Halı Yıkama Fabrikası

Sait matbaanın paslı kepenklerini zorlanarak açtı, bismillah çekip sağ ayağıyla girdi içeriye. Girişteki devetabanının toprağına kaydı gözleri. Kurutmuşlar zavallıyı yine, diye söylendi. Çalışanların hiçbiri yoktu görünürde. Köşedeki pastanede kahvaltı yapıyor olmalıydılar.

Bugün sinirlenmek yok Sait Efendi, dedi kendine. Çay suyunu ocağa koymuştu ki sesler duydu.


Günaydın. Açık mısınız?

Buyrun?

El ilanı basıyor musunuz? Hani şu posta kutularına atılanlardan?

Matbaa yazıyor ya tepede.

Şey, biz yeni bir iş kuruyoruz da. Pek tecrübeli değiliz.

Gelin bakalım. Çalışkan gençleri pek severim. Bak, benim elemanlar daha yok görünürde. Onlar patron, ben çalışan sanki. Kahvaltı bile yapamadım daha.

Mehmet ve Rıza, yirmilerinde iki genç, ne diyeceklerini bilemeden girişteki iskemlelere iliştiler. Kuzguni siyah saçlarını jöleyle havaya dikmiş zayıftan gençlerdi. Bir örnek beyaz gömleklerinin üzerine siyah parlak ceketler giymişlerdi. Rıza masanın üzerinde duran kataloga uzandı, parmaklarını tükürükleyerek sayfaları rastgele çevirmeye başladı. Renkli menüler, parlak davetiyeler, biletler, kartvizitler, zarflar süslüyordu sayfaları.
İzin almadan ne karıştırıyorsun adamın masasını, diye alçak sesle tersledi Mehmet. Sait içeriden bir tepsi içinde üç bardak çayla çıkageldi. Sevmişti bu iki genç oğlanı. Heyecanlarını, çekingenliklerini. Kendi gençliğini, işini ilk kurduğu yılları hatırladı. Kim bilir İstanbul’un hangi semtinde oturuyorlardı? Yanında bunlar gibi bir sürüsü çalışmıştı kırk yıllık iş hayatında.

Yanılmazdı Sait. İnsan sarrafı olmuştu bunca yılda. Bunlar farklıydı. İkisine de kanı kaynamıştı. Kenar mahalle yeniyetmelerinin arsızlığı, yırtıklığı, uyanıklığı yoktu bu iki oğlanda.

Logonuz var mı bakalım sizin? Yaptığınız işin resimleri falan?

Kapattığımız işle ilgili bir el ilanımız vardı. Üzerinde internet adresi, cep telefonu, adres falan yazıyordu. Bu sefer resimli, daha gösterişli bir şeyler istiyoruz.

Her iş kötüye gidiyor zaten. Ülke çok şahane, gelişiyor, gelecek vaat ediyor diyorlar da… Kandırmaca hepsi. Ancak günü kurtarıyoruz.

Halı yıkama fabrikamız vardı. Dört arkadaş ortaklaşa kurmuştuk. Babalarımızdan para almıştık. Bizim gibi çok yer vardı, rekabet edemedik. İş hepimizi doyuramadı. Kapatmak zorunda kaldık. Yer Mehmet’in babasının. Minibüs benim, krediyle aldım. Daha borçları bitmedi. Madem bildiğimiz iş bu, dedik. Yine yıkama işi yapacağız.

Yazık olmuş gül gibi işinize. Madem durum bu, size şahane bir broşür yapalım. Müşteriler kapınızda kuyruk olsun.

Bilmem ki? Bizim müşteriler şey…

Bak üzüldüm şimdi, babalarınıza da yazık. Para kolay kazanılmıyor. Sizleri pek sevdim. Şimdinin züppelerine benzemiyorsunuz. Biliyor musunuz benim hiç çocuğum olamadı. Kısmet değilmiş. Neyse çaylarınızı soğutmayın.

İki genç aynı anda çaylarına uzanıp içmeye başladılar.

Şimdi işimize bakalım. Kaç tane broşür yaptırmayı düşünüyorsunuz?

Çok lazım. Bu sefer tüm camilere, hastanelere falan dağıtacağız, evlere zaten veriyorduk. Herkes potansiyel müşteri bizim işte. Parası uygun olursa çok yaptırırız değil mi, Mehmet?

Mehmet kafasını sallamakla yetindi.

Şimdi iyice gözüme girdiniz. Girin camilere, iş oralarda artık. Bak her yer cami inşaatı, sokaklar hacı hoca kaynıyor. Camilerde boydan boya halı var, çok iyi düşünmüşsünüz.

Yok, artık halı değil de… Biz başka şey…

Şöyle üçe katlamalı bir şey mi olsun?

Mehmet sendeki broşürü çıkarsana. Bizim bir arkadaşın waffle dükkânı var aşağı mahallede, broşürünü çok beğendik. Parlak, renkli.

Mehmet blucinin arka cebinden buruşuk bir broşür çıkardı. Özenle açıp düzledi. Ön tarafında üzeri bol kremalı, muz ve kivi dilimleriyle süslü kocaman bir waffle fotoğrafı vardı. Etrafına en iştahsız insanın bile aklını çelecek cinsten dondurma, ananas dilimleri, mango, çikolata topları ve renkli şekerlemeler yerleştirilmişti.

Merak etmeyin ödeme konusunda her türlü kolaylığı yaparım. Ama siz de işinize dört elle sarılacağınıza söz verin bana. Babalarınızı daha fazla üzmek yok. Ne iş yapıyorlar?

İkisi de emekli. Geçen yıl bizim mahalleye dozer girdi. Herkesi uzaktaki yeni yapılara taşıdılar. Gitmek istemedik. Şansa bizim evin bir kısmı yıkımdan kurtuldu da Mehmet’le ben orada kalıyoruz. Karışan görüşen de yok.

Bir başınıza zor değil mi? Kim yemek pişiriyor size? Kim çamaşırınızı yıkıyor? Genç çocuklarsınız.

Dışarıda bir şeyler atıştırıyoruz, akşam da yumurta ekmek idare ediyoruz. Anam arada gelip çamaşır temizlik falan bizi toparlamak istiyor da, babam kızıyor. Yemin verdirdi, bunlara arka çıkmak yok artık diye.

Kızdırdık adamı. Biraz da kredi kartı borçlarımız var ayıptır söylemesi.

Sait gömleğinin ilk düğmesini açtı. Saatine baktı yeniden. Dokuzu yirmi dakika geçiyordu. Beş on dakika neyse de. Çalışanların hepsini karşısına dizip konuşmalıydı artık. Rıza’yla Mehmet yerlerinde kıpırdandılar.

Ben borcu harcı hiç sevmem. Ayağı yorgana göre uzatmakta fayda var.

Mehmet’in cep telefonu Chopin’in cenaze marşını çalmaya başladı. Göz ucuyla arayan numaraya baktı, açıp açmamakta tereddüt etti.

Cevapla telefonunu. Önemlidir belki, diye ısrar etti Sait.

Hattın diğer ucundaki kadın bas bas bağırıyordu, Mehmet matbaanın dış kapısına doğru ilerledi. Sesini alçak tutmaya çalışıyordu.

Ne var ya anne, ne oldu yine? İşimiz var Rıza’yla. Tamam, bilip bilmeden ne köpürüyorsun. Cahil cahil konuşma ya. Bankadan aradılarsa ne olmuş. Herkes geç ödüyor borcunu. Yeni iş kuruyoruz. Yok, bu sefer farklı. Babama söyleme sakın. Markete işe girmiş dersin. Rıza’dan da bahsetme. İyiyiz işte. Babam da ne yapsam kızıyor. Bu sefer ne? İş güç arasında Sivas’a falan gidemem. Ben evlenmem, umudunu kessin. Babam cumaya gidince bize gelsene. Mantı yaparsın. Temiz çorap falan da kalmadı. Olmuyor işte, kirlenince atıyoruz. Soğuk, çok soğuk. Elektriği kesti şerefsizler. Bir arkadaş var, hallederim dedi. Kaçak. Ufo eşek gibi çekiyor. Gelirsen az bez sucuk da getirsene. Canım çekti. Hadi öptüm.

Mehmet geri gelip yerine oturdu. Cebinden bir tomar buruşuk para çıkarıp Rıza’ya uzattı. Rıza parayı saydı, kendi cebinden de üzerine ekledi biraz.

Yüz lira önden versek. Merak etme seni üzmeyiz, kalanı da işi alırken öderiz. Bize şöyle en şıkından bir şeyler yap, piyasayı yerinden oynatalım. Broşürde anlaşırsak ileride indirim kuponu da yaparız. Bizim işimiz piyasada ilk olacak. Kimseye anlatmadık. Hemen aynısını yaparlar diye korktuk. Bu işler böyle, ilksen eğer parsayı topluyorsun.

Ben sizi yine halı yıkama yapacaksınız zannettim.

Halı yıkamadan iş çıkmayınca, biz de başka şey yıkayalım dedik.

E? Neye karar verdiniz? Merak ettim.

Bak babam gibi kızma sen de.

Kırk yıldır bu işi yapıyorum ben. Neler gördü şu matbaacı Sait.

Şey, eminim bizim işi hiç duymamışsındır.

Sen de hele. Ben duydum mu duymadım mı söylerim.

Ölü yıkama fabrikası kuruyoruz.’

Üstüme iyilik sağlık. O ne demek öyle? Çarpılırsınız valla.

İşte nasıl halı yıkama fabrikası varsa, biz de ölü yıkama işi yapacağız. Düşündük Rıza ile, her gün onlarca insan vefat ediyor. Hem bu yükü camilerin üzerinden de almış olacağız. Cenaze işleri rahatlayacak. Hem de bizim kullandığımız malzemeler daha kaliteli. Özel solüsyonlar kullanacağız. Evden alıp kılıfında, el değmeden istedikleri camiye nakledeceğiz. Kefen bezi de satarız, onun karı da ayrı. Hatta anam çok güzel irmik helvası yapar, lokma döker. Bir razı edebilsem. Bizde proje çok ama aile arka çıkmıyor işte. Babamdan gizliyoruz.

Yoksa köpürür, çok dindar adam.

Kim size ölüsünü emanet eder evladım?

Niye öyle söylüyorsun? Daha işe başlamadan moralimizi bozdun.

Gazetede ne rezillikler okuyoruz. Sonra genç, güçlü kuvvetli çocuklarsınız. Ölü sahiplerinin aklına bin türlü şey gelir… Tövbe.

Yok daha neler abicim? Ben ölülerden korkarım, ellemem. Ne işim olur?

Hem ölülerden korkuyorsunuz, hem de ölü yıkama işine gireceksiniz. Peki, broşürü nasıl yapmayı planlıyorsunuz? Ölülerin resmini mi dizeceksiniz.

İş üzerinde birkaç resim koyarız, ama ölülerin gözlerini bantlarız veya surat kısmını bulanıklaştırırız gazetelerde yaptıkları gibi. Sonra aralara, sünger, kefen, gül suyu gibi şeyler serpiştiririz. Minibüsün resmini de koyarız belki. Üzerinde zaten Halı Yıkama Fabrikası yazıyor, ‘halı’ kısmını çıkartıp yerine ‘ölü’ koyarız. Lüzumsuz masraf olmasın. Evden Camiye Servis deriz büyük harflerle.

Siz benle dalga mı geçiyorsunuz? Kalıbınıza bakan sizi bir şey zanneder. Babanın kızdığı kadar varmış. Gerçekten bu işi yapabileceğinize inanıyor musunuz?

Fikir babası Mehmet. Benim de kafama yattı. Hem ben ölülerden korkmam da. Bu zamanda biraz riske girmek gerek diye düşündük.

Ey güzel Allah’ım. Peki, halı yıkama makinesiyle mi el âlemin ölülerini yıkayacaksınız? Cami, diyanet işleri size izin verir mi hiç?

İzin mi almak gerekir? Ölü sahibi tamam derse başkasına ne ki? Anacığıma nenemin ölüsünü yıkatmışlardı ta yıllar önce, geceler boyunca kâbuslar görüp durdu. Nenemi öyle sere serpe, tebeşir gibi musalla taşında görünce bayılmış. Kendine gelemedi günlerce. Dünya modernleşiyor artık.

Peki, onu anladık ta, ya indirim kuponu? Tövbe Rabbim.

Yemekçisinden berberine herkes veriyor, biz niye yapmayalım?

Oğlum kusura bakmayın ama bu iş yaş.

Sen yap abi, biz kesin kararımızı verdik.

İki genç ayağa kalkıp vedalaşıp ayrılırlarken üç beş genç aceleyle içeri daldı. Metrobüs yolundaki kazayla ilgili birkaç şey söyleyip işlerinin başına yöneldiler. İçlerinden en genç olanı sıkılgan bir tavırla Sait’e yaklaştı.

Biraz avans alabilir miyim Sait abi, kredi kartı ödememin son günüymüş mesaj geldi.

Sait derin bir of çekti.

Ona da peki, dedi, kararlıyım bugün hiçbir şeye sinirlenmek yok.

Füsun Çetinel

İstanbul Arka Sokak Lezzetleri

Her lezzetin bir hikayesi var

Konuşan Masa’nın beşinci etkinliği İstanbul Arka Sokak Lezzetleri’nin yazarı Ansel Mullins ile gerçekleşti. 

Ansel Mullins aslen Şikagolu. Üniversitede Gazetecilik eğitimi almış. On iki yıldan beri İstanbul’da yaşıyor, en lezzetli yemekleri sunan küçük ve ucuz esnaf lokantalarını keşfediyor, yemekler üzerinden İstanbul hikâyeleri dinliyor. 

Mullins aynı zamanda emlak sektöründe ve tarihi binaların restorasyonuyla uğraşıyor.  İstanbul Eats adıyla yemek turları düzenliyor, istanbuleats.com internet sitesinde yazıyor, açık radyoda haftalık program Soul Sendika’yı yürütüyor.


Her şey nasıl başladı? 
On iki yıl önce turist olarak geldiğim İstanbul’a âşık oldum ve bir daha ayrılamadım buradan. Yirmi dört yaşında geldim bu şehre, şimdi otuz dört yaşındayım. Evliyim, iki küçük çocuğum var. Yemek yemeği, farklı tatları keşfetmeyi hep sevdim. Amerika’dan sonra burası cennet gibi geldi. İstanbul’da tarih var, her şey o kadar eskilere dayanıyor ki. İstanbul’u gezerken Türk mutfağıyla birlikte başka şeyleri de keşfediyorum. Türk mutfağı hastasıyım ben gerçekten. Mesela ciğerciler, bundan yüz yıl önce de varlardı. O kadar eski, yani Amerika yokken bile vardı seyyar ciğerciler. İşte bu beni büyülüyor.

Yemek sizin için ne ifade ediyor? 
Benim için yemek demek keşif demek. İyi bir yemek yeri keşfettiğimde oyuncakçı dükkânına düşmüş çocuklar gibi seviniyorum. Anlatması çok zor.

Sizi burada etkileyen ilk yemek neydi? Hatırlıyor musunuz?
Annem Alabama’dan, onun için hep mısır ekmeği ve tavuk pişerdi evde. Karadeniz mutfağında pişen yemekleri tadınca gözlerim yaşardı, duygulandım, kendimi evimde hissettim. Türkiye çok büyük bir yer, her yerini gezmek gerçekten zor.  İstanbul’da tüm lezzetleri bulma imkânı var. Tabi ki yerinde yemek daha farklı ama bu şehir büyük olanaklar sunuyor yeme konusunda. Yine de köküne gidebilmek için Karadeniz, Güneydoğu Anadolu gibi birçok yeri gezdim ve gezmeye devam ediyorum.

Rehber kitabınızdaki yemek noktalarını neye göre seçtiniz?
Esnaf lokantaları çok vurdu beni. Küçük dükkânlar. Samimi, sıkışık masalar. Fiyatları makul. Servis edilen yemekler hep aynı kalitede. Herkes birbirini tanıyor. Evdekine benzer yemekler yiyorsun. Duygu var, sosyalleşme var.  Bu tür hikâyesi olan yerleri seçiyorum özellikle.

Beyoğlu, Sadri Alışık sokaktaki, Lades 2’nin her derde deva şehriyeli tavuksuyu çorbası muhteşem. Masalar, sakin sakin yemeğini yiyen yalnız adamlarla dolu. Seyretmeyi seviyorum.

Kurabiye sokaktaki Köfteci Hüseyin bu işe kırk yıl önce seyyar satıcılıkla başlamış, şimdi hayatta değil ama maşasını oğluna devretmiş. Köftelerde etin oranı oldukça yüksek, diğer yerlerdeki gibi bolca ekmek içi karıştırmıyor harcına. Çocuklarımı götürüyorum, severek yiyorlar. Köfte lezzetli, et kaliteli, fiyat makul.

Galatasaray Lisesinin hemen karşısında, Aznavur pasajının önünde Sabır Taşı var. Seyyar arabada içli köfte satıyor.  Ali Bey kırk yıl önce gelmiş İstanbul’a.  Beyaz doktor önlüğü vardı hep üstünde. O da yok artık ama oğlu var. Tezgâhın beş kat üstündeki restoranda haşlanmış içli köfte satılıyor. Anadolunun bir köyündeki gibi mutfakları. Beyoğlu’ndalar ama kendi geleneklerini terk etmemişler.

Belki de bu rehber kitapta bahsettiğim yemekleri, benim bilmediğim ama sizin bildiğiniz, başka birçok yerde yiyebilirsiniz ama önemli olan benim bu yemeklerin arkasında duyduğum hikâyeler.

Bu kadar çok yemek yiyorsunuz, nasıl bu kadar zayıf kaldınız?
Gaziantep’e gitmiştim. Restoran sahibi bana, sen çok pisboğazsın, dedi. Her şeyi yiyorsun ama hep zayıfsın. Gerçekten çok yiyorum ama farklı lezzetler keşfetmek için çok da yürüyorum.

Yemek ailenizde de önemli miydi, Amerika’da?
Annem köy kökenli. Pazar günleri kilise sonrasında mutlaka herkes aynı masa etrafında olurdu. Birlikte yemek yerdik. Şimdi her şey daha farklı, artık insanlar sokakta besleniyor. Sokak lezzetleri, streetfood, patlama yaşıyor Amerika’da. Çok popüler şu günlerde.

Sokak lezzetlerini denerken hiç hastalanmadınız mı? Nasıl güveniyorsunuz?
Bir yerde yemek yiyeceksem bakıyorum. Sıradaki insanlar nasıl? Garsonların üstü başı temiz mi? Tuvaletler, masalar nasıl? Çok müşterisi var mı? Orada yemek yemiş insanlarla konuşuyorum. Hikâyeler dinliyorum. Şimdiye kadar Türkiye’de hiç hastalanmadım ama bir kere Bulgaristan’da çok kötü hastalanmıştım.

Yemek noktalarını nasıl seçiyorsunuz? Özellikle İstanbul dışında? Birilerinden mi duyuyorsunuz?
Köylere gittiğimde kahveye gidiyorum. İnsanlarla konuşuyorum. Mutlaka fırını buluyorum, bakıyorum nasıl bir yer. Yürüyorum sokaklarda. İnsanlar çok sıcakkanlı bizi misafir ediyorlar.

Hiç sevmediğiniz bir yemek yok mu? 
Kokorecin kokusundan hoşlanmıyorum. Burnumu kapayıp mideye indiriyorum.

Bu güzel sohbet esnasında neler mi yedik? 
Okuduklarınıza inanamayacaksınız eminim ama dayanamadık hepsinden yedik! Biz de Ansel gibi pisboğaz olduk. Muhallebici usulü şehriyeli tavuksuyu çorba, Unakapanı İMÇ pilavcısından nohutlu tavuk pilav, ciğerci usulü ızgara ciğer, balık ekmek, Samatya Küçükev usulü kekikli hamsi, Sabırtaşı’ndan içli köfte, Köfteci Hüseyin’den ızgara köfte, Şinasi ustadan kelle tandır, Fasuli’den kurufasulye, Antiochia’dan acılı domates ve roka salatası, kekikli zeytin salatası, Cafer Erol’dan sakızlı, güllü, naneli lokum, Özkonak’tan kaymaklı ekmek kadayıfı, kazandibi, tavukgöğsü.

Ansel Mullins, Türkçeyi çok güzel konuştuğu gibi tam yerinde yaptığı esprilerle bizi epey de güldürdü. Yemeklerin ve onları pişiren insanların hikâyelerini onun ağzından dinlemek çok keyifliydi. Konuşan Masa ekibine bir kere daha bu doyurucu gece için teşekkür ederiz.

Diğer Konuşan Masa etkinliklerini takip etmek isterseniz:
http://konusanmasa.com/?p=116
https://www.facebook.com/konusanmasa

Füsun Çetinel

Hakan Bıçakçı Söyleşisi

Cumartesileri Galapera

Jale Sancak’ın 2006’dan beri Galapera’da gerçekleştirdiği söyleşiler bünyemde bağımlılık yarattı. Cumartesi günlerimi Beyoğlu’nda geçirmek için pek de güzel bir bahane oluşturdu bana. 

Bir cumartesi yine Taksim’den Tünel’e yürüdüm, sergilere, kitapçılara girip çıktım, insan kalabalığından bunalınca da soluğu Fransız Konsolosluğu’nun bahçesinde aldım. Caddenin keşmekeşinden uzak, ağaçların altında içtiğim kahve bir süre sonra etkisini gösterip yeniden kalabalığa karışma cesareti verdi bana, keyifle Tünel’e kadar kâh sokak müzisyenlerini dinleyerek kâh turistlere yol tarif ederek yürüdüm. Kırmızı Kedi kitapevinde, simitçide söyleşiye giden birkaç dostla karşılaştım. Galapera’ya varınca da bir taraftan tavşankanı çaylarımızla simitlerimizi yerken, diğer yazarlarla, dergicilerle, edebiyatseverlerle sohbet ettik. 

Söyleşi konuğu Hakan Bıçakçı

2002’de ilk kitabım çıktığından beri yazmaya hiç ara vermedim. Elimin altında hep yazdığım öykü veya roman oldu. Şimdiye kadar beş roman ve iki öykü kitabım çıktı. Bir romanım aksilik olmazsa gelecek ay basılıyor.

Bana göre yazarlar diğer insanlardan pek de farklı kişiler değiller. Sadece yazma konusunda biraz daha inatçılar diğerlerine göre. Bence yazarla okur arasında bir fark yok. Yayın edebiyatı, reddedilmiş yapıtlarla dolu. Aklımda yazar olmak yoktu hiç. Yazmaya başlayalı on iki yıl oldu ama yazar kimliğiyle barışamadım hala.

İlk kitap nasıl oluştu?
Lise yıllarımda Kafka’nın Değişim’ini, Camus’nün Yabancı’sını, Sartre’nin Bulantı’sını arka arkaya okudum. Bu okuma ve edebiyat serüvenimi ne arkadaşlarımın arasında ne de ailemde paylaşacak kimsem yoktu. Bunlar yazmaya itmedi beni ama üniversite yıllarında öyküler yazdım. Benzer öyküleri alt alta dizdim. Tam bir karambol dosya oluştu. Dosya varsa hayal de var. Bastırmayı deneyeyim bir, dedim kendi kendime. Oğlak yayınları yazarların ilk kitaplarını basıyordu. Gittim, dosyamı bıraktım. O kadar umutsuzum ki telefonumu bile yazmamışım dosyaya. Arkamdan biri seslendi de geri dönüp telefonumu yazdım. O sıralar editör Raşit Çavaş’tı. Bir ay sonra aradı beni, kitabını basacağız, diye. Ama bir şartla, dedi. Yazmaya devam edeceksin. Bir roman daha istiyoruz senden. Tek roman yazıp bırakan yazarlarla kendimizi riske atamayız. İşte o anda hayatımın en boş sözünü verdim. Ve ondan sonra hemen hemen her yıl bir kitap yazdım.

Fantastik Korku deniyor yazdıklarınıza
Kafamda olan şeylerin kitap olarak satılması çok tuhaf geliyor bana. On iki yıldır bu tuhaflık devam ediyor. El yordamıyla kendimi yazar olarak buldum. Ve beni bir türe dâhil ettiler. Türler, yazarlardan çok okurlar için, raflar için. Yönlendirme yazardan çok piyasanın işine geliyor. Bence ne korku ne de fantastik yazdıklarım. Ama ikisinden de unsurlar taşıyor. Korku unsuru bir küme. Fantastik başka bir küme. İkisinin kesiştiği noktada belirsizlik var, işte ben kendimi orada görüyorum. Belirsizlik kalsın istiyorum. Onun için de çok az bir okur kitlesine hitap ediyorum. Şöyle bir karar aldım. Kafamdakileri yazacağım, beğenilme tasam olmayacak, parayı başka yerden kazanacağım.

Korku tehlikeli bir tür. Bir iyiler var, bir de kötüler. Kapitalizmin elinde büyük bir silah korku edebiyatı, karşı toplum yaratıyor. Bu düşman, diyor bize. Yenilmesi gerekli bir düşman. Bense şimdiki dünya düzenini korku atmosferi olarak görüyorum. Baktım ki korku edebiyatı felaket bir şey aslında! Amaçları karşı toplum yaratmak; onlar ve biz. Ergenleri, kadınları hizaya getirmek için hepsi. Exorcist’de kadının içindeki cinselliği yok etmek için baba modeli papaz devreye giriyor mesela.

Ben kaygıdan yola çıkarak korku edebiyatı yapmaya çalışıyorum. Kaygının nesnesi yok. Kaygı üzerine gidiyorum. Karakterlerde kaygı var ve onu korkuya çevirip çözmeye çalışıyorlar ama yapamıyorlar. Benim karakterlerim günümüz karakterleri, fantastik değiller.  Tuhaf olanı tuhaf olmayan öğelerle anlatmaya çalışıyorum. Beni ilgilendiren arada kalan belirsizlik. Psikanalizden yararlanıyorum, evet. Her romanla birlikte başka kaynaklardan yaralanmaya çalışıyorum. Rüyalar, özgürlük paranoyası, zihinsel yolculuk. Benim kitaplarımda okura çok iş düşüyor. Kafamdaki soyut dünyanın çok somutlanmaması lazım. Ortada tutmaya çalışıyorum.

Kitaplar nasıl ortaya çıkıyor?
Hiçbir kitap içeriği blok halinde gelmiyor aklıma. Ufak bir kırıntı düşüyor ilk önce. Kendini yiyen bir adamın romanını yazacağım demiştim. Sonra adamın fotoğrafçı olması geldi aklıma. Böyle böyle parçalar kafamda birleşiyor. Romanı öyküden ayıran şey ayrıntılar zaten. Baştan sona yazacağım bir şey gelmiyor aklıma. Bazen de bir an gelir aklıma ama an olarak kalır. Fikir genişlemez. O zaman bir romana dönüşmez işte.

Yazmak da hayat gibidir. Bakkala diye çıkarsınız yolda bir kediye rastlarsınız, rotanız değişir. Yazarken de yazı başka şeylere dönüşebilir, metin bambaşka yerlere gider. Bu, metinle yazan insan arasındaki tuhaf ilişkidir. Ortalama olarak bir romanı 1,5- 2 yıl arasında yazıyorum, çok uzatmamaya çalışıyorum. Linear şekilde yazmıyorum. Ekleme yaparsam, ileriye ve başa göndermeleri oluyor. Bütünü mantığa oturtmak gerekiyor. Kafada dönme, defterlere not alma, bilgisayara dökme diye gelişiyor benim yazma eylemim. Romanı yazıp bitirsem, basılsa bile devamlı eklemeler yapıyorum kafamda. Bu tamamen bitmiş bir yapıttır diyemiyorum. Az karakter ve az mekân benim derdim, her şey klostrofobik olsun diye.

Neden kaygı ve korku edebiyatı sizi meşgul ediyor?
Korkuya kayma yazarken ortaya çıktı. Kendiliğinden kaygıya doğru gittiğini fark ettim metinlerin. Okurken sadece o tür şeyler okumuyorum ama yazarken ona kayıyorum nedense. Tüm kitaplarımda böyle bu. Başımızdan geçen hikâyelerle kafamızdan geçen hikâyeler arasında hiçbir fark yoktur, demiş R.L. Stevenson. En radikal değişim, bir ay sonra çıkacak kitabımda bir kadın karakter oluşturdum. Plaza insanı. Ama üçüncü bölümde bu kadın karakterin erkekten farkı kalmıyor.

Emrah Serbes, Şule Gürbüz, Alper Canıgüz severek okuduğum Türk yazarlar şu sıra. Türk edebiyatını çok iyi görüyorum. Müzikte ve başka konularda iyi olmayabiliriz ama Türk edebiyatı geçmişte de çok iyiydi, şu anda da çok iyi bence. Ütopyadan çok distopyaya merakım var. Ütopyalar bana göre çok sıkıcı. Kitaplarımda rahatsız edicilik var, bence sanatta olmalı böyle bir rahatsız edicilik. Rahatsız insanlar beni okuyan insanlar zaten. Karakterlerimin okur üzerinde iktidar sahibi olmamasını istiyorum. Okurla birlikte yol bulmaya çalışan karakterler benim karakterlerim.

Barış Bıçakçı’yla bir alakanız var mı?
Herkes aynı soruyu soruyor. Kendisiyle tanışmadım. Birçok yazarla tanıştım ama onunla değil. Hatta beni onunla akraba sanıp, mailini isteyenler bile oluyor.

Genç yazarlar hakkında ne düşünüyorsunuz?
Aşırı bir özgüvene sahipler. Yazılarını paylaşıyorlar bazen. Giriş cümleleri şöyle; Açıkçası kalemime çok güveniyorum. Ahmet Hamdi Tanpınar bile böyle bir şey söyleyemezdi sanırım, mahcup olurdu. Tama özgüvenleri olsun ama ayarında olsun.

Mütevazı, sakin, dopdolu, güzel bir insan Hakan Bıçakçı. Anlattıkları ise genç yazarlarımıza ışık tutacak, cesaret verecek  nitelikte şeyler. Teşekkürler Galapera!

Füsun Çetinel

Kamondo Merdivenleri

Bir İnersin, Bir de Çıkarsın 

deneysel çocukluk
Hep Cem’in başının altından çıkardı böyle şeyler. Zürafa Sokağı macerası da. Bir sürü hikâye anlattı. Levent’le gitmişler, yok kadınlar her gördüklerine kapı aralığından gel gel yapıyorlarmış. Memeleri ortadaymış. Çok bakarsan, kolundan tutup zorla içeri çekiyorlarmış. Sen kim, o sokağa gitmeye cesaret etmek kim oğlum. Ya annem anlasaydı her şeyi, Almancadan cezaya kaldığımın yalan olduğunu. Zavallının benimle uğraşacak vakti yoktu gerçi. Gündüz banka, akşam babam. Ananem Alzheimer. Babamın da yemediği halt kalmamıştı ha. Ne çapkın adamdı. Bir nebze çekmemişim ona. Ama nasılsa babamın cüzdanından para araklamaya korkmazdım. Kadınlar için yüz lira. Levent güya gitmiş ya, yetmez oğlum,  dedi hemen. Nasıl da üzülmüştüm.  Levent kurt, anladı kıvrandığımı. Üstünü verse ya borç, vermez. Hem de karı bana bedava verdi oğlum, dedi Levent. Yok artık. Niye bedava yapsın o işi ki. Kalabalık sokağın başında birikmiş. Demir bir kapı görünüyor sadece. Boyumuz kısa ya o sıralar, aralardan bir şey görebilirsen ne şans. Bir de arabalı tatlıcı var yan tarafta.  Canım bir çekti ki. Kerhane tatlısıymış. Cem yemiş. O işi yapınca kurt gibi acıkıyormuşsun. Cem’in yüzü hep sivilce. Hani yatmıştı karılarla? Yatsan sivilcelerin kalmazdı. Öyle duymuştum da kimden hatırlamıyorum? Sokağın ilerisine doğru bir de kahve olmalıydı. Alçak masalar, tabureler, sokağın üzerinde kaldırımda. Anahtarlık, mendil, çakmak ve başka bir sürü şey satan bir de işporta tezgâhı duruyordu kaldırımda. Öyle ne kadar bekledik kim bilir? Kalbim küt küt atıyor. Bir şey oldu, kim ittiyse beni arkamdan kalabalığın içine doğru.

Was macht ihr denn hier?

Almanca hocamız Herr Müller! Okulun en belalı hocasının ne işi vardı bu sokakta? Cem’le Levent anında toz olmuşlar. Zavallı ben, Zürafa sokağının girişinde duruyorum. Kamondo merdivenleri geldi aklıma, nereden geldiyse. Almancam zaten berbat. Ne tembeldim ama. Tarih ödevi, diyebildim. Yalan söylemeyi bile beceremezdin sen. Herr Müller salak mı? Anladı her şeyi. Ya Herr Müller’e rastlamasaydım o gün?

umutsuz yaşlılık
Bu merdivenler bu kadar dik miydi yıllar öncesinde de yoksa ben mi yolun sonuna geldim artık? Mezunlar gününe gidelim diye tutturdular. Altmışıncı yıl sertifikası vereceklermiş. Neyimize yarayacak mezara giderken sertifika? Kiminin prostatı kiminin kalbi, eski günlerdeki gibi olmuyor işte. Ne kadar çabalarsan çabala. Üçer beşer koşarak inip çıktığın merdivenleri gözün yemiyor artık. Hayat düz bir yol olsa, beni hiç yormasa. Tek isteğim bu artık. Böyle işte. Hadi kırmayayım dedim çocukları. Çoğu Rahmetlik oldu. Bir avuç mezun kaldık bizim yıllardan. Nisanda kar olacak iş mi hiç? Gerçi her mevsim kış bana, kemiklerim bir türlü ısınmıyor. Ne giyersen giyeyim üstüme, titriyorum. Karanlık bir gün, çok karanlık! Niye uydum ki bizimkilere. Dursaydım ya evimde, koltuğumda otursaydım. Televizyona bakardım biraz, bir elma soyardım. Bir bardak ıhlamur kaynatırdım ayva çekirdekleri ve tarçınla. Geçer giderdi gün. Zaten ne Almanları ne de elmalı payı sevebildim. Ağzımın içi teneke gibi,  ne yesem tat vermiyor. Görev gibi yemek yiyorum, sırf yatağa düşmemek gayretiyle. Kıyamet kopacak okul bahçesinde. İnsan, gürültü çekemiyorum etrafımda. Sesler bile acıtıyor bedenimi. Bak yine tıkandım! Ah düşmanım merdivenler, ah düşmanım yokuş. Bir Herr Müller vardı hiç unutamadığım. Beni Zürafa sokağından ta bu merdivenlere kadar kovalamıştı. Keklik gibi sekiyordum o yaşlarda.

Çocukluğun heyecanı. Çocukluğun merakı. Bir kadın memesi göreceğiz diye neler vermezdik. Gördük de ne oldu? İşte hayat, görenin de görmeyenin de sonu toprak.

Füsun Çetinel

Yazarın Duvarı

Duvarın Hikayesi

Artık her şeyin, herkesin bir hikâyesi olmak zorunda. Kahve kupasının, ekmeğin, blucinin, saksıdaki çiçeğin. Üreticiler hikâyesi olmayan şeylerin satmadığını çoktan anladı. Pinterest de bu amaca hizmet ediyor. Sanal ortamda beğendiğin, ilgi duyduğun fotoğrafları sanal bir duvara iğneleyerek, başkasının seni görmesini istediğin gibi, bir hikâye yaratıyorsun.

Yazar tuhaf kişi ya, pinterest’i ne yapsın. Eski moda bir kolaj çok daha yaratıcı ve ilham verici onun için. Çalışma odasının veya evin herhangi bir yerinin duvarını yerden tavana kadar kişisel resimler, fotoğraflar, dergi kupürleri, kâğıtlar, notlar, kartlar, oradan buradan toplanan, kesilen anı parçalarıyla kaplar. Sevdiği, ilgilendiği şeyler. Öncelikleri. Ailesinin, arkadaşlarının resimleri, gezdiği yerlerden broşürler. Gitmek istediği ülkelerin haritaları. Başka yazarlardan alıntılar (eğer yazarımız kıskanç bir değilse ve başkasının kitaplarını okumaya tenezzül ediyorsa). Notlar. Kitap ayraçları. Onu büyüleyen şeyler. Dünyaya bakışı. Etrafında görmek istedikleri. Belki başkalarının da hoşuna gidebileceğini düşündüğü şeyler. Görüntüler, başlıklar, şiirler. Yazara kim olduğunu, ne yapmak istediğini hatırlatan her şey! Bir nevi yazarın hayatının haritası duvarına serdikleri.

Görüntüsel Yazma
Yazarın duvarına yapıştırdıklarını incelediğimizde, yazma eylemine benzer bir şey görürüz. Parçaları birleştirdiğimizde bir görüntü ortaya çıkar, duvarda onun hikâyesini okuruz. Gördüklerimiz onun çocukluğu. Duyguları. Tadı damağında kalmış sergi. Artık var olmayan kedisinin gözleri. Belki bir yaz tatilini geçirdiği köy. Ona özgürlüğü hatırlatan kuş tüyü. Yaşamın devam ettiğinin kanıtı kurutulmuş yaprak. Bir çocuğun yazara yaptığı doğum günü kartı. Sakladığı bazı oyuncaklar, tek gözü olmayan maymun, teneke tren, saçları dökük bebek.

Düşünecek, ilham alacak o kadar çok şeyi var ki yazarın! 
Her gün farklı bir şeye bakar yazar. Üzerinde düşünebilir, geçmişte neler hissettiğine, nasıl değişimler geçirdiğine odaklanabilir. Bu şey ona ne ifade ediyor? Nereden bulmuştu? Kim vermişti? Onda ne görüyor? Niye duvarına yapıştırdı? Niye bunca yıl sakladı? Vazgeçebilir mi? Onsuz var olabilir mi? Bundan sonra ne yazmayı düşünüyor?

Bir yazarın duvarı diğer duvarlardan çok farklı. Dedim ya yazar tuhaf kişi, duvarında bile  şaheserler yaratabiliyor.

Füsun Çetinel