Mario Levi anlatıyor...
Galapera’ya gelirken hem çok mutluydum hem de heyecanlı ve tedirgin. Çünkü hazırlıksız gelmiştim bu söyleşiye.
Geçenlerde Sahrap Soysal’la Boğaz kenarında, Sait Halim Paşa yalısında bir söyleşim vardı ama bu çok farklı, sizlerle samimi bir ortamdayım.
Sait Halim Paşa’nın hayatını düşünecek olursam o da bir roman kahramanı diyebilirim. 1910’larda sadrazamlık yapmış. Birazcık İttihak ve Terakki’nin kuklası olmuş, onu hep başkaları yönetmiş. O dönem Talat ve Enver Paşalar çok önemli. Adam hiçbir şeyin farkında olmadan Osmanlı İmparatorluğunun 1. Dünya Savaşına girdiğini görüyor. Ve rivayet edilir ki, Enver Paşa yalıya gelir ve ‘Müjde, bir çocuğun oldu,’ der. Adam sadrazam ama Enver Paşanın ne demek istediğini anlamaz. ‘İki Alman gemisi Boğazı geçiyor, evet harbe girdik,’ der Enver Paşa.
Şimdi biz mütevazı hayatlara gelelim. Yazarlar neden yalıda oturmazlar? Hâlbuki en çok biz hak ederiz. Eski Türk filmlerinde Kartal Tibet, ipek fular, robdöşambra ile inzivaya çekilmiş, meçhul bir yazar rolünde olurdu. Böyle birini gerçek hayatta bilmiyorum ben.
Tek bildiğim yazar, hayatının kısa bir döneminde yalıda yaşamış, Recaizade Mahmut Ekrem. Araba Sevdası Türk edebiyatının kilometre taşlarından biri. Muzip bir yazardır kendisi.
Benim kitaba gelecek olursak, Size Pandispanya Yaptım adı kitabın tamamı yazıldığında çıktı ortaya. İsimler kitabın yazılması bitmeye yakınken çıkar ortaya. On kitabımın hepsinde böyle oldu. Bir tek baştan ismine karar verdiğim kitap, İçimdeki İstanbul Fotoğrafları.
Bu başlık neyi temsil ediyor? Bildiğiniz gibi, pandispanya İspanyol ekmeği demek. Anlamı var mı? Bir yere kadar var. Aile kökenlerimizin Endülüs, Kastilya’ya kadar uzandığı düşünülürse simgesel bir anlam var. Ama romanın içinde başka anlamı da var. Ben en çok bunu önemsiyorum.
Kitabı ele vermeden birkaç küçük değinmede bulunabilirim. Bu kitap benim için rekor sayılabilecek kısa bir sürede yazıldı. On bir ay içinde, bir yıldan daha az. Kimileri, bu kadar kısa sürede yazdığını söyleme sonra kitabı şişirdin sanacaklar, dedi.
Bu kitabı yazma fikri tam on iki yıl önce aklıma düştü. Yemekler ile hayatlar arasında bağ kurarak bir kitap yazmalıydım. Ama bunun edebiyat karşılığı nasıl olacak, bilemedim. Sadece fikir olarak vardı kitap. Zaman içinde bazı romanlar keşfettim. Esin kaynağım 1970’lerin başında lisede okuduğum bir roman olmuş. Bu roman bir dönem Avrupa edebiyatının birçok okura keyif vermiş Avusturyalı yazar Mario Simmel’in romanıydı. Yalnız Havyarla Yaşanmaz. Başka bir tercümesi de vardı, Papaz Her Gün Pilav Yemez. Aşk, polisiye çok güzel harmanlanmıştı bu kitapta. Ama ana metinle hiç ilgisi olmayan yemek tarifleri vardı aralarda. Eğlenceli bir kitaptı. Demek ki biraz irdelesem bu kitap olabilir ilham kaynağım.
2012 yılında romanı yazmaya başlamıştım. Dostum Ersin bana bir kitap verdi. Keyifle okudum. Laura Esquivel, Acı Çikolata. Sonra bu kitabın başarılı denebilecek bir sinema uyarlaması da yapıldı. Evet, yapmaya çalıştığıma yakın bir şeydi, biraz benim kitaba benziyordu.
10 Temmuz, 2010 kitabı yazmaya başladığım tarih. Bunu hatırlıyorum. Ben doğrudan bilgisayara yazmam, deftere yazarım. Elle yazmalıyım. Şikâyetçi değilim. Daktilo zamanında da yine elle deftere yazardım. Bu yüzden nereye gidersem gideyim çantamda bir defter ve bir kalem olur hep. Not alabilmek için. İşte bu tarihte Dublin’e gitmiştim. Uzun yıllardır gitmek ve görmek istediğim bir yerdi Dublin. Edebiyat şehri. İstanbul Bir Masaldı romanımın İngilizce baskısının tanıtımı için gitmiştim. Kitapevinin yöneticisi ve sahibi İrlanda kökenliydi. Kaldığım yer beş yıldızlı bir otel değildi ve bana ne mutlu ki sahibi çok hoş, çılgın, yetmiş beş yaşında bir bayandı. Ve seksen yaşındaki eşi psikoloji profesörüydü. Sohbetlerimiz çok hoştu. Çok büyük bir odada kalıyordum, bir de çalışma masası vardı odada. James Joyce, Samuel Beckett, Oscar Wilde ve diğer yazarların kentindesin kendine gel, dedim. Ve Trinity College’de konuşma yapacağım. Mevsimlerden yaz ama dışarıda şakır şakır yağmur sesi. Taptaze çim kokusu odaya doluyor. İşte orada adını bilmeden bu kitabı yazmaya başladım. Bu yaz sıkı çalışırsan belki bitirirsin, dedim. Bir hikâye kitabı yazmak istiyorum. Bu kadar roman yazdın, yeter artık. İlk göz ağrına dön, dedim kendime.
Her kitabın bir kaderi var. Yazmak istediğim yemek ve hikâyelerdi. Babaannemin bana öğrettiği yemekler, Sefarad mutfağı yemekleri. Hikâye çok, anı çok, yazdıkça gelir çünkü onlar içimizde. Yazıyorum, bir terzi kızı var, âşık olacağı bir çocuk var, kırgın kız var. Sen misin bunları düşünen. Otuz kırk sayfa yazmışım. Baktım ki ben bir roman yazıyorum. Mücadele etme Mario, dedim.
Roman gidiyor, yolunu buldu. 2012 yılının yazı çok sıcaktı. Eşim İngiltere’deydi. Fırsat bu fırsat, iki buçuk ay süreyle günde dokuz saat çalıştım. Geceleri yatağa yattığımda başım dönüyordu artık. İçimde birikmiş hepsi. Yaz bitmeye yakın romanın ilk yazılışı bitti. Hikâye çıktı, omurga çıktı ama içime sinmeyen bir sonu vardı. Önümdeki defterden ikinci kere başka bir deftere yazıyorum romanı. O yaz bitmeyeceğini anladım romanın. Şubat ayında ikinci yazımı bitti. Bilgisayara geçirdim.
Orada başka bir durumla karşılaştım. Roman bittiğinde yaklaşık beş yüz elli sayfa metin çıktı ortaya. Bazı şeyler fazla mı, diye sordum kendime. Yazar yıllar geçtikçe neleri gereğinden fazla yazdığını anlar artık. Böyle olunca çıktıyı alınca, neleri çıkartabilirim diye sordum kendime. Bazı yan kahramanların varlığı dikkati başka yöne çekiyordu. Kısaltmaları yapmaya başladım. Yüz elli sayfa çıkardım. Gelin sizi bu tarafa alalım, elbette ki bir gün görüşeceğiz sizlerle, dedim bazı karakterlere. Hissettirmeden, oluşan boşlukları kapattım. Hem aile, hem aşk hikâyesiydi ve bunun öne çıkması gerekiyordu romanda.
Romandan çıkardığım sayfalarla başka bir hikâye kitabı yazdım. Ama demlenmesi gerek kitabın. İnşallah önümüzdeki yıl çıkar. On, on iki öykü olacak. Birbirine geçen hikâyeler. Ancak daha gevşek roman örgüsünü sağlayacak olan ana metni bulamadım. Bu şu anda düşündüğüm bir şey, sonra ne olur bilmiyorum. İki anlatıcı var, biri olayı anlatan asıl anlatıcı. Diğeri onun yazdıklarını eleştiren anlatıcı. Bu çerçeve öykü yöntemi, Bin Bir Gece Masallarında var.
Bu yaz kendimi kitap okumaya verdim. Bir küçük çılgınlık yapıp bu masalları okumaya başladım. Sekiz cilt, her biri beş yüz sayfa. Dört cildini okudum. Fakat rivayet edilir ki hepsini okuyan delirir. Zaten bunları okuyan delidir ya.
Size Pandispanya Yaptım, bana güzel duygular yaşatan bir kitap oldu. Zaman zaman çok uzakta kalmış insanları hatırladığım için duygulandım. Bir o kadar da keyiflendim. Bir kahraman benim babaannem ve diğeri onun kız kardeşi. Babaannem öleli yıllar oluyor. Kız kardeşi yüz üç yaşında, Barselona’da oğluyla yaşıyor. Yarı yatalak, bilinci yerinde. Babaannem bu yemeği böyle yaptığımı görse bana nasıl da kızardı, neler derdi hep gözümün önüne geldi. Babaannem sert kadındı. Toplumsal hafızaya değinmek istedim, çok az kişinin bildiği yemekleri ve insanları anlatmak istedim. Bu kitapta otuz kırk yemek tarifi var, hepsi yapılabilir şeyler.
Edebiyatta en önemli şey sahici olmak. Ben ansiklopedik bilginin roman yazmaya yetmeyeceğini düşünüyorum. İçselleştirmek gerekir. Yoksa çuvallar yazar. Bir bilgi ne kadar içselleştirilirse o kadar iyi edebiyat olur. Bu nedenle Sait Faik iyi yazardır. Nihat Sırrı Örik iyi yazardır. Mithat Cemal Kuntay iyi yazardır.
Türk Edebiyatı türlerine baktığımızda Türk hikâyeciliğinin çok iyi bir durumda olduğunu söyleyebilirim. 1970’lerde bizi yetiştirenler Tomris Uyar, Firuzan, Oğuz Atay. Çok iyi romanlar yazıldı ama hala Türk romancılığının kendini geliştirme döneminde olduğunu düşünüyorum. İşlenecek çok konu var ama yazılmadı hiç biri. Resmi tarihle kendimizi o kadar çok doldurduk ki yazamadık. Ne kadar çok insan hikâyesi var, eşimin ailesi Selanik göçmeni. Neler yaşandı. Can pazarı. İstanbul’a sürgüne geliyorlar. Daha bunları anlatmadık.
Nihat Sırrı Örik, şimdi onun hakkında konuştuğumuzu duysa kim bilir ne kadar sevinirdi. Aynı şekilde yıllar yılı tüm hayatları süresince Ahmet Hamdi Tanpınar ve Oğuz Atay kitaplarının okunmamasının acısını yaşadılar. Nasıl kırgın ve küskün gitti Oğuz Atay. Sekiz yayınevinden ret cevabı aldı. Şimdi bakıyorsun hiç kimse onların aleyhine bir şey söylemiyor. Şimdi herkes Oğuz Ataycı. Celalettin Göktuna, Mehmet Seyda, Feyyaz Kayacan diğer yenmiş hikâyeciler.
Alice Munro’nun Nobel Edebiyat Ödülünü almasına çok sevindim. Çünkü ödül ilk defa bir hikâye yazarına verildi. Umutlu olmalıyız. Varsın çok satmasın. İtibar görüyor mu, değer veriliyor mu o önemli.
Belki ileride bir gün tanıdığım yazarlarla ilgili bir anı kitabı yazabilirim. Haldun Taner, Tomris Uyar, Ömer Kavur, Atilla İlhan, Bilge Karasu, Selim İleri olur içinde.
Haldun Taner Öykü ödülünü aldığım zaman Tomris Uyar beni bizzat aradı. Kulaklarıma inanamadım. Benimle dalga geçiyor birisi sandım. Kitabınızı okudum, sizi tanımak istiyorum, dedi. Şaşkınlıktan, neredesiniz hemen size geleyim, dedim. Bir gün anlaştık, ziyaretine gittim. Kitabımı didik didik etmiş. Beğendiği şeylerin yanında beğenmediklerini de öyle bir zarafetle eleştirdi ki, ders gibi, ondan çok şey öğrendim.
Edebiyat budur işte. Aktarmaktır. Bir mirastır. Bu sorumluluğu taşımaktır.
Füsun Çetinel
0 yorum :
Yorum Gönder