Boğaziçi Üniversitesi'nin Kalbi: Orta Saha

| 0 yorum
Boğaziçi Üniversitesi eski ve yeni hali.
Orta sahanın Boğaziçi’nin kalbi olduğunu kayıt için üniversiteye gittiğim gün öğrenebildim ancak. Zaten üniversite sonuçlarını günlük gazetelerden öğrenen komik bir nesilden başka ne beklenebilirdi ki? Son durak Etiler’di. Sonrası tabana kuvvet. Uçaksavar otobüsüyle birkaç durak daha yakına gitmek mümkündü ama saatleri güvenilmez, sefer sayıları ise gün boyu bir elin parmaklarını geçemeyecek kadar azdı.
Aylardan Eylüldü. Tek elimde sıkıca tuttuğum poşette ananemin ciğer filmi, birkaç fotoğraf ve sabıka kaydım vardı. Kayıt için revirdeki doktordan sağlık raporu almam gerektiği söylenmişti. Kim söylemişti, nasıl ulaşmıştı bana bilmiyorum. Sağlık raporu alabilmem için de ciğer röntgeni isteniyordu. Her zamanki üşengeçliğim ve parlak zekâmla, ananemin gardırobunda istiflediği röntgen filmlerinden uygun bir tanesini araklamıştım. İşin enteresan tarafı, revirde hiç kimse şüphelenip bir şey sormamış, ismime açtıkları dosyanın içine özenle yerleştirmişlerdi.
Ana kapıdan güney kampüse inen manzaralı yolu benim gibilerle birlikte yürüdüm. Sürüyle hareket etmenin en kolay iş olduğu dokuz yıllık çileli lise eğitimim boyunca rahibelerden kaptığım tek köklü öğretiydi. Meyilli yol bitip de toprak saha önümde tüm haşmetiyle açıldığında kalakaldım. Bir grup erkek öğrenci etraftaki uzun kayıt kuyruğuna aldırmadan toz toprak içinde futbol oynuyordu.
Dudaklarımı ısırdım. Hangi yöne gitmem gerektiğini bilmiyordum ki. Ortada sahipsiz şemsiye gibi kalakalmıştım. Güneşin altında döne döne uzayıp giden bir kuyrukta elimde poşet beklemeye hiç niyetim yoktu. Hem üniversite kaydı için daha üç koca günüm vardı. Onun yerine orta sahanın çevresine dizili kulüp masalarını incelemeye karar verdim.
Müzik kulübünün epeyce uzağından geçtim. Kendi bet sesimi duymaya hiç ihtiyacım yoktu. Spor kulübünü görmemezliğe geldim. Basketbol oynamaya zorlandığım bir sefer top serçe parmağıma inmiş ve canım feci şekilde yanmıştı. Üstelik yirmi gün boyunca etrafta Havana purosu gibi şiş bir parmakla dolaşmak zorunda kalmıştım. Sinema, folklor, fotoğrafçılık. Tiyatro, edebiyat. Tüylerim diken diken oldu. Her an Shekespeare, Schiller, Goethe, Hesse, Mann kusabilirdim. Buddenbrooks ailesini sevmiştim gerçi çünkü benim ailemden daha beterleri olabileceğini keşfetmemi sağlamıştı. Dans, güzel sanatlar, hiçbirisi ilgimi çekmedi.  Sonra dağcılık ve hemen bitişiğindeki mağaracılık kulübünü gördüm. Bu adamlar ne yapar, ne yer ne içerler, habitatları neresidir bilmesem de, evet işte budur, dedim kendi kendime. Benim tek ihtiyacım olan şey, ister yerin altı ister yerin üstü olsun, ancak çok uzaklarda bir yerdi. Evden uzak. Anneden uzak. Kurallardan uzak. Kendi bedenimden bile uzak. Gençtim, bir an önce yola çıkmalıydım, aksi takdirde esaretimi sonlandıramayacağımın farkındaydım.
Orta sahanın tam da ortasında. Ne bir dakika önce, ne bir dakika sonra, hayattaki ilk gerçek seçimimi yaptım.
Kayıt masalarına doğru ilerledim. O yıllarda dağcılık ve mağaracılık kulübü aynı odayı paylaşıyordu ve haliyle kayıt masaları da yan yanaydı. Benden az biraz büyükçe iki erkek aynı anda ayağa fırlayıp bağış makbuzlarına uzandı. Ciddi bir karar vermek durumundaydım.  Ya kırmızı saçlı, tel çerçeveli gözlüklü, saçı sakalı birbirine karışmış vahşi bir mağaracıyı seçecektim, ya da zeytin gözlü, akça pakça, yurt yemeklerinden iskeleti çıkmış, İzmirli çevik bir dağcıyı. İzmirli dağcı erken davranıp üç liralık makbuzu cart diye acımadan yırtınca dağcılık kulübüne kayıt olmaktan başka seçeneğim kalmadı. O sırada ne bu iki kulüp üyelerinin aynı çatı altında yaşamak zorunda bırakılmış ezeli düşmanlar olduğunu ne de dişi bir üye olarak değerimi biliyordum.
Akşam, efsanevi 124 A otobüsüyle, yorgun argın eve ulaştığımda anneme dağcılık kulübüne üye olduğum müjdesini verdim. Tepki vermedi. Sonuçta o da benim gibi, dağcılığın ne beter bir şey olduğunu bilmiyordu daha.
Fulya Füsun Çetinel

0 yorum :

Yorum Gönder