"Biraz ayakların yere bassın."
Küçük bir kız çocuğu olduğum günlerden beri bana hep aynı şeyi söylerler. Evet, ama ya gerçekler beni mutsuz ediyorsa? Kendi gerçeğimi yaşamak daha iyi değil midir? Hayallerin, düşlerin peşinden gitmek, gerçek olmalarını istemek kime ne zarar verebilir ki? Kim ne derse desin ben her akşam yattığımda kalın yorganlar altında her istediğim şekle bürünürüm. Engeller kalkar, ayrılıklar biter, sevgiler çoğalır, aşklar hararetlenir, yatağım balkabağına dönüşür, bütün kahramanlarım canlanır.On dört yaşımın Edirne’si. Karne hediyesi olarak amcamlarda kalabileceğim koca bir yaz tatilim var. Ailemden ayrı olmaksa benim için asla bir üzüntü nedeni değil. Çünkü kuzenim Sevinç en iyi dostum. Onunla köyde bir yaz geçirmek beni çok mutlu ediyor. Ne tuhaf! Birinin cenneti olan yer bir başkasının cehennemi olabiliyor. Annesini üç yaşında trafik kazasında kaybeden Sevinç filmlerde görüp “ yok canım bu kadar da olmaz “ dedirtecek bir üvey anneye sahipti. Evin bütün işlerinden ve mutfaktan sorumlu olmasına rağmen işlerimizi erkenden bitirir sokağa atardık kendimizi. Çocuk olmamız mıdır acaba anılarımızda yaşadığımız yerleri güzel yapan?
Diğer kuzenlerle buluşmak, erik toplamak, tarlaya karpuza gitmek, saklambaç oynamak en büyük eğlencelerimiz. Bir de düğünler var tabi. Köyün bütün gençleri için çok önemli bu düğünler. Kızların ve oğlanların avlunun karşılıklı iki tarafına geçip birbirleriyle bakıştıkları, küçük çocuklarla birbirlerine mektup yolladıkları, ilerleyen saatlerde alkolün de etkisiyle karşılıklı oynaşmaların başladığı sosyalleşme yeri. İşte bu basit hayatta her şey çok güzeldi.
Amcamların evi yokuşun başında büyük bir bahçenin içindeydi. Kendimize, çok eğlendiğimiz, yeni bir oyun bulmuştuk. Yokuşun başına çıkıyor, eşya taşımak için kullanılan el arabasının içine birimiz oturuyor, diğerimiz arabayı hızla yokuştan aşağı sürüyorduk. Zar zor çıktığımız yokuşun başından öyle bir hızla bırakıyorduk ki kendimizi içimdeki o uçma hissiyle yokuştan aşağı inerken göklere yükselip bulutlara değeceğimi zannediyordum.
Yine öyle son hızla, Sevinç’i aşağı iterken sokağın köşesinde amcamın oğlunu gördüm. Uzun boylu, daha önce hiç görmediğim biriyle konuşuyor. Bir an onlara çarpacağım korkusuyla el arabasını ters yöne çevirmeye çalışırken ikimiz birden yere düştük. Sevinç kahkahalarla yerde debelenirken ben ayağa kalkmaya çalışıyordum. Üstümü başımı düzeltirken Hüsnü abim, “İşte bu da bizim küçük yeğen. İstanbul’dan geldi,” diyordu. Yanaklarım kızardı, ellerimi ne yapacağımı bilemeyip önüme baktım. Çok yakışıklı biri bu. Yirmi beşlerinde olmalı. Alnına düşen açık kahve saçları, sert mi yumuşak mı içten mi şeytansı mı olduğunu anlamadığım o lacivert gözleriyle karşılaştığımda, o uçma hissini, salıncağa bindiğim zaman hissettiğim o iç çekilmesini duyuyorum yine. Belki de bilmeden daha sonra hep o hissi aradım, filmlerde, şarkılarda, sevgilerde...
Abime dönüp alaycı bir tavırla, “kızımız biraz yaramaz galiba,” diyor. Sinirleniyorum. Eve girerken abime, “manyak mıdır nedir bu çocuk, “ diyorum. “Kemal mi? Yok iyi çocuktur kızlar bayılır ona,” diyor.
Yemeğimi yiyip erkenden yatmaya gidiyorum. O gece karanlıkta, koca yastıkların altında günün birinde onun karşısına çıkacağımı, güzelliğimden dilinin tutulacağını, bana âşık olduktan sonra da o günkü yaramaz kızın ben olduğumu söylediğimde yüzünün aldığı şekli hayal edip duruyorum. O sırada bilmiyorum ama yıllar sonra o geceyi hiç umulmadık bir şekilde tekrar hatırlayacağım.
Kırk yaşımın İstanbul’u. Küçük şık mağazalarla, pahalı kafelerin olduğu geniş bir caddedeyim. Dar girişli bir apartmanın dördüncü katına çıkıyorum. Arka caddeye bakan camın önündeki yeşil renkli josephin koltuğa oturmamı söylüyor güzel gözlü kadın.
“Derin ve uzun nefes alıp veriniz.”
“Arkanıza yaslanıp gözlerinizi kapatınız.”
“Aldığınız her nefeste vücudunuzun doğal ritimleri ve gelişen rahatlama duygusunu daha çok hissedeceksiniz. “
“Ayaklarınızdan başlayarak teker teker bütün kaslarınız gevşeyecek. “
“Şimdi size daha huzurlu bir ortam yaratacağız.”
“Sıkıntılı olduğunuzda gitmek istediğiniz, güvenli, mutlu olduğunuzu hissettiğiniz ve en çok olmak istediğiniz yeri bulup oraya gitmenizi istiyorum.”
“Ben söylediğim zaman beşten geriye sayacağız. “
“İneceğimiz her basamakta daha huzura, daha derine ineceğiz.”
Beş- Nice’de tren garındayım. Beni Monaco’ya götürecek hızlı treni bekliyorum. İdrar kokusunun arkasında iki çipil göz. Korkuyorum. Çantamı kucağıma alıp sıkıca sarılıyorum.
Dört-Arka camında güllerle adımızın baş harflerinin yazıldığı gri spor bir arabanın içindeyim. Danteller, çiçekler, duvak… yanımda siyah takım elbiseli, papyonlu yüzü tanıdık gelen bir adam oturuyor. Hafızamı zorluyorum.
Üç derine- İşte annemin sesini duyuyorum, bizi çaya çağırıyor. Elmalı kurabiye ve pişinin kokusu buraya kadar geliyor.
İki- daha derine.
Bir şimdi en derine- Koca yorganı başıma çekiyorum. Yokuştan hızla inerken hissettiğim içimdeki o çekilmeyi, heyecanı bastıramıyorum. El arabası gidiyor, gidiyor, hızlandıkça hızlanıyor. Evin kırmızı kiremitlerinin üstünden, erik yüklü dalların arasından, elektrik direğinin üzerine yuva yapmış leyleğe selam verip mavi gökyüzüne, top top bulutların üzerine çıkartıyor beni. Lacivert iki göz derinden, alaycı küçük bir kız çocuğuna bakıyor.
Huzurluyum. Derindeyim. Büyümek istemeyen küçük bir kız çocuğuyum ben.
Filiz Müldür
Bu öykü Yeşim Cimcoz Yazıevi, Füsun Çetinel önderliğindeki öykü uygulama atölyesinde yazılmıştır.
0 yorum :
Yorum Gönder