Tozlu Raflardan etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Akbank Sanat Edebiyat Buluşmaları

Murat Gülsoy - Ayfer Tunç

Akbank Sanat Edebiyat Buluşmalarında Küçük İskender, Murat Gülsoy - Ayfer Tunç ikilisiyle birbirinden ilginç konulara değindi. Bir saatlik söyleşinin her anı çok değerliydi ancak burada, benim açımdan çok ilginç konulara temas eden, yalnızca dört soru ve cevabı sizlerle paylaşıyorum.

K.İ:  Ayfer, ben çocukluğumda çiçek dürbününden çok korkardım. Hem merak eder, hem de korkardım. Arka arkaya farklı renklerin şekillerin gelmesi beni yoran bir şeydi. Sen de metinlerinde böyle katmanlı ve farklı yerlerden hareket ediyorsun. Bu renklilik ne? Amacın, renklerin arasında bir denge kurmak mı yoksa bir mozaik oluşturmak mı?

A.T: Gerçekten de ben renkleri severim. Hayatın her alanında severim. Siyah beyaz filmleri de severim ama o ayrı. Biz gençken psikoloji testleri modaydı. Denizle ilgili bir soru vardı orada. Okyanusu tarif edin, diyordu. Milyonlarca balık, sayısız renk diye tarif etmiştim ben. Hayata bağlılık, hayatı çok renkli görme diye bir açıklaması olduğunu öğrendim. Tek bir hikâyeyle doymuyorum, mutlaka katmanlı olması lazım çünkü hayatın katmanlı ve girift olduğuna inanıyorum. Birbirimize değmeden yaşayamıyoruz. Edebiyatı yazarken, bir öyküyü veya bir romanı, tıpkı bir resim yapar gibi düşünüyorum. Bir renk dengesi kurmak veya kompozisyon yaratmak istiyorum. Öyle bir bakış açım var ama yöntemi şudur diyemem. Renge dair bir his bu yalnızca.

K.İ: Murat sende çok akademik bir duruş olmasına rağmen ironi, ince zekâ, hınzırlık gibi kavramlar metinlerinde çok ön plana çıkıyor bence. Bu bir gözlem mi? Yoksa bilmediğimiz bir hayatın mı var?

M.G: Ben ironi denen şeyi aslında Oğuz Atay’la keşfettim. Onun metinlerinde adını koyup, ironi çok açıklayıcı bir şey, tam da durumumuza uygun dedim. 1980lerin hemen sonrası, karanlık bir ortamda bir şeyleri söylerken aslında o söylediğinin tersini ifade ediyorsun. Zaten böyle dönemlerde ortaya çıkmaz mı, ironi, alaycılık, kara mizah. Açıkça söyleyemezsin, zaten de öyle bir ehliyetin yoktur. O dili de kaybetmişsindir. Oğuz Atay’ın okuduklarıyla, yaşadıklarıyla, kendisiyle ister istemez bir özdeşlik kuruyor yazar. Bende böyle oldu sanırım.

K.İ: 80ler deyince Ayfer’in çok önemli bir kitabı; Bir Maniniz Yoksa Annemler Size Gelecek. 70lerin, belki ucundan 80lere uzanan toplumsal figürlerin yerleştiği bir roman. Bunu yazabilmek büyük bir bellek gerektiriyor bana göre. Bu figürlerle gerçekten içli dışlı mıydın yoksa belgesel gazeteci gözüyle mi yaklaştın?

A.T: Bu konuyla ilgili bir kaynak yok. Neyi araştıracaktım? Misafirlik adetleri mi? Bu tamamen bellekte saklanan şeyler. Gündelik hayatın tarihçesi aslında bu roman. Altıyla on altı yaşım arasıydı benim için o dönem. Altı yaşında bomboş bir zihinle dünyaya bakıyorsun. Biraz hikâyeci olmakla ilgisi var mutlaka. Eğilim o zamandan belliymiş. Her şey zihnime nakşolmuş. Ama 80lerden sonra böyle bir ayrıştırma yapamadım hayata ilişkin, çünkü benim alanım değişti. O yıllarda yaşadığım hayat Türkiye ortalamasının bir özetiydi. Bunun için bir araştırma yapmadım. Misafir gelince nasıl davranılır, tavuk nasıl kesilir bunlar o zamandan gördüğüm şeyler, hayatın bir parçası. Bu kitabı yazmamı tetikleyen Tarih Vakfından Abdülaziz Bey’in Osmanlıda Adet, Merasim, Tabirler diye bir kitabıdır. 90ların başında elime geçti. Kültürel tarihi okumayı çok severim. Onu okurken o kitapta yazılan şeylerin hiçbirinin olmadığını fark ettim. Yüz yıl içerisinde kaybolmuştu her şey. Benim çocukluğumda yaşadığım şey de yüz yıl sonra kalmayacaktı. Bir kayıt tutmak istedim. 96 yılıydı. Yeni yüzyıl gazetesinde çalışıyordum. Bir kutu koydum çalışma masamın üstüne ve akıma gelen her şeyi kâğıtlara yazıp içine attım. Kerime Nadir romanları, gümüş künye, kaset doldurtmak… Kitabı dokuz ayda yazdım. Kitabın yüz elli, iki yüz sayfa bir şey olacağını sanıyordum. Hafızanın bu kadar kuvvetli ve şaşırtıcı bir şey olduğunu o kitabı yazarken gördüm. Yazmaya başladığımda kendimi durduramaz hale geldim. Altı yüz elli sayfa oldu, yayınevi olmaz dedi. Onun üzerine dört yüz elli sayfaya çektik kitabı. Bir tüme varım oldu o kitap. Minik parçaların birleşmesinden bütün çıktı. Abdülaziz Bey’in formülünü kullandım. Doğumdan ölüme yürüyen bir çizgi takip ediyordu. Elimdeki malzemeyi nasıl sunacağım sorusu çok terbiye ediyor insanı. İnsanın kendi tarihine kaçabileceği çok duygusal bir malzemeydi. Anıya dönüşebilirdi.  Asıl anlatmak istediği şeyden uzaklaşabilirdi. Onu son derece soğukkanlı, hafif ironik bir bakış açısıyla topladım. İstanbul’un değer kaybına çok üzülüyorum ama nostaljik biri değilim. Oturalım konuşalım ama o günlere gitmek istemem. Çocukluk devrisaadettir. İnsanlar psikolojik olarak çocukluğunu ya çok olumlu ya da çok olumsuz olarak yüceltirler. İkisi de yalandır, kendileri de farkında değildir. Çünkü yetişkin hayatımızın bir açıklamasını yapmaya çalışırız. Kaynaklarımızı çocukluğumuzda arıyoruz.

K.İ: Murat, Tanrı Beni Görüyor mu hayale dair, labirent gibi bir kitap. Sen insanın hayale muhtaç olduğunu düşünüyor musun? İnsan ve hayal arasındaki ilişki hakkında neler söylemek istersin?

M.G: Hayalden önce hikâye geliyor. Ait olduğu bir hikâyeyi bulmak insanın ihtiyaç duyduğu şey. İster şehirde ister doğada olsun var olduğu andan itibaren insan yabancı bir dünyada. Şehirde daha uç noktasına gidiyoruz, doğal olan hiçbir şey yok.  Ağaçlar bile bizim ektiğimiz, budadığımız şekliyle. Hayal ettiğimiz dünya maalesef bu. Her zaman süren bunun savaşı. Benim hayalim, senin hayalin olacak kavgası. İnsan bu karmaşanın içinde kendisine bir anlam arıyor. Anlam dediğimiz şey de hikâyenin kendisi. Ben bu hikâyenin neresindeyim? Benim hikâyem ne? O öykü kitabında da, diğerlerinde de karakterlerin çoğu zaman aradığı şey bu. Daha kötüsü, böyle bir hikâye var mı?

Ama benim yazdıklarımda böyle bir hikâye var çünkü onu yazan birisi var. Ya hayatta? Olmadığı için o boşluk, o anlamsızlık, o çıldırtan durum insanı hikâye aramaya itiyor. Hikâyeyle hayal benim kafamda birbirinden çok uzak şeyler değil. Hikâyeniz gerçeklikle bir parça uyumluysa sürüyor. Ama sonra bir bakıyorsunuz hikâye bu değilmiş. Çok yanlış bir hikâyenin içindeymişim. Yeni bir hikâye başlıyor o an zaten. Bu böyle bir salınım. Birçok hayal kırıklığı yaşıyoruz. Bunlar yeni bir hikâyeyle aşılıyor. Yeni bir hikâye kuramadığın zaman başka şeylere ihtiyaç duymaya başlıyorsun. Dışsal şeylerde arıyorsun. Oysaki insan bunu kendisi çözebilmeli. Bunadığımız zaman hikâyenin ana unsurlarını kaçırıyoruz. 5N 1K dediğimiz şey; ne, nerede, ne zaman, nasıl, bu kimdi? Paylaştığımız kurgu yok oluyor.

füsun çetinel

Kurgusuz kalmayın!
Bir saatlik söyleşinin ses kaydına ulaşmak için bana mail yazabilirsiniz.



Ayşegül Kitap Fuarında

34. İstanbul Kitap Fuarı 

Bir gece öncesinden sandviç, meyve ve kuruyemiş hazırladım. Yedek alışveriş poşetleri, ıslak mendil, baş ağrısı hapları, bozuk para… Aslında tekerlekli pazar arabası götürmek de vardı ama kızım Zeynep kendini tutamayıp bütün fuarı yüklenebilir diye korktum.


Kendime on kitaplık bir liste hazırlamıştım

Bu kez limiti aşmamaya kararlıyım. Son taşındığımız evimiz gerçekten kutu gibi, kimselere hediye edemediğimiz kimi kitaplarımızı kocaman bir valize doldurup depoya kaldırdık. Yakında depoyu kütüphane olarak kullanacağız. En kolay çözüm… Metrobüs trafik saatlerinin dışında candır, ucuzdur, çabuktur.  Saat 10.15 civarı Ankara’dan, Ayşegül Kocabıçak’la bir kafede buluştuk. Birbirimizi sosyal medya dışında ilk görüşümüz. Sanki yıllardır tanışıyoruz. Onun İstanbul’daki fuara ilk gelişi. Kolundan yakaladığım gibi hemen Notos’ sürükledim. Dilek Küçükemir’le sohbet ettik. Bize yeni çıkanları tanıttı. Liste dışı ilk kitabımı Notos’tan aldım! Eve Dönmenin Yolları, Alejamdro Zambra! Ayşegül, Semih Gümüş’le tanıştı, Can Kitaptan çıkan Belki Sonra Başka Şeyler de Konuşuruz kitabının imzasını aldı. Hocamızı bulmuşuz, bırakır mıyız? Bir koşu Can’a gidip kitabımı aldım ve ben de  imzalattım. Böylece ikinci liste dışı kitabımı da sırt çantama eklemiş oldum!
Bu arada devamlı saate bakıyorum, kitap fuarında zaman bir garip işliyor. Sabahken öğlen, öğlenken akşam olabiliyor güneşi görmeden. Ayşegül şeytan uçurtması gibi peşimde. Daha insan akını başlamadan listemi tamamlamak istiyorum. Bir sonraki kitap durağım, Yapı Kredi Yayınları’ndan Yalçın Tosun, Bir Nedene Sunuldum. Ve Can Çocuk, Goscinny/Sempe, Pıtırcık’ın Kırmızı Balonu. Parayı öderken üçüncü golümü kasa başında yedim. Ama nasıl güzel bir kitap! Varsın gol olsun. Ben Küçük Bir Çocukken, Erich Kaestner. On bir yaşında bir çocukken Almanca öğrenmeye onun kitaplarıyla başlamıştım.
Ayşegül ne dersem yapacak. Meraklı gözlerle tüm kitapları yutmaya çalışıyor. Bu kez de Alakarga’ya Nalân Barbarosoğlu’nun yeni basım kitabı Gümüş Gece’yi almaya gittik. Listem yavaş yavaş tamamlanıyor. Saat birden önce alış verişi bitirmeliyim, Hebeliada salonunda Ahmet Büke ve Semih Gümüş söyleşecekler.
Biz kitaplarla kendimizden geçmişken koridorlar yavaş yavaş dolamaya oksijen azalmaya başlamış bile. Metis’ten John Berger, Düğüne’yi de alalım söz artık bir yerde oturup laflarız, kahve içeriz diyorum Ayşegül’e. O bana inanmaz gözlerle bakıyor.
“Dur,” diyorum, “Yitik Ülke’de Nilgün Şimşek’le, Kadir Aydemir’le tanışman gerek.” Ayşegül istemez olur mu, o meraklı gözleriyle her şeyi yutmaya hazır. Siyah Sardunyalar ve daha bir çok güzel kitap var burada da.


Kahve yalan oldu

Ama sohbetimiz iyice daralmaya başlayan koridorlarda devam ediyor. Ne olacak bu öykünün hali? İyi kitaplar, kötü kitaplar. Ben niye yazıyorum ya? Şunu oku bunu oku. Zaman yok işte, derken sanat fuarındayız. Artistanbul. Funda Tarakçıoğlu, kendisi ablam olur, ressam ve heykeltıraş bizi karşılıyor. Nevzat Metin’le tanıştırıyor bizi. Kendisi UKKSA, Uluslararası Knidos Kültür Sanat Akademisi kurucu ve yöneticisi hem de şair. Kartlar alınıp veriliyor, projeler ayaküstü hayata geçiriliyor. Ayşegül renklerde kaybolmuş, kafasını bir sağa bir sola eğip anlamaya çalışıyor. Funda’nın kedili tablosuna bayıldı, hikâyesi olan bir şey bu diyor. Hikâyesi olan şeyleri seviyoruz. Sanat fuarında sonraki durağımız, Ayşecan Kurtay ve Firuzan Şimşek’in de aralarında olduğu bir grup sanatçını ortak projesi, Ursula Le Guin’in odası. Kadınlar, Rüyalar ve Ejderhalardan esinlenerek yapılmış. Ancak küçük bir kahve ve tuvalet molası alabiliyoruz. Tuvalet kuyrukları gerçekten çok uzun! Kuytuda kimsenin bilmediği tuvalet noktaları var ama bunu kendime ve benimle birlikte gezenlere saklıyorum darılmaca yok!
”Bir Blog Macerası: İnsan Kendine De İyi Gelir” Semih Gümüş-Ahmet Büke söyleşisine katılanlar edebiyat öğretmenleri, okuma grupları, kitap kurtları. Enteresan sorularıyla ufkumuzu genişletiyorlar. Ahmet Büke de samimi yorumlarıyla bizi güldürüyor. Keyifle izlediğim yeni birçok şey öğrendiğim ender söyleşilerden biri.
Saat iki olmuş bile! Notabene’de Acır mı Mösyö Messier öykü kitabının yazarı Özlem Kiper ve Ayşegül’ün imzası var. Sevgili Yalçın Burkev’le ne zamandır görüşmemişiz. Ve diğer arkadaşlar… Sosyal medyadan tanıdığım ama yüz yüze gelmediğim nice yazar. Tunç Kurt’un, Pay Prada Nasıl Öldürüldü hemen çantama giriyor. Ayşegül'le vedalaşıyoruz. Sevgili arkadaşım Özlem'le de. Bir Ankara'ya biri Singapur'a dönecek. Hayat böyle bir şey işte! 


Zeynep'in poşetleri

Bu arada Zeynep’le ayrılıp ayrılıp buluşuyoruz. Onu her görüşümde elindeki poşet sayısı artıyor. Korkuyorum… Bu yolun bir de dönüşü var. Ama Günışığı Kitaplığı sağ olsun, servisle döneceğiz. Bunu Zeynep’e söylemedim daha! Koridorlarda serseri mayını gibi insan seliyle sürüklenirken yasakmeyve’de Mehtap Meral’e rast geliyorum. Yeni şiir kitabı,  Ses ve Toz’u Haydar Ergülen atölyesinde birlikte konuşacağız. Liste dışı bir diğer kitabım, Kedi Şiirleri Antolojisi. Yanında iki adet kedi kurabiyesi, kedi rozeti ve yasakmeyve şiir dergisi. Çocuklar kadar şenim. Yazın iki haftamı geçirdiğim sevgili Aziz Nesin Vakfı’na uğramasam çok üzülürdüm. Arkadaşlarım, dostlarım hepsi orada. Aziz Nesin çizgi romanlarını duymadınızsa eğer mutlaka hepsini edinin. Okuması okutması çok keyifli.


Günışığı Kitaplığı benim adam

Günışığı Kitaplığı benim için fuar karmaşasında renkli, ışıl ışıl, dingin, kıymetli eserlerle, yazarlarla bezeli bir ada. Değerli editörüm Müren Beykan, Mine Soysal, sevgili ekibi, fuar boyunca onlara yardım eden genç arkadaşlar. Sevdiğim yazarlar, Leyla Ruhan Okyay. Betül Sayın. Ahmet Büke. Gülçin Alpöge. Hepsi orada. İnsan Kendine de İyi Gelir kitabım bir vapur yolculuğunda kayıplara karışmıştı. Bu kez Ahmet Büke’den imzalısını alıyorum hem de Zeynep için.
Zeynep sayısını öğrenmeye korktuğum kadar çok kitapla Günışığı standına geliverdi. Üstelik çoğu ciltli dev kitaplar. YKY, özel çizimli Harry Potter, Desen’den, Asla Neden Diye Sorma, Shaun Tan benim favorilerim. Yalnızca bu ikisi bile 3 kilo geliyor sanırım. Zeynep’in kol ve ayak kaslarını hafife almışım. Sonuçta 23 yaşında on yıllık profesyonel yüzme hayatını geride bırakmış güçlü kuvvetli bir genç kızımız! Servisle gideceğimizi söyleyince yüzü aydınlanıverdi. “Gidip birkaç şey daha alsam mı,” dedi ama bakışlarımı görünce caydı hemen.

Bir sonraki kitap fuarına pazar arabası götüreceğim, kesin kararlıyım!

Füsun Çetinel

Tezcanlı Hayalet Avcıları

Müge İplikçi Söyleşisi

Yağmurlu bir akşamda Gergedan Kitapevinde Fuat Sevimay ve Özlem Kiper moderatörlüğündeki Öykü Akşamlarına katıldım.  Müge İplikçi’yle, Tezcanlı Hayalet Avcıları üzerine samimi bir söyleşi gerçekleşti. Özlem Kiper güzel sesiyle kitaptan öyküler okudu bizlere.

F.S: Tezcanlı Hayalet Avcıları’nı dördüncü ya da beşinci kez okudum. Bende kalanlar şöyle. Hayatımızda geçmişten, bazen bir ilk gençlikten, bazen de Hırvatistan’daki kıyıdan hatta bu anımızdan ama yavaş yavaş geçmiş olacak yaşadığımız şeylerden kalan  birtakım hayaletler var ve bunlar bizim peşimizi bırakmıyor. 

Yaşlandıkça geçmişe olan bağlılık, yaşlanmaktan çok mutluyum o ayrı bir şey de, artıyor. Geçenlerde bir arkadaşım, “ne kadar yaşlandım yaşlandım diyorsun, nedir bu halin” dedi. Evet, bir saplantı galiba bu bir yandan. Bizim gibi ülkelerde yaşayan insanların elinden sürekli kaçırılmış olan o gençliğe yönelik aslında bir isyan da. Çabucak büyütülüp çabucak yaşlandırıldığımız böylesi ülkelerde geçmişle kurduğumuz ilişkiler de bana biraz tuhaf geliyor. Hayaletleri bile tuhaf. Ve muzip hayaletler. Bu kitabı biraz o yüzden yazdım. Bir sürü muzip hayaletim var, muzip hayalim olduğu gibi. Muzip derken, yüzüne bakıp hüngür hüngür olduğum hayaletler bunlar. Hem arabesk hem yüzü batıya dönük. Böyle böyle ölüp gideceğiz ama bir daha dünyaya gelsen ve neresi, deseler ben yine burası derim. Burada çok acayip bir güç silsilesi var. Bu güç yazdırıyor insana. Çok iyi öykülerimiz, çok iyi kurgularımız var. İnsanlarımız da iyi fakat bir şey tıkanmış durumda. O tıkanıklığı gençler açacak onu biliyorum. Biz görebilecek miyiz onu bilemem. Hırvatistan’da gördüğüm de buna benzer bir şeydi. Bu öyküyü yazmamın nedeni de o. Hırvatlar bize çok benziyorlar. Çok neşeli insanlar ama bir anda hüzünlenebiliyorlar. Duygusal insanlar ve bir yandan küfür kıyamet ortaya dökülebiliyor. Bahçesindeki kedisini göğsüne bastırabiliyor ama komşusunu öldürebiliyor. O kıyı bana çok iyi geldi, çocukluğumun kıyısıydı sanki. Mavi bayraklı bir kıyısı vardır Split’in, o kıyıya her indiğimde dedemi görüyordum, anneannemi görüyordum. Öyküde derim ki “ışık hepsini yutuyordu”. Aslında orada bir metafor var. Onu da bir okurum buldu. Işığın her şeyi yutması, ölüme bir gönderme var orada. Ürkütücü değil ama. Karanlık da ürkütücü değil baktığınız zaman. Sadece nerede durduğunuza bağlı.

Split’de küçük bir topla bir oyun oynuyorlar. Yaz kış, çoluk çocuk. Denizde karada. Maksat topu yere düşürmemek. Yaşamın öyküsü de böyle bir şey yere düşmeden yakalayıp başka birine pas atmak onu. Öğretmenlik gibi yazarlık gibi, burada o topun öyküsü sizlere ulaşabildiyse ne ala. Yere düşmeden yakalandı demektir.

F.S: Bize ulaştığını söylemeye gerek yok. Zaten o kırmızı top son öyküde de zıplamaya devam ediyor değil mi? Ölümden korkmaya gerek olmadığını söylüyor, değil mi öyküler?

Evet, hepimiz o kırık gençliğin içerisinden geçiyoruz kaç yaşında olursak olalım. Hepimizin fezaya çevrili gözleri vardır yaşamın bir döneminde ama hepimiz de öyküdeki gibi Astronot Niyazi olmaya mahkûm öleceğiz. Ama boş verin canımız sağ olsun. Öykü zaten, sonunda bütün düşlerin bir Astronot Niyazi metaforuna dönüşmesi üzerine.

Ö.K: Öykülere baktığımızda hepsi şimdiki zamanda başlıyor. Kahramanlar anı yaşarlarken bir anda bir şey oluyor, geçmişe dönüyorlar. Geçmişte karşılaştıkları insanlar, belki kendileri, belki olaylar, geçmişe götürüyor onları ve şimdiyi yaşayamaz hale geliyor kahramanlar. 

Aslında şimdisi yok öykülerin. Ve kahramanlar geçmişi şimdiki zaman olarak yaşıyorlar toplum olarak. Alttan alta bir eleştiri var. Neden hep geçmişi şimdi diye yaşıyoruz, sorusu. Hâlbuki şimdiki zamanı yaşamalıyız. Şimdiki zamanı yaşarsak bir şeyler olacak. O hayalet halimizle şimdiki zamanın gölgeleri olarak yaşamak daha cazip geliyor bize.

F.S: Çok farklı coğrafyalarda geçen öyküler var bu kitapta. Göç öyküleri var. Dediğiniz gibi, on yılda yirmi yılda bir yerlerimize kazınan hayaletlerden çok da kolay kurtulmak bu coğrafyada mümkün değil ama “asla kurtulamayız biz” mesajı da yok. Umutsuz, karamsar değil öyküleriniz.

Beni burada tanıyanlarınız var, karamsar biri değilim. Her zaman bir umut vardır. Korkunun karşısındaki en güzel duygu da umuttur esasında.  Onu elimizden almaya çalışıyorlar ki tümden ödlek olalım. Hikâye bu.

F.S: Biz bu akşam Tez Canlı Hayalet Avcıları ve öyküleri konuşuyoruz ama çoğunuz biliyordur Müge İplikçi yalnızca öykü yazmıyor. Roman, çocuk kitapları, köşe yazıları, tamamen bir edebiyatçıyla beraberiz.  Yalancı Şahit’de, kasvet demek doğru değil ama daha ağır, hüzünlendiren bir dil var. Veya Civan’da anlatılan hikâyenin dili. O metinlerle karşılaştırdığımızda, Tezcanlı Hayalet Avcıları mutlu, eğlenceli. 

Sürekli ciddi kalınarak ciddi olunabileceğine inanmıyorum. Eğlencenin ciddiyetine varıldığında, tıpkı oyunun ciddiyetine varıldığı gibi, dünyayı değiştirebilecek temel saç ayaklarından biri olduğuna inanıyorum eğlencenin. Ben bir çocuk kitabında da bunu söyledim. Neşeyle yolların kat edilebileceği hiç aklınıza gelir miydi?  Neşe olduğu zaman kahıra göre daha güzel zamanlar geçirerek gidebiliriz başka yerlere, başka kıyılara diyorum. Hep böyleydim ben. Hüzünlü bir insanım ama neşe her zaman cebimdedir. Bu toplumu da çok sevmemin nedeni o. Neşeli bir toplumuz.

Ö.K: Ortak temada hatıralar var, hayaller var, hayaletlerimiz var. Öykülerin bir kaç tanesi çıktı sonrası daha kurgusal mı gitti? Kendiliğinden mi çıktı bu kadar öykü, nasıl oldu?

Civan’ı yazarken, karanlık bir romandır o, yazdım bu öyküleri. Okuyanlara geçmiş olsun. Şimdi de bir kitapla uğraşıyorum ve bir yandan da öykü yazıyorum. Bu bir ferahlama alanı. Burada karanlık bir şeyle uğraşıyorum ama diğer tarafta da yumuşak bir şey yapıyorum. Mesela Kaf Dağı’yla da Açelyalar’ı yazmıştım eşzamanlı olarak. İnsanı rahatlatıyor böyle yazmak.

Ö.K: Genelde böyle yapılmasın diye tavsiye ederler ama?

Doktor ne dediyse tersine yapıyorum ben. Edebiyat o kadar hayatımdaki, tıpkı sizler gibi, her zaman elimin altında okuyacak bir şeyler var. Her şey her an yazılabilir, benim için sorun yok. Kendinizi kısıtlamayın. Yazmak bir delilik belki ama normal nedir ki zaten?

Füsun Çetinel

Çocuklara Yazmak

İyi Çocuk Kitapları 

Sevgili dostumuz Jale Sancak Galapera’da yine çok güzel bir söyleşiye ev sahipliği yaptı. Bu kez Mehmet Fırat Pürselim’le birlikteydik. Söyleşinin ilk bölümü Türkiye’de ve dünyada çocuk kitapları üzerineydi.

J.S: Aya Yayınlarından çıkmış, Flamingo Çocuk isimli bir kitabınız var. Çocuk kitabı yazmak nereden aklınıza geldi?

Kafamda bir şeyler vardı aslında. Kızım var benim şu an on yaşında ama çocuk kitabı yazdığım zaman daha küçüktü üç dört yaşlarındaydı. Sürekli masallar anlatıyorum ben ona, okuduğum masalları seviyor, doğal olarak tekrar ediyoruz. Bir süre sonra sıkılıyor yeni masallar istiyor ama benim uydurduklarımı daha fazla seviyor. Devamlı masal uyduruyorum. Böyle böyle ilerledi olay.  Bir taraftan kızım doğa sevgisi, hayvan sevgisi edinsin istiyorum. Kızımla birlikte büyüyen, çıkan bir şey oldu çocuk kitabı. Tabi yalnızca ona anlattığım şeyler değil de, daha ne 'yapabilirim'i düşündüm. Hem doğayı sevsin, hem hayvanları sevsin çocuklar diye düşündüm. Bayağı da araştırdım flamingoların hayatlarını. Nasıl bağırırlar, nasıl yerler, nasıl içerler.

Çocuklarımıza yalnızca bilgi veren kitapları sevmiyorum ben. Öyle kitaplar da okuyorum. Yazar araştırmış, bütün bilgileri ardı ardına sıralıyor. Çocuk sıkılıyor tabi. Öğretici olsun ama parmak sallamasın kitaplar. Çocuk fark etmeden içinden o tür bilgileri alsın. Bu kitabın devamı da gelecekti ama zaman bulamadım. Yunuslar ve foklarla ilgili düşünüyordum. Hatta Foça’da geçecekti olay. Zaten Foça fok anlamına geliyor. Bunların hepsini kullanacağım, yunus parklarının kapatılmasının teşviki de olsun istiyordum içinde. Belki bir gün tamamlarım.

J.S: Büyüklere mi yazmak daha zor çocuklara mı? Yazarken bu konuda zorlandığın bir şey oldu mu?

Bana her hangi biri daha zor veya kolay gelmiyor. Çocuk kitabında biraz daha inceltiyorsunuz gerçekleri. Şu an elimde gençler içi hazırlanmış bir korku öyküleri dosyam var. Cinselliği, içkiyi sigarayı belli ölçüde kaldırıyorsunuz. Bir nevi sansür uyguluyorsunuz. Daha dikkatli oluyorsunuz. Belki daha kısa cümleler kuruyorsunuz ama daha zor veya daha kolay yazmak diyemem. Araştırma, defalarca okuma ikisinde de yapıyorum zaten.

J.S: Emanetimdeki Hayatlar’a baktığımızda burada rahatlıkla acıyı ve bütün üzücü, korkunç olayları kendimize sınır çizmeden anlatabiliyoruz. Çocuklara geldiğimizde neler oluyor? Dünya tozpembe bir yer değil ama biraz daha usturuplu anlatmamız gerekiyor, böyle de bir ayırım var galiba? Çocuklar için çok moral kırıcı olmamak mı gerekiyor? Çocuk kitapları yazarı Leyla Ruhan Okyay ile konuşuyordum. Çünkü ile başlayan cümleleri çocuklar sevmezmiş. Editörü öyle söylemiş. Neden anlayamadım ben. Bu anlamda da moralleri bozulmasın diye böyle yasaklar koyuyor mu yazar kendisine?

Türk toplumu olarak çocuklara ne kadar korumacıysak, çocuk kitaplarına karşı da o kadar korumacıyız. Hatta fazlasıyla korumacıyız. Yabancı yazarlar muhteşem yazıyorlar. Günışığı Kitaplığı’ndan çıkmış Laura S. Matthews’un Balık isimli kitabı var. İngiliz bir çocuğun balığıyla birlikte hayatta kalmak için verdiği yaşam mücadelesi. Ölüm var, kanlı sahneler var. Gerillalar var. Doğrudan verilmese bile ciddi bir iç savaş anlatımı var kitapta.

Ya da korku temasında olduğu gibi. Irene Adler’in Doğan Egmont’tan çıkan kitabı Sherlock, Lüpen ve Ben. Çocuklara korkuyu biraz daha seyrelterek anlatıyor ama cinayet yine var. Çocukların merak duygularına bir şekilde gem vurmuyor yabancı yazarlar.

“Anneciğim babacığım nasılsınız, ne yapıyorsunuz,” diye konuşmuyor çocuklar onların kitaplarında. Neyse o, herkes ne konuşuyorsa o. Kalıp, klişe, samimi olmayan gerçeklikten uzak şeyler bu tür diyaloglar. Hiçbir çocuk “anneciğim babacığım” demiyor.

J.S: Füsun, siz ne düşünüyorsunuz çocuk kitapları yazma konusunda?

F.Ç: Ben çocuk kitabı yazacağım diye oturmuyorum masa başına. İçimden ne geliyorsa onu yazıyorum. Sonra yayınevleri karar veriyor bu çocuk kitabı olabilir, uygundur diye. Biraz da kelimeleri yuvarlıyorum tabi. “Masum sansür” diyebiliriz belki de. Bence iyi çocuk kitapları çocuklar için yazılmaz. Benim arzuladığım hem çocukların hem de büyüklerin okuyabildiği kitaplar. Ve aslında iyi edebiyat bunlardadır.

J.S: Çocuklara yazabilmek için neler yapıyorsunuz Fırat?

Çocuk kitabı yazdıktan sonra Uzman TV’den teklif geldi. Çocuk kitaplarıyla ilgili programlar yaptık, sonra masallar yaptık. Çok çalıştım son zamanlarda. Biraz daha bilimsel baktım olaya. Çocuk edebiyatı nedir, ne değildir üzerine düşündüm. Biraz daha işin mantığıyla bakmaya çalıştım olaya.

J.S: Bizim çocuklarımız gazete okumuyor. Televizyonda, sokakta olanlar konuşulanlar sürekli kan, kin, cinayet, baskı, şiddet. Zaten çocuklar bunların ortasında, bizim çocuklar bunlarla yoğruluyor. Kimi evlerde uygulanan şiddet var bir de üstüne üstlük. O zaman kitapta niye anlatılmasın. Bütün bunlar niye yazılmasın, niye konuşulmasın anlamıyoruz gerçekten. 

Bu söyleşinin devamını başka bir başlıkla sizlerle  paylaşacağım. Galapera söyleşilerini kaçırmamanızı şiddetle öneririm.

Füsun Çetinel

Nalan Barbarosoğlu - Behçet Çelik Söyleşisi

Cumartesi Söyleşileri

Nalan Barbarosoğlu, bu cumartesi de, 2008 yılında Sait Faik Hikaye Armağanı’nı, 2011 yılında Haldun Taner Öykü Ödülü’nü kazanan, öykü ve roman yazarı, Behçet Çelik ile bir söyleşi gerçekleştirdi. 


Hem öykü hem roman yazdığın için, öykü yazmakla roman yazmak arasındaki fark nedir sence?
En önemli fark sanırım romanın çok daha uzun sürede yazılması. O uzun zaman içerisinde o kurguyu sürekli kafada tutmak, ister istemez romanın dünyasını gündelik hayatın bir parçası gibi yaşamayı gerektiriyor. Öykü sonuçta birkaç günde yazılıyor sonra düzeltiliyor ama o kadar uzun bir süre bir kurgunun içerisinde sürekli o metine yoğunlaşmış olmuyorsun. Halbuki roman yazarken gün içerisinde de aklına geliyor, bazen günlük hayat içerisindeki kimi detayları acaba romana bir şekilde katar mıyım diye düşünüyorum. Yazı disiplini açısından da çok büyük bir fark var.  Öykü yazarken daha yoğun bir anlatım gerekiyor. Romanda, benim yazma tarzımda, ise çok daha rahat bir şekilde uzun uzun yazıp daha sonraki aşamalarda kısaltmak, kurguda dönüp dönüp geriye bakmak gerekiyor bu da bir çalışma farkı getiriyor.

Ama ben öykülerin için de böyle yaptığını, onları yazıp yazıp bozduğunu biliyorum.
Mutlaka öyle oluyor ama sonuçta öyküde diyelim ki üç dört aylık ya da bir yıllık geçmişini kurmadan kahramanlar oluyor daha ana dönük olduğu için daha boşlukları olan bir metin oluyor. Halbuki romanda, yazdıkça daha ete kemiğe bürünen bir karakter ortaya çıkıyor. Onun alışkanlıklarını daha net görüp ondan sonraki hareketlerde karakteri bu geçmiş belirliyor. Ben roman yazarken baştan sona bütün kurguyu kafamda oluşturmuyorum.  Çok temel bir iskelet oluyor ama bir yerden sonra benim tahmin ettiğimden başka bir yere gidiyor roman.

Peki, öykü okuruyla roman okuru arasında bir fark var mı sence?
Zaten Türkiye’de çok sınırlı bir okur var. Bu sınırlı okur iyi bir öyküyü severek okuduğu gibi iyi bir romanı da severek okuyor. Romanın yayın dünyasında güçlü bir hegemonyası var. Bu zaman zaman öykü severlerde bir sıkıntı, bir uzaklaşma yaratıyor.  Hatta geçmişte öykü yazıp daha sonra roman yazan benim gibi yazarlara işin kolayına kaçtı deniyor. Öyküden zevk almak için, edebiyat görgüsü bilgisi biraz daha yüksek olmalı gibi geliyor bana. Roman okurlarının öyküye duydukları tepkiye tanık olduğumda hep bunu fark ettim. Niye burada bitti, niye daha uzun değil gibi… Öykü okuru zaten çok daha sınırlı bir kesim, öykü disiplinini benimsemişse, tür olarak öyküye daha yakın hissediyorsa kendini, onlara da roman uzatılmış geliyor.

Belki öykü okuru, roman okuruna göre daha çok boşlukları doldurabiliyor?
Öykü daha katılımcı bir türdür.  Öykü okuru daha etkileşimli bir edebiyat ilişkisi içerisindedir. Her roman ve her öykü için bu geçerli değildir tabii. Bir parça daha uzaktan ve genel baktığımızda, öykü biraz daha okurun katkısını istiyor romana göre. Başta dediğim gibi, edebiyata biraz daha yakınlık duyanlar öyküden haz duyuyor.

Biraz kendi okuma yolculuğundan söz eder misin bize?
2012’de yayınlanan Yazarlar Okurlar ve Okuma Notları adlı kitabına uzanan okuma serüveninden?
Kitap okumayı hep sevdim. Ortaokul yıllarımda birkaç yazar çok etkiledi beni. Durup dururken kendi kendime öykü denemeleri yapmaya başlamıştım. Bunların başında Orhan Kemal, William Saroyan, Oktay Akbal, Sait Faik gelir. Bunları okudukça bir şekilde yazma isteği duydum. O yaşlarda olduğu gibi polisiye roman da, Tommiks Teksas da okudum.  Şansıma kitap okunan bir evde büyüdüm. Babam gençliğinde abone olduğu belli başlı dergileri atmamış, ciltletmişti. Sıkıcı yaz günlerinde, eski yılların Varlık dergilerini karıştırma imkânım vardı. Daha disiplinli bir okuma üniversite yıllarımda başladı. Asıl, 1991 senesinde bir edebiyat dergisi çıkartmaya karar verdiğimizde beş kişiydik.  En gençleri bendim, diğerleri benden on,  on beş yaş büyük, daha önceki kuşaklardan edebiyatçılardı. Dergide dosya yaparken oradaki arkadaşlarım Memduh Şevket’i okumalısın gibi önerilerde bulunurlardı.  Bir yazı yazmak amacıyla okumaya başlamam o edebiyat dergisinin mutfağında gerçekleşti.

İlk öykü kitabın İki Deli Derviş 1992’de yirmi dört yaşındayken yayınlandı. O kitaptaki öyküler nasıl birikti?
Orta sondayken Adana’da Son Yaprak diye iki yapraklık bir edebiyat gazetesi çıktığını gördüm. Elimde öykümsü bir şey vardı, onu yolladım dergiye. Derginin ikinci sayısı aylar sonra çıktığında içinde küçücük bir not vardı. Bize Gelenler diye bir köşede adım yazıyor ve öykünüzü aldık, öykünüz ya da eleştirisi gelecek sayıda yayınlanabilir, diyordu. Ben üçüncü sayıyı büyük bir hasretle bekliyorum, fakat üçüncü sayı çıkmadı. Erken de olsa, edebiyat dünyası ve dergicilik hakkında bir bilgi edinmiş oldum. Varlık dergisine babam aboneydi. Bu dergide, Her Sayı Bir Öykücü diye bir köşe olduğunu fark ettim. Oraya bir öykü gönderdiğimde lise sondaydım. Zarf geldi, üzerinde Varlık Dergisi yazıyor. Çok heyecanlandım. Cengiz Gündoğdu üç dört satırlık bir mektup yazmış. Tek öykü değerlendiremiyoruz, en az beş öykü olmalı ki bir değerlendirme yapalım, diyordu. Benim de elimde gönderecek ancak dört öykü var. Hemen beşinci öyküyü yazdım, gönderdim. Liseyi bitirdiğim yaz daha uzun bir mektup aldım Cengiz Beyden. Kimi hatalardan söz ediyor, kimi tavsiyelerde bulunuyordu. Belki bu öykülerinden birisini yayınlayabiliriz diye bitiriyordu mektubunu. Yazmak öğrenilebilir mi? Konusunu bilen birisinin gösterdiği küçük noktalar çok önemli. Edebi bir metin anlatmaz gösterir gibi bir cümle vardı o mektupta da. Bilmediğim bir şeyi o sayede öğrenmiştim.  Bir de 1985 Unesco Dünya Gençlik yılı olduğu için, Milliyet Sanat Dergisi  gençlere sayfasını açmıştı. Oraya gönderdiğim bir deneme yayınlandı. Sonra, Adana’da yerel bir gazetede bana şimdi ukalaca gelen bir yazım çıkmıştı.

Daha sonra ise üniversite başladı. Hukuk Fakültesi. O yıl dersler pazartesi günü başlamışsa, ben hemen Salı günü Cağaloğlu yokuşunda Varlık Dergisinin kapısını çaldım. Beni hatırladı Cengiz Bey.  Çok sık olmasa da oraya gelir gider oldum. Sonradan yazdığım o beşinci öykü, 87’nin mart ayında yayınlandı. On sekiz yaşındayım, bu büyük bir motivasyon oldu bende. Bundan sonra da yılda bir kere orada öyküm çıktı.  İşte bu öyküler zamanla birikti, bir dosya haline geldi. 89’da Akademi yayınevinin öykü yarışmasına başvurdum, orada mansiyon ödülü aldı.

Yayın dünyası yeni isimlere çok daha kapalıydı ve Biz Yazılı günler dergisini çıkarıyorduk. Yayınevi kuralım ve kendi kitaplarımızı basalım dedik. İki Deli Derviş bu şekilde çıktı, parasını kendimiz verdik, matbaaya gittik. Dağıtımı doğru dürüst olmadı. Ama elimin altında kitabım olmuş oldu. İkinci kitap da aynı şekilde basıldı. Dergiyi kapattığımızda son bir atak yapalım tekrar kitap basalım dedik. O kitaplardan birisi benim Yaz Yalnızlığı idi. Daha sonra Can yayınlarından kitaplarım çıkmaya başladığında o iki kitabı tek kitap haline getirdim.

Kitapların hakkında neler deniyordu ve bu sende nasıl bir his uyandırıyordu?
Yaz Yalnızlığı ile ilgili Hürriyet Yaşar kısa bir yazı yazmıştı. Belli bir eleştirelliği olan, kitabı tanıtan bir şeydi. Daha çok çevremden tepkiler alıyordum. Çok değer verdiğim biri, daha yolun başındasın bu öykülerin çok iyi olduğunu düşünme, gibi bir şeyler söyledi. Bozulmadım diyemem, ama okumuş olması bile benim için önemliydi. O dönemde dergilerde çok yazdım. Kıyı, Karşı Edebiyat,  Yazıt, Varlık, Kavram, bunlar hatırladıklarım. Kitaplar üzerine denemeler de yazıyordum. İki Deli Derviş’i biraz erken kitap haline getirdiğimi düşünürüm, o yüzden de ikinci baskısını bir hayli geç yaptım. Ama kitap yazarın yazıyla ilişkisini sıcak tutan bir şey. Birisine, benim kitabım var deyip verdiğinizde o ayrı bir iletişim kanalı açıyor. Okuyup geri dönüyor, onun üzerine konuşuyorsunuz.

93’ten , Yazılı Günler dergisini kapattıktan sonra, uzunca bir süre yazmadım. İş hayatına başlamam başka bir hayat ritmi, başka kaygılar, iki kitap sonrası bir tepki olmamasının kırgınlığı da belki. Ama yazmamakla beraber çok okuduğum bir dönemdi bu. Bir gün Virgül Dergisini fark ettim.  Dergiyi elime aldığımda, keşke bir gün ben de burada yazsam dedim. O sıralar İngilizcemi geliştirmek için çeviri yapıyordum. Bir çevirimi onlara ulaştırdım. Başka bir şey yapıyor musun, dediler. Arada yazı da yazarım, dedim. Yazılarım yayınlandı. Virgülle ilişkim yoğunlaştıkça öykü yazmakla olan ilişkim daha sıcaklaştı. Virgülle yolum kesişmesiydi belki iki kitap çıkarıp bu işleri bırakmış olabilirdim.

Herkes Kadar, benim seni tanıdığım kitabın.
Çok etkilenmiştim ondan. Ve o yıllarda senin dergilerde de adını görmeye başlamıştım. 2000den 21010a kadar olan yıllarda edebiyatta neler oluyordu? Genel bir çerçeve çizmen mümkün mü? 
90 sonrası öykü dergileri yayınlanmaya başladı, öykü görünürlük kazandı. Büyük yayınevleri öykü kitapları yayınlamaya daha çok yer verdiler. O birikim 2000 kuşağı öykücülüğünün daha görünür olmasını, daha nitelikli işler yapmasını sağladı. Öykü üzerine düşünülmesini sağladı. Yayınevleri yayınlayacak öyküler arıyorlardı, eski yazarların yeni baskıları, unutulmuş yazarlar yeniden yayınlandı. Edebiyat dünyasında bir genişleme oldu. 2001 ve ardından gelen 2008 kriziyle yayınevleri daralma mecburiyetine girdiler. Ama öykü dergileri, sadece öykü yayınlayan yayınevleri ve birkaç öykücünün kendi yayınevlerini kurmaları ile bir çeşitlilik ortaya çıktı. Öykülerde de çeşitlilik vardı. Sadece dilin öne çıktığı öyküler, minimalist öyküler, üst kurmaca gibi türler çoğaldı.

Edebiyat hayat ilişkisini nasıl değerlendiriyorsun?
Edebiyat, edebiyatçı bir hayatın içerisinde ve ister istemez o hayatın kimi noktaları o eserlere girecektir. Edebiyatçıların dünya görüşü öyle ya da böyle yazdığı metne sinecektir. Edebiyat hayat ilişkisini katı şekilde ayırmak edebiyatı biraz hayatın dışında tutmak olacaktır. Hâlbuki edebiyat, hayatın içerisinde olan bir şeydir. Ben bazı sıkıntılarım olduğu için bir şeyler yazıyorum. Sen kimi dertlerin olduğu için yazıyorsun. Bu dertler, edebi dertler daha çok ama dünyayla ilgili, yaşadığımız toplumla ilgili dertler. Dolayısıyla da böyle bir dertle kalemi eline alan birisinin, hayatı didiklemeden, onu sorgulamadan bir şey yazması bana çok mümkün gelmiyor.

Behçet Çelik’in roman ve öyküleri dışında Ateşe Atılmış Bir Çiçek adlı bir kitabı da var. Yazarlar, Kitaplar, Okuma Notları. Burada okuma serüvenini ve getirdiği yorumları görüyoruz. Yirmi beş yıllık bir birikimin sonucu bu değerli kitap. Edebiyatımızın başucu yazarlarıyla ilgili ciddi yazılar var. Sait Faik’le ilgili bölüm özellikle ilgimi çekti benim.

Söyleşinin devamında, kuşaklar başlığı altında edebiyatın 50 kuşağı, Onat Kutlar, Sevim Burak, Bilge Karasu gibi edebiyatın yalnız adaları, bireyin öne çıkışı, dil biçimleri, Türkçe edebiyatta edebi gelenekler, daha önce okuduğumuz edebiyattan nasıl etkilendiğimiz, bugünün genç öykücüleri ve diğer ilginç konular üzerine konuşuldu, dinleyicilerin soruları cevaplandırıldı. Bu cumartesi söyleşileri hayatımın bir vazgeçilmezi oldu sevgili Nalan Barbarosoğlu sayesinde. Her biri kıymetli bir seminer niteliğinde… Sizleri de bekleriz. 
Söyleşinin tümünü buradan dinleyebilirsiniz.
http://yazievi.yesimcimcoz.com/ 

Füsun Çetinel

İstanbul Arka Sokak Lezzetleri

Her lezzetin bir hikayesi var

Konuşan Masa’nın beşinci etkinliği İstanbul Arka Sokak Lezzetleri’nin yazarı Ansel Mullins ile gerçekleşti. 

Ansel Mullins aslen Şikagolu. Üniversitede Gazetecilik eğitimi almış. On iki yıldan beri İstanbul’da yaşıyor, en lezzetli yemekleri sunan küçük ve ucuz esnaf lokantalarını keşfediyor, yemekler üzerinden İstanbul hikâyeleri dinliyor. 

Mullins aynı zamanda emlak sektöründe ve tarihi binaların restorasyonuyla uğraşıyor.  İstanbul Eats adıyla yemek turları düzenliyor, istanbuleats.com internet sitesinde yazıyor, açık radyoda haftalık program Soul Sendika’yı yürütüyor.


Her şey nasıl başladı? 
On iki yıl önce turist olarak geldiğim İstanbul’a âşık oldum ve bir daha ayrılamadım buradan. Yirmi dört yaşında geldim bu şehre, şimdi otuz dört yaşındayım. Evliyim, iki küçük çocuğum var. Yemek yemeği, farklı tatları keşfetmeyi hep sevdim. Amerika’dan sonra burası cennet gibi geldi. İstanbul’da tarih var, her şey o kadar eskilere dayanıyor ki. İstanbul’u gezerken Türk mutfağıyla birlikte başka şeyleri de keşfediyorum. Türk mutfağı hastasıyım ben gerçekten. Mesela ciğerciler, bundan yüz yıl önce de varlardı. O kadar eski, yani Amerika yokken bile vardı seyyar ciğerciler. İşte bu beni büyülüyor.

Yemek sizin için ne ifade ediyor? 
Benim için yemek demek keşif demek. İyi bir yemek yeri keşfettiğimde oyuncakçı dükkânına düşmüş çocuklar gibi seviniyorum. Anlatması çok zor.

Sizi burada etkileyen ilk yemek neydi? Hatırlıyor musunuz?
Annem Alabama’dan, onun için hep mısır ekmeği ve tavuk pişerdi evde. Karadeniz mutfağında pişen yemekleri tadınca gözlerim yaşardı, duygulandım, kendimi evimde hissettim. Türkiye çok büyük bir yer, her yerini gezmek gerçekten zor.  İstanbul’da tüm lezzetleri bulma imkânı var. Tabi ki yerinde yemek daha farklı ama bu şehir büyük olanaklar sunuyor yeme konusunda. Yine de köküne gidebilmek için Karadeniz, Güneydoğu Anadolu gibi birçok yeri gezdim ve gezmeye devam ediyorum.

Rehber kitabınızdaki yemek noktalarını neye göre seçtiniz?
Esnaf lokantaları çok vurdu beni. Küçük dükkânlar. Samimi, sıkışık masalar. Fiyatları makul. Servis edilen yemekler hep aynı kalitede. Herkes birbirini tanıyor. Evdekine benzer yemekler yiyorsun. Duygu var, sosyalleşme var.  Bu tür hikâyesi olan yerleri seçiyorum özellikle.

Beyoğlu, Sadri Alışık sokaktaki, Lades 2’nin her derde deva şehriyeli tavuksuyu çorbası muhteşem. Masalar, sakin sakin yemeğini yiyen yalnız adamlarla dolu. Seyretmeyi seviyorum.

Kurabiye sokaktaki Köfteci Hüseyin bu işe kırk yıl önce seyyar satıcılıkla başlamış, şimdi hayatta değil ama maşasını oğluna devretmiş. Köftelerde etin oranı oldukça yüksek, diğer yerlerdeki gibi bolca ekmek içi karıştırmıyor harcına. Çocuklarımı götürüyorum, severek yiyorlar. Köfte lezzetli, et kaliteli, fiyat makul.

Galatasaray Lisesinin hemen karşısında, Aznavur pasajının önünde Sabır Taşı var. Seyyar arabada içli köfte satıyor.  Ali Bey kırk yıl önce gelmiş İstanbul’a.  Beyaz doktor önlüğü vardı hep üstünde. O da yok artık ama oğlu var. Tezgâhın beş kat üstündeki restoranda haşlanmış içli köfte satılıyor. Anadolunun bir köyündeki gibi mutfakları. Beyoğlu’ndalar ama kendi geleneklerini terk etmemişler.

Belki de bu rehber kitapta bahsettiğim yemekleri, benim bilmediğim ama sizin bildiğiniz, başka birçok yerde yiyebilirsiniz ama önemli olan benim bu yemeklerin arkasında duyduğum hikâyeler.

Bu kadar çok yemek yiyorsunuz, nasıl bu kadar zayıf kaldınız?
Gaziantep’e gitmiştim. Restoran sahibi bana, sen çok pisboğazsın, dedi. Her şeyi yiyorsun ama hep zayıfsın. Gerçekten çok yiyorum ama farklı lezzetler keşfetmek için çok da yürüyorum.

Yemek ailenizde de önemli miydi, Amerika’da?
Annem köy kökenli. Pazar günleri kilise sonrasında mutlaka herkes aynı masa etrafında olurdu. Birlikte yemek yerdik. Şimdi her şey daha farklı, artık insanlar sokakta besleniyor. Sokak lezzetleri, streetfood, patlama yaşıyor Amerika’da. Çok popüler şu günlerde.

Sokak lezzetlerini denerken hiç hastalanmadınız mı? Nasıl güveniyorsunuz?
Bir yerde yemek yiyeceksem bakıyorum. Sıradaki insanlar nasıl? Garsonların üstü başı temiz mi? Tuvaletler, masalar nasıl? Çok müşterisi var mı? Orada yemek yemiş insanlarla konuşuyorum. Hikâyeler dinliyorum. Şimdiye kadar Türkiye’de hiç hastalanmadım ama bir kere Bulgaristan’da çok kötü hastalanmıştım.

Yemek noktalarını nasıl seçiyorsunuz? Özellikle İstanbul dışında? Birilerinden mi duyuyorsunuz?
Köylere gittiğimde kahveye gidiyorum. İnsanlarla konuşuyorum. Mutlaka fırını buluyorum, bakıyorum nasıl bir yer. Yürüyorum sokaklarda. İnsanlar çok sıcakkanlı bizi misafir ediyorlar.

Hiç sevmediğiniz bir yemek yok mu? 
Kokorecin kokusundan hoşlanmıyorum. Burnumu kapayıp mideye indiriyorum.

Bu güzel sohbet esnasında neler mi yedik? 
Okuduklarınıza inanamayacaksınız eminim ama dayanamadık hepsinden yedik! Biz de Ansel gibi pisboğaz olduk. Muhallebici usulü şehriyeli tavuksuyu çorba, Unakapanı İMÇ pilavcısından nohutlu tavuk pilav, ciğerci usulü ızgara ciğer, balık ekmek, Samatya Küçükev usulü kekikli hamsi, Sabırtaşı’ndan içli köfte, Köfteci Hüseyin’den ızgara köfte, Şinasi ustadan kelle tandır, Fasuli’den kurufasulye, Antiochia’dan acılı domates ve roka salatası, kekikli zeytin salatası, Cafer Erol’dan sakızlı, güllü, naneli lokum, Özkonak’tan kaymaklı ekmek kadayıfı, kazandibi, tavukgöğsü.

Ansel Mullins, Türkçeyi çok güzel konuştuğu gibi tam yerinde yaptığı esprilerle bizi epey de güldürdü. Yemeklerin ve onları pişiren insanların hikâyelerini onun ağzından dinlemek çok keyifliydi. Konuşan Masa ekibine bir kere daha bu doyurucu gece için teşekkür ederiz.

Diğer Konuşan Masa etkinliklerini takip etmek isterseniz:
http://konusanmasa.com/?p=116
https://www.facebook.com/konusanmasa

Füsun Çetinel

Bir Cüce Akşam

Sarı bir kum kovası görürsünüz deniz kenarında

Bir çay bahçesinde bir kadın konuşuyordur kendi kendine veya bir şiir okursunuz. Ve birden canınız yazmak ister. İşte bu da öyle bir şey…

Bir İntihar Akşamı Üstüne Söylenti, Turgut Uyar 

Kısacık yoğun bir akşam
herkezin yüzünün bir anıya karıştığı
yoğun bir akşam
bana bir memur gibi davrandılar hastanelerde
ve bir intihar üstüne söylenti
bütün kıyıları dolaştı durdu
kısacık bir akşam
Kısacık serin bir akşam
kelebeklerin atlarla yarıştığı
yoğun bir akşam
bazı mektuplar damgalandı postanelerde
oturuldu bir takım şarkılar söylendi
bir adam bir kadının kapısını vurdu
kısacık bir akşam
Neyi söylesem bir kahramanlıktı
içinde azıcık buluştuğumuz
bir bulutla bir kağıt peçete arasında
kısacık yoğun bir akşam
şaşırdım hüznümü nerelere bıraksam
bir yanda kasıklarımın sarsılmaz gücü ve
kısacık yoğun bir akşam
Her şey bir unutkanlıktı
arada bir deliler gibi kavuştuğumuz
tüfekle vurulmuş bir parsın yarasında
kıcacık yoğun bir akşam
biliyordum bir soğuktu nereye varsam
bir yanımda bir el bir yanda vazgeçilmez bir sancı ve
kısacık yoğun bir akşam.
Kim karıştırdı gerçekliğine
yaşadığım sonsuzluğun
ve oturuldu bir takım şeyler söylendi
imla kurallarıyla mutsuzluk üstüne
kısacık bir akşam
duraladım ne yapsam
Kim karıştırdı gerçekliğine
su terazilerindeki ensizliğin
ve fotoğraflar çekildi ben çıkmadım herkes eğlendi
araba vapurlarıyla denizsizlik üstüne
kısacık bir akşam
o kadar kısa ki bir akşam
yüzümü suyun ardında buldum
kıyılar bu yüzdendir öyle dediler
kısacık yoğun bir akşam
serin bir akşam öyle söylediler…

BİR CÜCE AKŞAM

Bir cüce akşamda toplaştık. Tekinsizler. Sarhoşlar. Kendini boydan boya kesenler. Kanlı duvar dibinde çömelip bekleşenler. Tuhaf cinayetler. Tenhada ırzına geçilenler. Hepimiz nasıl da sığışıverdik benim soğuk, karanlık, yalnız akşamıma.

Yorgun bedenimi kirli, buruşuk bir demirbaş listesine kaydettiler. Erkek, dediler. Kırk beş yaşlarda, bir seksen boylarda. Zayıf, gri saçlar. Sağlam dişler. Kafada darbe yok. Nefes borusu temiz. Ciğerlerde bol miktarda tuzlu su ve nikotin, öyle söylediler. Sedyelerin ardından bir sarhoş kustu. Karafatmalar ilerledi sıva çatlağı boyunca.

Hayatımı naylon bir poşete tıkıştırdılar. Anahtarlar, limiti aşılmış kredi kartlarım, kimliksiz kimlik belgem, hafızası boş telefonum, keşkeler karalanmış saf peçeteler. Ağır metal masalarda kâğıtlar damgalandı. Merdivenler inildi, çıkıldı çokça. Adıma özel afili bir kart yazdılar. Bir köşede bir kadın hıçkırdı biraz. Kar beyazı bir örtü dokundu tenime hafiften. Cılız floresan ışığında hayalet söylentiler dolaştı ağızdan ağza. Beyaz, sonu görünmeyen koridorlarda.

Âşıkmış, pek âşık.
Karşılıksız.
Dağlara taşlara. Yaratana.
Gidip de gelmiş öte tarafa.
Yapraklar konuşmuş fısır fısır.
Göremediklerimiz görünmüş.
Allah düşmanıma vermesin. Cık cık cık.
Ağır gelmiş kadına. Bir birleşmişler, bir ayrılmışlar.
Hişşş, sessiz ol biraz.
İşten güçten olmuş. Yazık etmiş kendine, ne fena.
Kadın pek de güzel. Ağlar tabii, giden gelmez.

Her şeye kahrolur oldum karanlık akşamlarda. Yağmurda dolaşan ıslak köpeğe, cam önünde büzülen kediye, patik satan yaşlı nineye, siyah önlüklü okul çocuklarına, vapurun köpüğüne, bağıran deliye. Sızladı her yanım. Seviştim, sana kızdım. Nereye dönsem soğuktu akşam. Yün çoraplar giydim ayağıma, yorganlara girdim, bedenimi sobalara yapıştırdım. Gözlerimi yumdum, gitmedi soğuk. Çekiştirdiler dört yanımdan. Konuştular, peşimi bırakmadılar. Kendimi bulamadım ara sokaklarda.

Şiirler döşendim. Yırttım. Yazdım yeniden. Kapılar çaldım, kapılar kapadım yalnızlığıma. Kafamda toz duman atlar yarıştı. Dizginleyemedim. Vedalar yazdım dağa taşa. Hoşça kal demediler. Perdeler çekildi aydınlığıma. Sular seslendi adımı. Usul usul. Kıpır kıpır. Kıyılar vaat ettiler. Sıcak, sımsıcak. Sarmalanmak istedim merhem gibi. Kuyrukları pul parlak denizkızları çeldi gözlerimi. Bedenime kaygan bedenleri değdi. Üşüdüm. Senin kadar uzak baktılar donuk gözlerle. Alışırsam ısınırım sandım. Yüzdüğüm kıyılara varamadım, öyle anlattı dedikoducu karafatmalar beyaz koridorlarda.

Ağır metal bir kapı kapandı konuşulanların üzerine. Yabancı bir rüzgâr esti bir yerlerden. Tüylerim ürperdi, gitmekle kalmak arasında.

Füsun Çetinel





Balon Erkek

Uçuk Kaçık Bir Kitap


Çılgın drama öğretmenim Banu Başeren’in uçuk kaçık şiir kitabı Kabuk en sonunda raflardaki yerini aldı . Yazıevindeki şiir gecesinde, kendi sesinden dinledik her bir şiirini. Dinlemekten öte bir şeydi,  bizler için her birini oynadı Banu. Şiirle tiyatro iç içeydi o akşam.

Asi, kuralsız, kendi halinde bir kitap Kabuk. Bol memeli, bol tanrılı, bol kadınlı, bol ayıplı. Bir genç kadının aşka, hayata, sanata bakışı.Ve içinden ufak birkaç alıntı.

Önsöz; pencere pervazında sıkıntıdan memelerini ve kafalarını üşüten kadınlar gibi gelir bana, baktırandan çok bakan, tahmine yer bırakmayan...

Babam ‘kınalı’ der bana,
Anam ‘çıngıraklı’.
Bu yüzden ruhum,
Kuzu ile yılan arasında
Bir yerde kaldı.

Edebiyat toplantıları, söyleşileri candır. Yazana, düşünene ilhamdır. Konuğumuz Banu Başeren olunca yaratıcılık kaçınılmazdır. Kendimi tutamadım, affınıza sığınarak ben de bir iki satır karalayıverdim. Teşekkürler Banu öğretmenim.


Balon Erkek


Erkeğim olsun da ne olursa olsun, der ya bazı kadınlar.
Geçen gece eve yürürken sokakta,
Ağacın en yüksek dalına takılmış buldum onu.
İpinden yakaladım, biraz havası sönmüş.
Belli ki kullanılmış.
Olsun, yeter ki kadın başımda bir erkeğim dursun.
Biraz ego pompalarım olur biter.
Partilerde, toplantılarda gururla süzülür.
Ben, ben, ben, der.
En iyi okulları ben bitirdim. Borsaya, ihaleye girdim.
Falancayı dolandırdım. Şu kadar kadınla yattım.
Tamam yeter! Tutarsın ipinden, çekersin dışarı.
Evde havası söner. Bir köşeye siner.
Lavaboya, banyoya kıllarını dökmez. Çarşaflara topuk derileri düşmez. Çoraplarını yastık altlarına tıkmaz.
Evin kedisi ara sıra üzerine hamle yapar.
Üç beş soru çözüp sıkılan ergen, mutfağa geçerken tekme atar.
Temizlikte ayakaltında durmaz.
Hem evde hem evde değil. Daha ne isterim.
Balon erkeğim benim.

Füsun Çetinel



Etgar Keret İstanbul’da

Bütün Samimiyetsizliğimle


Öyküleri kısa filmlere iham veren, animasyondan televizyona değin uzanan farklı işleri ile de öne çıkan Etgar Keret, çağdaş yazının en yaratıcı, ilgi çekici ve eğlenceli simalarından biri.

Onun, Yedi Güzel Yıl kitabından Bütün Samimiyetsizliğimle yazısını okumamış olsaydım, kitabımın ilk sayfasına yazdığı satırlar şapkamın uçmasına neden olabilirdi.


To Füsun,
Keep Writing (with your left hand)
İmza Etgar Keret

Bir de komik resim çizmiş. Çok şirin, dikdörtgen keke benzeyen bir yaratık elinde bu cümlenin yazılı olduğu tabelayı tutuyor.

Bu yazı sadece bana özel. Sol eliyle yazan birine, öykü yazmayı seven birine. Üzerinde düşünülmüş, okuyucuyu özel kılan bir yazı.

Etgar Keret’in basında çıkan fotoğraflarından, facebook sayfasından onun çok daha havalı, karizmatik, yakışıklı olduğunu sanıyordum. Robinson Crusoe kitabevinden içeri suratında çekingen bir gülümsemeyle girdiğinde sırada bekleyenlerden kısa bir hayal kırıklığı iniltisi yükseldi. Ama çabuk toparlandık.

Masanın üzerindeki küçük kâğıtlara isimlerimizi yazmamızı rica etti. Sıramız geldiğinde ismimizi telaffuz ettik, o dikkatle dinleyip tekrarladı. Birkaç cümle konuştuk. Hepimizle ayrı ayrı, ayağa kalkarak fotoğraf çektirdi. Uğurlarken teşekkür etti.

Önümdeki genç kız, ama çok sevimli, değil mi, dedi. Heyecanla başımı salladım.

Evet düşük omuzları, ufak tefek vücuduyla beklediğim kadar yakışıklı olmayabilirdi. Ama zekâ fışkıran boncuk gözleri, içten sarılışları ve kocaman kedi gülüşü vardı ya.

Eve gelir gelmez kütüphanemdeki yazar imzalı diğer kitapları önüme yığdım.

Sevgili Füsun’a, dostlukla

Sevgili Füsun, hep güzellikleri yaşayın.

Füsun Hanıma güzel okumalar, sevgiler.

Sevgili Füsun’a,  içtenlikle.

Ve böyle uzar sıkıcı liste…

Etgar Keret şöyle yazıyor Yedi Güzel Yıl kitabında.

Kitapların kendileri bütünüyle kurmaca iken ithaflar neden gerçek olmak zorunda?

''Mickey’e. Annen aradı. Telefonu yüzüne kapattım. Bir daha buralarda görmeyeyim seni.''

''Feigi’ye. Sana borç verdiğim onluk ne oldu? İki gün dedin, bir ay geçti. Hala bekliyorum.''

''Bosmat, şimdi başka bir erkekle beraber olsan da, bana döneceğini ikimiz de biliyoruz.''

''Tziki’ye. Bok gibi davrandığımı kabul ediyorum. Fakat ablan beni bağışlayabiliyorsa sen de bağışlayabilirsin.''

Etgar, Türk insanının karakterini göz önüne alıp bu kadarına cesaret edemedi belli ki ama o da klişelerden uzak durup okuyucusunu özel kılacak cümleler yazmayı başardı sırada bekleyen herkese.

Zaten öykülerinin okuyucuları bu kadar içine çekebilmesi ve başarısı onun bu özelliği yüzünden.

En çok sevdiğim öykü kitapları mı? Kapı Birdenbire Vuruldu ve Tanrı Olmak İsteyen Otobüs Şoförü. Bir de Buzdolabının Üzerindeki Kız.

Diğer imzalı kitaplarımın birçoğundan vazgeçebilirim ama Etgar Keret imzalı kitabımdan asla.

Füsun Çetinel


Kitap Fuarı'13

Yine ve Yeniden


Dudağım uçuklamış, boğazım kaşınmaya ve gözlerim yanmaya başlamıştı. Sabah üç saat, akşam üç saat ders sonrası kafam balyoz gibiydi. Yatağa at kendini, iki gün çıkma diyordu cılız bir ses içimden bir yerlerden. Kalın, inatçı bir ses ise kapıp koymak yok, yut bir poşet animal pack vitamin, sabaha domuz gibi uyanırsın diye gümbürdüyordu.

Bir kilo mandalina, kuruyemiş, alışveriş poşetleri, kitap listem, kalem, su, en hafif ve en az yer kaplayacak kuş tüyü ceketim, rahat ayakkabılar, fotoğraf makinem ve başka bir sürü ıvır zıvırla Zincirlikuyu metrobüs durağına vardım. Ya animal vitaminler işe yaramıştı gerçekten veya da kitap fuarına gidecek olmanın heyecanı bünyeme iyi gelmişti. Tabi Zincirlikuyu metrobüs durağında bekleyen Özlem’i de unutmamak gerek.

Her arkadaşla kitap fuarına gidilmez. Metrobüs adabını, kapının tam nerede açılacağını bilmesi gerekir. Atik ve zayıf olmalıdır, yüksek koltukları kapabilmeli ve bir taraftan konuşurken bir taraftan durakları takip edebilmelidir. Atıştırmalık güzel sandviçler hazırlamalıdır fuara gelirken. Sonra aynı yayınevlerinin kitaplarını sevmelisiniz, yoksa fuarı gezerken zamanınızın çoğu birbirinizi aramakla geçer.

Fuara yiyecek taşımanın manası nedir diye merak edenlere belirtmekte fayda var. Balçık kıvamında filtre kahvenin fiyatı altı buçuk lira, üzerine istediğiniz kadar sıcak su veya süt ekleyin kıvamı kat'iyetle değişmiyor. Yemeğe vereceğiniz parayla rahat beş kitap daha alabilirsiniz. Üstelik yiyecek ve kasa kuyruklarında kaybedeceğiniz zaman da cabası.

Kimleri mi gördüm, neler mi aldım fuardan?


Can Çocuk’ta sevgili dostum Sevim Ak’ın imza günü vardı. Çocuklarla itişerek sıraya girip Saçlarında Soru İşaretleri adlı kitabını imzalattım.

Oradan yine Can yayınlarıyla devam ettim yoluma.

Alice Monro’nun son çıkan öykü kitabı; Nefret, Arkadaşlık, Flört, Aşk, Evlilik. Ve daha önceki başka bir öykü kitabı, Çocuklar Kalıyor. Bazı Kadınlar’ı okumuştum, içinde çok sevdiğim öyküler vardı. Çocuk Oyunu en beğendiklerimden.

Dostum Can Göknil’den öyküler, Deniz Kokusu

J.M. Coetze’den bir roman, Utanç, daha önce Murat Gülsoy ile Beş Hafta Beş Roman’da Yavaş Adam’ı incelemiştik. Muhteşemdi. Üstüne kapanan roman diye tabir edilenlerden. Roman içinde roman. Oyunbozan bir roman.

Albert Camus’dan yine Sisifos Söyleni.

Dostoyevski’den yine Yeraltından Notlar. Kitaplarımı birileri geri vermiyor…

İletişim Yayınları.

Balzac Bilinmeyen Şaheser. Tam üç adet aldım. Bir tanesi kendim için, diğerleri öğrencilerime.

Borges, Ficciones Hayaller ve Hikâyeler. Tomris Uyar ve Fatih Özgüven çevirisi.

Şükran Yiğit, Çatıkatı Âşıkları. İlk okuduğum kitabı Ankara Mon Amour beni kalbimden vurmuştu.

Vladimir Nabokov, Ada Ya Da Arzu. Uzun süredir peşindeydim. Kısmet bu güneymiş…

Siren Yayınları sahibi sevgili Sanem benim nelerden hoşlandığımı iyi biliyor. Üstelik bize özel indirim yaptı, Yeşim Cimcoz Yazıevi indirimi.

Muriel Spark, Bayan Jean Brodie’nin Baharı

Etgar Keret, Yedi Güzel Yıl. Buzdolabının Üstündeki Kız. Ve Bilek Kesenler, Asaf Hanuka’nın çizimleriyle.

Salvador Plascencia, Kâğıt İnsanlar. Gerçek oyunbozan bir kitap. Yazar kızdığı karakterleri öykülerinde hayata geçiriyor ama karakterler yazara karşı geliyorlar. Ve biçimsel olarak da hepsi birbirinden çok farklı çalışmalar.

Notos Kitap’ta sevgili hocamız Semih Gümüş’le sohbet ettik. Yeni çıkan kitaplar üzerine konuştuk. Eksik dergilerimizi tamamladık. El yapımı bir kitap teşhirdeydi. Onu karıştırdık biraz.

Bilgi Yayınevi.

Muzaffer İzgü’nün de imza günüymüş. Malum günün konusu, Çapulcu musun, vay vay. Yine öyküler. Bilerek seçmiyorum ama elim hep öykülere kayıyor.

Kırmızı Kedi Yayınları.

Sevgili hocam Jale Sancak’ın ilk romanı; Fırtına Takvimi. Modern bir roman bence. Kısa metinlerden oluşuyor.

Son olarak Aylak Adam standını ziyaret ettik. Daha altı ay oldu açılalı. Arkadaşımız Fuat Sevimay’la sohbet ettik. Birkaç çeviri kitabını aldım.

Luigi Pirandello, Biri Hiçbiri Binlercesi

Italo Svevo, İyi Yürekli Yaşlı Adamla Güzel Kızın Öyküsü

Uykusuzlar ve Leman’a uğramadan geçemezdik. Her yıl niyet edip alamadığım Hacivat Karagöz Perdesi’ni nihayet Leman standından satın aldım. Perdeyi açın, değnekleri takın, ışığı yansıtın, Karagöz’ü evinizde oynatın yazıyor kutusunun üzerinde. Bakalım deneyip göreceğiz artık.

Genelde öğrenci ağırlıklıydı fuar. Bir örnek şapkalı çocuklar, ‘’öğretmengillerini’’ arayanlar, ‘’koşun burada bir liralık kitaplar var’’ diye bağrışanlar, yazarların imza kuyruklarında heyecan içine bekleşenler, geride bırakılma korkusuyla tuvalete gitmekten bile korkan kızlar, öğrenci parası patates kızartmasına yetemeyen aç çocuklar, kitabın türünden çok parasına göre seçim yapanlar, velhasıl her çeşit çocuk modeli vardı fuarda.

Onda açılan fuardan yılların tecrübesi sayesinde tam on iki otuzda tüm dostlarımızla sohbet etmiş, alışverişimizi tamamlamış, sanat fuarını tepeden gören sakin kafede çayımızı içip Özlem’in lezzetli sandviçlerini mideye indirmiş ve aklımız arkada kalmadan tekrar çıkışa yönelmiştik ki, fuar da tam kıvamına gelmişti. Açık havaya çıkabilmek epey zamanımızı aldı. Elimizde tonlarca kitap poşetleriyle öğrenciler arasında sel gibi akarken hafif klostrofobik anlar yaşadık.

Hastalığım mı? Ne hastalığı?

Elimizde tonlarca kitapla metrobüste ayakta Cevizlibağ’a, oradan aktarmayla Zincirlikuyu’ya, sonra yer altından dört yüz altmış metre bozuk yürüme bandında sürünerek Zorlu Center’a vardık. Kahve içip hayaller kurduk, biri bizi satın aldığımız kitaplarla bir yere kapatsa ve okumayı bitirene kadar çıkarmasa dışarı.

Sonra birer kitap seçip okumaya başladık. Benim ki, Jale Sancak’ın Fırtına Takvimi. Bitecek diye çok korkuyorum.

Ve yine ve yeniden, her yıl, pişman olmadan giderim kitap fuarına.

Füsun Çetinel

Size Pandispanya Yaptım

Mario Levi anlatıyor...


Galapera’ya gelirken hem çok mutluydum hem de heyecanlı ve tedirgin. Çünkü hazırlıksız gelmiştim bu söyleşiye.

Geçenlerde Sahrap Soysal’la Boğaz kenarında, Sait Halim Paşa yalısında bir söyleşim vardı ama bu çok farklı, sizlerle samimi bir ortamdayım.

Sait Halim Paşa’nın hayatını düşünecek olursam o da bir roman kahramanı diyebilirim. 1910’larda sadrazamlık yapmış. Birazcık İttihak ve Terakki’nin kuklası olmuş, onu hep başkaları yönetmiş. O dönem Talat ve Enver Paşalar çok önemli. Adam hiçbir şeyin farkında olmadan Osmanlı İmparatorluğunun 1. Dünya Savaşına girdiğini görüyor. Ve rivayet edilir ki, Enver Paşa yalıya gelir ve ‘Müjde, bir çocuğun oldu,’ der. Adam sadrazam ama Enver Paşanın ne demek istediğini anlamaz. ‘İki Alman gemisi Boğazı geçiyor, evet harbe girdik,’ der Enver Paşa.

Şimdi biz mütevazı hayatlara gelelim. Yazarlar neden yalıda oturmazlar? Hâlbuki en çok biz hak ederiz. Eski Türk filmlerinde Kartal Tibet, ipek fular, robdöşambra ile inzivaya çekilmiş, meçhul bir yazar rolünde olurdu. Böyle birini gerçek hayatta bilmiyorum ben.

Tek bildiğim yazar, hayatının kısa bir döneminde yalıda yaşamış, Recaizade Mahmut Ekrem. Araba Sevdası Türk edebiyatının kilometre taşlarından biri. Muzip bir yazardır kendisi.

Benim kitaba gelecek olursak, Size Pandispanya Yaptım adı kitabın tamamı yazıldığında çıktı ortaya. İsimler kitabın yazılması bitmeye yakınken çıkar ortaya. On kitabımın hepsinde böyle oldu. Bir tek baştan ismine karar verdiğim kitap, İçimdeki İstanbul Fotoğrafları.

Bu başlık neyi temsil ediyor? Bildiğiniz gibi, pandispanya İspanyol ekmeği demek. Anlamı var mı? Bir yere kadar var. Aile kökenlerimizin Endülüs, Kastilya’ya kadar uzandığı düşünülürse simgesel bir anlam var. Ama romanın içinde başka anlamı da var. Ben en çok bunu önemsiyorum.

Kitabı ele vermeden birkaç küçük değinmede bulunabilirim. Bu kitap benim için rekor sayılabilecek kısa bir sürede yazıldı. On bir ay içinde, bir yıldan daha az. Kimileri, bu kadar kısa sürede yazdığını söyleme sonra kitabı şişirdin sanacaklar, dedi.

Bu kitabı yazma fikri tam on iki yıl önce aklıma düştü. Yemekler ile hayatlar arasında bağ kurarak bir kitap yazmalıydım. Ama bunun edebiyat karşılığı nasıl olacak, bilemedim. Sadece fikir olarak vardı kitap. Zaman içinde bazı romanlar keşfettim. Esin kaynağım 1970’lerin başında lisede okuduğum bir roman olmuş. Bu roman bir dönem Avrupa edebiyatının birçok okura keyif vermiş Avusturyalı yazar Mario Simmel’in romanıydı. Yalnız Havyarla Yaşanmaz. Başka bir tercümesi de vardı, Papaz Her Gün Pilav Yemez. Aşk, polisiye çok güzel harmanlanmıştı bu kitapta. Ama ana metinle hiç ilgisi olmayan yemek tarifleri vardı aralarda. Eğlenceli bir kitaptı. Demek ki biraz irdelesem bu kitap olabilir ilham kaynağım.

2012 yılında romanı yazmaya başlamıştım. Dostum Ersin bana bir kitap verdi. Keyifle okudum. Laura Esquivel, Acı Çikolata. Sonra bu kitabın başarılı denebilecek bir sinema uyarlaması da yapıldı.  Evet, yapmaya çalıştığıma yakın bir şeydi, biraz benim kitaba benziyordu.

10 Temmuz, 2010 kitabı yazmaya başladığım tarih. Bunu hatırlıyorum. Ben doğrudan bilgisayara yazmam, deftere yazarım. Elle yazmalıyım. Şikâyetçi değilim. Daktilo zamanında da yine elle deftere yazardım. Bu yüzden nereye gidersem gideyim çantamda bir defter ve bir kalem olur hep. Not alabilmek için. İşte bu tarihte Dublin’e gitmiştim. Uzun yıllardır gitmek ve görmek istediğim bir yerdi Dublin. Edebiyat şehri. İstanbul Bir Masaldı romanımın İngilizce baskısının tanıtımı için gitmiştim. Kitapevinin yöneticisi ve sahibi İrlanda kökenliydi. Kaldığım yer beş yıldızlı bir otel değildi ve bana ne mutlu ki sahibi çok hoş, çılgın, yetmiş beş yaşında bir bayandı. Ve seksen yaşındaki eşi psikoloji profesörüydü. Sohbetlerimiz çok hoştu. Çok büyük bir odada kalıyordum, bir de çalışma masası vardı odada. James Joyce, Samuel Beckett, Oscar Wilde ve diğer yazarların kentindesin kendine gel, dedim. Ve Trinity College’de konuşma yapacağım. Mevsimlerden yaz ama dışarıda şakır şakır yağmur sesi. Taptaze çim kokusu odaya doluyor. İşte orada adını bilmeden bu kitabı yazmaya başladım. Bu yaz sıkı çalışırsan belki bitirirsin, dedim. Bir hikâye kitabı yazmak istiyorum. Bu kadar roman yazdın, yeter artık. İlk göz ağrına dön, dedim kendime.
Her kitabın bir kaderi var. Yazmak istediğim yemek ve hikâyelerdi. Babaannemin bana öğrettiği yemekler, Sefarad mutfağı yemekleri. Hikâye çok, anı çok, yazdıkça gelir çünkü onlar içimizde. Yazıyorum, bir terzi kızı var, âşık olacağı bir çocuk var, kırgın kız var. Sen misin bunları düşünen. Otuz kırk sayfa yazmışım. Baktım ki ben bir roman yazıyorum. Mücadele etme Mario, dedim.

Roman gidiyor, yolunu buldu. 2012 yılının yazı çok sıcaktı. Eşim İngiltere’deydi. Fırsat bu fırsat, iki buçuk ay süreyle günde dokuz saat çalıştım. Geceleri yatağa yattığımda başım dönüyordu artık. İçimde birikmiş hepsi. Yaz bitmeye yakın romanın ilk yazılışı bitti. Hikâye çıktı, omurga çıktı ama içime sinmeyen bir sonu vardı. Önümdeki defterden ikinci kere başka bir deftere yazıyorum romanı. O yaz bitmeyeceğini anladım romanın. Şubat ayında ikinci yazımı bitti. Bilgisayara geçirdim.

Orada başka bir durumla karşılaştım. Roman bittiğinde yaklaşık beş yüz elli sayfa metin çıktı ortaya. Bazı şeyler fazla mı, diye sordum kendime. Yazar yıllar geçtikçe neleri gereğinden fazla yazdığını anlar artık. Böyle olunca çıktıyı alınca, neleri çıkartabilirim diye sordum kendime. Bazı yan kahramanların varlığı dikkati başka yöne çekiyordu. Kısaltmaları yapmaya başladım. Yüz elli sayfa çıkardım. Gelin sizi bu tarafa alalım, elbette ki bir gün görüşeceğiz sizlerle, dedim bazı karakterlere. Hissettirmeden, oluşan boşlukları kapattım. Hem aile, hem aşk hikâyesiydi ve bunun öne çıkması gerekiyordu romanda.

Romandan çıkardığım sayfalarla başka bir hikâye kitabı yazdım. Ama demlenmesi gerek kitabın. İnşallah önümüzdeki yıl çıkar. On, on iki öykü olacak. Birbirine geçen hikâyeler. Ancak daha gevşek roman örgüsünü sağlayacak olan ana metni bulamadım. Bu şu anda düşündüğüm bir şey, sonra ne olur bilmiyorum. İki anlatıcı var, biri olayı anlatan asıl anlatıcı. Diğeri onun yazdıklarını eleştiren anlatıcı. Bu çerçeve öykü yöntemi, Bin Bir Gece Masallarında var.

Bu yaz kendimi kitap okumaya verdim. Bir küçük çılgınlık yapıp bu masalları okumaya başladım. Sekiz cilt, her biri beş yüz sayfa. Dört cildini okudum. Fakat rivayet edilir ki hepsini okuyan delirir. Zaten bunları okuyan delidir ya.
Size Pandispanya Yaptım, bana güzel duygular yaşatan bir kitap oldu. Zaman zaman çok uzakta kalmış insanları hatırladığım için duygulandım. Bir o kadar da keyiflendim. Bir kahraman benim babaannem ve diğeri onun kız kardeşi. Babaannem öleli yıllar oluyor. Kız kardeşi yüz üç yaşında, Barselona’da oğluyla yaşıyor. Yarı yatalak, bilinci yerinde. Babaannem bu yemeği böyle yaptığımı görse bana nasıl da kızardı, neler derdi hep gözümün önüne geldi. Babaannem sert kadındı. Toplumsal hafızaya değinmek istedim, çok az kişinin bildiği yemekleri ve insanları anlatmak istedim. Bu kitapta otuz kırk yemek tarifi var, hepsi yapılabilir şeyler.

Edebiyatta en önemli şey sahici olmak. Ben ansiklopedik bilginin roman yazmaya yetmeyeceğini düşünüyorum. İçselleştirmek gerekir. Yoksa çuvallar yazar. Bir bilgi ne kadar içselleştirilirse o kadar iyi edebiyat olur. Bu nedenle Sait Faik iyi yazardır. Nihat Sırrı Örik iyi yazardır. Mithat Cemal Kuntay iyi yazardır.
Türk Edebiyatı türlerine baktığımızda Türk hikâyeciliğinin çok iyi bir durumda olduğunu söyleyebilirim. 1970’lerde bizi yetiştirenler Tomris Uyar, Firuzan, Oğuz Atay. Çok iyi romanlar yazıldı ama hala Türk romancılığının kendini geliştirme döneminde olduğunu düşünüyorum. İşlenecek çok konu var ama yazılmadı hiç biri. Resmi tarihle kendimizi o kadar çok doldurduk ki yazamadık. Ne kadar çok insan hikâyesi var, eşimin ailesi Selanik göçmeni. Neler yaşandı. Can pazarı. İstanbul’a sürgüne geliyorlar. Daha bunları anlatmadık.

Nihat Sırrı Örik, şimdi onun hakkında konuştuğumuzu duysa kim bilir ne kadar sevinirdi. Aynı şekilde yıllar yılı tüm hayatları süresince Ahmet Hamdi Tanpınar ve Oğuz Atay kitaplarının okunmamasının acısını yaşadılar. Nasıl kırgın ve küskün gitti Oğuz Atay. Sekiz yayınevinden ret cevabı aldı. Şimdi bakıyorsun hiç kimse onların aleyhine bir şey söylemiyor. Şimdi herkes Oğuz Ataycı. Celalettin Göktuna, Mehmet Seyda, Feyyaz Kayacan diğer yenmiş hikâyeciler.

Alice Munro’nun Nobel Edebiyat Ödülünü almasına çok sevindim. Çünkü ödül ilk defa bir hikâye yazarına verildi. Umutlu olmalıyız. Varsın çok satmasın. İtibar görüyor mu, değer veriliyor mu o önemli.

Belki ileride bir gün tanıdığım yazarlarla ilgili bir anı kitabı yazabilirim. Haldun Taner, Tomris Uyar, Ömer Kavur, Atilla İlhan, Bilge Karasu, Selim İleri olur içinde.

Haldun Taner Öykü ödülünü aldığım zaman Tomris Uyar beni bizzat aradı. Kulaklarıma inanamadım. Benimle dalga geçiyor birisi sandım. Kitabınızı okudum, sizi tanımak istiyorum, dedi. Şaşkınlıktan, neredesiniz hemen size geleyim, dedim. Bir gün anlaştık, ziyaretine gittim. Kitabımı didik didik etmiş. Beğendiği şeylerin yanında beğenmediklerini de öyle bir zarafetle eleştirdi ki, ders gibi, ondan çok şey öğrendim.

Edebiyat budur işte. Aktarmaktır. Bir mirastır. Bu sorumluluğu taşımaktır.

Füsun Çetinel



Mel'un- Bir Us Yarılması

Selim İleri’yle Söyleşi


Galapera izdiham günlerinden birini yaşıyor. Bir Martta Mel’un çıktı, iyi ki de çıktı yoksa burada toplanamayacaktık. Roman karakteri Sayru Usman’ın sözlük anlamı nedir, bu nasıl gelişti Selim?

Bilge kişi, akıl adamı demek Usman. Uslu, akıllı demek. Bir de İlhan Usman vardı. Eski romanlara uyalım dedim. Bilirsiniz bu eserlerde karakterlerle ya tezat ya da bağ kurulurdu.  Ahmet Mithat Efendi’nin Felatun Bey ile Rakım Efemdi’ si gibi. Sayru kelimesi Nurullah Ataç tarafından kullanılmıştı, sayru evi, deliler evi. Sonra Yunus Emre şiirlerinde var sayru kelimesi. Romanın anlattığı şeylerin isme indirgenmesi ne kadar doğru bilemem, ben bir şeyleri simgelesin diye uğraştım. On üçüncü yüzyıl Türkçesinde saçmalayan kişi olarak geçiyor.  Bu karakter saçmalar gibi gözüküp aklın içinde, hem de bilinçli. Kitabı ilk Ahmet Ümit okudu. Bana sordu, kim bu mel’un kişi dedi. Benim dedim. Yok canım, dedi. Sen mel’un olamayacak kadar iyisin. Sonra bir fotoğrafta ben ondan on yaş genç çıkmışım diye bana, kızdı. Evet sen melunsun, dedi.  Bu romanda mel’un iyi bir şey. Bugünün edebiyat dünyası, yayın dünyası, tarihin yeniden yazılışı. Kimi açık, kimi örtük açıklamalar. Örtmeye çalışmadım, ama bazı bilgileri birleştirdim. Amacım şahıslarla uğraşmak değildi. Herkes soruyor bu kim, diye. Kişilerden esinlendim, ben kimseyle uğraşmayı düşünmedim.  Sadece var olandan yola çıktım.

Romanın bugün getirildiği nokta bu. Bugün geldiğimiz noktayla ilgili, siyaset, edebiyat, yayın, insanların kitapla ilişkileri. Kırk beş yıldır bu işin içindeyim. Durum tedirgin edici, edebiyat kalmadı artık. Her şey edebiyatı baltalayıcı hale geldi. Çoksatarlar her yerde artık. O kelimeyi bile yurt dışından aldık. Bizde Türkçede böyle bir kelime yoktu. Kulağa acayip geliyor. Gelişmiş ülkelerde bu kavram çok yaygın. Marguerite Duras’ın dediği gibi, bunların gözü doymaz. Bizim on bin okuyucumuza göz dikerler.  Okuyucumuz eleştireldir, onun için de kıskanırlar. Bu durum bizde yeni, ancak dünyada on beş yirmi yıllık bir durum. Edebiyat bizde sona ermeye doğru yol alıyor. Tehlike büyük. Öz edebiyat varlığını koruyamıyor.

Ben kitapta bunları anlatmaya çalıştım, bazı şeylerin üzerine gitmeye çalışmadım. Pek çok kişi bundan bahsediyor olabilir ama kimse kapitalist düzene karşı gelemiyor tabi. Çoksatarların sağladığı imkânlar birçok değerli kitabın önünü tıkamış oluyor. Daha film piyasaya çıkmadan seyircisi belli oluyor artık. Dörtte üçü palavra üzerine kurulmuş, yermeye kalkınca kapılar kapalı. Kimse sesini çıkaramıyor. Her şey önceden belirlenmiş. Sanatın yeni bir açıya yol alabilmesi çok zor.

Çoksatarlık kurallarına göre yazmak bana göre çok zor. Geçmiş yıllarda, kırk yıl önce,  denedim, o tarz yazıları nasıl yazdıklarına dikkat ettim. Olumlu sonuçlar alamadım, kendi yolumda kös kös gittim. Bugünkü ortamda çok sattığımı düşünememek gerek. Kendimle ilgili değil toplumla ilgili bir sancı bu. Sağ olsun Everest kitabın hiçbir yerini ellemedi, noktası virgülü her şeyiyle basıldı. Teşekkürler. Çoksatarların yayınevine sağladığı ticari imkân benim sağladığım imkânlarla karşılaştırılamaz. Benim rakamım çocuk oyuncağı, ancak on bin baskı. İkinci baskıda ise ellerinde kalmasın diye ancak beş bin baskı. Çoksatarlar beş yüz bin basılıyor.

O yılların ortamı başkaydı. Bir yılda ancak dört beş kitap çıkardı. Artık şiir kitabı çıkmıyor. Hâlbuki yayınevinin görevi şiir kitabı çıkarmak. Jest olarak basması gerek. Şiir yayınevlerinin onuruydu, sevinç kaynağıydı. Her şey ters yüz olmuş durumda.

Bence çoksatarları da okusunlar. Sakıncası yok. Oradaki sakınca sekiz yüz bin, mor kapak, gri kapak olayı. Yetiştiğim yıllarda öğretmen görevi gören kitaplar vardı çoksatanlar arasında. Onlardan başka yerlere gelirdiniz. Bizler Kerime Nadir, Esat Mahmut okuyup sonra  Sartre’ye geçtik.  Esat Mahmut okumak Türk toplumu hakkında fikir sahibi olmaktır. Cemal Süreyya demişti, Kerime Nadir okumadan Sartre okuyan toplum olduk diye ta o zamanlar. Şimdi gençler sadece Borges okuyor, aradaki boşluğu nasıl kapatacaklar?

Can Bahadır Yüce, bir söyleşi yaptı sizinle. Ve kitaptan bir alıntı yapmıştı. Onu açabilir misiniz?

En koyu sofu en koyu ateistin, en koyu ateist en koyu sofunun iki mısraından iki satırından mesut olamaz mı?

Altmış üç yıldır bu ülkedeyim, baştan beri bunu düşünüyorum ben.
Çoksatarlarla ilgili bir sorunum olmadı hiç. Atilla İlhan bir kitabım üzerine yazmıştı, doğru yoldasın böyle devam et, diye. Ben isteyerek bıraktım o yolu. Her gece Bodrum’da yazmış olduğum aşk ten ilişkilerini. Saz, Caz, Varyete adlı romanım az satıldı. Belki okuyucuya uzak geldi, belki daha erkendi bu konular. Ele alınan karakterler sembolikti. Ecevit, Türkeş ve Demirel, okur bağı kuramadı. Bu kitaplar yeniden satsın diye üç kitap bir arada Selim İleri Tozlu Aşk Romanları diye yeniden basıldı, Kafes, Ölünceye Kadar Seninim ve Saz, Caz, Varyete. Beni üzmedi bunlar. Kırk beş yıldır yazarak yaşamımı sürdürüyorum, iyi, konforlu bir hayat yaşadım.

Yayın dünyası. Edebiyat dünyası demiyorum, o yok zaten.  Bu benim meselem değil, gelinen nokta. Ticari ortam alakadar ediyor insanları. Selin Ongun televizyon programında bana sordu, yayınevi kitabınızı reddetseydi ne olurdu, diye. Reklam olurdu, dedim. Başka yayınevine giderdim hemen, dedim. Buraya kadar indirgenmiş edebiyat maalesef.

Bu romanı yazmak iki buçuk yıl sürdü.  2010 Haziran’dan 20112 Kasımına kadar. Başı çok zorladı. Yarı şizoid bir karakter, normal bir kişi gibi. Mesleği ne, işi ne, tahsili ne bu kişinin? Memur yaptım önce, sonra vazgeçtim, emekli öğretmen yaptım. Kimse bana nereden para kazandığını sormadı.  Karakteri kendi akışına bırakmak gerektiğine sonradan karar verdim. İki üç defter bıraktım. Başı beni epey zorladı.

Herkesin kayıtsız kaldığı edebiyat alanında yazsan ne olur yazmasan ne olur, demiyor musun.  Kimse ilgilenmiyorsa dil, edebiyat ne olacak, diye sormuyor musun hiç, dedi Ömer Türkeş. Benimkisi sadece şikâyet. Kırk elli kişi yine toplanır yine konuşuruz bugün nasıl bir araya geldikse, dedim ona.

Zeliha Berksoy, Kenter tiyatrosunda Brecht’in bir oyununu sergiliyordu. Koca tiyatroda ancak yüz kişi vardı. Bu ne rezalet, yüz kişiye tiyatro mu oynanır, demiştim o zamanlar. Zeliha boş salona bakıp on yıl sonra ne tiyatro ne edebiyat olacak sen neyi dert ediyorsun, demişti gülerek.

Türkiye’de durum çok vahim. Ben sadece teşhis koymaya çalıştım. Çözüm yok. Kaç bastı kaç sattı, hiç derdim olmadı benim. Telif beni geçindirecek kadar olsun yeterdi bana. Susar otururdum.

Bir defasında iki çoksatar yazar hanımla birlikte Urfa’ya, oradan Harran’a gittik. Urfa çarşısında beni tanıdılar. Ama iki hanımı tanımadılar. Harran’da da bir hanımı tanıdılar. Etrafına toplandılar, o da hangi programlara çıkacak falan açıklama yaptı. Ona çay ikram ettiler, bize etmediler. Şaka, şaka. Bize de ettiler. Kimin nerede, nasıl tanınacağı pek belli olmuyor.

İki üç yaz önce Bodrum’da Mehmet Barlas’ın evine davet edilmiştim. Ben erken gittim biraz, Tansu Çiler de erken gelenlerden. Beni kendisine takdim ettiler, Selim İleri tanıyor musunuz, diye sordular Tansu Çiller’e. Tanıyorum tabi, milli güreşçimizi kim tanımaz, dedi. Sonra da zayıf halime bakıp, ne oldu size yoksa hasta mısınız, diye sordu.

Ömer Türkeş bu romanınız için Selim İleri’nin başyapıtıdır demiş. Diğerleri değil miydi?

Bu romana birikimimi döktüm ama diğerlerinden daha fazla uğraştım diyemem. İçine bazı şeyleri tıkıştırdım, sonra başıma bela oldu, nasıl bağlayacağım diye düşünüp durdum. Kapağa Usta’dan bir başyapıt yazdılar. Bu da bir nevi pazarlama işte. Arka kapağa ‘ustanın en boktan kitabı’ da yazabilirlerdi.

Hocam, belki de daha fazla satardı?

Hiç aklıma gelmedi. Niye daha önce söylemediniz bunu?

Yaratıcı yazar sözü ne kastediyor size? Bu tür atölyelerin faydası var mı?

Yazar eğer gazeteci değilse peşinen yaratıcıdır zaten. Kurslar hakkında hiç bilgim yok. Eğer bir kişinin içinde edebiyatçı olma arzusu varsa ve bu arzu şiddet halindeyse bu kurslar yolunu kısaltabilir. Sylvia Plath’ın Sırça Fanus isimli kitabında bu konu çok güzel işlenmiş. Üniversitede yaratıcı yazarlık bölümünde roman eğitimi görmüş öğrenci okulu bitirirken mutlaka bir roman bitirecektir. Bu kitap herkesin eğitimle romancı olamayacağını gösterir.  Ben bu kurslarda hocalık yapamam. Birkaç teklif aldım. Bir keresinde Ömer Türkeş’in ricasını kıramadım. Kursta her kesimden öğrenci olacak, demişti. Derste kendi aralarında konuştu öğrenciler. Elif Şafak kaç satmış. Günün çoksatarları üzerine odaklanmış insanlardı hepsi. Bunu şu tür bir faaliyete benzettim. Sağlık sorunlarım için havuza yüzmeye gidiyorum. Orada konuşulan konu, bugün ayağınız, beliniz nasıl.  Bunun gibi işte bu kurslarda konuşulanlar.

1960'lı yıllarda iç monologlar, bilinç akışı gibi şeyler hakkında yazarların ne bilgisi ne teknik donanımı vardı. Memet Fuat, Murat Belge çıkardıkları dergiler ile bugünkü kursların işlevini yapıyorlardı. Kafka ve bilinç akışı özel sayıları çıkardılar. Kafka o zamanlar anlaşılmıyordu. Çok ciddiye alınması gereken siyasi tarafının, geleceğe yönelik kâhin tarafının bilincinde değildik.

Altın Kitaplar tarafından yayınlanmış olan Agatha Christie kitapları bizde hep on formaydı. Yıllar sonra anlaşıldı ki bazıları on, bazıları yirmi beş forma. Ve evet, kötü çeviri şimdilerde çok daha kötü.

Safiye Ayla ile ilgili bir anınız vardı?

Niye, yaşım ona mı uygun?  1980'li yıllarda, Levent Etiler’de oturuyor Safiye Ayla. Yemeğe davetliydim. Kulağı iyi işitmiyor, yaşı epey var. Her şeye ‘hmm evet’ diyor, kolay yolunu bulmuş. İhtilal daha yeni olmuş. İnanılmaz zeki bir kadın. Orduevlerine davet edip Atatürk’ün sevdiği şarkıları okutuyorlar hala. Onu anlattı sevinerek. Yemek çok güzel geçti. Bir iki gün sonra Armağan Hanım aradı beni, Safiye Ayla’yı nasıl buldunuz, diye sordu. Çok hoş bir hanım, yaşım tutsa evlenme teklif ederdim, dedim şaka yollu. Bunu Safiye Ayla’ya anlatmış. O da, sakın teşebbüs etmesin, hiç tipim değil kendisi, demiş.

Romanınızda birçok motif var.

Romanın içinde dram var, eleştiri, doğu batı meselesi, mizah her şey var. Şizofren kahraman iki anne icat etmiş. Rahmetli Füsun Akatlı yıllar önce bu fikri kafama sokmuştu. Dostlukların Son Günü çıktığı zaman şöyle bir yorum yapmıştı. Anne, kimi zaman çok merhametli kimi zaman despot biri olarak çıkıyor karşımıza. Garip bir şey var bu kitapta, kahramanda kişilik bölünmesi gibi bir şey, diye yazmıştı bir eleştirisinde Füsun Akatlı. Bu eleştirisi kafamı yıllarca meşgul etti. Her şey birikiyor, sonradan bir şekilde ortaya çıkıyor.  Mel’un da işte böyle ortaya çıktı, iki farklı anne. Kimileri bunu doğu batı meselesi olarak algıladı.

Doğu Batı meselesi üzerine bir şeyler söyleseniz? Batılılaştıkça kibirli mi olduk biz Türkler?

Batılılaşmadık, batılılaştığımızı sandık ve bundan kibirlendik. Batı değerlerini özümseyemedik maalesef. Alçakgönüllü olmayı bilemedik. Einstein,  Almanya’da üstü başı dökük dolaşıyormuş, sormuşlar, niye böyle geziyorsunuz, diye. Burada beni herkes tanır da ondan, demiş. Amerika’da da aynı şekilde dolaşıyormuş. Peki burada niye böyle pejmürde dolaşıyorsunuz, demişler. Burada da beni kimse tanımaz zaten, demiş. Bizim toplumun senteze gitmesi lazım. Türkiye, birbirinin etkisi ve tepkisi olarak gelişiyor.

Bu kitapta yazdığım birçok şey kendi hayat güçlüklerimin ortaya attığı şeyler gibi görünmekte ama gerçekte içindekiler belgesel.  Yazdığım bir şey de resim sanatı üzerine. Van Gogh servileri her tabloda birbirinden farklıdır. Bizim nakkaşlarımız yüzyıllar boyu aynı şeyleri resmedip durmuşlardır. Bu,  meşhur bir sanat tarihçimizin yargısı. Ben bunu kullandım işte.

Bir ıspanaklı salata hikâyeniz vardı, anlatabilir misiniz?

Siz beni burada Bal Mahmut’a çevirdiniz. Yemek kitaplarını maddi problemlerle yazdım. Buradaki tarifler hep bir fiyaskoyla sonuçlandı ne yazık ki.

Kitap bastırmak eskiden de bu kadar zor muydu?

1060-1968 yılları arasında Memet Fuat, D yayınlarındaydı. Kısa bir süreliğine etkin oldu. Oktay Rıfat, Cemal Süreyya, Edip  Cansever gibi kıymetli şairlerimizin şiir kitaplarını bastı hep. Behçet Necatigil’in kendine özel imla kullanımı vardı, kesik kesik iki kısa çizgi gibi. Sonra Leyla Erbil’in kendine has yazım kuralları. O zamanlar dizgici yok, harfler kurşun dökülerek diziliyor çok zor şartlarda. Yanlış basılan bir kitabı, Memet Fuat parasını kendi cebinden ödeyerek tekrar bastı. Artık o titizlik yok, bilgisayarda şapkalı A  yok, kimse böyle şeylerle uğraşmıyor. Leyla Erbil bile pes etti, aman ne basarlarsa bassınlar, dedi en sonunda.

Evet, kitabımın Oğuz Atay’ın Korkuyu Beklerken hikâyesiyle büyük akrabalığı var. İnanılmaz derecede esinleniş var, fark ettim. Yusuf Atılgan, Bilge Karasu bir süre etkili olup maalesef sepetlendiler. Geriye kalanlar Oğuz Atay, Tanpınar. Ben bu yazarların bile kimse tarafından okunduğunu sanmıyorum. Üniversitelerde çok sayıda tezler, doktora çalışmaları yapılıyor ama hepsi yayınlanmıyor.

Ben kimi zaman melunluk yapar, eşe dosta var olmayan kitapları okudunuz mu diye sorardım. Evet, okudum, derlerdi. Ferit Edgü daha fazla melunluk yaptı. Gazetede olmayan bir kitap üzerine yazı yazdı. Haince bir şey. Kimi insanlar bunu referans olarak bile kullandı.

Bir de Selçuk Baran’ın Bir Solgun Adam romanıyla çok yakınlığı var kitabımın. Selçuk Baran’ı ayrıca çok severim.

Beğendiğiniz, okuduğunuz yazarlar kimler? Biz neleri okuyalım?

E, beni okuyun tabi. Kendi yolunuza kim yakınsa onu okuyun. Sizin yazarınız kimse. En önemlisi tat alın, akünüzün dolmasına yararlı olacaktır bu. Bazı kitaplar bazı yaşları bekler, diye bir şiiri var Necatigil’in. Çok doğru bir tespit bu.

Türkçenin geldiği koordinatlar nedir sizce?

Türkçe artık iki yüz elli kelimeyle yürütülen bir konuşma dili haline geldi. Üniversitelerde yapılan bir araştırma sonucudur bu. Bu nıktaya nasıl gelindi?
Kelime yarışmalarına çıkan çok iyi üniversitelerin öğrencileri ilk üç soruda eleniyor. Bu da bunu gösteriyor zaten değil mi?

O bir gösterge değil. Yarışma programları farklı bir şey. Yirmi beş otuz yıl önce, Tarık Tarcan jest yapıp Çarkı Felek programına davet etmişti, Pınar Kür’ü, beni ve Necati Güngör’ü. Ben eski edebiyat eserlerini severek okurdum.  Hepsine yanlış cevap verdim. Tarık Tarcan Şıp Sevdi’yi soruyordu. İpucu veriyor, hani yağmur yağar, diyor. Niye yağar, diyorum ben. Kimse bir şey bilemedi. Yarışmalarda insan tutuluyor.

Ziyarete gittiğimiz bir okulda, çocuk cami minaresi diyecek, caminin külahı, dedi örneğin.

Belki çocuğun aklında dondurma vardı hocam.

Öyleyse çok sevinirim. Yanlış kullandıysa kötü ama.

Selim Bey, caminin tepesine külah da denebiliyor.

Hiç bilmiyordum gerçekten.

Ya kitap fuarları hakkında ne düşünüyorsunuz Selim Bey?

Sizi seven okur kalkıp geliyor oralara kadar ve yazarlar, yayınevleri ‘geç sıraya, geç sıraya’ diye azarlayıp duruyor herkesi. Bunu bakkal çakkal yapmaz. Ekmek yediği müşterisini yere göğe koyamaz onlar. Ben dört beş yıldır katılmıyorum bu fuarlara. Zaten kulağım iyi işitmiyor. Yanlış anlaşılmalar oluyor. Bir kere feci bir şey oldu.

Kitabın adı Ölüm İlişkileri. Bir hanım imza istedi. Adını soyadını sordum. Sabiha bir şey. Soyadı aklımda kalmadı. Kitabı Sayın Sabiha Sertel’e diye imzalamışım, farkında değilim. Kadın öleli yıllar olmuş. Çok ayıp. Ama Sabiha Hanımın suçu, çok konuşup beni ambale etmişti. Kitabın içini açıp okumuş, koşup geri geldi, yanlış imzalamışsınız diye.

Yazılarıma postmodern denemez. Ben diyemem, çünkü öyle yazmadım. Zaten postmodern nedir, bunu iyice bir belirlemek gerek. Bizde her şeye postmodern deyiveriyorlar.

Selim İleri kendinden önceki yazarların tanıtılmasında rol oynadı, genç kuşaklara da öncü oldu. 

Bizim zamanımızda da Atilla İlhan, Behçet Necatigil hep destek oldu bizim gibi genç yazarlara. Üstünlük taslamazlardı, burnu büyüklük yoktu. Yirmi yaşında yazarken dünyayı değiştirebileceğime inanıyordum ama bugün yazdıklarımla değiştiremeyeceğimi anladım. Edebiyat narin bir şey. Hele Şiirler. İnsan çok sonra idrak ediyor, edebiyat hiçbir şeyi değiştiremez maalesef.

Siz en iyisini yazmaya çalışın, kitap mı ekmek mi önemli? Değişmeyen trajedi. Bu insanlar beni nasıl anlasın? Hatta gençleri azarlamalarını çok feci buluyorum. Edebiyat, seveni için duyarlılık yaratıyor. Sükûnet olacak, sıcak, masa lambası olacak, neyle geçineceğim derdi olmayacak.

Korsan kitaba karşıyım tabi.  Almaya mecbur kalanları da anlayışla karşılıyorum ama. Nasıl alsın, hangi parayla alsın. Bana hepsi bedava geliyor. Gelmese belki ben de korsan alacaktım, bilemem.

İnternet edebiyatı öldürür mü? Her öğrenciye tablet verileceği söyleniyor. Kitap sayfası çevirmeyen öğrenci okumayı nasıl sevecek?

Umberto Eco kitabında buna inanmadığını yazmış. Kâğıt kokusu olmadan kitaptan tat alamaz insan. Türkiye’de hayal mahsulü teklifler çoktur.  Özal zamanında da tüm öğrencilere bilgisayar verilecekti. Hani? Şimdi de tablet vermekten bahsediyorlar. Bence olmayacak. Hoş sözler. Kitap gitti. Karatahta kalktı gibi. Bırakın tahtayı depreme dayanıklı okul bile yok. Bunların hepsi Türkiye’ye dair sayıklamalar.

Sevgili Selim İleri’ye bu hoş sohbet için çok teşekkür ediyoruz. Bence Mel’un edebiyata dair çok samimi sayıklamalar. Halen okumadıysanız, bir an önce en yakın kitapçının yolunu tutun derim. Evet, biliyorum internetten sipariş edersek daha ucuza geliyor diyeceksiniz ama kitapçılar ne olacak, o güzel mekânlar?

Füsun Çetinel

Marguerite Duras ile Siyah Sardunyalar

Nilgün Şimşek'le Söyleşi


Bir kitap bittiğinde- yazılan bir kitap, demek istiyorum- ve siz bu bitmiş kitabı okuduğunuzda onun, sizin yazdığınız bir kitap olduğunu da, içinde neler yazılmış olduğunu da söyleyemezsiniz.  M.D

Bir kitap hakkında yazı yazmayı sevmemem bundandır işte. Yazar kitabı yazar, bitirir ve kenara çekilir. Bundan sonrası okuyucuya aittir. 

Hani ev sahipleri misafirlerini evlerinin salonuna alırlar hemen, ben hep o salondan arka balkona, arka bahçeye geçmek isterim. Evin gerisinde neler oluyor, bize göstermedikleri neler var, onları merak ederim. 

Nilgün Şimşek’le Siyah Sardunyaların arka bahçesini gezerken Marguerite Duras ve kitabı Yazmak da bizimle birlikteydi. Kimi zaman onun cümleleriyle yön verdik sohbetimize.

Siyah Sardunyalar hangi yönleriyle modern bir roman Nilgüncüm?

En başta yapısı itibari ile çünkü parça parça. Ev, parantez ve sürpriz anlatıcının bölümleri belli bir sırada devam ediyor. Bir de masalın anlatıldığı bölümler giriyor aralara. Sonra anlatıcılar her bölümde farklı, kimi zaman tanrı yazar, kimi zaman kahramanlar anlatıyor, bir de başka bir anlatıcı var ki ona burada değinmek istemiyorum.

Romanı yazarken bu parçalı bölümleri sistemli bir şekilde mi sıraladın, nasıl oldu?

Öyle bir planım yoktu ama okur iyice dağılmasın diye sıra gözettim. Baştan planlanmış bir şey değil bu, yazarken ortaya çıktı. Diğer tüm yapıyı zaten romana başlamadan planlamıştım, sadece sonunu değiştirdim, daha doğrusu sonun romandaki bitişini. Romanı bir masalla mı yoksa aynayla mı bitirecektim, ona karar verdim.

Niye bir ayna da başka bir şey değil? Koltuk, kitaplık veya dolap mesela?

Türk yazarlarından bir hikâye okumuştum. Anlatıcı tanrı yazar değildi. Evde eski bir çerçeveyi yenisiyle değiştirirken arada bir vesikalık fotoğraf sıkışıp kalmış ve bu unutulmuş fotoğraf tüm hikâyeyi anlatıyordu. Evdeki her şeyi gören bir fotoğraf fikri beni çok etkiledi.

Bizim evlerde gören şey aynadır. Açısı itibarı ile evin içini gören bir objedir ayna.  Sonra aynanın zihni olsa nasıl olurdu diye düşünmeye başladım. Ayna ve sır ikilisi de var… Üstüne üstlük masalları da çok severim ve böyle gizemli şeyler hep masallarda olur.

Ayna hem gizemli hem de korkutucudur.  Bazı evlerde aynaları ters çevirirlermiş, eski bir adet.  Ayna bir geçiştir, bir eşik atlamadır sembolik olarak.
İyi zamanlarımızda aynaya bakmaktan zevk alırız, üzülüp ağlamışsak aynaya bakmak istemeyiz. Ben bunu tersine çevirmek istedim. İstedim ki bu hikâye her durumdaki insana ayna tutsun. Benden ziyade okuyuculara ayna tutsun.

Onun için mi diyaloglar hemen hemen yok romanda?

Evet, içsesler önemlidir benim için. Karakterlerim kendileriyle konuşsun, anlatsın istedim. Sorgulasınlar kendilerini.

İnsan ancak evin içinde yalnız. Ve kendinin dışında değil, içinde. M.D.

Senin yalnızlığın nerede?

İnsanın yalnızlığı gerçekten de içinde ve her yerde.  Ama yazı yalnızlığım bahçemdeki yazı odamda, daha doğrusu yazı kulübemde.

Bu yalnızlıkta neler kabulün?

Çay, sigara, kahve, çikolata, okuma yaptığım zamanlar enstrümantal müzik. Odamın ışığını çok seviyorum. Gölgeli, çok aydınlık olmayan bir mekân. Ağaçların koyu yeşilinden yansıyan bir ışık geliyor pencereden. Ve çok dağınık. Normal hayatımda çok düzenli biriyken, yazarken dağınıklığı seviyorum. Yaratıcılığı tetiklediğini düşünüyorum.

Romanındaki Nazlı’nın odasında duvarda fotoğraflar, masada yerde hatıra defterleri, kumaş parçaları, müze broşürleri, oyuncaklar var. Senin de böyle şeylerin var mı yazı kulübende?

Şimdiye kadar hiç bulundurmadım.  Ama şu sıra biyografik roman yazıyorum. Yozgat’tan fotoğraflar yapıştırdım duvarlara, tanımadığım insanların hayatına ve mekânlarına girebilmek için. Perdelere fotoğrafları büyütüp iğneledim. Odayı hakkında yazdığım yer haline getirmeye çalıştım.

Sevim Burak’ı hatırlattın bana. O da cümlelerini küçük kâğıtlara yazıp perdelere iğnelermiş. Yerlere halılara yayarmış onları, sonra sıralarını beğenmez yerlerini değiştirip dururmuş. 

Şimdiye kadar hep tanıdık mekânlarda dolaşmışım yazı serüvenimde. İlk defa böyle bir şey yaptım.

Kitap yazan birinin çevresindeki öteki insanlarla arasına hep bir mesafe koyması gerekir. Yalnızlıktır bu. Yazarın, yazılı şeyin yalnızlığıdır. M.D.

Yazarken insanlara mesafen nasıl?

Bir sürü insandan uzaklaşıyorum yazarken. Haftada bir görmeye alıştığım arkadaşlarımı göremez oluyorum. Sitem edenlere aldırmamayı öğrendim. Kabul eden ediyor, etmeyen etmiyor.

İlk öykü kitabımı yazarken evde herkes şöyle bir sarsıldı. Eski köye yeni adet geldi diye. Uzun bir süre mücadele ettiler, kabullenmek istemediler. O sıralar mutfakta yazıyordum. Akşam saat dokuz oldu mu ben mutfağa kapanıyordum, hâlbuki alışmışız ailece oturup vakit geçirmeye. Onları yalnız bırakıyordum. Artık alıştılar, zaten çocuklar büyüdü hepsi bir yerde. Eşim hiç sorun etmez.

Ben herkesin yalnız olduğunu düşünüyorum. Bazıları bunun farkında, bazıları değil. Yalnızlık kötü değil, yaratıcılık açısından çok iyi. Kötü olan kimsesizlik.
Yazarlar yalnız olmanın iyi bir şey olduğunu fark eden kişiler bence.

Romandaki karakterler yalnız olduklarını anlıyorlar hikâye boyunca. Ömer, Nazlı’nın odasına girip de onun hatıra defterleri ve eskiye ait fotoğraflarıyla karşılaşınca yalnızlığını anlıyor. Remzi’nin kendine ait suskun bir yalnızlığı var. Nazlı hep yalnız. Ama kimsesiz değil bu karakterler.

Yazı yabanıl kılıyor insanı. M.D.

En tanıdıklarına bile tuhaf geliyorsun. Seni merak ediyorlar, ne yazıyor bu kadın diye. Yazdıklarını merak ediyorlar.

Tuhaf kişidir yazar. M.D.

Senin ne tuhaflıkların var?

Ne kadar çok şey aklımda tutmuşum diye kendime hayret ediyorum; kokular, sesler, diyaloglar… Gözleri okumaya çalışıyorum. Konuşmaları dinliyorum. Normal hayatımda titiz, düzenli iken yazı sürecimde yazmaktan gayrı bir şeyin önemi yok sanki, feci dağılıyorum.

Bir yazar nelerden büyülenir? Seni büyüleyen şeyler neler?

Yazar bence her şeyden büyülenir. Sarsıldığı için yazmak istiyor zaten. Pozitif anlamda bir büyülenme değil demek istediğim. Daha çok insan halleri büyüler beni, bakışlar, giydikleri şeyler, eller.

Eski evler, çarpık çurpuk bir ağaç. Ama içinde mutlaka insan olmalı, bir yerinde. Kapıdan çıkan bir insan. Park kıyısında bir çocuk, pencerede bir yüz. İçinde insan varsa çok daha besleyici benim için. Böyle daha manalı.
Sonra ölümler beni çok büyüler.

Gizli gizli yazmaktan hangi dönemde vazgeçtin? Yazma cesareti ne zaman yerleşti?

Saklama ihtiyacı hissetmedim ama kimseye de söyledim yazdığımı. Mario Levi hocayla yazmaya başladığımda, atölye çalışmasının ortalarına doğruydu sanırım, bu öykün güzel olmuş, dedi. Ve ben gizlenmeden, ortaya çıkarak yazmaya başladım artık.

Bir deliğin içinde olmak. M.D.

Bir delikte misin sen de yazarken?

Genelde çok hüzünlenirim yazarken, neşeli olamam. Ağrıtan bir şey yazmak. Tek oturuşta on beş sayfa yazı yazdığımda eklemlerim ağrır, yerimden kalkamam. Bedenimi yoruyor, kasılıyorum olsa gerek yazı yazarken. Bir delikten ziyade bir ağrının içindeyim diyebilirim

Her sabah yazıyordum ama kendime süre saptamamıştım. Hiçbir zaman. Mutfak dışında. Yemeğin kaynaması ya da dibinin tutmaması için ne zaman mutfağa gitmem gerektiğini biliyordum. M.D.

Her akşam iki saat yazıyordum. Mario hoca söylemişti. Yazamadığım zaman müzik dinliyor veya okuma yapıyordum bu iki saat içinde. Sonra yazma eylemim kendiliğinden uzadı. Kendi saatlerini yarattı. Akşam insanıyım ben, öğlen on ikiden sonra açılırım ancak. Ve gece yazarım. Çok nadir gece yetmez, sabah kalkar kalkmaz yazmaya devam ederim. Siyah Sardunyaları yazarken gündüzleri de yazdığım oldu arada. Bir süre sonra yazma eylemi otomatikleşiyor ve kendi saatlerini yaratıyor.

Geç kalmışlık duygun oldu mu hiç? Yazmaya geç başlamaktan dolayı bir korku?

Evet, çok saçma ama oldu. Şimdi diyorum ki, yazmam yazabilmem için belki bir noktadan geçmem gerekiyordu. Önümde yazmak için kırk yılım daha olsun isterdim. O kadar anlatacak hikâyem var mı, bilemem ama.

Niye yazdığım önemli benim için. Tek bir okuyucu için yazıyorum ben desem de kitabım çok okunsun isterim tabi. Yazar burada bir ikilem yaşıyor.

Yazarın çelişkisi diyelim.  Belki de kitabı satsa da satmasa da yazmaya devam edebilmesi için geliştirdiği bir savunma mekanizması. Yazdıkların sence daha çok kimlere hitap ediyor?

Sanki orta yaş kadın okuyuculara daha çok hitap ediyor dilim diye düşünmüştüm ama gençlerden ve erkek bir iki okuyucudan olumlu sözler duymak beni mutlu etti. Burada yayıncım Yitik Ülke’nin çok genç bir takipçi kitlesinin olmasının da rolü olabilir. Kitabım, İzmir Saint Josef Lisesinin kitap kulübünün düzenlediği Edebiyat Festivalinde okunmak üzere seçilmiş. Aralık ayında söyleşi için davet ettiler. Yaklaşık yirmi okulun öğrencileriyle bir araya geleceğim ve bu durum beni çok heyecanlandırıyor.

Seni daha çok ürkütmek istemem ama bu ciddi bir sayı, nerden baksan iki yüz öğrencinin önüne çıkacaksın. Kolay gelsin.

Bazı yazarlar korkuya kapılır. Yazmaktan korkarlar. M.D.

Yazarken değil ama roman basıldıktan sonra bir korkuya kapıldım. Çocukluğumdan kalan bir kayıp üstüne yazmıştım. Tamamen kurgu olsa bile tanıdık okuyanlar ne hisseder, onları üzer mi bu hikâye endişesine kapıldım.

Yazmak deliliktir. M.D.

Yazmak delirtir ve iyi gelir. Deli insan yazar zaten. Delirince sınırlar kaybolur, her şeyi yazabilirsin. İçinden seni delirten şeyleri çıkartırsın. Başka dünyalardan kopup kendi dünyanı yaratıyorsun, bir tür delilik hali.

Sen yazıp kurtuluyorsun, bırak okuyucu delirsin durumu yani?

Öyle de denebilir. Delirsin, düşünsün, yine delirsin.

Dünyanın her yerinde ışık gittiğinde çalışma durur. Ve bana gelince ben o saati çalışmanın sona erdiği saat olarak değil başladığı saat olarak duyumsarım... Kurtuluş gecenin yerleşmeye başlamasıyla gelir. Dışarıda çalışma durduğunda. M.D.

Yazarın kurtuluşudur gece. Karanlık tüm görüntüleri örter, her şey durur. Başka bir dünyayı kurmak kolaylaşır. Herkes yataklara çekilir, gün biter, o güne ait kaygılar da bitmiş olur. Bir hayatı kapayıp diğer bir hayata geçer yazar. Gecenin sesleri başlar, buzdolabı homurtusu, çakallar, baykuşlar. Gecenin sırası gelmiştir. Yazar tüm bunları kullanabilir.

Ve hiç gözyaşı dökmemek, yaşamamaktır. M.D.

Yazdığın şeylere ağlar mısın?

Yazarken değil ama yüksek sesle kendi kendime okurken bir iki yerde ağlamışımdır.Yazdıkça kendini tanırsın, üstünü örttüğün anılara ulaşırsın. Acıtır bu bazen.

Günlük yazı yolculuğun nasıl oluyor? Evden çıkıp bahçeden geçip yazı kulübene gidiyorsun. Neler hissediyorsun yazarken, bu yolculukta?

Her yazı yolculuğumda heyecanlanıyorum, bir önceki gün bir yerlerde takılmışsam eğer, endişeli başlayabiliyorum yazmaya. Heyecandan ziyade yazmaya oturacağım için çok mutlu oluyorum. Bir şeye başladım ve onu bitirmek beni mutlu ediyor. Her bölüm bittiğinde sona biraz daha yaklaştığım için seviniyorum. Sarkan işleri sevmem ben. Yazıda da takıldığım yerler beni sinirlendirir.

Arabada şehirden eve dönerken on beş sayfayı kurgulayabiliyorum, yazmak da denebilir. Eve varır varmaz oturup yazmam gerekiyor. Yoksa her şey bana eziyet oluyor. Bazen durup not alıyorum. Güzel bir fikir, bir cümle. Başka yazarlar telefona kayıt yapıyorlar ama benim yazmam gerek. Yazının daha yeterli olduğunu düşünüyorum.

Yazı dünyasına girmek mi zor, çıkmak mı?

Çok yoğun çalışmışsam, istediğim kadar tatmin olmuşsam yazdıklarımdan günlük rutine dönmekte iyice zorlanıyorum, kurduğum hikâyeden çıkamıyorum. Karakterler hep etrafımda oluyor. Yazı dünyasına girmek de zor çıkmak da…

Yazmazsan neler oluyor?

Bünye alışmış. Vicdan azabı ve yine boşa geçti günüm duygusu oluşuyor yazmazsam. Hep bir şeyler eksik kalmış gibi geliyor.
Yazmak da acı veriyor yazamamak da. Sadomazoşist bir durum, çözmesi çok zor.

Romanın içeriği hakkında konuşmayacaktık yani konuyu ele vermeyecektik ama en çok sevdiğin karakter kim hikâyede?

Remzi. Remzi hemen hemen hiç konuşmuyor, duygularını açığa vermiyor. Suskunlardan. Kabullenenlerden o. Nazlı’yla ilgili duygularını hiç anlatmıyor. Kendini en az açık eden karakter. Onunla oturup bir çay kahve içip sohbet etmek isterdim doğrusu.

İnsan içinde bir yabancıyı barındırır; yazmak işte o yabancıya ulaşmaktır. M.D.

Sen birazcık olsun içindeki yabancıya ulaşabildin mi?

Ben bu güne kadar hayatın konuları içinde yaşarken içimdeki o yabancının hep farkındaydım. Senin de çok iyi bildiğin gibi normal yaşamımda çok neşeli, gülmeyi ve güldürmeyi seven bir insanım ama yazdığım metinler hep hüzünlü. Demek ki içimde hüzünlü bir karakter barındırıyorum. Ben buna şaşırmıyorum ama kızım, içimdeki kişinin çok karanlık olduğunu ve buna çok şaşırdığını söylemişti bir kez.

Bir kitap fuarı daha yaklaşıyor, heyecanlıyız, aklımızda almayı planladığımız türlü kitaplar var. Belki de bu güzel söyleşiden sonra Siyah Sardunyaları listelerine eklemek isteyenler çıkabilir, kim bilir?

Füsun Çetinel