Roni Margulies Anlatıyor
Öyküde, romanda, ama özellikle şiirde, şairin gerçekten yazdıklarını vücudunda hissettiği için mi, yoksa fikir güzel diye mi yazdığı hemen anlaşılıyor. Önemli olan, yazar ele alınan konuya farklı gözle bakılmasını sağlamış mı, bir his uyandırmış mı okuyucuda? Bunun için de yazarın yaşamı hissetmesi gerekli. Benim ölçüm budur.
1985 yılında Son Bahar adlı dergide Atilla İlhan’ın yazdığı Korku Krallığı adlı şiir kitabı ile ilgili bir yazım çıkmıştı. Atilla İlhan hepimizi çok etkilemişti, rıhtımlar, Fransa vs. O dönemde gündemde olan şiirlerin hepsi oyun oynamak için yazılıyordu, pırıl pırıl, cam gibi zekâ pırıltıları, kelime oyunları vardı. Ama ne anlatıyor diye bakınca sadece hoşluktan öteye gidemiyordu. Adeta dili ne kadar güzel kullandığını gösteren nitelikteydi hepsi. Yazımda, Haydar Ergülen, Metin Cengiz ve Küçük İskender’den birer dörtlük aldım ve kelimeleri kestim. Aslına bakmadan tekrar oluşturdum, hiçbir şey söylemiyorlardı. İşte Atilla İlhan’ın son kitabındaki yorgun, yaşlı, tekrar eden şiirleri bile bunlardan daha iyi.
80’ler sonrası özellikle şiirde içerik önemli değildir, biçimsellik esastır anlayışı hâkim olmaya başladı. İlhan Berk bu eğilimde olanların esinlendiği şairdir ki, Berk zaten anlam şiire düşmandır diyen birisidir. Kendisini, dil kuyumcusu olarak nitelendirir. Hâlbuki dil araçtır, amaç değil ki! Nasıl anlattığın ikinci derecede önemlidir.
Yazmak ihtiyaç olmalıdır.
Ama bunu derken “yazmazsam ölürüm” gibi uçuk bir noktayı kastetmiyorum. Dünya nüfusunun yüzde doksanı yazmak ister ama vakit bulamaz, ancak buradaki vakit bilinçsiz bir beyin çalışması için gerekli olan vakittir. Kuluçka süresidir, başka türlü bir vakittir bu. Örneğin ben bir dönem köpeğimi parklarda dolaştırmaya çıktığım zamanlarda daha çok şiir yazabildim, dolaşırken düşünmüyordum belki ama beyin sürekli çalışıyordu. Yazmak ihtiyaç olmalı derken, içimden yazı yazmak geliyor, on dört yaşından beri yazarım, alışveriş listesi bile olsa yazıyorum; hakiki ve sahici bir şey benim için bu. Dediğim gibi ‘’yazmazsam ölürüm’’ söylemini abartılı buluyorum çünkü bu yazarları bir nevi ulvi bir mertebeye oturtuyor ki buna kesinlikle katılmıyorum.
Romancıları kıskanırım ama ben de “hadi oturayım şiir yazayım “deyince olmuyor. Ama mesela Orhan Pamuk, sabah 6.30’da kalkıyor, kahvaltı ediyor, oturuyor, sonra yürüyüş yapıyor ve belli bir saatte yazmayı kesiyor.
İnat önemli.
İham mı başka şey mi, nereden geliyor, nasıl yazıyorum, bilmiyorum. İlk yazdıklarım tamamen Atilla İlhan taklitleri idi. Benim kuşağımda var bu. Sonra farklılaşıyor tabii ama inat ettim. İnat edince zanaat işini aşıyor insan. Öykü, şiir ve romanı Türkçe yazmış herkesi okumak gerekli. Zanaat neden önemli? Yine sahicilik ile ilgili ama – her ne kadar içerik önemli olsa da, birincil olsa da biçim önemli şiirde- ama edebiyat bir heykelcilik, obje yaratma sanatı aslında. Bazı şairler şiir kendini yazdırıyor diyorlar ama ben inanmıyorum buna. Romanda tamamen bir şey tasarlamak var; “roman bana geldi” olmaz. Roman ve şiir kafada tasarlanan bir şeydir. Bir romanda durup dururken arka kapıdan girip bir iki laf edip sonra arka kapıdan çıkan birinin bir daha görünmemesi olamaz; mutlaka romanın bütününde bir amacı olmalıdır bu kişinin, aksi halde zırva olur.Hayat olağanüstü derecede karışık, romana sığmayacak kadar.
Roman onu özümsüyor ve çok anlamlıymış gibi gösteriyor. O nedenle roman içinde yer alan her şeyin bir anlamı olmalı, tabii eğer sürreal değilse. Örneğin; babam hasta iken, Girit’te arabada giderken, babamı tedavi eden doktorun adının bir köye verildiğini görmüştüm. Bu hayatta hiçbir anlam ifade etmiyor ama romanda böyle bir şey olacak olursa mutlaka bir anlamı olmalı, bu tesadüf bir yere varmalı. Şiirde de bu aynen geçerlidir. Ses hoş diye şiire beğenilen bir dize konulur, şair bunu kesmeye kıyamaz çoğu zaman.
Ali Cengizhan’ın, Robert Lowry’nin çevirdiği bir şiiri vardı bir dergide. Bu şairin her dizesi anlamlıdır, roman gibidir, kendisi Hıristiyan’dır ve imgelerler doludur. Şiirin bir yerinde “kedi evinde soğuk hindi yiyorlardı” diye bir dize vardı. Çok anlamsızdı, hâlbuki cathause; randevuevi, cold turkey ise narkotiği kesmek demek. Ali yaptığı bu çeviride anlamı aramadığı için dikkat etmemiştir. Şiirde anlam önemli değildir savına ben katılmıyorum. Ben şiir yazdığım zaman bir öykü anlatmayı severim, öyle olması gerekli değil ama duygu/anlam/duygu durum bütünlüğü olmalıdır. Türkiye’de böyle değil bu. Benimki Anglosakson bir yaklaşım olabilir ama Türkiye’deki örneklere baktığımda çok kötü sonuçlar var. Roman ve şiirde, yazmış olmak için yazılmış ve afakî çok ürün var.
Adam Sanat Dergisi’nde bir yazım çıkmıştı. Dört tane şiir dosyası göndermişlerdi. Üç tanesi de aşk temalı idi. Yazarın üçü de erkekti. Üç şiir dosyası da sahici olmayan bir kadına yazıldığı için, aynı kadına yazılmış gibiydi. Tamamen klişe. Toplumcu romanlarda Peyami Safa’nın Fatih-Harbiye, Yakup Kadri’nin Sodom ve Gomore’da her şey çok klişedir. Fatih ve Harbiye romanında Fatih iyi, Harbiye kötüdür. Fatih’de tüm kadınlar pamuk elli, çaylar tavşankanı, örtüler bembeyaz… Ama dünya böyle değildir ki! Kendilerine özel bir bakış açıları yoktur. Toplumcu şiir yazınca da böyle oluyor. Sanat veya toplum için olması önemli değil bence. Sanat için sanat anlamsızdır. Sanat insan içindir.
Eski şiirlerde anlam var; örneğin Makber. Yahya Kemal, Nazım Hikmet, Edip Cansever anlam bütünlüğü olan şiirler yazmıştır. Edip Cansever çok narratif değildir ama aynı konumdadır. Örneğin Ben Ruhi Bey Nasılım. Cahit Külebi aslında tamamen iç göçle ilgili yazar. Kentte kayıp, kendini mutsuz hisseden kişileri anlatır. İstanbul’dan Anadolu’ya bakar. Yalnız Atatürk şiirleri çok kötüdür. Böyle bir normatif gelenek var Türkiye’de. Haydar Ergülen şiiri duyan bir İngiliz çok şaşırır mesela.
Öyküye gelirsek, şiirden farklı görmüyorum. Bir öykü kitabım var ve başında ben aslında şiir yazdım diye bir notum var. Behçet Çelik ile bir çalışma yaptık; ben şiir yazıyordum, o bunlardan öykü yaratıyordu. O öykü yazıyordu, ben şiir tasarlıyordum. Böyle üç ürün yayınladık da. Bana yolda giderken kurgu geliyor. Örneğin; bir gün vapurda Kız Kulesi’nin yanından geçerken hikâyesi aklıma geldi. Adamın her gün yüzüp geldiğini, sonra kış bastırıp deniz ve hava kötüleşince kızın gelme dediğini ama adamın yine devam edip sonunda boğulduğunu hikâyeledim. Sonra Kız Kulesi’nin içinde toz ve güvercinler olduğunu, birbirlerine bu hikâyeyi anlattıklarını ve geride sevgi kaldığını ifade ettim. Şiirde son dize çok vurucu olsun diye uğraşırım. Öyküde de öyle yaparım, son paragraf şaşırtıcı, vurucu olmalı. Roman daha uzun ve kapsamlı olduğu için, baloncuk yapma tehlikesi olduğu için (bisiklet lastiğinin iç lastiği erir ve dışarı bir çıkıntı oluşur) bana zor gelir. Üç yüz sayfa boyunca gereksiz çıkıntı olmamalı, bunu yapmak çok zor. Hakiki edebiyat, roman bence.
İnsanın kafasında bir editör olmalı. Her insan her yazdığını biraz beğenir, uğraştıkça daha da beğenir. Bu çok tehlikelidir. En güzel sınav, yazdığınıza bir süre sonra bakmaktır. Kafadaki editör nasıl oluşur? Çok okumakla ilgili bir şey olsa gerek. Edip Cansever ile babamın bir arkadaşı sayesinde tanışmıştık. Şimdi göçüp giden Körfez Restoran’da içerdi. Bana söylediği iki şeyi hatırlarım. Türkçe yazılmış bütün şiirleri okumalısın, derdi. Şiir ihanet kabul etmez, tabii kendisinin antika dükkânı vardı ve başında da ortağı dururdu, zamanı boldu onun. Çalışmak zorunda değildi. Bana da böyle bir ortak bul da, ben de bol bol okuyayım, demek geldi içimden. Hemen hemen tüm kalburüstü şairleri okudum. İçinizdeki editörün gelişmesi ve onun sözünü dinlemek çok önemli. Bir iddiaya göre her şair yaşamı boyunca aynı şiiri yazar.
Bir gün gökyüzünde sığırcıkları gördüm, uçuşlarını. Dans ediyorlardı. Bundan bir şiir çıkar dedim, bu halleri ile ilgili bir benzetme olmalı. Gökte sanki birlikte bale yapıyorlar, dans ediyorlar, çok klişe idi. Sonra ayin yapıyorlar dedim, tamam dedim. Ama sonra sen ateistsin, ayin nedir bilmiyorsun, bunu şıklık için yazdın, sahici değil, dedi kafamdaki editör ve o şiir kaldı. Bence bu da bir aşama.
Bir ara Türkiye’de roman yok diye bir tartışma başlamıştı, ben çıkarmamıştım bunu ama katılmıyorum. Yusuf Atılgan’dan başka romancı yok. Edebi nedenlerle Orhan Pamuk’u okumuyorum. Behçet Necatigil ve Turgut Uyar diğer sevdiklerim. Bir yaştan sonra bir şeyler oluyor. Bir arkadaşım var o altmış ben de elli yaşlarında iken görüştüğümüzde, nasılsın diye hatırımı sordu. Zamanın azaldığını hissediyorum, yapacak çok projem var ama biliyorum ki olmayacaklar, dedim. İnsanda huni efekti gelişiyor, dedi. O ne, dedim. Yirmisinde liseden biriyle karşılaştığında az da samimi olsan rakı içelim dese takılır peşine içmeye gidersin, biri bir roman verse, oturup okursun, dedi. Ama zamanım azaldı diye bunları yapmıyorum artık, dedi. Yani huniden geçiriyorum, süzüyorum her şeyi.
Düzgün şiir yok şimdi.
Okumuyorum yenileri, düşünün eskiden Memet Fuat’ın çıkardığı Yeni Dergiyi alırdım ve her hafta Ece Ayhan, Cemal Süreyya, Edip Cansever’in bir şiiri olurdu. Şimdi bazen Sözcükler Dergisine bakıyorum; Selahattin Yolgiden fena değil. Sonra yine Yeni Dergiyi hatırlıyorum, şimdi o denli nitelikli şiir yok.
80’ler kuşağı şiirde dünyadaki akımlardan çok etkilendi; postmodernizm. Bu akımda bireysellik önemlidir. Hegel, Marx gibi üst söylemler önemli değildir, der. Edebiyat genel şeyler söyler hâlbuki. Postmodernizm etkili oldu, parça parça, bireysel deneyimleri aktaran bireyse çok anlamlı değildir. Adam Sanat’ta Oğuz isimli birinin bir şiiri yayınlanmıştı. Anlamlı değildi. Hâlbuki rüyasını anlatmışmış. Postmodern bir şey yapıyor ama farkında değil. Ama o sadece senin rüyansa anlamsız. Bana ne ondan.
Murathan Mungan’ın romanlarını beğenmiyorum ama Sahtiyan adlı şiiri olağanüstüdür. Orhan Pamuk’u okumuyorum artık ama sahicidir. Hoşluk diye yazmıyor. Doğu Batı meselesi ile cebelleşiyor. Şu anda artık dille oyun oynuyor olması beni rahatsız ediyor ama bu oyunlar altında hakiki bir şeyle uğraşıyor. Artık normal roman kalıpları içinde bugünün dünyası anlatılamaz savına katılmıyorum. Kendisi postmodernist değil çünkü doğu- batı meselesi bu teori ile ele alınamaz. Buket Uzuner’i elimin tersi ile silerim, beğenmiyorum. Edebi dil diye bir şey yok. Burada mızmız adama mızmız adam denilmemeli, öyle anlatılmalı ki, okur anlamalı bunu üst başlığı ile ilgili olan bir konuşma için. Sorun adamı mızmız olarak tanımlamak değil. Ne çıkacak bundan, ne diyeceksin? Ayakkabının vurduğu yerden gelmeli söyleyeceklerin.
Sümer Yaratılış Miti kısaca, Sümerlerde her şeyin bir Tanrısı var, der. Alttaki Tanrılar çalışıp üsttekilere bakıyorlar, bir gün alttakiler isyan edip bu işi bırakınca Tanrılar insanı yaratıyorlar ve artık onlar çalışıp Tanrılara bakmaya başlıyorlar. Ancak insanlar ölümlüler. İşte MÖ 4000 yılından beri aynı konu var. İnsanlar niye böyle çaresiz? Niye güdük hayatlar yaşıyor ve bir de ölüyoruz, diyorlar. İşte temel konu bu, ölüm, aşk ve dünyayı daha iyi hale getirme. Yeni konu yok, yazar bu temel konularda okuyanın bir şey hissetmesini, düşünmesini, yazılan şeyi yeni bir açıdan, başka bir yönden görmesini sağlamalıdır. Herkes farklı olduğu, aynı konular ve olaylar karşısında farklı şeyler düşündüğü ve hissettiği için durmadan bunları yazıyoruz.
Derleyen: Füsun Çetinel
0 yorum :
Yorum Gönder