Yaşasın, Sait Faik Yeniden Aramızda


Ve ben her yıl Burgazada’ya kadar gidip de Sait Faik’in viran evinin kapısını boşu boşuna çalmaktan, yukarı kattan yarı beline kadar sarkan beyaz tülbentli zavallı teyze de bana evin kapalı olduğunu, ne zaman açılacağını ise bilmediğini anlatmaktan kurtuldu.

Sıcak ve boğucu şehirden serseri bir ada vapuruyla kurtulup cırtlak ve açgözlü martılar eşliğinde, dalgaların serin köpükleriyle ferahlayarak Burgazada’ya varmanın hayali bile yeter insana.

Canım Burgazada, canım Sait Faik. Ne öyküler yazdırmıştır bana, Türk yazarlarına.

Samet Ağaoğlu şöyle anlatır bu avare yazarı. Geniş, beyaz yüzünde açılmış iri, biraz patlak yeşil gözleri, birkaç tutam alnına düşmüş dağınık saçları, hafif yalpalı yürüyüşüyle savaştan yeni çıkmış bir Viking’e benziyor. Yorgun bir adam. Sesi de öyle. Kısık, nefes nefese. Yüz çizgileri bakışları yaşına uymuyor. Daha ihtiyar bunlar. Ama dudaklarında çocuk gülümsemeler, çocuk kahkahalar.

Sait Faik yorgundu, anlaşılamamaktan. İnsanlara kırgındı. Sesi kısıktı, kendi doğrularını haykırmaktan. Dudaklarında çocuk gülümsemeler, çayırlara, dülger balığına, kadın yüzüğü takan adama, papazın sapkın oğluna, kulağını karıştıran bahçıvana öyküler yazmaktan. Hüzünlüydü aradığı güzellikleri bulamamaktan. Yaşı genç, vücudu ihtiyardı hastalıktan. Ama küs değildi, küsse bile küsemeyenlerdendi o.

Ben neden böyleyim? Hep bu sorunun peşindeydi yazar. Oysaki biliyordu, üstünde doğduğu toprakların efsanelerine karışmış şarkılarındaydı cevabı. Adanın insanlarındaydı, eski şehrin dar kıvrımlı sokaklarında, kadife eşeğin sürmeli gözlerinde. Görmesini bilenlerdendi Sait Faik, hem bilen hem dertlenen. Dertlenmeyen niye yazsın, değil mi?

Sait Faik okumasaydım, onu tanımasaydım yazar mıydım? Veya nasıl yazardım? Hep bunu sordum kendime ve korktum.

Sait Faik neler yazardı bakın ne güzel anlatmış yine Samet Ağaoğlu.

Canlı cansız her gördüğü onun için bir hikâye konusu. Taştan insana her varlık yalnız dünyada beraber olma kaderinin macerasından bir iz, bir ses. Suda ışıklanan kandiller gibi dizilmiş oltalar arasında bir süre sonra başına gelecekten habersiz süzülen sinagritleri, arkadaşları, annesi, hepsi bu kaderin, bu maceranın birer halkası. Gözüne çarpanlar çoğaldıkça hikâyeler yavaş yavaş ancak anların empresyonist resimlerinden ibaret kalmaya başlıyor.

Bir sade kahve vakti geldi artık, Burgazada’daysam eğer yanında vişneli milföy yerim mutlaka. Pastayı her ısırışta, pudra şekeri burnuma, dudaklarıma, yanaklarıma yayıldıkça, muzip yazara daha yakın hissederim kendimi, silmem silinmem. Ondan bir iz kalsın isterim üstümde. Onun madamları oturuyordur pastanede. Hülyalı gözleri yanaşıp giden vapurlarda. Tek otururlar, tek kadınlar, hep tek masalarda.

Arkadaşları kimdi diye sorarsanız, Orhan Kemal var en başta. Sait Faik ile olan arkadaşlığını şöyle anlatıyor.

Hem çok sevişirdik, hem de yerden yere vururduk, yerdik birbirimizi. Bir gün Galatasaray civarında rastlaştık. Elinde sarı bir defter sallıyor. Roman yazıyorum, dedi. Ben hemen lafı yapıştırdım. Kaç tane, dedim. Okkalı bir küfür salladı. Ben senin gibi değilim. Lafı uzatmıyorum, palavra sallamıyorum, dedi. Ben imajinasyon yapıyorum. Tabi dedim sen zenginsin, annen bakıyor sana, Fransa’da okudun. Ben Fransa’ya okumaya gitmedim ki, dedi. Ya niye gittin? Gezmeye, yemeye, içmeye, para harcamaya ve… Ne zaman rastlaşsak bir laf atardım ortaya. Alay ediyorum sanırdı. Kuşkucu bir insandı. Birbirimizi hırpalardık ama gülerdik de. Laf lafı, laf tütün tabakasını açar derler. Bizde hatıra çok.

Bir başkası da Atilla İlhan, arkadaş sayılmazlar daha çok Sait Faik onun ustası diyebiliriz. Sanırım Atilla İlhan lise yıllarındayken, belki daha sonra da olabilir, onun bir hikâyesini okur. İlk tanışmaları böyle başlar. Çok etkilenir. Daha sonra Varlık yayınlarında karşılaşır ve tanıştırılır. O da hemen hemen hemfikirdir Orhan Kemal ile. Şöyle der.

Sait faik rahatsız ve huzursuz bir kişilikti. Fiziksel olarak memnun değildi kendinden. Özellikle kadınlarla tanıştırıldığında onlara karşı mahcuplaşır ne yapacağını nasıl davranacağını bilemezdi. Varlıklı bir ailenin çocuğuydu. Kendi ağzıyla, yazmaktan başka iş yapmamaya karar verdim, demişti. Yine de bir işte çalışmamanın rahatsızlığını hissederdi. Ne iş yapıyorsunuz, diye sorduklarında, yazarım demek yetmezdi ona. Yazar olmanın bir meslek olmadığını düşünürdü. Fransa’ya gidişinde pasaportuna işsiz yazmışlardı. Bu çok koymuştu ona. Avarelik eden zengin çocuğu psikolojisinden kurtulamadı hiçbir zaman. Ve Sait Faik bu birikimlerin sıçramalarıyla yazdı. Renkli, olağandışı sıçramalar. Grenoble’da yaşadığı zamana ait anılarını anlatırdı kimi zaman. Bunları yazsana işte, derdim. O zaman olan şeyler bakalım doğru mu ki, derdi. Hikâyeleriyle yaşadıkları arasında devamlı bir alışveriş vardı. Bazen yaşadıklarını yazardı, bazen de yazdıklarını yaşardı Sait Faik. Şiir eğitimi yoktu, iyi şiir yazamazdı ama hayatı şiir olarak görür öykülerine yansıtırdı. Lafları cümlelerdi, mısralar değil. Şiirsel yazardı. Bir nefeste yazılmış hikâyelerdi. Üstlerinde daha sonra çalışmazdı. Her şeyi yazardı, birtakım insanlar, sokaktan geçen çocuk, balıkçılar… Son döneminde gerçeküstü hikayeler yazmaya başlamasını Sait’in genel başıboşluk hali ve gidişine vermeliyiz. Ölümünde üç dört yıl önce kendini gizlisiz kapaksız yazmaya verdi. Çok daha açık anlatmaya başladı. Ölümünü sezmesinden mi bilmiyorum.

2012 Mayısında Writing İstanbul etkinliği kapsamında bir grup Amerikalı yazar ile Burgazada’ya doğru yola çıkmışken tam karşı sıramızda bir beyle sohbete koyulduk. Kim olduğumuzu nereye ve ne amaçla gittiğimizi sordu. Yazar olduğumuzu duyunca konu döndü dolaştı bir zamanlar kapı komşuları olan Sait Faik ve annesine geldi. Sait Faik’ten aklında kalanları anlatmaya başladı, çocukmuş o zamanlar anlatıcımız.

Arkadaşı İngiliz Kemal ve karısı Dorothy kotrada yaşardı. Bazen gelir onu kayıkla alıp götürürlerdi. Genelde Kalpazankaya’da, deniz kulübünde hep bir şeyler karalarken görürdük onu ama o zamanlar yazar falan olduğunu hiç bilmezdik. İşçi gibi kıyafetlerle gezerdi, annesiyle yaşardı, kendi halinde biriydi. Babası Adapazarı’ndandı. Çok sevdiği yanından hiç ayırmadığı siyah bir köpeği vardı. Adını hatırlamıyorum. Onu alıştırmıştı, git mayomu getir, git kitabımı getir, derdi ona. Reşat arkadaşı ile Fransa’ya gitti. Döndüğünde safari şapkası, omzunda şal, ayaklarında çarıkları vardı. Meydanda dolaşıp durdular. O sene tüm ada sosyetesinde moda oldu bunların giydikleri. Cenazesi doldu taştı. O zaman anladık ancak önemli biri olduğunu.

Kahveleri, çay bahçelerini sevmem Sait Faik yüzündendir. Bir iki salaş tahta masa, kıyıya vuran bir parça mavi deniz, birkaç dal salkım söğüt gölgesi ve aksi bir kahveci. Neler yazılmaz ki o kahvelerde, neler yaşanmaz ki? Eftalikus’un Kahvesi de bunlardan biridir işte. Bu kahve İstanbul’da Taksim meydanına bakan bir taraça kahvesidir. Hikâyeci orada hayranlarından biri ile konuşur, ona hikâyelerini nasıl yazdığını anlatır.

Sait Faik’in gözlemci yanı kahve insanlarını hikâye eder. Mahalle kahvesi, az şekerli, sade kahve hep çağrışımı olan sözlerdir. İnsanımızın yaşamını, ilgisini simgeler. Sait Faik kahve insanlarını, garsonları, kahvecileri, ayrılıkları da anlatır.

Sait Faik sabırsız biridir, öyle bir yerde uzunca oturup kalmayı sevmez. Öykülerini de bu kahvelerde bir oturuşta yazar. Öykü bir solukta yazılıp bir solukta okunmalıdır, ona göre.

Eftalikus’un kahvesi yok artık, Sait Faik yok. Kalpazankaya’ya vurgunluğum bundandır belki de. Bir kır bahçesinde denize dalmak, serçelerin saldırısından bir lokma ekmek kurtarıp favaya bandırıp yemek. Ve Sait Faik’i görmek ileriki masaların birinde. Dalgın, siyah gözlüklü, kederli ama müthiş kederli. Elle tutulacak kadar kederli. Donup kalmıştır, üzerinde kolları sıvalı beyaz gömleği, altında ütüsüz bol pantolonu. Güneşten ağarmış saçları rüzgârdan kabarmış, bu adada yalnızdır, fevkalade yapayalnız. Şehirden, şehrin zalimliğinden kaçıp gelmiştir ama ada ütopyasını bulamamıştır Burgazada’da da. İnsan her yerde insandır ya, en iyi o anlamıştır, anlatmıştır hikâyelerinde.

Sait Faik babasının vefatından sonra kışları Şişli’de yazları ise Burgazada Çayır Sokak 15 numaradaki köşkte yaşamını sürdürdü. 1945 yılında hastalandıktan sonra zamanının çoğunu bu evde geçirdi. Vefatından bir yıl önce, Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın davetiyle, o yıllarda Fatih’te bulunan Darrüşafaka Lisesi’nde düzenlenen bir edebiyat matinesine katıldı. Matineden sonra okulu gezdiğinde çok etkilendi, duygulandı. Eve gelir gelmez mallarını babasını kaybetmiş bu çocuklara daha iyi imkânlar sağlamak için Darrüşafaka’ya bağışlama isteğini annesi Makbule Hanımla paylaştı. Makbule hanım yazarın ölümünden sonra 1954’te hazırladığı vasiyetname ile mal varlıklarının çoğunu ve yazarın eserlerinin telif haklarını ve Burgazada’daki köşkü Darrüşafaka Cemiyeti’ne bıraktı.

Füsun  Çetinel

Ne zordur bir kedi bırakıp gitmek!

Kedi bırakmak nasıl bir duygudur?
İstanbul’un ilk karı düştüğünde bu yıl.
Ve ben üşümüş, Üsküdar iskelesine vardığımda.
Tekir bir yavru karşıladı beni.
Sıcak, besili ve pek sokulgan,
Gemicilerin ayakları dibinde devrilip şımaran.

Şifa hamamının buharlı sokağını geçip de az daha gidince,
Kütükleri taşıyan adamla burun buruna gelip de,
Kıvrılınca sokağı, yine kediler vardı her yerde.
Taş duvarların dipleri, pencere pervazları, turunç ağacının tepesi.
Süslü ferforje kapı, kimi dışarıda kimi içeride sürüsüyle.
Teneke kovalayan, kuru yaprakla oynayan, kuyruğu çevresinde atlayıp zıplayan.
Pinekleyen. Titreyen. Kıpırdamayan.
Siyahbeyazın gözü akmıştı, sarmanın salyası iltihaplıydı.
Duman patilerinin birini kaldırıp birini değdiriyordu ıslak parke taşlarına.
Ceplerime sosis, ciğer, kuru mama veya ne bileyim bir parça peynirli poğaça koymadığıma ne denli üzüldüm.
Geceki karın soğuğundan silkinip çıkmışlardı hepsi ortaya.
Her birinde elim yüreğimde, gitmekle kalmak arasında.
Korsan, kısakuyruk, topal, üçayak, şaşı, aksırık ve başkaları.
İnsan peşinde koşan, insanın içine kaçmak isteyen kedileri Üsküdar’ın.

Şemsipaşa, Şifa, Mahkeme sokağı,
türbeler, mermerciler, mühür dükkânı,
soğuk zemzem suyu, sürme, hüdayi şifa şerbeti,
Adak sokağı, edeple gelen lütufla gider, sabır çeken tespihler, kuş konmaz cami, ne çok cami, Huylu sokağı, kurban çıkmazı, misvaklar, denizi gören yokuş koridorlar, kedi paspası, bedava kedileri Üsküdar’ın.
Canım bir bardak tarçınlı salep istediğinde, üzerinde kalın kaymak ve dumanı tüten.
Eldivensiz ellerim sıcak porseleninde.
Ve kulaklarım ister istemez uğultusunda,
Yan masada süregelen sıkı pazarlığın.
Elli milyon dolara kapatılmak istenen zavallı bir ada.
Tamamı iki bin dönüm, kaça kapatılır, komple alınırsa, küçük hesap, tecrit etmek gerekecek, kolay orası çözülür, adam Arap Birliği Başkanı.
Kim bilir neresinde, bitiremedikleri güzel İstanbulumun?
Metrekaresi yüz dolar, altı bin dolar ve bilmem kaça olan şeylere takıntılı, hırslı kafalar.
Ağızlardan tükürükler saçılıyor pazarlıkta.
Yumruklar iniyor masaya. Titriyor salep fincanım.
Bu kadar yeter. Üşümeliyim ben yine.

Bu karlı günde buza kesen, gözlerini kırpıştıran kedilerden dolayı beni de üşüten ayazı Üsküdar’ın.
Dünyanın sonu rivayet edilen bu şaibeli gününde.
Kediler umarsız, kediler bedava ve pazarlıksız.
Bir avuç kuru mama serperse eğer biri.
Ilık bir el okşarsa sırtlarını ara verip yoluna.
Ve ben her kedide gitmekle kalmak arasında.

Aziz Mahmud Hüdai Hazretleri Türbesine vardığımda,
Kediler türbenin içinde, önünde ve çevresinde.
Hasta, inleyen çocukların, ümit eden kadınların ayakları arasında.
Zeytin, Gümüş, Pamuk ve Zilli.
Ama tek tanesi var ki.
Atkıma tırmanıp paltomdan içeri girmek isteyeni.
Çiğ et kokan nefesi nefesimde. Sıcağı ikimize de yeten.
Tırnakları atkımda, paltomda ve her yanımda.
Akşam olup son vapura yetişme zamanı geldiğinde.
Ah, bilen bilir. Ne zordur bir kedi bırakıp gitmek.
Hele ki içimdeyse ve tam da Aziz Mahmud Hüdai türbesinin girişinde.
Dua eden kadınların ellerine dikerek gözlerimi, onun gözleriyse benim kararsız ve titrek ellerimde.
Ayakkabılarımı giyerken. O gururlu, kuyruk dik. Sanki hiç yaşanmamış onca duygu.
Bir parçam türbenin yeşil demirinde.
Üsküdar’ın sımsıcak kedilerinde, bu karlı günde.

Boğaziçi Üniversitesi'nin Kalbi: Orta Saha

Boğaziçi Üniversitesi eski ve yeni hali.
Orta sahanın Boğaziçi’nin kalbi olduğunu kayıt için üniversiteye gittiğim gün öğrenebildim ancak. Zaten üniversite sonuçlarını günlük gazetelerden öğrenen komik bir nesilden başka ne beklenebilirdi ki? Son durak Etiler’di. Sonrası tabana kuvvet. Uçaksavar otobüsüyle birkaç durak daha yakına gitmek mümkündü ama saatleri güvenilmez, sefer sayıları ise gün boyu bir elin parmaklarını geçemeyecek kadar azdı.
Aylardan Eylüldü. Tek elimde sıkıca tuttuğum poşette ananemin ciğer filmi, birkaç fotoğraf ve sabıka kaydım vardı. Kayıt için revirdeki doktordan sağlık raporu almam gerektiği söylenmişti. Kim söylemişti, nasıl ulaşmıştı bana bilmiyorum. Sağlık raporu alabilmem için de ciğer röntgeni isteniyordu. Her zamanki üşengeçliğim ve parlak zekâmla, ananemin gardırobunda istiflediği röntgen filmlerinden uygun bir tanesini araklamıştım. İşin enteresan tarafı, revirde hiç kimse şüphelenip bir şey sormamış, ismime açtıkları dosyanın içine özenle yerleştirmişlerdi.
Ana kapıdan güney kampüse inen manzaralı yolu benim gibilerle birlikte yürüdüm. Sürüyle hareket etmenin en kolay iş olduğu dokuz yıllık çileli lise eğitimim boyunca rahibelerden kaptığım tek köklü öğretiydi. Meyilli yol bitip de toprak saha önümde tüm haşmetiyle açıldığında kalakaldım. Bir grup erkek öğrenci etraftaki uzun kayıt kuyruğuna aldırmadan toz toprak içinde futbol oynuyordu.
Dudaklarımı ısırdım. Hangi yöne gitmem gerektiğini bilmiyordum ki. Ortada sahipsiz şemsiye gibi kalakalmıştım. Güneşin altında döne döne uzayıp giden bir kuyrukta elimde poşet beklemeye hiç niyetim yoktu. Hem üniversite kaydı için daha üç koca günüm vardı. Onun yerine orta sahanın çevresine dizili kulüp masalarını incelemeye karar verdim.
Müzik kulübünün epeyce uzağından geçtim. Kendi bet sesimi duymaya hiç ihtiyacım yoktu. Spor kulübünü görmemezliğe geldim. Basketbol oynamaya zorlandığım bir sefer top serçe parmağıma inmiş ve canım feci şekilde yanmıştı. Üstelik yirmi gün boyunca etrafta Havana purosu gibi şiş bir parmakla dolaşmak zorunda kalmıştım. Sinema, folklor, fotoğrafçılık. Tiyatro, edebiyat. Tüylerim diken diken oldu. Her an Shekespeare, Schiller, Goethe, Hesse, Mann kusabilirdim. Buddenbrooks ailesini sevmiştim gerçi çünkü benim ailemden daha beterleri olabileceğini keşfetmemi sağlamıştı. Dans, güzel sanatlar, hiçbirisi ilgimi çekmedi.  Sonra dağcılık ve hemen bitişiğindeki mağaracılık kulübünü gördüm. Bu adamlar ne yapar, ne yer ne içerler, habitatları neresidir bilmesem de, evet işte budur, dedim kendi kendime. Benim tek ihtiyacım olan şey, ister yerin altı ister yerin üstü olsun, ancak çok uzaklarda bir yerdi. Evden uzak. Anneden uzak. Kurallardan uzak. Kendi bedenimden bile uzak. Gençtim, bir an önce yola çıkmalıydım, aksi takdirde esaretimi sonlandıramayacağımın farkındaydım.
Orta sahanın tam da ortasında. Ne bir dakika önce, ne bir dakika sonra, hayattaki ilk gerçek seçimimi yaptım.
Kayıt masalarına doğru ilerledim. O yıllarda dağcılık ve mağaracılık kulübü aynı odayı paylaşıyordu ve haliyle kayıt masaları da yan yanaydı. Benden az biraz büyükçe iki erkek aynı anda ayağa fırlayıp bağış makbuzlarına uzandı. Ciddi bir karar vermek durumundaydım.  Ya kırmızı saçlı, tel çerçeveli gözlüklü, saçı sakalı birbirine karışmış vahşi bir mağaracıyı seçecektim, ya da zeytin gözlü, akça pakça, yurt yemeklerinden iskeleti çıkmış, İzmirli çevik bir dağcıyı. İzmirli dağcı erken davranıp üç liralık makbuzu cart diye acımadan yırtınca dağcılık kulübüne kayıt olmaktan başka seçeneğim kalmadı. O sırada ne bu iki kulüp üyelerinin aynı çatı altında yaşamak zorunda bırakılmış ezeli düşmanlar olduğunu ne de dişi bir üye olarak değerimi biliyordum.
Akşam, efsanevi 124 A otobüsüyle, yorgun argın eve ulaştığımda anneme dağcılık kulübüne üye olduğum müjdesini verdim. Tepki vermedi. Sonuçta o da benim gibi, dağcılığın ne beter bir şey olduğunu bilmiyordu daha.
Fulya Füsun Çetinel