedan Kitapevinde Fuat Sevimay ve Özlem Kiper moderatörlüğündeki Öykü Akşamlarına katıldım.  Müge İplikçi’yle, Tezcanlı Hayalet Avcıları üzerine samimi bir söyleşi gerçekleşti. Özlem Kiper güzel sesiyle kitaptan öyküler okudu bizlere.

F.S: Tezcanlı Hayalet Avcıları’nı dördüncü ya da beşinci kez okudum. Bende kalanlar şöyle. Hayatımızda geçmişten, bazen bir ilk gençlikten, bazen de Hırvatistan’daki kıyıdan hatta bu anımızdan ama yavaş yavaş geçmiş olacak yaşadığımız şeylerden kalan  birtakım hayaletler var ve bunlar bizim peşimizi bırakmıyor. 

Yaşlandıkça geçmişe olan bağlılık, yaşlanmaktan çok mutluyum o ayrı bir şey de, artıyor. Geçenlerde bir arkadaşım, “ne kadar yaşlandım yaşlandım diyorsun, nedir bu halin” dedi. Evet, bir saplantı galiba bu bir yandan. Bizim gibi ülkelerde yaşayan insanların elinden sürekli kaçırılmış olan o gençliğe yönelik aslında bir isyan da. Çabucak büyütülüp çabucak yaşlandırıldığımız böylesi ülkelerde geçmişle kurduğumuz ilişkiler de bana biraz tuhaf geliyor. Hayaletleri bile tuhaf. Ve muzip hayaletler. Bu kitabı biraz o yüzden yazdım. Bir sürü muzip hayaletim var, muzip hayalim olduğu gibi. Muzip derken, yüzüne bakıp hüngür hüngür olduğum hayaletler bunlar. Hem arabesk hem yüzü batıya dönük. Böyle böyle ölüp gideceğiz ama bir daha dünyaya gelsen ve neresi, deseler ben yine burası derim. Burada çok acayip bir güç silsilesi var. Bu güç yazdırıyor insana. Çok iyi öykülerimiz, çok iyi kurgularımız var. İnsanlarımız da iyi fakat bir şey tıkanmış durumda. O tıkanıklığı gençler açacak onu biliyorum. Biz görebilecek miyiz onu bilemem. Hırvatistan’da gördüğüm de buna benzer bir şeydi. Bu öyküyü yazmamın nedeni de o. Hırvatlar bize çok benziyorlar. Çok neşeli insanlar ama bir anda hüzünlenebiliyorlar. Duygusal insanlar ve bir yandan küfür kıyamet ortaya dökülebiliyor. Bahçesindeki kedisini göğsüne bastırabiliyor ama komşusunu öldürebiliyor. O kıyı bana çok iyi geldi, çocukluğumun kıyısıydı sanki. Mavi bayraklı bir kıyısı vardır Split’in, o kıyıya her indiğimde dedemi görüyordum, anneannemi görüyordum. Öyküde derim ki “ışık hepsini yutuyordu”. Aslında orada bir metafor var. Onu da bir okurum buldu. Işığın her şeyi yutması, ölüme bir gönderme var orada. Ürkütücü değil ama. Karanlık da ürkütücü değil baktığınız zaman. Sadece nerede durduğunuza bağlı.

Split’de küçük bir topla bir oyun oynuyorlar. Yaz kış, çoluk çocuk. Denizde karada. Maksat topu yere düşürmemek. Yaşamın öyküsü de böyle bir şey yere düşmeden yakalayıp başka birine pas atmak onu. Öğretmenlik gibi yazarlık gibi, burada o topun öyküsü sizlere ulaşabildiyse ne ala. Yere düşmeden yakalandı demektir.

F.S: Bize ulaştığını söylemeye gerek yok. Zaten o kırmızı top son öyküde de zıplamaya devam ediyor değil mi? Ölümden korkmaya gerek olmadığını söylüyor, değil mi öyküler?

Evet, hepimiz o kırık gençliğin içerisinden geçiyoruz kaç yaşında olursak olalım. Hepimizin fezaya çevrili gözleri vardır yaşamın bir döneminde ama hepimiz de öyküdeki gibi Astronot Niyazi olmaya mahkûm öleceğiz. Ama boş verin canımız sağ olsun. Öykü zaten, sonunda bütün düşlerin bir Astronot Niyazi metaforuna dönüşmesi üzerine.

Ö.K: Öykülere baktığımızda hepsi şimdiki zamanda başlıyor. Kahramanlar anı yaşarlarken bir anda bir şey oluyor, geçmişe dönüyorlar. Geçmişte karşılaştıkları insanlar, belki kendileri, belki olaylar, geçmişe götürüyor onları ve şimdiyi yaşayamaz hale geliyor kahramanlar. 

Aslında şimdisi yok öykülerin. Ve kahramanlar geçmişi şimdiki zaman olarak yaşıyorlar toplum olarak. Alttan alta bir eleştiri var. Neden hep geçmişi şimdi diye yaşıyoruz, sorusu. Hâlbuki şimdiki zamanı yaşamalıyız. Şimdiki zamanı yaşarsak bir şeyler olacak. O hayalet halimizle şimdiki zamanın gölgeleri olarak yaşamak daha cazip geliyor bize.

F.S: Çok farklı coğrafyalarda geçen öyküler var bu kitapta. Göç öyküleri var. Dediğiniz gibi, on yılda yirmi yılda bir yerlerimize kazınan hayaletlerden çok da kolay kurtulmak bu coğrafyada mümkün değil ama “asla kurtulamayız biz” mesajı da yok. Umutsuz, karamsar değil öyküleriniz.

Beni burada tanıyanlarınız var, karamsar biri değilim. Her zaman bir umut vardır. Korkunun karşısındaki en güzel duygu da umuttur esasında.  Onu elimizden almaya çalışıyorlar ki tümden ödlek olalım. Hikâye bu.

F.S: Biz bu akşam Tez Canlı Hayalet Avcıları ve öyküleri konuşuyoruz ama çoğunuz biliyordur Müge İplikçi yalnızca öykü yazmıyor. Roman, çocuk kitapları, köşe yazıları, tamamen bir edebiyatçıyla beraberiz.  Yalancı Şahit’de, kasvet demek doğru değil ama daha ağır, hüzünlendiren bir dil var. Veya Civan’da anlatılan hikâyenin dili. O metinlerle karşılaştırdığımızda, Tezcanlı Hayalet Avcıları mutlu, eğlenceli. 

Sürekli ciddi kalınarak ciddi olunabileceğine inanmıyorum. Eğlencenin ciddiyetine varıldığında, tıpkı oyunun ciddiyetine varıldığı gibi, dünyayı değiştirebilecek temel saç ayaklarından biri olduğuna inanıyorum eğlencenin. Ben bir çocuk kitabında da bunu söyledim. Neşeyle yolların kat edilebileceği hiç aklınıza gelir miydi?  Neşe olduğu zaman kahıra göre daha güzel zamanlar geçirerek gidebiliriz başka yerlere, başka kıyılara diyorum. Hep böyleydim ben. Hüzünlü bir insanım ama neşe her zaman cebimdedir. Bu toplumu da çok sevmemin nedeni o. Neşeli bir toplumuz.

Ö.K: Ortak temada hatıralar var, hayaller var, hayaletlerimiz var. Öykülerin bir kaç tanesi çıktı sonrası daha kurgusal mı gitti? Kendiliğinden mi çıktı bu kadar öykü, nasıl oldu?

Civan’ı yazarken, karanlık bir romandır o, yazdım bu öyküleri. Okuyanlara geçmiş olsun. Şimdi de bir kitapla uğraşıyorum ve bir yandan da öykü yazıyorum. Bu bir ferahlama alanı. Burada karanlık bir şeyle uğraşıyorum ama diğer tarafta da yumuşak bir şey yapıyorum. Mesela Kaf Dağı’yla da Açelyalar’ı yazmıştım eşzamanlı olarak. İnsanı rahatlatıyor böyle yazmak.

Ö.K: Genelde böyle yapılmasın diye tavsiye ederler ama?

Doktor ne dediyse tersine yapıyorum ben. Edebiyat o kadar hayatımdaki, tıpkı sizler gibi, her zaman elimin altında okuyacak bir şeyler var. Her şey her an yazılabilir, benim için sorun yok. Kendinizi kısıtlamayın. Yazmak bir delilik belki ama normal nedir ki zaten?

Füsun Çetinel

Karakter Çalışması

Marcel Proust'tan Sorular

Marcel Proust'un kendi karakterleri için hazırladığı bu çalışmayı, sevgili Yeşim Cimcoz yıllar öncesinde birlikte katıldığımız bir interaktif roman projesinde bana yaptırmıştı. Unutmuşum bile, sağ olsun bulup çıkarmış bir yerlerden.

Bu soruları siz de roman veya öykü yazarken kendi karakterinize sorup onu ete kemiğe büründürebilir, karton karakter olmaktan kurtarabilirsiniz. Hatta sadece bu çalışmayla hikayenizi bile ortaya çıkarmış olursunuz.

Nasıl mı? 

Karakter sanki karşınızdaymış, mutfak masanızda sizinle oturmuş gibi düşünün, sonra da sorularınızı sıralayın.

İşte benim karakterim…

Sizce insanın yaşayabileceği en derin sefalet nedir? 

Gözleri çıkasıca kocam beni kırk günlük bebe ile kıçımın üstünde öylece bırakıp, Almanya'ya gittiğinde,hiç bilemedim. Gelir bizi alır mutlaka yanına, o güzel rahat hayata dedim. Nerdee.Orada Alman karının teki benim aslan gibi kocaya hemen taktı kancayı tabii. Sonra gelsin sefalet, kayınbiraderin insafına kaldım, onun bodrumuna sığındım burada. Sefaleti o zaman yaşadım. Zırıl zırıl aç bir bebe, bende ne olacağım korkusu. Ot yok ocak yok.

Nerede yaşamak isterdiniz?

 Almanya'da kocamın yanında, hakkım olan yerde tabii.

Dünyevi mutluluk sizce nedir? 

Sabah istediğin saatte kalkarsın, açarsın camını, sardunyaların önünde,ohh elinde demli bir bardak çay,sokağa dalar gidersin. Ne trafik ne para derdi, gönlünün dilediği gibi yersin günü.

En çok hangi yanlışlar sizin kafanıza takılır? 

Elin karısına kızına tebelleş olmak,aldatmalar falan, bir de pis insanları hiç sevmem. Yani temizlik imandan gelir işte. Haa bir de evde hayvan beslemek hiç bana göre değil, ama kadere bak her gittiğim evde  bir mahluk oldu hep.

Roman kahramanları arasında en çok kimi seversiniz? 

Benim hayatım roman zaten, en baş kahraman da benim, ablacım.

Tarihte en çok sizi kimler etkilemiştir? 

Atatürk çok mert adammış, bir de Zeki Müren'in üstüne kimseyi tanımam.

Gerçek yaşamda kadın kahramanlarınız kimlerdir? 

Türkan Saylan'ı çalıştığım yerlerden duyuyorum, kızları köylerden bulup okutuyormuş hep. Helal olsun kadına. Bir de bana okuma yazma öğreten Çayhan öğretmen var, o benim gerçek kahramanım. Elimden tuttu bildiği şeyleri öğretti hep, kafamın aldığı kadarıyla.

Kitaplarda en sevdiğiniz kadın kahramanlar kimdir?

 Kitapları bizim kız hatmeder, bana anlatır bazen. Dinler gibi yaparım kırılmasın diye, pek bir şey aklımda kalmaz. Vakit yok anam.Aklımda hep benim gözleri önüne akasıca koca ve fingirdeşi o Alman karı var tabii.

En sevdiğiniz ressam?

Bilemem hiç,ablacım benim. Ama temizliğe gittiğim çatlak bi ressam karı var. Resminden pek bir şey anlamam. At yapar, takmış kafayı atlara, bir de tövbe çıplak karılar yapar.  Ayıp yerleri hep ortada.

En sevdiğiniz müzisyen?

En birincisi Zeki Müren. Ne ses var . Hisli okur her şarkısını.

Bir erkekte en değer verdiğiniz özellik?

 Anlayış, mertlik, doğru söz. Bir de pis kokan adamlardan hiç haz etmem.

Bir kadında en değer verdiğiniz özellik? 

Temiz olacak, güzel yemek yapacak,evini, ailesini bilecek, şimdilerde okuyacak meslek sahibi olacak.

En sevdiğiniz değer nedir? 

Doğru söz.

En sevdiğiniz meslek? 

Öğretmenlik anacım, bak öğretmensiz kalırsan benim gibi, ortada cahil bir başına dağ adamı gibi dolanırsın. Ne yol gösteren olur sana, ne akıl veren. Çayhan öğretmen olmayaydı hepten yitip gitmiştim ben bu kargaşanın ortasında.

Ne olmuş olmayı isterdiniz?

Öğretmen olmayı, bir de Almanya'ya çalışmaya gitmeyi isterdim. Benim adamı bulup hıncımı almak isterdim. O karıyı boğmak isterdim.

En önemli özelliğiniz nedir? 

Çok tezimdir. Yavaşlığı hiç sevmem. E  meslekten ötürü çok da temiz ve titizimdir, haliylen.

Arkadaşlarınızda aradığınız en önemli özellik nedir? 

Arkadaşa, dedikoduya, fan fino pek vakit kalmaz ablacım. Ama komşular var tabii. Sağolsunlar yanda Nezaket abla var. Her derde devası vardır sağolsun. Bir de içten dinler insanı, öyle kafadan hı hı demez hiç.

En büyük kusurunuz nedir? 

Fil gibidir hafızam, kötülükleri unutamam hiç, unutmak isterim yapamam işte. Olmuyor, elde değil.

Mutluluk hayaliniz nedir? 

Dedim ya biraz önce, duvara mı konuşuyorum ben. Sardunya dedim, demli çay dedim, pencere kenarı dedim. Ohoo, sen benden betersin be, abla.

En büyük kaybınız ne olabilirdi? 

Allah etmesin, pırlanta gibi güzeller güzeli bir kızım var. Her şey onun için. Gerisi boş. Kıymetini bilemedi babası. Gözü kör olsun.

En sevdiğiniz renk? 

Yeşil,çayırı çimeni hatırlatır. Köyümü hatırlatır. Anamgilleri hatırlarım. Ühüüüü.

En sevdiğiniz çiçek?

 Sardunya,daldan kırarım, batırırım toprağa, iki güne şıp diye tutar. Hiç bir çiçek dayanamaz bana.

En sevdiğiniz kuş? 

Kargalara bayılırım, kimse sevmez ama o da bir Allahın kulu işte. Bilmiş bilmiş bakarlar. Bunların konuşanı bile varmış. Parlak şeyleri severlermiş, kaçırıp yuvalarına götürürlermiş hep. Taşlığa ekmek ufalarım hep gelir yerler. Elif'imin saçları gibi renkleri kuzguni siyah.

En sevdiğiniz isim nedir?

Elif, kuzucuğumun ismi.

En sevmediğiniz şey nedir? 

Pis karılar, pasaklı karılar, onun bunun kocasına göz dikenler, riyakarlar işte anlattıklarım daha önce.

Keşke bende de olsaydı dediğiniz bir doğal yetenek var mı? 

Var, he valla. Şu karga kuşu gibi uçup benim herifin gözlerini oymak isterdim.

Nasıl ölmek istersiniz? 

O ne biçim laf. Allah ağzından alsın. Çok korkarım ölümden, cehennemden falan.

Şu anda ruh haliniz nedir? 

Abla senin sayende içim daraldı,yani ne biçim, ne tuhaf sohbet bu. Günümün içine ettin, kusuruma kalma ama.

Yaşam felsefeniz nedir... tek cümlede ? 

Of bitirdin ablacım beni be. Felsefe falan bilemem. Düşün düşün boktur işin. Ah bir şu beynimi durdurabilsem. Ne rahat olurdum o zaman. Bir çay koyalım yeni demledim, yanında da katmer var, bak evden getirdim parmaklarını yersin valla. Unut bugünlük rejimini falan. Kendimize geliriz. Düşünme sen de artık.

Füsun Çetinel

Bir Yazı Macerası

Mozaik

4 Mayıs, 2010. Kuledibi  Atelye Galata’nın renkli, boncuklu, mozaikli, hafif loş atmosferinde samimi masalarda harıl harıl yazıyoruz, kağıda, deftere, peçetelere. Mutfaktan yeni çıkmış lor kurabiyeleri, peynirli dereotlu kekler ve demleme çay eşliğinde. Fonda Fransızca bir şarkı, buğulu, acelesiz. Karşı masada iki Japon kız renkli içecekleri ve kıyafetleri ile merakla inceliyorlar herkesi. Bugün yine yolları arşınladık. Galata’nın daracık eğri büğrü sokakları; hayatımın dokuz senesini geçirdiğim ve demir kapısından her cuma tören sonrası kendimi itiş kakış sokağa fırlattığım sevgili okulum. Cefakâr sıra arkadaşım Bilge ile aynı merdivenlere oturduk farklı hislerle. Minyatür kilise. İngiliz karakolu. İzbe binalar. Sevimli Galata kulesi. Işıltılı lambacılar. Okulu kırdığımız günlerin vazgeçilmezi, Ercan abinin kahvesi. Yine kediler, yıkıntılarda güneşlenen, tembel, hayatı seven. İşte şimdi yazma zamanı.‘Kuledibi, anasının dizi dibi.’  Tam bu satırları yazarken, bir gürültü bir kıyamet. Kalemim duruyor aniden.

Ne oluyoruz ya?

Durun, kimse kıpırdamasın. Bu bir baskındır.

Memurum sen masalardaki kâğıtları, evrakları toparla. Kimse kıpraşmasın. Fena yaparım. Ona göre.

Ramazan, evladım sen bu yerdeki poşetleri de toparla. İçinde kim bilir zararlı neler var. Hepsini poşet, kâğıt, kadın ne varsa İngiliz karakoluna getirin.

Amirim kadınlar çemkiriyor, poşetleri vermek istemiyorlar.

Ne demek lan! Bırakın çabuk poşetleri elinizden.

Lütfen memur bey, içinde ne zorluklarla yaptığım gümüş takılar var. Ne olur nazik olun.

Ay ay memur beyciğim, kıracaksınız ama çift sarılı yumurtalarımı. Taze diye almıştım köşedeki ekolojik pazardan. Çok kabasınız polis bey yani.

Suuus. Yetti be. Kümese döndürdünüz burayı. Gıt gıt gıt. Yürüyün karakola.

İngiliz Karakolu

Kim bu gurubun elebaşısı? Çıksın ortaya. İzinsin konuşan kodesi boylar ona göre.

Amirim bu bir kamyon dolusu kadın toplanmışlardı. Şüpheli gördük, aldık getirdik. Cıvır cıvır bir türlü susturamadık yalnız.

Höööyt. Susun.

Elebaşı konuş. Neyin peşindesiniz? Haa?

Efendim, şöyle izah edeyim. Biz bir yazı gurubuyuz. Yani…

Tamam, belli işte. Kurmuşlar gurubu, önceden planlı programlı hem de. Niye yazıyorsunuz?Neyi yazıyorsunuz? Evinizde otursanıza. Utanmıyorsunuz di mi?

Ama amacımız… Bakın kötü bir şey yok ki yani.

Hıdır topla kalemini kâğıdını şunların, bakalım neler yumurtlamışlar. Getirelim şunların akıllarını başlarına.

Hemen amirim. Emriniz olur. Kalemlerini kırıyım mı?

Cıvıma Hıdır. Gördün kadınları hemen havaya girdin. İnsan ol evladım insan.

Memur beyciğim benim midem rahatsız da biraz. Stres, heyecan falan derken.Bir bitki çayı alabilir miyim acaba?

A Hıdır beyciğim. Ben bir sütlü çay alırım valla.Normal çay dokanıyor da.

He ya. Burası Starbucks sankim. Diğerlerine de cafe latte söyleyelim  Hıdır bey. Manyak mısınız siz? Elin dandrik çaylarını içe içe reflü oldu zavallı midem. Küçük hanımefendiler çok kibarlar ya, içemezler öyle her şeyi.

Amirim ben şahsen kulak misafiri oldum. Çok şüpheli konuşmalar geçiyordu aralarında. Bunlardan bir sürü sabahtan sokaklara dağılmıştı, orada burada. Her bir yerin, her bir şeyin fotoğrafını çektiler. Anlamlı notlar aldılar.

Aferin Hıdır. Terfi garanti sana artık. Listele bunları ad, soy ad, yaş.

Amirim, aha şu kadının adı Refiya. Yanındakilere diyordu ki, ‘İçim yanıyor eskiye, gidenlere.’ Sonra mozaik falan dedi. Yani ne demek istedi şimdi bu?

Hıdır, dur bir dinleyelim bakalım. Evet elebaşı seni dinliyoruz. Öt bakalım.

Bakın komiser bey bu dördüncü toplantımız oluyor. Her ay başka semt, başka yüzler. Herkese açık gurubumuz. Yazmak isteyen, yazıyı seven katılıyor. Yazılar internet sitesinde.

Hah, işte beklenen itiraf geldi. Organize suç. Planlı programlı. İlk de değil. Üstüne üstlük bir de internet sitesine koyup cümle âleme ilan etmişler. Yuh olsun size. Hanım senin evde bekleyen aç açık kocan, sabin yok mu? Ne biçim kadınlarsınız siz? Ha, konuş. Bak tansiyonum fırladı yine durup dururken.

Ay, komiser bey suratınız kıpkırmızı oldu valla. Adam göz göre göre gidecek kızlar.

Ramazan ilacımı getir tez. Şiştim, şiştim.

Komiser beyciğim şişersiniz tabi, o pis karbonatlı çayı içerseniz. Bir de sizde stres çok tabi. Bakın ben yaşam koçuyum. Sizinle şöyle bir iki seans çalışsak diyorum.

Sus kadın sus.

Aaa, bende de aktardan aldığım tamamen doğal ekinazya var. Daldıralım sıcak suya. Her bir şeye iyi geliyor vallahi.

Yeter bee.

Bakar mısınız memur bey. Tuvalet ne tarafta acaba. Sabahtan içtik çayları. Onun için yani.

Tuvalet muvalet yok. İşeyin altınıza. Toplaşırken düşünecektiniz bunu.

Hıdır, şu arkada gizlene kadınları da getir bakalım öne. Niye sinmişler öyle?

Amirim bunlar Japon. Gözlere baksanıza ,çekik çekik. Bir şeyler diyorlar ama anlayamadım. ’Aç insan’ diyorlar galiba. Acıkmışlar garipler herhalde. Lahmacun söyleyelim mi bunlara?

Benim güzel, akıllı memurum. Sen en son ne zaman dayak yedin benden? Bir düşün şöyle. Manyak mısın sen be.

Komiseeer bey. Ben anlarım biraz Japonca. ’Aç insan’ demiyor onlar. Sizi selamlamak için ‘Ancinsan’ diyorlar,  yani hürmet ediyorlar.

Bi de ukalayız hanımlar, haa.

Peki diğerleri kim, o arkadakiler. Çıkın ortaya bakıyım.

Yürüyün, bacım. Bak amirim kızıyor.

Aaa kız Mağdure! Senin ne işin var bunların arasında. Ay ölecem şu an. Sen el âlemin karısına bir araba dolusu laf sırala, kendi öz be öz karın aralarından çıksın.

Ama komiser kocacım. Bir dinle, anla beni. Kendimi ifade edecem artık. Yetti canıma. Hep yemek, bulaşık, çamaşır. Bir gördüğüm yer semt pazarı. Kadınlara özgürlük diyorum artık.

Dur kız dur sen. Şimdi sana iki zumzuk çakacam, kendimi ifade edecem. Bak gör o zaman.

Ama komiser bey her şey zorbalıkla olmaz ki, değil mi arkadaşlar?

Çok haklısınız Yeşim hanım. Verelim komiserimize kalem kağıt kendini öyle ifade etmeyi denesin.

Hadi komiser bey, ne olur hatırımız için.

Yaz, yaz, yaz.

Hadi kocacım kırma bizi. Bak Hıdır da yazmak istiyodu, sana diyemedi kızarsın köpürürsün diye. Bu genç bey var ya, Deniz, kuantum yaşam koçu. O anlıyor. Diyo ki kocanızla her bi şeyi paylaşın diyo.Paylaşma olmazsa evlilik olmaz diyo. Diyo da diyo.

Yaa, demek öyle diyo. Bak seen. Deniz bey kardeşim hadi bunlar kuş beyinli. Senin ne işin var bunların arasında? Ha? Yakışıyo mu sana orada burada toplanıp apır sapır şeyler yazmak?

Ama komiser bey, okusanız çok seveceksiniz. Bakın şimdi netten sayfaya girin.

Dokunma devletin malına. Çek elini bilgisayardan.

Ama bir müsaade. İşte bakın semte göre hikâyeler. Yani Zararlı bir şey katiyen yok.

Ana. Hıdır, sen bunlarla işbirlikçiymişsin lan. Senin de yazın çıkmış. Ne işin vardı senin Çengelköy’de iş günü? Ha? Bak bak resmini de koymuşlar bi güzel. Ah, sol kolum uyuştu. Kesin kalpten gidicem ben bugün.

Komiserim, şey ben tesadüfen yengeye hıyar almaya gitmiştim. Beni kandırdı bu kadınlar valla. Zorla oturtup yazdırdılar. Hiç hevesim yoktu halbuki.

Amirine yalan dolan. Terfi etmeyi unut. Hakkari yolları gözüktü sana.

Yaşasın. Komiserim biz yazı gurubu olarak İstanbul dışına açılmayı düşünüyorduk zaten. Hakkari çok otantik olabilir. Bol fotoğraf, değişik lezzetler falan. Hıdır beyin de kalemi çok kuvvetli maşallah.

Tamam lan tamam. Pes ediyorum. Dağılın. Yok olun dünyamdan. Mağdure, kız seni evde görücem akşama. Karşılıklı ifadeleşiriz artık bi güzel. Hıdır getir haritayı önüme. Bakalım Hakkari’den daha otantik bir yer bulabilir miyiz sana. Gurubunu da davet edersin bi güzel.

Füsun Çetinel

Bir Kış Günü, Öğleden Sonra

Yazar olmak, olduğunu bilmemektir

Marguerite Duras’ın Bir Kış Günü Öğleden Sonra romanında iki kişi; biri kadın biri erkek. Mekan Quillebeuf. Marine restoranın kafesinde Captain ve geçmişinde kaybolmuş, yarı ölü karısı Lucy’yle karşılaşırlar. Uzun bir süre onları, hareket ve diyaloglarını izler, sonra da Lucy’nin kayıp şiir hikâyesini kurmaya, sonlandırmaya çalışırlar. Roman boyunca sürer konuşmaları, yazmayı ve hayatı sorgulamaları, tartışmaları.

“Bu öyküyü yazacaksınız da ne olacak?”

“Yazacak başka şeyim yok. Bence, bu öykü engel oluyor başka şeyler yazmama. Ama bu da doğru değil. Bizim öykümüz her zaman böyle havada kalacak, hiçbir zaman tümüyle gereğince yazılmayacak, “ dediniz.

“Kimi öykülerin yazgısı mıdır bu,” diye sordunuz.

"Bilmiyorum. Benden ne öğrenmek istediğinizi pek iyi anlayamıyorum. Bildiğim kadarını söylüyorum ben, kimi öykülerin bütünüyle kavranamayacağını, birbiriyle bağıntısız ardışık durumlardan oluştuğunu söylüyorum. En korkunç öyküler, diyorum, hiçbir zaman açığa vurulmayan, kendi kaypaklığı içinde yaşanan öykülerdir."

İkimiz de önümüze bakıyoruz. Göz göze gelsek belki ağlayacağız. Ne zaman bu yazı konusu açılsa, bakıyorum dikkat kesiliyorsunuz.

“Yazmama engel olan sizsiniz. Bu da çok umutsuz ediyor sizi. Kendiniz yazmadığınız için. Yazmıyorsunuz, çünkü her şeyi biliyorsunuz bu konuda, yazmak denilen bu belalı olayın bütün bunalımlarını, yazmak, yazmamak, yazamamak, bütün girdisini çıktısını biliyorsunuz bunların. Size bir şey diyeyim mi, siz bir yazar olduğunuz için yazmıyorsunuz. Görülmemiş bir şey değil bu.”

“Peki, siz nasıl bulaştınız bu işe?”

“Budalalıktan herhalde… Böyle bir şeyin olabileceğine inanmaya başlamak için budala olmalı insan. Bu iş nasıl becerilir, niçin yapılır onu da bilmiyorum. Size bir şey diyeyim mi, nedenini bilen de yok. İş başlamakta. Gerisi kendiliğinden gelir, yazarsınız, peşini bırakmazsınız. Sonra bir de bakarsınız ki, olmuş işte.”

“Bir gurur meselesi olacak.”

“İlk kitap için evet, olabilir. Kimi yazarlarda daha çok erkeklerde, yalnız bu var. Ama ilk kitaptan sonrası için gurur deyip geçemeyiz, öyle bir el koyar ki yaşamımıza, öyle bir yerleşir ki, inanılmaz… Ama bu da hiç kuşkusuz bir tür korku… İnsanı belli bir korkuya karşı koruyan bir tür korku… Yani bu da olabilir bilmiyorum."

“Yazar olmak, olduğunu bilmemektir.”

Marguerite Duras hayranları. Sevgili ve Yazmak kitaplarını okuyup da elinden bırakamayanlar. Duras’nın büyülü dünyasından çıkmak istemeyenler. Bu romanı okuduktan sonra belki de benim gibi artık yazmak istemeyecek hatta başka hiç kimsenin de bir daha yazmasını istemeyeceksiniz. Bir süreliğine…

Füsun Çetinel




Çok Keyifli Bir Alışveriş Günü Daha

Alışveriş merkezinin saati on ikiyi gösterirken, Meltem, Hakan, kızları Duygu ve oğulları Sinan’la son model otomobillerini valeye teslim etmiş, yağmurlu İstanbul grisini arkalarında bırakıp döner camlı kapıdan ışıl ışıl bir dünyaya adım atmışlardı. Günlerden, haftanın beraber geçirdikleri tek günü, pazardı.  Meltem Louis Vuitton çantasını güvenlikten geçirirken, röfleli saçlarını geriye savurup genç güvenlik görevlisinin günaydınına sırtını dönüverdi.

''Rezil gibiyim, acilen kuaföre gitmeliyim. Saat üçte Masa’da Gönüllerle olacağız. Aman bu sefer geç kalmayalım, gözünü seveyim. Karının dilinden kurtulamıyoruz sonra.''

''Bu kuaför işi de nereden çıktı?  Hani buzdolabı bakacaktık. Çocukları başıma bıraktın yine.''

''Onları oyun alanına bırak. Otuzar liralık jeton aldın mı unuturlar dünyayı. Sen de kendine laptop bakacaktın hani. Her şeyi de benden beklemeyin canım.  Bir pazarım var onu da burnumdan getirme lütfen.''

''Anne, hani birlikte alışveriş yapacaktık?  Simli Babet alacaktık bana.''

''Sonra canım.  Kuaförde işim bitmeye yakın mesaj atarım.''

''Baba… Duygu çocuk cennetine gitsin biz seninle akıllı telefon bakalım mı, hı?''

''Yok oğlum, başımı dinlemek istiyorum ben.''

Meltem’i, kuaförün kapısında, ay nerelerdeydiniz kendinizi çok özlettinizlerle karşılayıp hemen içeri buyur ettiler. Sade bir kahveyi eline tutuştururken,  yıpranmış saçlarını bakıma aldılar.  Manikürcü kız taburesini çekip, Meltem’in biçimli uzun ellerini jojova yağı ile ovmaya başladı.

''Artık bu ten rengi ojeden vazgeçmelisiniz, şu ara erik kurusu çok revaçta.''

En son dedikodulardan, modadan, kimin kimi aldattığından bahsettiler.  Kuaförü Meltem’e saçlarını en son başka yerde kestirdi, diye sitem etti.  Sonra da çapkınca yanağından bir makas aldı.  Meltem kendini çok iyi hissediyordu artık.

Hakan, çocukları otuzar liralık jetonlarla çocuk cennetinin bıkkın ablalarına emanet etti. Plastik palmiyelerin altında bir masa bulup kahvesini sipariş etti. Kilosuna dikkat etmeliydi artık. Yan masadaki mini etekli yirmilik sarışınla göz göze geldiğinde çapkınca gülümsedi.  Ellerini azalmış saçlarının arasında dolaştırdı, omuzlarını dikleştirip göbeğini içeri çekti.  Benim yaşımdaki arkadaşlarımın hepsine beş basarım, dedi içinden. Telefonuna Meltem’den mesaj gelmişti. ''Bir saate işim biter, yemekten önce bir şeyler içelim mi?'' Kahvesinden gürültülü bir yudum aldı.  Tekrar kafasını kaldırdığında sarışın güzel, insan irisi bir erkekle samimi bir şekilde öpüşüyordu.  Boşuna umutlandım, diyerek kızdı kendine.  Sen bir böceksin oğlum, bu huri sana niye baksın ki? Meltem’i de cevaplamak gerekti.

Duygu oyuncak standının önünde yeni çıkan elbise tasarım setini inceliyordu. Tasarımlarınla pırıltılı bir dünyaya gitmeye hazır mısın? Işıltılı moda dünyası.  Setin içinde bulunan birbirinden tatlı, göz alıcı aksesuarlar ve kumaşlarla kendi stilini ortaya çıkaracaksın. Işıltılı tasarımlar için stil danışmanının tavsiyelerine göz atmaya ne dersin? Ben bunu kesinlikle almalıyım, dedi Duygu. Altı yaşındaydı ama annesi gibi ne istediğini iyi biliyordu. Camekândaki aksinde kendini inceledi bir süre.  Göğüsleri niye hemen çıkmıyordu ki?  Ya ayakkabıları, lacivert, dümdüz, bebek ayakkabılarıydı.  Burnunu kıvırdı.  Suri ne kadar şanslı bir kızdı.  Topuklu ayakkabı giyebiliyordu o.  Hırsla pullu pembe hırkasının önünü düzeltti, daha zayıf olmalıydı çok daha zayıf.

Sinan çoktan jetonlarını tüketip telefon bayisinin yolunu tutmuştu.  Bu işi bugün bitirmeliydi artık.  Sınıf arkadaşı oğlanlar ne yapıp edip aldırmışlardı ana babalarına. İçinden neler demesi gerektiğini tekrarladı. Onların, sen daha küçüksün onun için, diyeceklerini hayal etti.  Bugün buradan iPhone5siz çıkış yoktu ona.

Saat ikide tüm aile kafede toplanmıştı.  Çocuklar taze sıkılmış çim sularını içerlerken, Meltem bir duble espresso,  Hakan ise buzlu taze nane yaprakları ve yeşil elma dilimleri ile süslenmiş ev yapımı limonatasını içiyordu.  Meltem ojeli tırnaklarını inceleyip kuaförünün bu aralar istediği saç rengini tutturamadığından yakındı.  Hakan,  o aptal restorana gitmek istemediğini, canının şöyle kocaman kanlı bir biftek çektiğini söyledi.  Meltem takma kirpikli gözlerini devirip baktı kocasına.

''Anne kahven bitince alışverişe gidebilir miyiz ama lütfeeen,'' diye yalvardı Duygu.

''Okul başarımın niye bu kadar düşük olduğu hakkında en ufak bir fikriniz var mı acaba,'' diye sordu Sinan bilmiş bilmiş.

''Sınıftaki bütün oğlanlarda var bende yok onun için.''

''Ay yine mi iPhone5!''

''Oğlum senin aynı işleri yapan cep telefonun var ya zaten.''

''Navigasyonu var…''

''Sen araba mı kullanıyorsun ki?''

''Üstelik Mac’in yapabildiği her şeyi yapıyor. Her türlü programı indirebiliyorsun.''

''Kafayı mı yedin?  Mimar mühendis misin nesin.''

''Milyon tane şarkı alıyor.''

''Tamam, tartışma bitmiştir.''

''Kendine, istediğin o pahalı yüzüğü aldın ama.''

''Bak çarparım ağzına. Ne biçim konuşuyorsun sen.  Benim ne yaptığım üstüne vazife mi senin.''

''Ne yüzüğü Meltem?''

''Babanıza söylemeyin dedi bize.''

''Şunlara bak ya.  Bacak kadar boylarıyla bizi bir birimize düşürecekler.''

''Cevap vermedin Meltem.  Bekliyorum.''

''Ya, annemin parası sana ne.  Bana kalan para, istediğim gibi harcarım.''

''Benim kazandıklarım bizim paramız oluyor ama.''

''Allah kahretsin, kırk yılın başı ailece bir şey yapalım dedik.  Nefret ediyorum hepinizden.''

''Bağırma Meltem, herkese rezil mi olalım ?''

Meltem gözleri nemli, Soma’ya yardım masasının başındaki görevliyi görmezden gelip tuvaletlerin koridoruna daldı.  Bayanlar tuvaletinin parlak keskin ışıkları içinin daralmasına hafifletmişti.  İç içe geçip sonsuzluk hissi veren aynalarda ince uzun bedenini her yönden inceledi.  Bu hayvandan çok daha fazlasını hak ediyordu. Çocuklar olmasa ne yapacağını bilirdi o.  Suratına soğuk su çarptı biraz.  Hafif kırışıklıklar fark etti göz altlarında.  Vitamin iğnesi yaptırmak için geç bile kalmıştı. Biçimli parmaklarındaki yüzüğü inceledi. Çocuklar söylemese Hakan gerçek olduğu fark etmezdi bile. Durup dururken problem çıkmıştı. Moralini bozamazdı. Dedikoducu Gönül’ün ağzına laf vermek isteyeceği en son şeydi.

Gününü muhteşem yemekler eşliğinde bir şölene dönüştürmek ister misin, yazıyordu kocaman harflerle Masa restoranın girişinde.  Bahçe kısmındaki bir masada, Gönül ve kocası Hakan’la Meltem’i karşıladılar. Çocuklara arkada başka bir yer ayarlamışlardı. Birbirlerini ne kadar özlediklerini söylediler gözlerini kaçırarak. Kıyafetlerini süzdüler baştan aşağı. Erkekler kendi göbekleri hakkında şakalar yaptılar. Önden çiğ başlangıçlar aldılar. Kırmızı şarap içildi. Kimi siyah makarna yedi, kimisi odun ateşinde pizza. Yüksek sesle kahkahalar attılar, araba markalarından, deri ceketlerden, özel okullardan, yurt dışı seyahatlerinden, Türk hizmetlilerin pahalılığından bahsettiler. Kadınlar tabaklarının hepsini bitirmediler. Birkaç çatal alıp bıraktılar. Erkekler kahve ve konyak yanında puro içti. Kadınlar mentollü sigara. Hesabı ödemek için bir birleriyle yarıştılar. Gönül iki ara bir derede Meltem’e erkekler hakkında nasihatler verdi. Gözlerinin altının neden morardığını sordu. Sonra da Hakan’a baktı manalı bir şekilde. Köpekbalığı Gönül’dü lakabı. Hiçbir koku kaçmazdı burnundan. Çocuklar birbirleriyle itişmeye, aksileşmeye başlamışlardı. Yanaklarını birbirlerine değdirip ayrıldılar restoranın kapısında.

Duygu simli babetsiz, Sinan iPhone5siz, Meltem ve Hakan sevgisiz, valenin arabalarını kapıya getirmesini beklerlerken, Hakan’ın gözleri yandaki araba reklamına takıldı, Keyif, ışıltısıyla göz kamaştırıyor. Bu yüzük olayı iyi olmuştu aslında, ne zamandır arabasını değiştirmek istiyordu da karısından çekiniyordu. Belki oğlan da bir iPhone5i hak ediyordu.  Çok keyifli bir alışveriş gününü daha arkalarında bırakmışlardı.

Medarı Maişet Motoru

Sevgili Sait Usta

Yıllar yılları, günler günleri arsız köpekler gibi kovalar, bizlerse hayat denen lunaparkın vagonlarında bir aşağı bir yukarı yüreğimiz ağzımızda inip çıkarken, aylardan mayıs günlerden cuma oluverdi ve biz hikayeseverlere ada yolları göründü yeniden.

Belki de çoktan bıktın sen bizlerden! Akın akın, plastik galoşlarla evini dolduranlardan, teklifsizce en mahrem odalarına dalanlardan. İnsanlar böyle işte, bunu senden iyi kim bilebilir ki? Kör ölür badem gözlü olur. ''Kıymetimi yaşarken bilselerdi ya,'' dediğini duyar gibi oluyorum. Hatta duyuyorum bile.

Ada’na Medarı Maişet Motoru ile gelmedik ama bizim gemi de hiç ondan aşağı kalır değildi hani. Kimler yoktu ki içinde? Adalara pazar kurmak için mallarıyla gelenler. Yazlıkçılara eşya taşıyanlar. Öğrenciler. Okulu asıp pikniğe gelmiş tazecik kızlar, oğlanlar. Evde kalmış kızına, koca dilenmek için mum dikmeye niyetlenenler. Bir de biz vardık işte. Hikayeseverler, Sait Faikçiler. Senin dilinde, Birtakım İnsanlar. Hava şıkır şıkır. Deniz köpük içinde. Savaşı, cinayeti, hırsı, itişmeyi, yalanı dolanı şehirde bırakmanın tatlı rehaveti çökmüş üzerimize. Sohbet bir tatlıydı sorma. Gitsek gideriz umursamadan deniz, şehir, ülke, dünya bitene kadar.

O salkım salkım, cıvıltılı insanların çoğu Büyükada’ya gidiyormuş. Ancak bir avuç insan indik Burgaz’a. Rıhtım boyu sırnaşık kediler karşıladı bizi, Ergin’e kadar da eşlik ettiler. Kahve keyfimize ortak olmak için beğendikleri kucaklara yüzsüzce kıvrıldılar. Sıkıysa at kucağından, siyah beyazlısı ağzımın payını verip elimi dişleyiverdi. Paytonlar geldi paytonlar geçti. Kucağımızdaki kediler kadar mayıştık biz de. Kimsenin kalkıp gidesi yok. ''Pazarı öğlen topluyorlarmış hanımlar,'' deyince herkes kendine geldi de yeniden yola koyulduk. Ama önce kilise! Mumlarla birlikte dileklerimizi de tutuşturduk. Sağlık, barış, huzur, bereket iyiliğe dair her bir şeyi diledik. Belki bu kez tutardı dilekler.

Pazarda, Bulgarlardan domuz sosisi ve gravyer peynir aldık. Aldığımıza da bin pişman olduk sonradan. Sen sen ol sakın bir şey satın alma onlardan. Sosislerin içinden ne olduğu meçhul uzun bir kıl çıktı, üstelik nişastayı da basmışlar içine. Anlayacağın sosisten başka her şeye benziyordu. Dış kabuğu plastikten. Gravyer peynirini ise hiç sorma. O da ayrı bir rezalet! Peynir değil süt aromalı kireç püresi.

Kalpazankaya’ya çıkan yolda çiçek, böcek, kertenkele, kaplumbağa, kadidi çıkmış beyaz kısrak, tülüş kuyruklu tay, yasemin kokulu denize uzanan keyifli balkonlar derken, gördüğümüz her şeyi huzurlu, sakin, pek dost sanırken, adı üzerinde Kalpazanların kayasına vardık. Tapusu mu olurmuş Allahın kayasının demek geldiyse de içimden sustum. Kalpazanlara rast geldik, kelle başı elli papeli kareli masa örtülü denize nazır tahta masalarda bir şişe soğuk bira, birkaç halka kızarmış kalamar, az yeşil salata ve bir avuç deniz börülcesinden oluşan yemek karşılığı bırakıp kalktık. Ağaçtan kızarmış yeşil erik kopardık, neyse ki bedavaydı. Kıyıda Marmara’nın serin sularına ayak parmaklarımızı da şöyle bir daldırınca rahatladık. Tuttuk müzenin yolunu.

Ziyaretçilerin sana yazdıkları mektupları yenidünya ağaçlarının arasına gerdikleri iplere asmışlar. Ne günlere kaldık, dedim içimden. Kimsenin özeli kalmadı bu zamanda. Her şey vitrinlik oldu. Hiçbirini okumadım, okuyamadım şahsen. Aralarında kendi mektubumu görmekten feci korktum. Kitaplarını da satmaya başlamışlar müzenin içinde. Medarı Maişet Motoru’nu satın aldım. En sevdiğim kitaplarından.

Bir hovardalık yaptık bari tam olsun dedik, Ergin’de vişneli milföy yemeğe gittik. Sabahtan parasını verip ayırtmıştık zaten. Yoksa akşamüstüne kalmıyormuş bu leziz pasta. Her katı çıtır çıtır, muhallebisi tam kıvamında bir lezzet bombası. Kalorisini ise ne sen sor ne ben söyleyeyim!

Her yıl Ergin’de gördüğüm bir madam vardı. Köşedeki masada tek başına oturur, sabah çayını içerken ponçiğini yerdi afiyetle. Üç dört yıl üst üste fotoğrafını çekmiştim. Hep aynı masa, hep aynı saat, hep aynı kıyafet. Kiminde kısa saçlı, kiminde uzun. Baktım bir başkası oturuyor yerinde. Bilsen sen bilirsin usta. Ne oldu o madama? Her Cuma kilisede mum diken bir de matmazel Fotika vardı? Ya o? Barba Todori’nin torunu Aleko? Ağlarını usul usul, onaran Hıristo? Hep eski bir dost aradı gözlerim ama nafile.

Dediğin gibi… Yazdığın gibi…

Bir dost bulsam, onunla düşündüklerimi münakaşa edebilsem, ne iyi olurdu! Yalanı, gerçeği, iyiliği, fenalığı… Mevzu dolu kardeşlik!*

Seninle bir karşılaşabilseydik! Dediklerini, demediklerini,  yazdıklarını yazmadıklarını, düşündüklerini düşünmediklerini, ne varsa konuşurduk.  Olmadı işte, vapur geldi ayrılık vakti. Belki başka bir sefere.

*Medarı Maişet Motoru 
Sait Faik’in kaleminden bir ilk romandır. Henüz Yeni Mecmua’da tefrika edildiği sırada (1940-41) dönemin baskıcı siyasi ortamında sakıncalı bulunup roman olarak yayımcı bulmakta zorlanacak ve Sait Faik’in annesinin maddi desteğiyle Ahmet İhsan Basımevi’nden 1944’te yayımlanacaktır. Ancak dağıtılmaya başlanmışken bakanlar kurulu kararıyla toplatılan roman, kimi paragraflar çıkarılarak Birtakım İnsanlar adıyla 1952 yılında okuyucusuna kavuşur. İş Bankası Kültür Yayınları, Medarı Maişet Motoru üzerinde yıllardır süren sansürü kaldırıyor ve ''tehlikeli'' bulunarak çıkarılan kısımları koyu harflerle vererek yapıtı eksiksiz bir şekilde bizlere sunuyor.

Füsun Çetinel


Bir Andromeda Bile Olamadın

Yazar olamadın... 

bari bir andromeda kadını olaydın ya.
Ataydın sarp kayalara kendini, ciğerlerini yırta yırta şöyle bir bağıraydın. Yetişin kimseler yok mu? Kimse yardım etmeyecek mi bana? Kurtarın beni bu hayattan. Belki atlı bir prens uçarak gelirdi bir yerlerden, çeker alırdı yanına.

O karı bile elindeki üç beş öyküyle kitap bastırdı ya. Helal olsun daha ne diyebilirim ki? Tanrı anlatıcıyla üçüncü tekil anlatıcının farkını bilmeyen cahil yazar. ‘’Ben ben’’ diye okura böğüren yazar. Oldun mu böyle olacaksın, her şeye karşı cahil, deli cesaretin olacak. Uzun uzadıya tartmayacaksın hiçbir şeyi. Kendi ayaklarının üzerinde duracağım diye inat etmeyeceksin. Bak işte el yapıyor. Bir sen beceriksizsin, kendim yapabilirim, kuvvetliyim diye bas bas bağırırken bile acizsin.

Annem mi konuşuyor bir yerlerden?

Kadında ne hırs varmış ama. Hocanın altından girdi üstünden çıktı. Sen daha uyuz uyuz, yok yazamıyorum, şöyle oldu böyle oldu diye titizlenmeye devam et.  Bir öyküye iki yılını ver, orası potluk yaptı, şurası bol geldi derken millet malı götürsün. İkinci kitabı da çıkarır üçüncüyü de! Sana göre değil kızım bunlar. Olaydın bir andromeda kadını, kıraydın kıçını, yanaşaydın bir edebiyat müdürünün koltukaltına. Üstat siz bir harikasınız, hocam bir tanesiniz, siz dünyanın yazarısınız, her şeyi en iyi bilensiniz. Öykülerime şöyle bir göz atar mısınız? Olmuş mu üstat? Deseydin o da olmadı, kötü bir hastalığım var kitabım yayınlanmadan ölmek istemiyorum diye sızlansaydın biraz.

Edebiyat camiasının doğrucu davudu olmak zorunda mısın sen? Adam iki kelimeyi bir araya getiremiyorsa varsın getirmesin. Türk edebiyatını kurtarmak senin gibi zavallı bir kadına mı kaldı? Ne haddine. Her köşe başını tutan dinozor, pos bıyık top sakal edebiyat müdürleri herkese yeter de artar. İki erkek yazar bellemişlerdir, o kadar. Feodal kemerin altından geç geçebilirsen. Onlara kadar yazarsan, Perseusçuluk oynamalarına, seni kurtarmalarına izin verirsen ne ala.

Dosyanı on sekiz yayınevine de, otuz sekiz yayınevine de göndersen ne fark edecek? On beş yerden aynı ukala ret cevabını alacaksın. Diğerleri onu bile çok görecekler.  Basmayız da basmayız diye tepinecekler. İnadın boşuna.

Güzel Türkçe yazmakla, farklı olmakla ilgisi yok bunun. Kendilerine ağır edebiyatçı dedikleri sürüye katılacaksın, aynı yontu fikirleri savunacaksın. ‘’Okuyucunun istediği gibi yazmamayı tercih ederim,’’ demeyeceksin bu camiada.  Bir ölçek terör, iki ölçek taciz, biraz Berkan, biraz Kürtler, duran adam, ha üzerine de kadın cinayetlerini serptin mi azıcık, tadından yenmez olur öykülerin. Ödül bile kaparsın.

Koca yok, çocuk yok, ev yok, kurumsal bir işim yok,bir kitabım bile yok! Ne için yaşıyorum ben? Niye bu kadar okumak, gelişmek, fikir üretmek, kayalardan ben buradayım diye ufka seslenmek? Ayağı kanatlı bir kahraman bozuntusu için mi tüm çırpınışlar? Kimseye muhtaç olmamak, kurban olmamak için yırtınırken onu mu çağırıyorum bilinçaltımda?

Allah cezanı versin senin Perseus! Varmayacağım işte sana!

Füsun Çetinel

Halı Yıkama Fabrikası

Sait matbaanın paslı kepenklerini zorlanarak açtı, bismillah çekip sağ ayağıyla girdi içeriye. Girişteki devetabanının toprağına kaydı gözleri. Kurutmuşlar zavallıyı yine, diye söylendi. Çalışanların hiçbiri yoktu görünürde. Köşedeki pastanede kahvaltı yapıyor olmalıydılar.

Bugün sinirlenmek yok Sait Efendi, dedi kendine. Çay suyunu ocağa koymuştu ki sesler duydu.


Günaydın. Açık mısınız?

Buyrun?

El ilanı basıyor musunuz? Hani şu posta kutularına atılanlardan?

Matbaa yazıyor ya tepede.

Şey, biz yeni bir iş kuruyoruz da. Pek tecrübeli değiliz.

Gelin bakalım. Çalışkan gençleri pek severim. Bak, benim elemanlar daha yok görünürde. Onlar patron, ben çalışan sanki. Kahvaltı bile yapamadım daha.

Mehmet ve Rıza, yirmilerinde iki genç, ne diyeceklerini bilemeden girişteki iskemlelere iliştiler. Kuzguni siyah saçlarını jöleyle havaya dikmiş zayıftan gençlerdi. Bir örnek beyaz gömleklerinin üzerine siyah parlak ceketler giymişlerdi. Rıza masanın üzerinde duran kataloga uzandı, parmaklarını tükürükleyerek sayfaları rastgele çevirmeye başladı. Renkli menüler, parlak davetiyeler, biletler, kartvizitler, zarflar süslüyordu sayfaları.
İzin almadan ne karıştırıyorsun adamın masasını, diye alçak sesle tersledi Mehmet. Sait içeriden bir tepsi içinde üç bardak çayla çıkageldi. Sevmişti bu iki genç oğlanı. Heyecanlarını, çekingenliklerini. Kendi gençliğini, işini ilk kurduğu yılları hatırladı. Kim bilir İstanbul’un hangi semtinde oturuyorlardı? Yanında bunlar gibi bir sürüsü çalışmıştı kırk yıllık iş hayatında.

Yanılmazdı Sait. İnsan sarrafı olmuştu bunca yılda. Bunlar farklıydı. İkisine de kanı kaynamıştı. Kenar mahalle yeniyetmelerinin arsızlığı, yırtıklığı, uyanıklığı yoktu bu iki oğlanda.

Logonuz var mı bakalım sizin? Yaptığınız işin resimleri falan?

Kapattığımız işle ilgili bir el ilanımız vardı. Üzerinde internet adresi, cep telefonu, adres falan yazıyordu. Bu sefer resimli, daha gösterişli bir şeyler istiyoruz.

Her iş kötüye gidiyor zaten. Ülke çok şahane, gelişiyor, gelecek vaat ediyor diyorlar da… Kandırmaca hepsi. Ancak günü kurtarıyoruz.

Halı yıkama fabrikamız vardı. Dört arkadaş ortaklaşa kurmuştuk. Babalarımızdan para almıştık. Bizim gibi çok yer vardı, rekabet edemedik. İş hepimizi doyuramadı. Kapatmak zorunda kaldık. Yer Mehmet’in babasının. Minibüs benim, krediyle aldım. Daha borçları bitmedi. Madem bildiğimiz iş bu, dedik. Yine yıkama işi yapacağız.

Yazık olmuş gül gibi işinize. Madem durum bu, size şahane bir broşür yapalım. Müşteriler kapınızda kuyruk olsun.

Bilmem ki? Bizim müşteriler şey…

Bak üzüldüm şimdi, babalarınıza da yazık. Para kolay kazanılmıyor. Sizleri pek sevdim. Şimdinin züppelerine benzemiyorsunuz. Biliyor musunuz benim hiç çocuğum olamadı. Kısmet değilmiş. Neyse çaylarınızı soğutmayın.

İki genç aynı anda çaylarına uzanıp içmeye başladılar.

Şimdi işimize bakalım. Kaç tane broşür yaptırmayı düşünüyorsunuz?

Çok lazım. Bu sefer tüm camilere, hastanelere falan dağıtacağız, evlere zaten veriyorduk. Herkes potansiyel müşteri bizim işte. Parası uygun olursa çok yaptırırız değil mi, Mehmet?

Mehmet kafasını sallamakla yetindi.

Şimdi iyice gözüme girdiniz. Girin camilere, iş oralarda artık. Bak her yer cami inşaatı, sokaklar hacı hoca kaynıyor. Camilerde boydan boya halı var, çok iyi düşünmüşsünüz.

Yok, artık halı değil de… Biz başka şey…

Şöyle üçe katlamalı bir şey mi olsun?

Mehmet sendeki broşürü çıkarsana. Bizim bir arkadaşın waffle dükkânı var aşağı mahallede, broşürünü çok beğendik. Parlak, renkli.

Mehmet blucinin arka cebinden buruşuk bir broşür çıkardı. Özenle açıp düzledi. Ön tarafında üzeri bol kremalı, muz ve kivi dilimleriyle süslü kocaman bir waffle fotoğrafı vardı. Etrafına en iştahsız insanın bile aklını çelecek cinsten dondurma, ananas dilimleri, mango, çikolata topları ve renkli şekerlemeler yerleştirilmişti.

Merak etmeyin ödeme konusunda her türlü kolaylığı yaparım. Ama siz de işinize dört elle sarılacağınıza söz verin bana. Babalarınızı daha fazla üzmek yok. Ne iş yapıyorlar?

İkisi de emekli. Geçen yıl bizim mahalleye dozer girdi. Herkesi uzaktaki yeni yapılara taşıdılar. Gitmek istemedik. Şansa bizim evin bir kısmı yıkımdan kurtuldu da Mehmet’le ben orada kalıyoruz. Karışan görüşen de yok.

Bir başınıza zor değil mi? Kim yemek pişiriyor size? Kim çamaşırınızı yıkıyor? Genç çocuklarsınız.

Dışarıda bir şeyler atıştırıyoruz, akşam da yumurta ekmek idare ediyoruz. Anam arada gelip çamaşır temizlik falan bizi toparlamak istiyor da, babam kızıyor. Yemin verdirdi, bunlara arka çıkmak yok artık diye.

Kızdırdık adamı. Biraz da kredi kartı borçlarımız var ayıptır söylemesi.

Sait gömleğinin ilk düğmesini açtı. Saatine baktı yeniden. Dokuzu yirmi dakika geçiyordu. Beş on dakika neyse de. Çalışanların hepsini karşısına dizip konuşmalıydı artık. Rıza’yla Mehmet yerlerinde kıpırdandılar.

Ben borcu harcı hiç sevmem. Ayağı yorgana göre uzatmakta fayda var.

Mehmet’in cep telefonu Chopin’in cenaze marşını çalmaya başladı. Göz ucuyla arayan numaraya baktı, açıp açmamakta tereddüt etti.

Cevapla telefonunu. Önemlidir belki, diye ısrar etti Sait.

Hattın diğer ucundaki kadın bas bas bağırıyordu, Mehmet matbaanın dış kapısına doğru ilerledi. Sesini alçak tutmaya çalışıyordu.

Ne var ya anne, ne oldu yine? İşimiz var Rıza’yla. Tamam, bilip bilmeden ne köpürüyorsun. Cahil cahil konuşma ya. Bankadan aradılarsa ne olmuş. Herkes geç ödüyor borcunu. Yeni iş kuruyoruz. Yok, bu sefer farklı. Babama söyleme sakın. Markete işe girmiş dersin. Rıza’dan da bahsetme. İyiyiz işte. Babam da ne yapsam kızıyor. Bu sefer ne? İş güç arasında Sivas’a falan gidemem. Ben evlenmem, umudunu kessin. Babam cumaya gidince bize gelsene. Mantı yaparsın. Temiz çorap falan da kalmadı. Olmuyor işte, kirlenince atıyoruz. Soğuk, çok soğuk. Elektriği kesti şerefsizler. Bir arkadaş var, hallederim dedi. Kaçak. Ufo eşek gibi çekiyor. Gelirsen az bez sucuk da getirsene. Canım çekti. Hadi öptüm.

Mehmet geri gelip yerine oturdu. Cebinden bir tomar buruşuk para çıkarıp Rıza’ya uzattı. Rıza parayı saydı, kendi cebinden de üzerine ekledi biraz.

Yüz lira önden versek. Merak etme seni üzmeyiz, kalanı da işi alırken öderiz. Bize şöyle en şıkından bir şeyler yap, piyasayı yerinden oynatalım. Broşürde anlaşırsak ileride indirim kuponu da yaparız. Bizim işimiz piyasada ilk olacak. Kimseye anlatmadık. Hemen aynısını yaparlar diye korktuk. Bu işler böyle, ilksen eğer parsayı topluyorsun.

Ben sizi yine halı yıkama yapacaksınız zannettim.

Halı yıkamadan iş çıkmayınca, biz de başka şey yıkayalım dedik.

E? Neye karar verdiniz? Merak ettim.

Bak babam gibi kızma sen de.

Kırk yıldır bu işi yapıyorum ben. Neler gördü şu matbaacı Sait.

Şey, eminim bizim işi hiç duymamışsındır.

Sen de hele. Ben duydum mu duymadım mı söylerim.

Ölü yıkama fabrikası kuruyoruz.’

Üstüme iyilik sağlık. O ne demek öyle? Çarpılırsınız valla.

İşte nasıl halı yıkama fabrikası varsa, biz de ölü yıkama işi yapacağız. Düşündük Rıza ile, her gün onlarca insan vefat ediyor. Hem bu yükü camilerin üzerinden de almış olacağız. Cenaze işleri rahatlayacak. Hem de bizim kullandığımız malzemeler daha kaliteli. Özel solüsyonlar kullanacağız. Evden alıp kılıfında, el değmeden istedikleri camiye nakledeceğiz. Kefen bezi de satarız, onun karı da ayrı. Hatta anam çok güzel irmik helvası yapar, lokma döker. Bir razı edebilsem. Bizde proje çok ama aile arka çıkmıyor işte. Babamdan gizliyoruz.

Yoksa köpürür, çok dindar adam.

Kim size ölüsünü emanet eder evladım?

Niye öyle söylüyorsun? Daha işe başlamadan moralimizi bozdun.

Gazetede ne rezillikler okuyoruz. Sonra genç, güçlü kuvvetli çocuklarsınız. Ölü sahiplerinin aklına bin türlü şey gelir… Tövbe.

Yok daha neler abicim? Ben ölülerden korkarım, ellemem. Ne işim olur?

Hem ölülerden korkuyorsunuz, hem de ölü yıkama işine gireceksiniz. Peki, broşürü nasıl yapmayı planlıyorsunuz? Ölülerin resmini mi dizeceksiniz.

İş üzerinde birkaç resim koyarız, ama ölülerin gözlerini bantlarız veya surat kısmını bulanıklaştırırız gazetelerde yaptıkları gibi. Sonra aralara, sünger, kefen, gül suyu gibi şeyler serpiştiririz. Minibüsün resmini de koyarız belki. Üzerinde zaten Halı Yıkama Fabrikası yazıyor, ‘halı’ kısmını çıkartıp yerine ‘ölü’ koyarız. Lüzumsuz masraf olmasın. Evden Camiye Servis deriz büyük harflerle.

Siz benle dalga mı geçiyorsunuz? Kalıbınıza bakan sizi bir şey zanneder. Babanın kızdığı kadar varmış. Gerçekten bu işi yapabileceğinize inanıyor musunuz?

Fikir babası Mehmet. Benim de kafama yattı. Hem ben ölülerden korkmam da. Bu zamanda biraz riske girmek gerek diye düşündük.

Ey güzel Allah’ım. Peki, halı yıkama makinesiyle mi el âlemin ölülerini yıkayacaksınız? Cami, diyanet işleri size izin verir mi hiç?

İzin mi almak gerekir? Ölü sahibi tamam derse başkasına ne ki? Anacığıma nenemin ölüsünü yıkatmışlardı ta yıllar önce, geceler boyunca kâbuslar görüp durdu. Nenemi öyle sere serpe, tebeşir gibi musalla taşında görünce bayılmış. Kendine gelemedi günlerce. Dünya modernleşiyor artık.

Peki, onu anladık ta, ya indirim kuponu? Tövbe Rabbim.

Yemekçisinden berberine herkes veriyor, biz niye yapmayalım?

Oğlum kusura bakmayın ama bu iş yaş.

Sen yap abi, biz kesin kararımızı verdik.

İki genç ayağa kalkıp vedalaşıp ayrılırlarken üç beş genç aceleyle içeri daldı. Metrobüs yolundaki kazayla ilgili birkaç şey söyleyip işlerinin başına yöneldiler. İçlerinden en genç olanı sıkılgan bir tavırla Sait’e yaklaştı.

Biraz avans alabilir miyim Sait abi, kredi kartı ödememin son günüymüş mesaj geldi.

Sait derin bir of çekti.

Ona da peki, dedi, kararlıyım bugün hiçbir şeye sinirlenmek yok.

Füsun Çetinel

Hakan Bıçakçı Söyleşisi

Cumartesileri Galapera

Jale Sancak’ın 2006’dan beri Galapera’da gerçekleştirdiği söyleşiler bünyemde bağımlılık yarattı. Cumartesi günlerimi Beyoğlu’nda geçirmek için pek de güzel bir bahane oluşturdu bana. 

Bir cumartesi yine Taksim’den Tünel’e yürüdüm, sergilere, kitapçılara girip çıktım, insan kalabalığından bunalınca da soluğu Fransız Konsolosluğu’nun bahçesinde aldım. Caddenin keşmekeşinden uzak, ağaçların altında içtiğim kahve bir süre sonra etkisini gösterip yeniden kalabalığa karışma cesareti verdi bana, keyifle Tünel’e kadar kâh sokak müzisyenlerini dinleyerek kâh turistlere yol tarif ederek yürüdüm. Kırmızı Kedi kitapevinde, simitçide söyleşiye giden birkaç dostla karşılaştım. Galapera’ya varınca da bir taraftan tavşankanı çaylarımızla simitlerimizi yerken, diğer yazarlarla, dergicilerle, edebiyatseverlerle sohbet ettik. 

Söyleşi konuğu Hakan Bıçakçı

2002’de ilk kitabım çıktığından beri yazmaya hiç ara vermedim. Elimin altında hep yazdığım öykü veya roman oldu. Şimdiye kadar beş roman ve iki öykü kitabım çıktı. Bir romanım aksilik olmazsa gelecek ay basılıyor.

Bana göre yazarlar diğer insanlardan pek de farklı kişiler değiller. Sadece yazma konusunda biraz daha inatçılar diğerlerine göre. Bence yazarla okur arasında bir fark yok. Yayın edebiyatı, reddedilmiş yapıtlarla dolu. Aklımda yazar olmak yoktu hiç. Yazmaya başlayalı on iki yıl oldu ama yazar kimliğiyle barışamadım hala.

İlk kitap nasıl oluştu?
Lise yıllarımda Kafka’nın Değişim’ini, Camus’nün Yabancı’sını, Sartre’nin Bulantı’sını arka arkaya okudum. Bu okuma ve edebiyat serüvenimi ne arkadaşlarımın arasında ne de ailemde paylaşacak kimsem yoktu. Bunlar yazmaya itmedi beni ama üniversite yıllarında öyküler yazdım. Benzer öyküleri alt alta dizdim. Tam bir karambol dosya oluştu. Dosya varsa hayal de var. Bastırmayı deneyeyim bir, dedim kendi kendime. Oğlak yayınları yazarların ilk kitaplarını basıyordu. Gittim, dosyamı bıraktım. O kadar umutsuzum ki telefonumu bile yazmamışım dosyaya. Arkamdan biri seslendi de geri dönüp telefonumu yazdım. O sıralar editör Raşit Çavaş’tı. Bir ay sonra aradı beni, kitabını basacağız, diye. Ama bir şartla, dedi. Yazmaya devam edeceksin. Bir roman daha istiyoruz senden. Tek roman yazıp bırakan yazarlarla kendimizi riske atamayız. İşte o anda hayatımın en boş sözünü verdim. Ve ondan sonra hemen hemen her yıl bir kitap yazdım.

Fantastik Korku deniyor yazdıklarınıza
Kafamda olan şeylerin kitap olarak satılması çok tuhaf geliyor bana. On iki yıldır bu tuhaflık devam ediyor. El yordamıyla kendimi yazar olarak buldum. Ve beni bir türe dâhil ettiler. Türler, yazarlardan çok okurlar için, raflar için. Yönlendirme yazardan çok piyasanın işine geliyor. Bence ne korku ne de fantastik yazdıklarım. Ama ikisinden de unsurlar taşıyor. Korku unsuru bir küme. Fantastik başka bir küme. İkisinin kesiştiği noktada belirsizlik var, işte ben kendimi orada görüyorum. Belirsizlik kalsın istiyorum. Onun için de çok az bir okur kitlesine hitap ediyorum. Şöyle bir karar aldım. Kafamdakileri yazacağım, beğenilme tasam olmayacak, parayı başka yerden kazanacağım.

Korku tehlikeli bir tür. Bir iyiler var, bir de kötüler. Kapitalizmin elinde büyük bir silah korku edebiyatı, karşı toplum yaratıyor. Bu düşman, diyor bize. Yenilmesi gerekli bir düşman. Bense şimdiki dünya düzenini korku atmosferi olarak görüyorum. Baktım ki korku edebiyatı felaket bir şey aslında! Amaçları karşı toplum yaratmak; onlar ve biz. Ergenleri, kadınları hizaya getirmek için hepsi. Exorcist’de kadının içindeki cinselliği yok etmek için baba modeli papaz devreye giriyor mesela.

Ben kaygıdan yola çıkarak korku edebiyatı yapmaya çalışıyorum. Kaygının nesnesi yok. Kaygı üzerine gidiyorum. Karakterlerde kaygı var ve onu korkuya çevirip çözmeye çalışıyorlar ama yapamıyorlar. Benim karakterlerim günümüz karakterleri, fantastik değiller.  Tuhaf olanı tuhaf olmayan öğelerle anlatmaya çalışıyorum. Beni ilgilendiren arada kalan belirsizlik. Psikanalizden yararlanıyorum, evet. Her romanla birlikte başka kaynaklardan yaralanmaya çalışıyorum. Rüyalar, özgürlük paranoyası, zihinsel yolculuk. Benim kitaplarımda okura çok iş düşüyor. Kafamdaki soyut dünyanın çok somutlanmaması lazım. Ortada tutmaya çalışıyorum.

Kitaplar nasıl ortaya çıkıyor?
Hiçbir kitap içeriği blok halinde gelmiyor aklıma. Ufak bir kırıntı düşüyor ilk önce. Kendini yiyen bir adamın romanını yazacağım demiştim. Sonra adamın fotoğrafçı olması geldi aklıma. Böyle böyle parçalar kafamda birleşiyor. Romanı öyküden ayıran şey ayrıntılar zaten. Baştan sona yazacağım bir şey gelmiyor aklıma. Bazen de bir an gelir aklıma ama an olarak kalır. Fikir genişlemez. O zaman bir romana dönüşmez işte.

Yazmak da hayat gibidir. Bakkala diye çıkarsınız yolda bir kediye rastlarsınız, rotanız değişir. Yazarken de yazı başka şeylere dönüşebilir, metin bambaşka yerlere gider. Bu, metinle yazan insan arasındaki tuhaf ilişkidir. Ortalama olarak bir romanı 1,5- 2 yıl arasında yazıyorum, çok uzatmamaya çalışıyorum. Linear şekilde yazmıyorum. Ekleme yaparsam, ileriye ve başa göndermeleri oluyor. Bütünü mantığa oturtmak gerekiyor. Kafada dönme, defterlere not alma, bilgisayara dökme diye gelişiyor benim yazma eylemim. Romanı yazıp bitirsem, basılsa bile devamlı eklemeler yapıyorum kafamda. Bu tamamen bitmiş bir yapıttır diyemiyorum. Az karakter ve az mekân benim derdim, her şey klostrofobik olsun diye.

Neden kaygı ve korku edebiyatı sizi meşgul ediyor?
Korkuya kayma yazarken ortaya çıktı. Kendiliğinden kaygıya doğru gittiğini fark ettim metinlerin. Okurken sadece o tür şeyler okumuyorum ama yazarken ona kayıyorum nedense. Tüm kitaplarımda böyle bu. Başımızdan geçen hikâyelerle kafamızdan geçen hikâyeler arasında hiçbir fark yoktur, demiş R.L. Stevenson. En radikal değişim, bir ay sonra çıkacak kitabımda bir kadın karakter oluşturdum. Plaza insanı. Ama üçüncü bölümde bu kadın karakterin erkekten farkı kalmıyor.

Emrah Serbes, Şule Gürbüz, Alper Canıgüz severek okuduğum Türk yazarlar şu sıra. Türk edebiyatını çok iyi görüyorum. Müzikte ve başka konularda iyi olmayabiliriz ama Türk edebiyatı geçmişte de çok iyiydi, şu anda da çok iyi bence. Ütopyadan çok distopyaya merakım var. Ütopyalar bana göre çok sıkıcı. Kitaplarımda rahatsız edicilik var, bence sanatta olmalı böyle bir rahatsız edicilik. Rahatsız insanlar beni okuyan insanlar zaten. Karakterlerimin okur üzerinde iktidar sahibi olmamasını istiyorum. Okurla birlikte yol bulmaya çalışan karakterler benim karakterlerim.

Barış Bıçakçı’yla bir alakanız var mı?
Herkes aynı soruyu soruyor. Kendisiyle tanışmadım. Birçok yazarla tanıştım ama onunla değil. Hatta beni onunla akraba sanıp, mailini isteyenler bile oluyor.

Genç yazarlar hakkında ne düşünüyorsunuz?
Aşırı bir özgüvene sahipler. Yazılarını paylaşıyorlar bazen. Giriş cümleleri şöyle; Açıkçası kalemime çok güveniyorum. Ahmet Hamdi Tanpınar bile böyle bir şey söyleyemezdi sanırım, mahcup olurdu. Tama özgüvenleri olsun ama ayarında olsun.

Mütevazı, sakin, dopdolu, güzel bir insan Hakan Bıçakçı. Anlattıkları ise genç yazarlarımıza ışık tutacak, cesaret verecek  nitelikte şeyler. Teşekkürler Galapera!

Füsun Çetinel

Kamondo Merdivenleri

Bir İnersin, Bir de Çıkarsın 

deneysel çocukluk
Hep Cem’in başının altından çıkardı böyle şeyler. Zürafa Sokağı macerası da. Bir sürü hikâye anlattı. Levent’le gitmişler, yok kadınlar her gördüklerine kapı aralığından gel gel yapıyorlarmış. Memeleri ortadaymış. Çok bakarsan, kolundan tutup zorla içeri çekiyorlarmış. Sen kim, o sokağa gitmeye cesaret etmek kim oğlum. Ya annem anlasaydı her şeyi, Almancadan cezaya kaldığımın yalan olduğunu. Zavallının benimle uğraşacak vakti yoktu gerçi. Gündüz banka, akşam babam. Ananem Alzheimer. Babamın da yemediği halt kalmamıştı ha. Ne çapkın adamdı. Bir nebze çekmemişim ona. Ama nasılsa babamın cüzdanından para araklamaya korkmazdım. Kadınlar için yüz lira. Levent güya gitmiş ya, yetmez oğlum,  dedi hemen. Nasıl da üzülmüştüm.  Levent kurt, anladı kıvrandığımı. Üstünü verse ya borç, vermez. Hem de karı bana bedava verdi oğlum, dedi Levent. Yok artık. Niye bedava yapsın o işi ki. Kalabalık sokağın başında birikmiş. Demir bir kapı görünüyor sadece. Boyumuz kısa ya o sıralar, aralardan bir şey görebilirsen ne şans. Bir de arabalı tatlıcı var yan tarafta.  Canım bir çekti ki. Kerhane tatlısıymış. Cem yemiş. O işi yapınca kurt gibi acıkıyormuşsun. Cem’in yüzü hep sivilce. Hani yatmıştı karılarla? Yatsan sivilcelerin kalmazdı. Öyle duymuştum da kimden hatırlamıyorum? Sokağın ilerisine doğru bir de kahve olmalıydı. Alçak masalar, tabureler, sokağın üzerinde kaldırımda. Anahtarlık, mendil, çakmak ve başka bir sürü şey satan bir de işporta tezgâhı duruyordu kaldırımda. Öyle ne kadar bekledik kim bilir? Kalbim küt küt atıyor. Bir şey oldu, kim ittiyse beni arkamdan kalabalığın içine doğru.

Was macht ihr denn hier?

Almanca hocamız Herr Müller! Okulun en belalı hocasının ne işi vardı bu sokakta? Cem’le Levent anında toz olmuşlar. Zavallı ben, Zürafa sokağının girişinde duruyorum. Kamondo merdivenleri geldi aklıma, nereden geldiyse. Almancam zaten berbat. Ne tembeldim ama. Tarih ödevi, diyebildim. Yalan söylemeyi bile beceremezdin sen. Herr Müller salak mı? Anladı her şeyi. Ya Herr Müller’e rastlamasaydım o gün?

umutsuz yaşlılık
Bu merdivenler bu kadar dik miydi yıllar öncesinde de yoksa ben mi yolun sonuna geldim artık? Mezunlar gününe gidelim diye tutturdular. Altmışıncı yıl sertifikası vereceklermiş. Neyimize yarayacak mezara giderken sertifika? Kiminin prostatı kiminin kalbi, eski günlerdeki gibi olmuyor işte. Ne kadar çabalarsan çabala. Üçer beşer koşarak inip çıktığın merdivenleri gözün yemiyor artık. Hayat düz bir yol olsa, beni hiç yormasa. Tek isteğim bu artık. Böyle işte. Hadi kırmayayım dedim çocukları. Çoğu Rahmetlik oldu. Bir avuç mezun kaldık bizim yıllardan. Nisanda kar olacak iş mi hiç? Gerçi her mevsim kış bana, kemiklerim bir türlü ısınmıyor. Ne giyersen giyeyim üstüme, titriyorum. Karanlık bir gün, çok karanlık! Niye uydum ki bizimkilere. Dursaydım ya evimde, koltuğumda otursaydım. Televizyona bakardım biraz, bir elma soyardım. Bir bardak ıhlamur kaynatırdım ayva çekirdekleri ve tarçınla. Geçer giderdi gün. Zaten ne Almanları ne de elmalı payı sevebildim. Ağzımın içi teneke gibi,  ne yesem tat vermiyor. Görev gibi yemek yiyorum, sırf yatağa düşmemek gayretiyle. Kıyamet kopacak okul bahçesinde. İnsan, gürültü çekemiyorum etrafımda. Sesler bile acıtıyor bedenimi. Bak yine tıkandım! Ah düşmanım merdivenler, ah düşmanım yokuş. Bir Herr Müller vardı hiç unutamadığım. Beni Zürafa sokağından ta bu merdivenlere kadar kovalamıştı. Keklik gibi sekiyordum o yaşlarda.

Çocukluğun heyecanı. Çocukluğun merakı. Bir kadın memesi göreceğiz diye neler vermezdik. Gördük de ne oldu? İşte hayat, görenin de görmeyenin de sonu toprak.

Füsun Çetinel