Adalet Ağaoğlu Söyleşisi
Burada toplandığımız şu an, benim için çok güzel bir zaman parçası. Edebiyatla ilgili panellerde buluşmak bambaşka bir şey, saf bir ilişki bizimkisi. Edebiyatla ilgili genç okurla buluşmak çok sevindirici. Medyanın istekleri çok fazla oluyor, onlar daha ziyade tanıtım için benimle konuşmak istiyorlar. Oysaki biz sahici bir edebiyat için buluştuk burada. Kendi alanımızın içinde yüzüyoruz.
Bütün kitaplarım Boğaziçi Üniversitesi Vakfına bağışlanmış durumda. Onlardan iki isteğim var buna karşılık. Boğaziçi Üniversitesinin, Türk edebiyatını dışarıda tanıtmak için çalışmalar yapması. Ben öldükten sonra tüm telif haklarımı da üniversiteye bağışladım zaten. İkincisi ise kütüphaneye bağlı olarak benim için bir araştırma odasının kurulması. Bu oda iki yıl önce açıldı. Benim eserlerimle buluşmak isteyen yazarlar doğrudan evimize geliyorlardı. Eşim Halim Ağaoğlu’nun hazırlamış olduğu muhteşem bir arşiv var. Kendisi gazetelerde, dergilerde hakkımda çıkan her haberi, yazıyı kesip arşivledi. Evde her şey çok birikmişti. Bunları organize etmek güç gelmeye başladı. Şimdi tüm fotoğraflar, mektuplar, medya takip dosyaları bu çalışma odasında muhafaza ediliyor. Bakınca ben bile şaşırıyorum, neler birikmiş diye. Edebiyat öğrencilerine rica ediyorum. Gidip kapıyı açtırabilirsiniz. Tüm arşivden yararlanabilirsiniz. Araştırma odasının hakkını verin lütfen.
Artık kimseye evde randevu vermiyorum. Bizde emeklilik yok. Ara sıra ben de bu odada çalışıyorum. Şu kitaba Fethi Naci ne demişti, falanca eleştirmen ne yazmıştı, her şey var dosyalarda.
Ben bu söyleşinin konusu için zaman ve mekân diyeceğim çünkü ikisini iç içe görüyorum. Zamanı hangi açılardan ele alacağız? Dili geçmiş, gelecek, mişli geçmiş, şimdiki zaman, hayalen tasavvur edilen zaman. Ben geldi, gitti demekten bıkmıştım. Modern ve klasik romandan bıkmıştım. Veya geliyor, gidiyor zamanını kullanmaktan. Her şey aynı düzlemde anlatılıyor hâlbuki hayat böyle değil. Zaman mekân çok boyutlu, bana göre fiil çekimleri de çok boyutlu olmalı. En kısa sürenin romanını yazmak istedim ben. Bütün zamanlar içinde yatar bu en kısa anın.
Ölmeye Yatmak üniversitelerde postmodern açıdan inceleniyor. Tek bir anın romanıdır. Orada gençlik el ele. 27 Mayıs anayasa darbesine karşı gelenler var. 68’de yeni anayasa için yürüyüş yaptık. Ben de yürüdüm. Anlık bir şey oldu bende. Aydınlanma anları derim ben buna. Daha sonra bu aydınlanma anları üzerine yazılar yazdım. Oktay Akbal pek sahip çıktı bu buluşuma. Kendi fikriymiş gibi yazdı. Neyse, bu yürüyüşte memurlar, kasketli işçiler kaldırımın iki tarafında duruyorlar. Bakıyorlar. Hiç kimse inip bize, yürüyüşçülere katılmadı. Bu kadar yabancılaşma var. İşte bu olay için cumhuriyeti ameliyat masasına yatırmam gerekti. Anlık bir kararla Ölmeye Yatmak’ı yazmaya karar verdim.
En kısa sürede. Çok boyutlu. Bir otel odasında geçiyor. Üç beş saatlik bir mesele. Çeşitli fiil çekimleri gerekiyor. Yor, geçmiş zaman, biliyor musun şöyle olmuştu… Rüyanın ayrı bir anlatma üslubu var sonra. Bu romanın adı gece hayatımdır. Rüyaları yazdım. Uykuda geçirdiğimiz zamanları. Küçük Prens kitabı da rüyalar üzerine. İngilizcede mişli geçmiş zaman yok. Ölmeye Yatmak romanını klasik romana olan bıkkınlığımdan yazdım. Anlatının bütün türlerini kullanmak istedim. Çok boyutlu, hayat gibi. Zaman düz akmıyor. Romanda şiir, rüya, mektup, düz metin, masal, anlatının bütün türleri, zamanın oynamasını sağladı. Çok seslilik sağladı.Rüya var, anı var, ben anlatı var, o anlatı var.
Postmodern edebiyatı ilk defa Amerika’da başladı. Yaz Sonu romanım Hollanda’da, Amsterdam yakınındaki bir üniversitede incelendi. Postmodern açıdan incelediler. Beni davet ettiler. Türkoloji bölümünde incelemişler, resmen ders kitabı olmuş. Romanım postmodern edebiyatın şartlarına tıpatıp uyuyormuş. Roman içinde roman olacakmış. Yüzde yüz uyuyor sizin kitabınız postmodern, dediler. Bana siz ne düşünüyorsunuz, diye sordular. Diyecek şeyim yok ama bir noktayı görmemişsiniz galiba, dedim.
Romanım anlık bir olayı anlatıyor. Acı bir hikâyesi var. Bir anne baba yazlık evlerinde oğullarını bekliyor. Telgraf geliyor. Çocuk öldü, diye. Koca su vanasını açmak üzere. Hayatları altüst oluyor o an. Kadın kocasına kızıyor, oğlumuzun ölüm haberi gelmiş, sen hala vanayı açmaya uğraşıyorsun diye. Hâlbuki adamın eli vanada kalıyor. Anın hikâyesi. Bu postmoderne girer mi, dedim. Kesinlikle girer, dediler. Ben de postmodern ustası kesildim onların arasında.
Yıllar önce, on yıl kadar önce sanırım, İngiltere Büyükelçiliğinden izin istediler benden. Üç Beş Kişi adlı romanımı İngilizceye çevirmek için. Çeviriyi birlikte yaptık çünkü zaman meselesi çok önemli bu kitapta. İtalik, konuşma çizgisi, tek tırnak, çift tırnak, parantez içinde. Hepsi farklı zamanları gösterir. Ben ayrımları anlattım, gösterdim. Çevirmen metni ancak çözdü. İngilizcesi Curfew adıyla yayınlandı.
Roman bir uydurma meselesi. Yazarlarımıza bakalım. Yaşadığımız yerlerin hikâyelerini yazıyoruz çoğunluk. Hâlbuki romanın da kendine ait bir hayatı var. Olmalı. Yaşar Kemal hep bildiği yerleri yazar, oraların doğasını çok güzel anlatır ama şehir romanı yazamaz. Ben İstanbulluyum ama romanı Ankara’da yazdım. Gece yarısı çekimlerini kullandım. Orhan Pamuk devamlı İstanbul’u yazıyor. Anılar, hatıralar, hatırlamalar. Bana en ilginç gelen yazar Orhan Kemal’dir. Köylülükten fabrikaya geçişin hikâyesini yazar. Köyden büyük şehre göçü ne güzel anlatmıştır. Ufalanma, bölünme, bunlara ilk el atan odur. Beni tatmin eden bir yazar. Yer değişimini yer değiştirerek anlattı. Kültürel yarılmayı anlattı.
İnsan bir şeyin peşine düşerse rahat duramaz artık. Ölmeye Yatmak romanımdan sonra Fikrimin İnce Gülü’nü yazdım. Arabada geçiyor. Anılar konuşuyor ve sürücü var. Tek kişi, arabası ve kendisi. Mekânları konuşturdum. Kendisiyle baş başa. Kimse bilmez, bir hileye başvurdum. Dikiz aynasına bir uğurböceği kondurdum. Ondan hareketle sürücü köyüne kadar gitti. Bir kanal açıverdim. Romanı tekdüzelikten kurtarmak için yaptım.
Gün Üç Dakika isimli bir hikâyem var. Siyasi bir hikâye. Üç beş saat içinde olanlar. Af kanunu çıkacak mı çıkmayacak mı? Mekân Ankara, çok da belli ettim. Zaman gerilimi var.
Üç Beş Kişi, seçim zamanı, 12 Mart dönemi. Siyasi bir roman değil, romanlarımın hepsi toplumsal romanlar. Menderes’in yakalanması. Ankara olamazdı. İstanbul hiç olmazdı. Küçük bir şehir gerekliydi. En çok ezilen kadın taşra kadını. Köylü kadın rahattır, çalıların arasında kendi kendine doğurur, öpüşür, sevişir. Taşra kadını çarşıdan geçerken gülemez bile. O kadar baskı var. Dönüşüm zamanlarını, Eskişehir’i seçtim. Tren yolu olacaktı. Gece yasağı zamanı. Bu roman hızın hızıdır. Kısa cümleler. Herkes bir yere koşturuyor. Bir yere yetişmeye çalışıyor. İlk önce bu romana Hızın Hızı demiştim sonra Üç Beş Kişi yaptım adını. Belki bilerek yaptım. Zaman ve mekân her romanın durumuna göre değişir. İşte romanın hayatıdır bu, yazarın değil.
Dramatik Bir Viyana Yazı, ilk defa olmamış bir şeyi olmuş gibi yazdım. Bir şeyi çok özlediğin, istediğin zaman gelecek boyutunu yaşamak bu. Tarih öğretmeninin hiç yaşamadığı bir şeyi olmuş gibi yaşattım ona. Hayali bir zaman çekimi var. Hikâyenin hayatı, eserin hayatı bu yine. Kabul etmemiz gerekli.
Bu kullanım ilk önce çok yadırgandı. Üç Beş Kişi’de karakter bir ses duyar. Kendi kendine konuşur, olmayan birileri ona cevap verir. Böyle şeyler yaptım. Komik şeyler. Dediğim gibi roman yazarı çok uydurmacıdır.
Son romanımda yer ismi yok. Eyvah diyorum, bana soracaklar şimdi. Neresi burası, diye. Roman istediğin kalıba girer. Zaman mekân kendisi diretiyor. Ben ilk romanımda tatmin olsaydım eminim ikincisini yazmazdım. Hala bir arayış içindeyim.
Belirsizlik zamanı yaşıyoruz artık. Küreselleşme başladı. Dünya milleti olduk. Dramatik Bir Viyana Yazı bunu anlatır. Şimdi ancak belirsizlik zamanını sorgulayabiliriz. Hayatımızın şifreleşmesi, şirketler, partiler. Bunları, bize yabancı biri bilemez. Her şey devamlı değişiyor.
Sylvia Plath’ın, Virginia Woolf’un günlükleri yayınlanıyor, ortalık çalkalanıyor. Batılı olması, kocasının yayıncı olması işi kolaylaştırıyor. Virginia ölümünden kırk elli yıl sonra yayınlanmasını istedi, kocası hala hayattaydı. Acaba nerelerini değiştirdi hiç bilmiyoruz. Benim günlüklerimse hepsi gerçek. Hayattayım ben. Günlüklere dokunmadım, değiştirmedim. Sevdiğim, nefret ettiğim dostlar, hepsi yayınlandı. Bizim içinde yaşadığımız şeylerin günlükleri bunlar. İntihar üzerinde çok dururum. Batıda kim intihar ettiyse büyük yazar oldu. En çok ağrıma giden bizim kendimizi küçümsememiz. Dışarıda bir günlük yayınlamayı çok önemsiyorlar. İnanın, bir günlük yayınlayana kadar üç roman yazardım. Damla Damla Günlerim’i büyük bir sorumluluk duygusu içinde yaptım, fakat bilinmiyor. Yabancı kitap satışları daha fazla diye belki de önem onlara veriliyor, bilemiyorum.
Trafik kazasından sonra yürüme olayım bitti. Hâlbuki yürüyüşte ne kadar yaratıcı oluyor insan. Buraya bile zorlanarak geldim.
Geçen aralık ayında şiddetle masa başına yazmaya oturdum yeniden. O kadar yıl yazıya küstüm de ne oldu. Şu anda söyleşi bitse de, eve romanımın başına dönsem diyorum. Yazma tutkusu böyle bir şey işte.
Derleyen: Füsun Çetinel