Öyküde Zaman Ve Mekan


Adalet Ağaoğlu Söyleşisi


Burada toplandığımız şu an, benim için çok güzel bir zaman parçası. Edebiyatla ilgili panellerde buluşmak bambaşka bir şey, saf bir ilişki bizimkisi. Edebiyatla ilgili genç okurla buluşmak çok sevindirici. Medyanın istekleri çok fazla oluyor, onlar daha ziyade tanıtım için benimle konuşmak istiyorlar. Oysaki biz sahici bir edebiyat için buluştuk burada. Kendi alanımızın içinde yüzüyoruz.

Bütün kitaplarım Boğaziçi Üniversitesi Vakfına bağışlanmış durumda. Onlardan iki isteğim var buna karşılık. Boğaziçi Üniversitesinin, Türk edebiyatını dışarıda tanıtmak için çalışmalar yapması. Ben öldükten sonra tüm telif haklarımı da üniversiteye bağışladım zaten. İkincisi ise kütüphaneye bağlı olarak benim için bir araştırma odasının kurulması. Bu oda iki yıl önce açıldı. Benim eserlerimle buluşmak isteyen yazarlar doğrudan evimize geliyorlardı. Eşim Halim Ağaoğlu’nun hazırlamış olduğu muhteşem bir arşiv var. Kendisi gazetelerde, dergilerde hakkımda çıkan her haberi, yazıyı kesip arşivledi. Evde her şey çok birikmişti. Bunları organize etmek güç gelmeye başladı. Şimdi tüm fotoğraflar, mektuplar, medya takip dosyaları bu çalışma odasında muhafaza ediliyor. Bakınca ben bile şaşırıyorum, neler birikmiş diye. Edebiyat öğrencilerine rica ediyorum. Gidip kapıyı açtırabilirsiniz. Tüm arşivden yararlanabilirsiniz. Araştırma odasının hakkını verin lütfen.

Artık kimseye evde randevu vermiyorum. Bizde emeklilik yok. Ara sıra ben de bu odada çalışıyorum. Şu kitaba Fethi Naci ne demişti, falanca eleştirmen ne yazmıştı, her şey var dosyalarda.

Ben bu söyleşinin konusu için zaman ve mekân diyeceğim çünkü ikisini iç içe görüyorum. Zamanı hangi açılardan ele alacağız? Dili geçmiş, gelecek, mişli geçmiş, şimdiki zaman, hayalen tasavvur edilen zaman. Ben geldi, gitti demekten bıkmıştım. Modern ve klasik romandan bıkmıştım. Veya geliyor, gidiyor zamanını kullanmaktan. Her şey aynı düzlemde anlatılıyor hâlbuki hayat böyle değil. Zaman mekân çok boyutlu, bana göre fiil çekimleri de çok boyutlu olmalı. En kısa sürenin romanını yazmak istedim ben. Bütün zamanlar içinde yatar bu en kısa anın.

Ölmeye Yatmak üniversitelerde postmodern açıdan inceleniyor. Tek bir anın romanıdır. Orada gençlik el ele. 27 Mayıs anayasa darbesine karşı gelenler var. 68’de yeni anayasa için yürüyüş yaptık. Ben de yürüdüm. Anlık bir şey oldu bende. Aydınlanma anları derim ben buna. Daha sonra bu aydınlanma anları üzerine yazılar yazdım. Oktay Akbal pek sahip çıktı bu buluşuma. Kendi fikriymiş gibi yazdı. Neyse, bu yürüyüşte memurlar, kasketli işçiler kaldırımın iki tarafında duruyorlar. Bakıyorlar. Hiç kimse inip bize, yürüyüşçülere katılmadı. Bu kadar yabancılaşma var. İşte bu olay için cumhuriyeti ameliyat masasına yatırmam gerekti. Anlık bir kararla Ölmeye Yatmak’ı yazmaya karar verdim.

En kısa sürede. Çok boyutlu. Bir otel odasında geçiyor. Üç beş saatlik bir mesele. Çeşitli fiil çekimleri gerekiyor. Yor, geçmiş zaman, biliyor musun şöyle olmuştu… Rüyanın ayrı bir anlatma üslubu var sonra. Bu romanın adı gece hayatımdır. Rüyaları yazdım. Uykuda geçirdiğimiz zamanları. Küçük Prens kitabı da rüyalar üzerine. İngilizcede mişli geçmiş zaman yok. Ölmeye Yatmak romanını klasik romana olan bıkkınlığımdan yazdım. Anlatının bütün türlerini kullanmak istedim. Çok boyutlu, hayat gibi. Zaman düz akmıyor. Romanda şiir, rüya, mektup, düz metin, masal, anlatının bütün türleri, zamanın oynamasını sağladı. Çok seslilik sağladı.Rüya var, anı var, ben anlatı var, o anlatı var.

Postmodern edebiyatı ilk defa Amerika’da başladı. Yaz Sonu romanım Hollanda’da, Amsterdam yakınındaki bir üniversitede incelendi. Postmodern açıdan incelediler. Beni davet ettiler. Türkoloji bölümünde incelemişler, resmen ders kitabı olmuş. Romanım postmodern edebiyatın şartlarına tıpatıp uyuyormuş. Roman içinde roman olacakmış. Yüzde yüz uyuyor sizin kitabınız postmodern, dediler. Bana siz ne düşünüyorsunuz, diye sordular. Diyecek şeyim yok ama bir noktayı görmemişsiniz galiba, dedim.

Romanım anlık bir olayı anlatıyor. Acı bir hikâyesi var. Bir anne baba yazlık evlerinde oğullarını bekliyor. Telgraf geliyor. Çocuk öldü, diye. Koca su vanasını açmak üzere. Hayatları altüst oluyor o an. Kadın kocasına kızıyor, oğlumuzun ölüm haberi gelmiş, sen hala vanayı açmaya uğraşıyorsun diye. Hâlbuki adamın eli vanada kalıyor. Anın hikâyesi. Bu postmoderne girer mi, dedim. Kesinlikle girer, dediler. Ben de postmodern ustası kesildim onların arasında.

Yıllar önce, on yıl kadar önce sanırım, İngiltere Büyükelçiliğinden izin istediler benden. Üç Beş Kişi adlı romanımı İngilizceye çevirmek için. Çeviriyi birlikte yaptık çünkü zaman meselesi çok önemli bu kitapta. İtalik, konuşma çizgisi, tek tırnak, çift tırnak, parantez içinde. Hepsi farklı zamanları gösterir. Ben ayrımları anlattım, gösterdim. Çevirmen metni ancak çözdü. İngilizcesi Curfew adıyla yayınlandı.

Roman bir uydurma meselesi. Yazarlarımıza bakalım. Yaşadığımız yerlerin hikâyelerini yazıyoruz çoğunluk. Hâlbuki romanın da kendine ait bir hayatı var. Olmalı. Yaşar Kemal hep bildiği yerleri yazar, oraların doğasını çok güzel anlatır ama şehir romanı yazamaz. Ben İstanbulluyum ama romanı Ankara’da yazdım. Gece yarısı çekimlerini kullandım. Orhan Pamuk devamlı İstanbul’u yazıyor. Anılar, hatıralar, hatırlamalar. Bana en ilginç gelen yazar Orhan Kemal’dir. Köylülükten fabrikaya geçişin hikâyesini yazar. Köyden büyük şehre göçü ne güzel anlatmıştır. Ufalanma, bölünme, bunlara ilk el atan odur. Beni tatmin eden bir yazar. Yer değişimini yer değiştirerek anlattı. Kültürel yarılmayı anlattı.

İnsan bir şeyin peşine düşerse rahat duramaz artık. Ölmeye Yatmak romanımdan sonra Fikrimin İnce Gülü’nü yazdım. Arabada geçiyor. Anılar konuşuyor ve sürücü var. Tek kişi, arabası ve kendisi. Mekânları konuşturdum. Kendisiyle baş başa. Kimse bilmez, bir hileye başvurdum. Dikiz aynasına bir uğurböceği kondurdum. Ondan hareketle sürücü köyüne kadar gitti. Bir kanal açıverdim. Romanı tekdüzelikten kurtarmak için yaptım.

Gün Üç Dakika isimli bir hikâyem var. Siyasi bir hikâye. Üç beş saat içinde olanlar. Af kanunu çıkacak mı çıkmayacak mı? Mekân Ankara, çok da belli ettim. Zaman gerilimi var.

Üç Beş Kişi, seçim zamanı, 12 Mart dönemi. Siyasi bir roman değil, romanlarımın hepsi toplumsal romanlar. Menderes’in yakalanması. Ankara olamazdı. İstanbul hiç olmazdı. Küçük bir şehir gerekliydi. En çok ezilen kadın taşra kadını. Köylü kadın rahattır, çalıların arasında kendi kendine doğurur, öpüşür, sevişir. Taşra kadını çarşıdan geçerken gülemez bile. O kadar baskı var. Dönüşüm zamanlarını, Eskişehir’i seçtim. Tren yolu olacaktı. Gece yasağı zamanı. Bu roman hızın hızıdır. Kısa cümleler. Herkes bir yere koşturuyor. Bir yere yetişmeye çalışıyor. İlk önce bu romana Hızın Hızı demiştim sonra Üç Beş Kişi yaptım adını. Belki bilerek yaptım. Zaman ve mekân her romanın durumuna göre değişir. İşte romanın hayatıdır bu, yazarın değil.

Dramatik Bir Viyana Yazı, ilk defa olmamış bir şeyi olmuş gibi yazdım. Bir şeyi çok özlediğin, istediğin zaman gelecek boyutunu yaşamak bu. Tarih öğretmeninin hiç yaşamadığı bir şeyi olmuş gibi yaşattım ona. Hayali bir zaman çekimi var. Hikâyenin hayatı, eserin hayatı bu yine. Kabul etmemiz gerekli.

Bu kullanım ilk önce çok yadırgandı. Üç Beş Kişi’de karakter bir ses duyar. Kendi kendine konuşur, olmayan birileri ona cevap verir. Böyle şeyler yaptım. Komik şeyler. Dediğim gibi roman yazarı çok uydurmacıdır.

Son romanımda yer ismi yok. Eyvah diyorum, bana soracaklar şimdi. Neresi burası, diye. Roman istediğin kalıba girer. Zaman mekân kendisi diretiyor. Ben ilk romanımda tatmin olsaydım eminim ikincisini yazmazdım. Hala bir arayış içindeyim.

Belirsizlik zamanı yaşıyoruz artık. Küreselleşme başladı. Dünya milleti olduk. Dramatik Bir Viyana Yazı bunu anlatır. Şimdi ancak belirsizlik zamanını sorgulayabiliriz. Hayatımızın şifreleşmesi, şirketler, partiler. Bunları, bize yabancı biri bilemez. Her şey devamlı değişiyor.

Sylvia Plath’ın, Virginia Woolf’un günlükleri yayınlanıyor, ortalık çalkalanıyor. Batılı olması, kocasının yayıncı olması işi kolaylaştırıyor. Virginia ölümünden kırk elli yıl sonra yayınlanmasını istedi, kocası hala hayattaydı. Acaba nerelerini değiştirdi hiç bilmiyoruz. Benim günlüklerimse hepsi gerçek. Hayattayım ben. Günlüklere dokunmadım, değiştirmedim. Sevdiğim, nefret ettiğim dostlar, hepsi yayınlandı. Bizim içinde yaşadığımız şeylerin günlükleri bunlar. İntihar üzerinde çok dururum. Batıda kim intihar ettiyse büyük yazar oldu. En çok ağrıma giden bizim kendimizi küçümsememiz. Dışarıda bir günlük yayınlamayı çok önemsiyorlar. İnanın, bir günlük yayınlayana kadar üç roman yazardım. Damla Damla Günlerim’i büyük bir sorumluluk duygusu içinde yaptım, fakat bilinmiyor. Yabancı kitap satışları daha fazla diye belki de önem onlara veriliyor, bilemiyorum.

Trafik kazasından sonra yürüme olayım bitti. Hâlbuki yürüyüşte ne kadar yaratıcı oluyor insan. Buraya bile zorlanarak geldim.

Geçen aralık ayında şiddetle masa başına yazmaya oturdum yeniden. O kadar yıl yazıya küstüm de ne oldu. Şu anda söyleşi bitse de, eve romanımın başına dönsem diyorum. Yazma tutkusu böyle bir şey işte.

Derleyen: Füsun Çetinel


Balon Erkek

Uçuk Kaçık Bir Kitap


Çılgın drama öğretmenim Banu Başeren’in uçuk kaçık şiir kitabı Kabuk en sonunda raflardaki yerini aldı . Yazıevindeki şiir gecesinde, kendi sesinden dinledik her bir şiirini. Dinlemekten öte bir şeydi,  bizler için her birini oynadı Banu. Şiirle tiyatro iç içeydi o akşam.

Asi, kuralsız, kendi halinde bir kitap Kabuk. Bol memeli, bol tanrılı, bol kadınlı, bol ayıplı. Bir genç kadının aşka, hayata, sanata bakışı.Ve içinden ufak birkaç alıntı.

Önsöz; pencere pervazında sıkıntıdan memelerini ve kafalarını üşüten kadınlar gibi gelir bana, baktırandan çok bakan, tahmine yer bırakmayan...

Babam ‘kınalı’ der bana,
Anam ‘çıngıraklı’.
Bu yüzden ruhum,
Kuzu ile yılan arasında
Bir yerde kaldı.

Edebiyat toplantıları, söyleşileri candır. Yazana, düşünene ilhamdır. Konuğumuz Banu Başeren olunca yaratıcılık kaçınılmazdır. Kendimi tutamadım, affınıza sığınarak ben de bir iki satır karalayıverdim. Teşekkürler Banu öğretmenim.


Balon Erkek


Erkeğim olsun da ne olursa olsun, der ya bazı kadınlar.
Geçen gece eve yürürken sokakta,
Ağacın en yüksek dalına takılmış buldum onu.
İpinden yakaladım, biraz havası sönmüş.
Belli ki kullanılmış.
Olsun, yeter ki kadın başımda bir erkeğim dursun.
Biraz ego pompalarım olur biter.
Partilerde, toplantılarda gururla süzülür.
Ben, ben, ben, der.
En iyi okulları ben bitirdim. Borsaya, ihaleye girdim.
Falancayı dolandırdım. Şu kadar kadınla yattım.
Tamam yeter! Tutarsın ipinden, çekersin dışarı.
Evde havası söner. Bir köşeye siner.
Lavaboya, banyoya kıllarını dökmez. Çarşaflara topuk derileri düşmez. Çoraplarını yastık altlarına tıkmaz.
Evin kedisi ara sıra üzerine hamle yapar.
Üç beş soru çözüp sıkılan ergen, mutfağa geçerken tekme atar.
Temizlikte ayakaltında durmaz.
Hem evde hem evde değil. Daha ne isterim.
Balon erkeğim benim.

Füsun Çetinel



Etgar Keret İstanbul’da

Bütün Samimiyetsizliğimle


Öyküleri kısa filmlere iham veren, animasyondan televizyona değin uzanan farklı işleri ile de öne çıkan Etgar Keret, çağdaş yazının en yaratıcı, ilgi çekici ve eğlenceli simalarından biri.

Onun, Yedi Güzel Yıl kitabından Bütün Samimiyetsizliğimle yazısını okumamış olsaydım, kitabımın ilk sayfasına yazdığı satırlar şapkamın uçmasına neden olabilirdi.


To Füsun,
Keep Writing (with your left hand)
İmza Etgar Keret

Bir de komik resim çizmiş. Çok şirin, dikdörtgen keke benzeyen bir yaratık elinde bu cümlenin yazılı olduğu tabelayı tutuyor.

Bu yazı sadece bana özel. Sol eliyle yazan birine, öykü yazmayı seven birine. Üzerinde düşünülmüş, okuyucuyu özel kılan bir yazı.

Etgar Keret’in basında çıkan fotoğraflarından, facebook sayfasından onun çok daha havalı, karizmatik, yakışıklı olduğunu sanıyordum. Robinson Crusoe kitabevinden içeri suratında çekingen bir gülümsemeyle girdiğinde sırada bekleyenlerden kısa bir hayal kırıklığı iniltisi yükseldi. Ama çabuk toparlandık.

Masanın üzerindeki küçük kâğıtlara isimlerimizi yazmamızı rica etti. Sıramız geldiğinde ismimizi telaffuz ettik, o dikkatle dinleyip tekrarladı. Birkaç cümle konuştuk. Hepimizle ayrı ayrı, ayağa kalkarak fotoğraf çektirdi. Uğurlarken teşekkür etti.

Önümdeki genç kız, ama çok sevimli, değil mi, dedi. Heyecanla başımı salladım.

Evet düşük omuzları, ufak tefek vücuduyla beklediğim kadar yakışıklı olmayabilirdi. Ama zekâ fışkıran boncuk gözleri, içten sarılışları ve kocaman kedi gülüşü vardı ya.

Eve gelir gelmez kütüphanemdeki yazar imzalı diğer kitapları önüme yığdım.

Sevgili Füsun’a, dostlukla

Sevgili Füsun, hep güzellikleri yaşayın.

Füsun Hanıma güzel okumalar, sevgiler.

Sevgili Füsun’a,  içtenlikle.

Ve böyle uzar sıkıcı liste…

Etgar Keret şöyle yazıyor Yedi Güzel Yıl kitabında.

Kitapların kendileri bütünüyle kurmaca iken ithaflar neden gerçek olmak zorunda?

''Mickey’e. Annen aradı. Telefonu yüzüne kapattım. Bir daha buralarda görmeyeyim seni.''

''Feigi’ye. Sana borç verdiğim onluk ne oldu? İki gün dedin, bir ay geçti. Hala bekliyorum.''

''Bosmat, şimdi başka bir erkekle beraber olsan da, bana döneceğini ikimiz de biliyoruz.''

''Tziki’ye. Bok gibi davrandığımı kabul ediyorum. Fakat ablan beni bağışlayabiliyorsa sen de bağışlayabilirsin.''

Etgar, Türk insanının karakterini göz önüne alıp bu kadarına cesaret edemedi belli ki ama o da klişelerden uzak durup okuyucusunu özel kılacak cümleler yazmayı başardı sırada bekleyen herkese.

Zaten öykülerinin okuyucuları bu kadar içine çekebilmesi ve başarısı onun bu özelliği yüzünden.

En çok sevdiğim öykü kitapları mı? Kapı Birdenbire Vuruldu ve Tanrı Olmak İsteyen Otobüs Şoförü. Bir de Buzdolabının Üzerindeki Kız.

Diğer imzalı kitaplarımın birçoğundan vazgeçebilirim ama Etgar Keret imzalı kitabımdan asla.

Füsun Çetinel


Edebiyatın Haşarı Çocukları

Fantastik, Bilim Kurgu ve Polisiye Edebiyatı


Türk edebiyatının değişik kalemleri; Nazlı Eray, Celil Oker ve Barış Müstecaplıoğlu, Robert Kolejin 150. Yıl Kutlamaları kapsamında, Murat Gülsoy moderatörlüğünde, edebiyatı konuştular.

Murat Gülsoy: 

Burada bulunan yazarlar, ya Robert Kolejde ya da Boğaziçi Üniversitesinde okumuş ve gençlik yıllarında okulun izi üzerlerinde kalmıştır. Edebiyatın haşarı çocukları diye de adlandırabiliriz onları. Yaptıkları ciddi edebiyatın dışında bir edebiyat, fantastik veya diğer bir deyişle gerçeküstü edebiyat.

Nazlı Eray, Arnavutköy Kız Lisesi mezunu, daha sonra İstanbul Üniversitesinde Hukuk okumuş. İlk öyküsü Mösyö Hristo’yu çok genç yaşta, daha lise yıllarındayken yazmış. Büyülü gerçekçilik akımının Türkiye’deki temsilcilerinden.

Monte Kristo isimli öyküsü benim ilk okuduğum hikâyelerdendi. Bildik bir sahne ile başlar. Nebile ev işlerinden bunalmış bir ev kadını. Bir gün kör bir odanın içinde duvarı çatalla kazmaya başlıyor. Bir yandan da yan daireden gelen hoş sesler var. Bu öyküyü 70’lerde okuduğum zaman çok şaşırmıştım. Alışık olmadığım serbest bir hayal gücü. Fantastik unsurlar var. Ne kadar enteresan bir buluş diyorsunuz ama arkasında başka bir şey var, kadın erkek ilişkisini anlatıyor. Büyülü gerçek bu işte.

Nazlı Eray:

Gözümde bir prizmayla doğmuşum ben. Farklı Rüyalar Sokağı’nda Eva Pero’nun hayatını yazdım. Kadının hayatı soap opera gibi. Albayla tanışmaları, evlenmeleri falan. Eva fakir fukaranın tanrıçası oluyor. Peri gibi güzel bir kız. Geçmişi, yosma olarak yaşadığı yıllar siliniyor. Bütün dünya kadının elinde. Arjantin’de çok büyük bir güç. Günde yirmi saat çalışıyor. Fakirlere battaniye, takma diş dağıtıyor. Santa Evita diyorlar. Türkiye’ye buğday bile yolluyor. Sonra hastalanıyor, kanser oluyor. Ve Evita ölüyor. Albay kocası Eva’nın mumyasını yaptırtıyor. Doktor üzerinde iki yıl çalışıyor ve ölü Eva’ya âşık oluyor. Balmumuyla bebek gibi sarıp sarmalıyor onu. Ve işte gerçek hayatın fantastik yönü, Eva’nın mumyası yirmi üç yıl dünyayı dolaşıyor. Çalınıyor, başına türlü işler geliyor. Sonunda bulunduğu yerden Buenos Aires’e uçakla getiriliyor. Kız kardeşleri mumyayı yıkayıp temizliyorlar, Eva hiç bozulmamış. Arjantin bayrağına sarıyorlar onu. Derler ki albay, yeni karısı ve Evita’nın mumyası yemekte birlikte otururlarmış. İnsan bunları uydursa, uçmuş deriz. Gerçek zaten fantastik bir şey.

Sonra şehirler beni çok büyülüyor. Diyarbakır kitap fuarındaydım. Arabaya atlayıp Mardin’e gittim. Şehir beni büyüledi. Seyri Mardin diye bir yere çıkardılar. Hafif bir ezan sesi geliyor uzaktan. Binalar muhteşem. Geri dönmek istemedim. Halfeti’nin Siyah Gülü’nü yazdım. Fon Mardin. Rüya kız. Ve ünlü yaşlı adam genç kadın filmlerinin İspanyol yönetmeni Luis Bunuel. Kendisine hayranım. Luis bu kıza âşık oluyor fakat başka kadınlarla da birlikte. Dört tane de ihtiyar var. Evlerinden kaçmış, yaşanmamış yılarını geri almak istiyorlar. Bunlar Alzheimer’in eşiğinde. Cebeciye nasıl gideriz, Kızılay’a nasıl gideriz bilemiyorlar. Bir eve sığınıyorlar, orada bir tabloya hapsolmuş paşa var. Arkası belli ki hücre. Ergenekon’da tutuklananlardan. Tamamen fantastik bir yolculuk.

Murat Gülsoy:

Celil Oker Boğaziçi İngiliz Dili ve Edebiyatı mezunu. Şimdi Bilgi Üniversitesinde yaratıcı yazarlık dersleri veriyor. Polisiye serisi yazdı; Remzi Ünal polisiyeleri. Karizmatik, çekici bir karakter. Bunu yaratmak kolay değil. Türk edebiyatında polisiye türünün ilklerinden biri. Bu karakterler genelde polis teşkilatının içinden ve yaramaz adam olur, bireyin savaşını gösterir bir taraftan. Ama Celil Oker’in kahramanı Remzi Ünal, emekli bir pilot. Etiler’de, tanıdık bir mekânda geçiyor her şey. Polisiye yazmak nereden aklınıza geldi?

Celil Oker:

Hiç aklımdan çıkmıyordu. Lisede ve üniversitede genç bir insanın okumaları yanında Agatha Christie dizisinin İngilizcelerini okuyunca onların da edebiyat olduğunu gördüm. Yazdıklarıyla dünyayı değiştirme umudu olan yazar adaylarından birisiydim ben de. Normal öykülerin dünyayı değiştiremeyeceğini anladım. Hayat gailesine yenildim. Yazmayı ikinci plana bıraktım. Uzun yıllar reklam yazarlığı yaptım. Gençken edebiyatçı olmaya çalışmıştım. Kırk sekiz yaşımda, geç bir yaşta, polisiye edebiyatının ilk eserini verdim. İlk romanlar yazarı anlatan romanlardır derler. Bu benim de başıma geldi. Romanın yarısı Boğaziçi Üniversitesinde geçiyor. Sonra hemen ikinci kitabı yayınladım. Ben bu işte devam edeceğim izlenimini vermek istedim. Polisiye edebiyatıyla diğer edebiyat arasında en ufak bir fark görmüyorum.

Bir yazar söylemiş şimdi adını hatırlayamadım. Tarih yerlerin ve kişilerin gerçek olduğu yalanları, edebiyat ise, yerlerin ve kişilerin yalan olduğu gerçekleri anlatır. Bana göre herhangi bir roman,  insanoğlunun tarihinin o yazarın yaşadığı zamana eşlik etmesinden başka bir şey değildir. Biz yazar olarak uydurma hikâyeleri kayda alıyoruz. Ukala bir laf olan kurgu yerine uydurma demeyi tercih ediyorum. Yazarlar sıkı bir uydurma yapar. Bir şeyi başka bir şeye sıkı sıkıya uyduramazsanız gerçekliği yakalayamazsınız. Uydurmak kafadan atmak değildir.

Polisiyeyi ikinci sınıf edebiyat gören varsa umurumda değil. Önemli olan okuyuculara gerçeklik duygusunu verebilmek.

Murat Gülsoy:

Polisiyenin akıllı kurguları okuyuculara bu olayın çözüleceğinin güvencesini veriyor. Modernliğin getirdiği hayal kırıklığı bizi eski alışkanlıklara yöneltiyor. Bu tür aklın nasıl çalıştığını gösteriyor. Başka tarz hayatları gündeme getiriyor.

Celil Oker:

Akıl meselesi polisiyenin Avrupa’da ilk çıkışıyla alakalı. Sherlock Holmes İngiliz toplumunda polis teşkilatının kurulmasından hemen sonra ortaya çıkmış. Onun getirdiği güven bütün topluma yayılmış. Aydınlanma çağında doğanın sırlarına erişebileceğimiz, Sherlock Holmes’un problem çözme yeteneği ile ortaya çıktı.

Türkiye’deki polisiyenin yükselişi 1980’lerden sonra oldu. Türkiye iyice kapitalist bir ülke olmuştu. İstanbul bir metropol. Servet el değiştirdi. 80’li yıllara göre farklı artık. Eskiden servet devletin izin vermesi ile olurdu. Şimdi sadece devlet izni olmaktan çıktı servet yapmak. Artık miras için annesini öldürüp betona gömen insanlar var. Çılgın büyüyen, göç alan metropolü dikkate alırsak, toplum basıksı iyice zayıfladı. Kimse kimseyi tanımıyor. Kanunun güvenlik insanı her yere yetemiyor. Rant durumu legal olmayan yerlerden besleniyor. İstanbul polisiye hareketlerin, imgelerin fışkırabileceği bir kente dönüştü.

Murat Gülsoy: 

Barış Müstecaplıoğlu, Boğaziçi Üniversitesi İnşaat Mühendisliğinde okudu. Perk Efsaneleri serisini yazdı. Farklı bir tür. Diyar efsaneleri. Ursula K. Le Guin tarzı. Yeni bir dünya, yeni bir dil, bambaşka bir coğrafya yaratan bir edebiyat türü.

Barış Müstecaplıoğlu:

Fantastik edebiyat birçok türü barındıran bir edebiyat türü. Yurtdışında fantezi deniyor. Fantastik öğeler Bin Bir Gece Masallarında, Gılgamış Destanında da var.

Hayal kurmayı çok severim. Birincisi, kendi millet, ırk ve inancınızı yaratıyorsunuz. Bulunmaz Hint kumaşı. Keşif heyecanı vermesi ikinci nedeni.

Diyar fantezisi okurken elinizde referans yok. Mimari yapıları nasıl, orada kimler yaşıyor. Bilgisayarda bilgi yok. Dünyanın yeniden keşfi gibi bir şey. Bu tür edebiyatın yüzde doksan dokuzu doğayla barışık ortamlarda geçer. Köy, ağaç, hayvan, insan, dostluk vardır ve şehirleşmenin olmadığı yerler. Büyük binalarda kötüler yaşar, iyiler ormandadır.

Evrensel bir türdür. Ortada gerçek bir millet yok. Hepsini siz kurdunuz. Herkes o romana eşit mesafeden bakar. Irkçılık, ötekileştirme, soykırım temaları kullanıyorum. Herkes kendi kültürüyle bağdaştırabiliyor. Evrensel bir bakış çıkıyor ortaya. Yine derdinizi anlatıyorsunuz, savaşı, insani duyguları, aşkı, kıskançlığı ama fantastik unsurlarla. Diğer edebiyat türlerinden farkı yok bence. Savaşı anlatırken de, aşkı anlatırken de insani duyguları anlatıyorum.

Murat Gülsoy: 

Epik fantazyalar, bilgisayar oyunları ve çizgi romanlar aracılığı ile yeniden okura ulaşıyor. Kitabın başındaki haritalara bakarken o çizimlere inanamıyorum. Sanki çocukluğuma dönüyorum yeniden. Kültürel antropolojiden yararlanılmış. Şu mit bu kültürde yok mu zaten diye kendinize soruyorsunuz. Yerelle nasıl bir ilişki kuruyorsunuz?

Barış Müstecaplıoğlu: 

Bu türün Batılı yazarları kendi kültürlerini kullanırlar, doğuyu kullanmazlar. Ben şanslıyım. İki kültürün kesişme noktasındayım. Batıdan daha zenginiz. Anadolu masalları, Şamanizm, Star Wars, hepsini biliyoruz. Bunları birleştiriyorum. Sultanlar, şövalyeler, ermişler. Ama gerçek anlamlarını kullanmıyorum, çünkü yazdığım şeyde Osmanlı yok. Belirgin sözcükleri koymam gerek yoksa okuyucu boşlukta kalır.

Amerika ve Japonya en çok fantastik edebiyat yazılan ülkeler. Japanya’da Avatar, manga ve animeler var. Ama uzaya da onlar çıkıyor. Gençlerin hayal gücü gelişiyorsa ileride facebook, google gibi şeyleri buluyorlar. Türkiye’de hayal gücü yok. Taklitçilik var.

Bilimsel gelişmeler o kadar hızlı ki nasıl yetişeceğimi bilmiyorum. Bilimkurgu yazmak zorlaştı artık.

Murat Gülsoy: 

Biraz da okul yıllarınızdan bahsedebilir misiniz?

Nazlı Eray:

Profesör Doktor Suna Kili’nin en sevdiği öğrencisiydim. Kurbağaları çok güzel keserdim. Çok mutluydum. Şimdi üniversiteyi okusam Genetik okumak isterdim. Çok yaramaz bir öğrenciydim. Tiyatroda çok iyiydim. Ayşe Kulin benden bir sınıf büyüktü. Çok güzel bir kızdı. Tansu Çiller benden bir sınıf küçük, hiperaktif bir kız. Kafam tüm gün mitolojik olaylarla dolu okul bahçesinde hayaller içinde dolanırdım. Çok güzel zaman geçirdim okulda.

Celil Oker:

1971 Robert Kolejin Boğaziçi Üniversitesine dönüştüğü yıl. Bu değişimi yapanlar beş yıllık bir süre öngörmüştü. Robert Kolejin tüm adetleri devam etti. Brotherhood, krediler, kulüpler aynen vardı. Üniversiteyi sekiz yılda bitirdim. Okulun arkalarında evim vardı. Tüm okulun öğrenci sayısı sekiz yüzdü o zaman. Şansım benim, az sayıda öğrenci olduğu için herkesi tanıyordum. Sekiz yılda birkaç kuşak öğrenci tanıma imkânım oldu. Birinci sınıfta humanities ağırlıklı derslerde soluğu burada, eski kütüphanede, alıp derste söylenenleri kitaplarda arardım. Cumhuriyet gazetesinin mikro filmlerini baştan sona gözden geçirdim. Koleksiyon herkese açıktı. Dewey sistemi vardı ama sistemi bir kere öğrenince hangi kitabın nerede olduğunu bilirdim. Yatılıydım. Belli saat geldiğinde herkes giderdi. Okul, kütüphane bize kalırdı. Yirmi dört saat okulda olunca bir şeyler yapmak istersiniz. Tiyatro kulübü çeşitli kuşaklarla ciddi şeyler başarmaya çalıştı. Edebiyat kulübünü kurduk. Yazar olmayı düşleyen insanları bir araya getirdik. İki Sayfa diye bir dergi çıkardık. Bilgisayar yok. Yazıları dizgi sütunları olarak daktiloya yazardık. Bir sütunun harflerini sayarsınız. Ona göre boşlukları bir veya iki verirsiniz ki sütunlar eşit olsun. Biz burada üniversite dene şeyi yaşadık. Özgürlük, haklı kavgalar, birbirimizi dinlemek, eleştirirken işin kendisini eleştirmek, ötekileştirmemek, hepsini doya doya sonuna kadar yaşadım.

Murat Gülsoy:

Gençken insan kendi başına kaldığında yolunu buluyor. Ben de 80’lerde yaşadım aynı şeyleri burada. Barış Müstecaplıoğlu, size gelelim. Mühendislik ve edebiyat nasıl birleşti?

Barış Müstecaplıoğlu: 

Ben hiç mühendislik yapmadım. Mezun olunca insan kaynaklarında çalışmaya başladım. İnşaat mühendisliği yapmayacağıma üçüncü sınıfta karar vermiştim. Öğretmenlerinle konuştuğumda hepsi beni destekledi yazmam konusunda.

İnsan kaynaklarında çalışmanın büyük faydası oldu. Psikoloji, sosyoloji öğrenmem gerekti. Günde dokuz insanla mülakat yapıyordum, dokuz değişik hayat. Muhteşem bir şey. Yazmanın tekniği öğrenilebilir ama insanları tanımak önemli esas.
Mühendislik iskeleti kurma, analitik düşünme kattı bana.  Okul ise özgürlük ortamı sundu. Sadece kendinize benzeyen insanlarla bir arada durursanız, iletişim kurarsanız gelişemezsiniz. Boğaziçi Üniversitesinde farklı bir ortam vardı. Hristiyan, dinci, herkes bir arada, sohbet vardı. Kimse kimseyi tokatlamazdı.

Kadınlar daha mı çok polisiye okur?

Celil Oker:

Kadınların polisiyeye karşı epey ilgisi var. Neden bu böyle? Sadece polisiyeyle ilgili değil bu, kadın okurlar daha fazla. Bunun içinden polisiyeye pay düşmesi anlaşılır bir şey. İkinci büyük kesim üniversite öğrencileri. Üniversite bitince maalesef roman okuma durumu da azalıyor. Benimle temasa geçen büyük çoğunluğu kadın. Son zamanlardaki kadın, kız düşmanlığı sinirlerimi bozuyor. Kadın ve erkekler roman okursa üzerimize gelen insanlık dışı davranışlara daha rahat karşı koyarız. İnsanlık olarak güçlü olmamız gereken günler yaşıyoruz.

Yazarken belli kurallarınız var mı?

Celil Oker:

Birincisi, çocuklarla ilgili hiçbir şey olamaz. Onlar out.

İkincisi, Klasik polisiyenin tarif edilmiş kurallarına uymaya özen gösteriyorum. Okuru kandırmamak gibi.

Üçüncüsü, cinsel ayırımcılık yapmıyorum. Kadın da erkek de suçlu olabiliyor romanlarımda.

Dört, oryantalizm meselesinin tuzağına düşmemeye çalışıyorum. İstanbul deyince aklınıza egzotik bir şehir gelir. Camileri falan. Bunları kullanmıyorum.
Kendim okumaktan hoşlanacağım şeyler yazmaya çalışıyorum. Elimin altındaki tek gerçek kitle ben olduğum için.

Nazlı Eray:

Yazma sürem iki buçuk ay. Elle yazıyorum, değişik defterler, renkli kalemler. Roman için çok kısa bir süre ama daha önceden her şey bilinçaltında oluşmuş oluyor. İlk kelimeyi, ilk cümleyi yazınca diğerleri muhallebi gibi dökülmeye başlıyor. Bu serüven benim için bir yolculuk, çifte yolculuk. Yolculukları ve yolculukta yazmayı çok seviyorum.

Ankara’da Eliz pastanesinde karmakarışık, gürültülü bir ortamda yazıyorum. Yazarken bir kozaya kapanıyorum. İnsanlarla birlikte olmak istiyorum. Biraz tehlikesi var pastanede yazmanın, pasta yiyorum. Dışarı bakarım, kahvem çayım gelir. İnsanları seyrederim. Böyle yazarım.

Genelde metinlerimde düzelti yapılmaz. Planlama yapamam. Arabada kontrolünü kaybetmiş sürücü gibi yazıyorum. Duygu yoğun, zaaflar ve kalabalığın içinde, mutluluk ve heyecanla, belki Kanarya’ya giden bir geminin alt salonunda.

İmparator Çay Bahçesi’ni yazarken yüz ellinci sayfada Sabriye karakteri girdi. Olmaz dedim, ben bunu çıkarayım. Yüz ellinci sayfada yeni bir karakter girmez romana. Gece rüyalarımda onunla kavga ediyoruz, ben ağlıyorum. Olmuyor, çıkaramadım. Kitap çıktı, en çok sevilen karakter Sabriye oldu.

Celil Oker:

Yazmak benim için çalışmayla eş değer. Çalışamıyorsam eğer benim tembelliğimdendir. Bu iş çalışmayla ilgili. Teknikleri öğrenmek evet ama çalışmak çok önemli. Hiçbir yazarın seçilmiş olduğuna inanmıyorum. Meselesini başka insanlara ulaştırmak isteyecek sabırda insanlar olduğuna inanıyorum.

Barış Müstecaplıoğlu:

Makineye ne kadar çok şey girerse o kadar çok şey yazabiliriz. Sıkı bir şekilde beslenmeye çalışıyorum. Şamanizm’i araştırıyorum. Yüze yakın hayali hayvan var kitaplarımda. Belgesel izliyorum. Tarih kitapları okuyorum. Romanı kurgulama süreci var. Üç dört ay kurgu sürüyor. Yazmam birkaç yıl sürüyor. Çalıştığım için ancak akşamları ve tatillerde yazabiliyorum. Yeni ve özgün bir şey bulursam onu yazmak istiyorum. Çok fazla dönüp üzerinden geçiyorum. Bir iki kelime yer değiştiriyorum, bir cümle çıkarıyorum. Taşlar yerlerine oturuyor.

Başka söyleşi ve panellerde görüşmek üzere...

Füsun Çetinel




Kitap Fuarı'13

Yine ve Yeniden


Dudağım uçuklamış, boğazım kaşınmaya ve gözlerim yanmaya başlamıştı. Sabah üç saat, akşam üç saat ders sonrası kafam balyoz gibiydi. Yatağa at kendini, iki gün çıkma diyordu cılız bir ses içimden bir yerlerden. Kalın, inatçı bir ses ise kapıp koymak yok, yut bir poşet animal pack vitamin, sabaha domuz gibi uyanırsın diye gümbürdüyordu.

Bir kilo mandalina, kuruyemiş, alışveriş poşetleri, kitap listem, kalem, su, en hafif ve en az yer kaplayacak kuş tüyü ceketim, rahat ayakkabılar, fotoğraf makinem ve başka bir sürü ıvır zıvırla Zincirlikuyu metrobüs durağına vardım. Ya animal vitaminler işe yaramıştı gerçekten veya da kitap fuarına gidecek olmanın heyecanı bünyeme iyi gelmişti. Tabi Zincirlikuyu metrobüs durağında bekleyen Özlem’i de unutmamak gerek.

Her arkadaşla kitap fuarına gidilmez. Metrobüs adabını, kapının tam nerede açılacağını bilmesi gerekir. Atik ve zayıf olmalıdır, yüksek koltukları kapabilmeli ve bir taraftan konuşurken bir taraftan durakları takip edebilmelidir. Atıştırmalık güzel sandviçler hazırlamalıdır fuara gelirken. Sonra aynı yayınevlerinin kitaplarını sevmelisiniz, yoksa fuarı gezerken zamanınızın çoğu birbirinizi aramakla geçer.

Fuara yiyecek taşımanın manası nedir diye merak edenlere belirtmekte fayda var. Balçık kıvamında filtre kahvenin fiyatı altı buçuk lira, üzerine istediğiniz kadar sıcak su veya süt ekleyin kıvamı kat'iyetle değişmiyor. Yemeğe vereceğiniz parayla rahat beş kitap daha alabilirsiniz. Üstelik yiyecek ve kasa kuyruklarında kaybedeceğiniz zaman da cabası.

Kimleri mi gördüm, neler mi aldım fuardan?


Can Çocuk’ta sevgili dostum Sevim Ak’ın imza günü vardı. Çocuklarla itişerek sıraya girip Saçlarında Soru İşaretleri adlı kitabını imzalattım.

Oradan yine Can yayınlarıyla devam ettim yoluma.

Alice Monro’nun son çıkan öykü kitabı; Nefret, Arkadaşlık, Flört, Aşk, Evlilik. Ve daha önceki başka bir öykü kitabı, Çocuklar Kalıyor. Bazı Kadınlar’ı okumuştum, içinde çok sevdiğim öyküler vardı. Çocuk Oyunu en beğendiklerimden.

Dostum Can Göknil’den öyküler, Deniz Kokusu

J.M. Coetze’den bir roman, Utanç, daha önce Murat Gülsoy ile Beş Hafta Beş Roman’da Yavaş Adam’ı incelemiştik. Muhteşemdi. Üstüne kapanan roman diye tabir edilenlerden. Roman içinde roman. Oyunbozan bir roman.

Albert Camus’dan yine Sisifos Söyleni.

Dostoyevski’den yine Yeraltından Notlar. Kitaplarımı birileri geri vermiyor…

İletişim Yayınları.

Balzac Bilinmeyen Şaheser. Tam üç adet aldım. Bir tanesi kendim için, diğerleri öğrencilerime.

Borges, Ficciones Hayaller ve Hikâyeler. Tomris Uyar ve Fatih Özgüven çevirisi.

Şükran Yiğit, Çatıkatı Âşıkları. İlk okuduğum kitabı Ankara Mon Amour beni kalbimden vurmuştu.

Vladimir Nabokov, Ada Ya Da Arzu. Uzun süredir peşindeydim. Kısmet bu güneymiş…

Siren Yayınları sahibi sevgili Sanem benim nelerden hoşlandığımı iyi biliyor. Üstelik bize özel indirim yaptı, Yeşim Cimcoz Yazıevi indirimi.

Muriel Spark, Bayan Jean Brodie’nin Baharı

Etgar Keret, Yedi Güzel Yıl. Buzdolabının Üstündeki Kız. Ve Bilek Kesenler, Asaf Hanuka’nın çizimleriyle.

Salvador Plascencia, Kâğıt İnsanlar. Gerçek oyunbozan bir kitap. Yazar kızdığı karakterleri öykülerinde hayata geçiriyor ama karakterler yazara karşı geliyorlar. Ve biçimsel olarak da hepsi birbirinden çok farklı çalışmalar.

Notos Kitap’ta sevgili hocamız Semih Gümüş’le sohbet ettik. Yeni çıkan kitaplar üzerine konuştuk. Eksik dergilerimizi tamamladık. El yapımı bir kitap teşhirdeydi. Onu karıştırdık biraz.

Bilgi Yayınevi.

Muzaffer İzgü’nün de imza günüymüş. Malum günün konusu, Çapulcu musun, vay vay. Yine öyküler. Bilerek seçmiyorum ama elim hep öykülere kayıyor.

Kırmızı Kedi Yayınları.

Sevgili hocam Jale Sancak’ın ilk romanı; Fırtına Takvimi. Modern bir roman bence. Kısa metinlerden oluşuyor.

Son olarak Aylak Adam standını ziyaret ettik. Daha altı ay oldu açılalı. Arkadaşımız Fuat Sevimay’la sohbet ettik. Birkaç çeviri kitabını aldım.

Luigi Pirandello, Biri Hiçbiri Binlercesi

Italo Svevo, İyi Yürekli Yaşlı Adamla Güzel Kızın Öyküsü

Uykusuzlar ve Leman’a uğramadan geçemezdik. Her yıl niyet edip alamadığım Hacivat Karagöz Perdesi’ni nihayet Leman standından satın aldım. Perdeyi açın, değnekleri takın, ışığı yansıtın, Karagöz’ü evinizde oynatın yazıyor kutusunun üzerinde. Bakalım deneyip göreceğiz artık.

Genelde öğrenci ağırlıklıydı fuar. Bir örnek şapkalı çocuklar, ‘’öğretmengillerini’’ arayanlar, ‘’koşun burada bir liralık kitaplar var’’ diye bağrışanlar, yazarların imza kuyruklarında heyecan içine bekleşenler, geride bırakılma korkusuyla tuvalete gitmekten bile korkan kızlar, öğrenci parası patates kızartmasına yetemeyen aç çocuklar, kitabın türünden çok parasına göre seçim yapanlar, velhasıl her çeşit çocuk modeli vardı fuarda.

Onda açılan fuardan yılların tecrübesi sayesinde tam on iki otuzda tüm dostlarımızla sohbet etmiş, alışverişimizi tamamlamış, sanat fuarını tepeden gören sakin kafede çayımızı içip Özlem’in lezzetli sandviçlerini mideye indirmiş ve aklımız arkada kalmadan tekrar çıkışa yönelmiştik ki, fuar da tam kıvamına gelmişti. Açık havaya çıkabilmek epey zamanımızı aldı. Elimizde tonlarca kitap poşetleriyle öğrenciler arasında sel gibi akarken hafif klostrofobik anlar yaşadık.

Hastalığım mı? Ne hastalığı?

Elimizde tonlarca kitapla metrobüste ayakta Cevizlibağ’a, oradan aktarmayla Zincirlikuyu’ya, sonra yer altından dört yüz altmış metre bozuk yürüme bandında sürünerek Zorlu Center’a vardık. Kahve içip hayaller kurduk, biri bizi satın aldığımız kitaplarla bir yere kapatsa ve okumayı bitirene kadar çıkarmasa dışarı.

Sonra birer kitap seçip okumaya başladık. Benim ki, Jale Sancak’ın Fırtına Takvimi. Bitecek diye çok korkuyorum.

Ve yine ve yeniden, her yıl, pişman olmadan giderim kitap fuarına.

Füsun Çetinel

Edebiyat ve Muhalefet

Boğaziçi Üniversitesi 150.ci Yılını Kutluyor


Konuşmacılar: Semih Sökmen, Müge Sökmen, Meltem Ahiska, Bülent Somay, Murat Gülsoy, Nazlı Ökten

Burada toplanmamızın amacı, Boğaziçi Üniversitesini hatırlamak, anmak ve yeniden düşünmek. BÜ deyince ilk akla gelen bu okuldaki edebiyat çalışmaları ve dergileri. Bu çalışmalar felsefe, sosyoloji, politika gibi çeşitli konularda yenilikler üretmişlerdir. Darbe sonrası yıllarında Defter dergisi, Metis Çeviri, Hayalet Gemi gibi dergiler Türk Edebiyatında, yazım alanında iz bırakmıştır. Bu siyasi oluşumu konuşmak üzere buradayız. Metis Yayınlarından Semih Sökmen bu panelin moderatörlüğünü yapacak.

Semih Sökmen (Boğaziçi Üniversitesi Makine Mühendisliği ‘81 mezunu):

Burada olmaktan çok mutluyum. Rektörlüğe, bizi ağırladıkları, bir araya getirdikleri için çok teşekkür ederim. Bu bina benim için özel. Öğrencilik yıllarımı bu binada, kütüphanede geçirdim. Dokusu çok güzel. Panelin burada olması benim için sürpriz oldu.

Hepimizin ortak yanı düşünce. Müge ve Meltem’i kastediyorum, onlarla beraberdik. Üniversitede olduğum yıllar, hem Türkiye hem üniversite için özel bir dönemdi. Sancılı, acılı, başkalarının üniversite yıllarına benzemeyen yıllardı. Sonunda askeri darbe oldu. İyi ve güzel hatırladığım şeyler de oldu tabi. Kuşak mücadelesi, baş kaldıran, protestocu, kafa dengi arkadaşlar. Arkadaşlık ilişkileri vurgulanırdı. Üniversitede yaşadığımız güzellikleri içindeyken anlayamadık.

Boğaziçi gerçekten özgür ve özgürlükçü bir yerdi. Üniversitenin bu özelliğini ileriye taşıması, koruması, geliştirmesi çok önemli.  Büyüyüp yetişkin dünyasına katılmak çok önemli. Hayata atılmak. Farklı ne yapabilirimi düşünmek, bulmak. Hayatta neye tutunabilirim?

Somut üzerine konuşursam, inisiyatif anlarım nelerdi? Müge ile birlikte Metis’i kurduk. İki dergi çıkarttık. Nazlı Ökten ve Murat Gülsoy ile aramızda kuşak farkı var. Onlar bir dönem sonra Hayalet Gemi dergisini çıkardı. Bunlar bugün fiilen yayınlanan dergiler değil. Kendi adıma bu tercihleri yaptığım için çok mutluyum. Şu anda Metiste editörlük yapıyorum. Müge Sökmen bize Metis Çeviri dergisini anlatacak.

Müge Sökmen (Boğaziçi Üniversitesi Makine Mühendisliği ‘80 mezunu):

1980 bizim miladımız. 1976’da üniversiteye girdim. 1983’de mastırdan mezun oldum. Sol taraftaydım. Şiddet ortamı vardı. Neler olmaktaydı? Sorular sorup, belli meseleler için solcu olmuştuk. Üniversitede Bertold Brecht tiyatrosu oynuyorduk. Mahalle aralarında tiyatro yapıyorduk. Zamanımın çoğunu şimdi içinde bulunduğumuz bu eski kütüphanenin bodrumunda geçirdim. Akreplerin arasında atılmış, unutulmuş Memet Fuat dergileri okurduk. Başımıza 12 Eylül darbesi indiğinde biz, dışarıda olan insanlar, bunu geçici sandık. Düşünemediğimiz, konuşamadığımız şeyleri hadi şimdi tartışalım, dedik. Metis Yayınevini bu dönemde kurduk.

Bu ülkede dil hep sorun oldu. Biz de sokak dili konuşan bir kuşaktan geliyoruz. Birinci sorun dilimiz jargonlaşmış, zayıflamıştı. Düşünce ilerlemez oluyor ister istemez. İkinci engel ise dublaj Türkçesiydi. Sonra kitapların suç aleti gösterilmesi. Saldırıyla karşılanması. İroni bile yapılamaz oldu, edebiyat daralmaya başladı. Yayınların yüzde ellisi çeviriydi ve biz dile çeviri yanlışlarını tartışırdık. Dil meselesi yüzünden çeviri atölyesi kurduk. Çeviri tartışmaları başlattık. Yurdanur Salman, Suat Karaltay vardı. Ben makine mühendisliğinde okuyordum. Aramızda hiyerarşi yoktu. Gelin şu işi beraberce öğrenelim, dedik. Toplanıp tartışıp karar veriyorduk. Gençlerin heyecanı, diğerlerinin tecrübesi vardı. Disiplinlerarası bir çalışmaydı. Burada çevirinin kararlar, seçimler, tercihler, ihanetler ile yapıldığını öğrendik. Çeviri süreçlerini gösteren işler yaptık. Kişisel tercihler neyi belirledi? İki kişi aynı çeviriyi yaptık.  Farkına baktık. Karşılaştırmalı çeviri yaptık. Geri çeviri yaptık. Ne gitti ne kaldı? Orijinal metinden ne kadar uzaklaştı. Bunlara baktık hep. Duayenlerle söyleşi yaptık. Gönüllü işiydi. Dönemin en iyi aydınları, kültür insanları bize katıldılar. Jale Parla, Tomris Uyar cömertçe işlerini bize verdiler. Beş yıl boyunca ne gazetede ne medyada hiç tanıtımımız çıkmadı. Yersiz ve gereksizdik. 1982-1992 yılları arası yorucu bir süreçti. Daha sonra akademiden beslenemez olduk. Dolaplar dolusu yazı alıyorduk. Meselesi olan yazılar değildi bunlar. Öğrenemez hale geldik. Buraya kadarmış, dedik. Yirmi birinci sayıda kendi kendimizi eleştirdik ve çekildik. Dergiciliğe bir daha dönmedik.

Meltem Ahiskaya (Boğaziçi Üniversitesi, Sosyoloji Bölümü ‘80 mezunu):

Defter dergisi yayın kurulundaydım. Yedi sekiz kişiden oluşan bir yayın kurulumuz vardı. Sunuş yazımız bile yoktu. Daha sonraları gündelik hayatın zorlaması ile bir sunuş yazımız oluşmaya başladı. Arka arkaya yazılar koyardık. 1987-2002 yılları arasında, dar bir yayın kuruluna rağmen sekiz yüz kişinin işine yer vermişiz. Türk edebiyatında ciddi bir birikim.

İlk önce Akıntıya Karşı sonra Defter dergisini çıkarmaya başladık. Nasıl bir dönemdi? Akıntıya Karşı sadece iki sayı çıktı. Oluşturulması, dağıtılması çok zordu. 1985’de ilk sayı, 1986’da ikinci sayı. Son derece zahmetli bir işti. Tipo baskı vardı ve yanlışların düzeltilmesi günler alıyordu. O yıllarda dergi basmak yasaktı. Derginin çeşitli tanıtım cümleleri vardı. ‘Akıntıya Karşı, sınırları tanımak ama kabul etmemektir,’ bunlardan biriydi.

1980 sonrası büyük şok yaşadık. Korku, endişe hali, kitaplar, dergiler yakılmış. Ben kitaplarımı toprağa gömmüştüm. Açık kıyım vardı. İdeoloji kökleşmemiş. Alacakaranlık hali. Sol dili kullanarak çıkarırdık dergiyi.

Şenlikli muhalefet neydi? Defter dergisi yazıyı birebir gerçekliğe dönüştürdü. Bir gerçeklik ortaya çıktı. Söyleşiler önemliydi. Jest vardı. Öznel değildi. Geçmişle gelecek arasında bağ kurmayı amaçlıyordu. Yazılar tamamlanmaya başladığında heyecan yitti.

Roland Barthes  ‘Yazı kendini umut olarak sunar. Yazı hep eksiltir. Ben başlamadım, başlanmış bir şeyi bitirmeye çalışıyorum,’ der. Yorumlanmış olanı tekrar yorumlamak, tarihin içine katılmaktır yazı.

Piyasanın her şeyi yutması, şiddetin kanıksanması, yazı ve özgürlükle ilgili tehlikeler bunlar. Ürkekleşme. Yaratıklaşmış bir dil.

Murat Gülsoy (Boğaziçi Üniversitesi Elektrik-Elektronik Mühendisliği 89'mezunu):

Bizim hikâyemiz darmadağınık. Darbe bitmiş, bambaşka bir dünya var artık. 1984-1989 arası üniversite ortamında özgürlük vardı. Evet, vaha gibi. BÜ, 70li yıllarda Robert Kolej’den epeyce başka yerlere evrilmiş olmasına rağmen nefes almamızı sağlıyordu bize. Büyük şirketlerde kariyer yapmak isteyen bir gençlik, Amerikalılaşmış, tatsız, sevimsiz halleri, birbirinden not gizlemeler. Üniversite çok kabuk değiştirdi. Tek ayağım üniversitede, tek ayağım dışarıdaydı. Hayalet Gemi de, bir parçası dışarıda olan bir grup arkadaş tarafından çıkarılıyordu. Entelektüel hayata tutunmaya çalışıyorduk. Kopan şeye bağlanmaya çalışıyorduk. Herkes bir hesaplaşma içindeydi. Hayatımın bir kısmı okul dışında bir kısmı ise okul içindeydi. Kolektif ruh durumu bizde de vardı. Büyük bir misyon, vizyon kuramadık dergiye. Pratik düşünüyorduk. Ne kadar kurşun atsak kardı bizim için.

İlk amacımız, yazdıklarımızı birbirimize okutmaktı. Teknolojideki gelişmeler, masaüstü yayıncılık işimizi kolaylaştırdı. Macler neredeyse yayın işini kendi yapar hale geldi. Edebiyatla ilgili insanlar bir arada durabilmek için dergi çıkarırlar, bu her zaman böyledir.  Dergimiz hızla kendi okurunu buldu. Türkiye’de birçok yere ulaştı. Kolektif bir çalışmaydı. Üç kuralımız vardı. Bir, başından sonuna kadar on yıl boyunca bu kolektifliği sürdürecek eş güdümlü bir çalışmaydı yaptığımız. İki, kapalı bir çevre olmamalıydık. Üç, birçok yazının ilk acemi adımları burada atıldı. Çok hoş şeylerdi. Her şeyi ince hesaplarla yapmıyorduk. Bir taraftan yayıncılık öğreniyorduk. Sonra reklam almaya başladık. Dergiyi, fanzinin biraz ilerisine oturtmaya çalıştık.

Bizden önce yapılmış dergileri görmek çok önemli. ‘Vay be, demek böyle şeyler yapılabiliyor,’demek çok katkı sağlıyor insana. Hayalet Gemi bize öğretici bir ortam oluşturdu. Açık Radyoyu da anmak gerek. Orada da çeşitli programlar yaparak varlığımızı sürdürdük. On yıl hiç de kısa bir süre değil. Derginin utangaç bir dili vardı. Siyah beyaz baskı, gotik resimler, karanlıkta ıslık çalan çocuklar gibiydi bizim dergimiz.

Nazlı Ökten: Show TV haberlerde satanist ilan edilmemizle başladı her şey.
Korkuyoruz ama militan değiliz. Dergi öncesi okuma grupları, tiyatro grupları kurmaya çalışıyoruz. Cezmi Ersözler dinliyoruz. Bir mağdur durumu vardı. Herkes söylenmeyeni biliyordu. Siyasi olana tavır vardı. Bir saklama ve saklanma hali. Kendi köşemizde bir şey büyütmek istiyorduk biz de. Yenilginin izleri, saklanma olarak çıktı bizde. Saklandığınız yerde tohum yetiştirmeye çalışıyor ve koruyorsunuz onu.

Bizim için Akıntıya Karşı ve Defter dergileri çok önemliydi. Biz deli değiliz. Bizim gibi başkaları da var, dedik.

Hayalet Gemi siyah beyaz baskı olduğu, gotik resimleri olduğu için Akmar pasajında satılan diğer dergilerle birlikte toplatıldı. Reha Muhtar haberlerde söyledi bunu. Ben salonun masasında ders çalışıyordum, duydum. Eş dost, bu gece evde kalmayın, dedi. O zamanlar korkudan kitapları katlayarak okurduk otobüslerde. Patlamalar vardı. Faili meçhuller vardı.

Biz yola çıkarken Hayalet Gemi, Leman ile Defter arasında bir şey olsun istedik. Şenlikli muhalefet olsun. Alternatif bir yer arıyorduk. Kahkaha olsun, gündelik olanla ilişkisi olsun. Ben kısa çeviriler yapmaya çalışıyordum. Hiç bilmediğimiz yerlerden mektuplar, telefonlar alıyorduk. Derginin adresi evimizdi.

Yazı kurulunun büyük bölümü Boğaziçindendi. Karmakarışık yazılar, tartışmalar vardı. Üniversitede o dönemde çim saha yoktu daha, ortada toz toprak içinde bir futbol sahası vardı. Biz bütün gürültünün içinde sesimizi çıkarmaya uğraşıyorduk. Nefes aldığımız ortamdı burası. İçinde düşünce, özgürlük, şiir, gotik, içten içe olup bitenlere muhalefet, sorusu olan bir dergi istiyorduk.

Hayalet Gemiyi muhalif bir dergi olarak tanımlayamam ama sessizlik bile bir direniştir. Hüzünden neşeye doğru giderken tek tür bir siyasi hareketlilikten bahsedemiyoruz. Muhalefet, esnek birleşme ve ayrılma noktalarını getiriyor.

Bülent Somay (Boğaziçi Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı, ’78 mezunu):

1790 yılında İngiltere’de iki önemli yazar Radcliff ve Louis, Gotik edebiyatını tartışıyor. İngilizcede üç kelime var, horror, fear ve terror. Türkçe’de çevirinin zorluğu şuradan anlaşılıyor, bizde bu kelimelere karşılık sadece iki kelime var, korku ve dehşet. Yazarlardan biri diyor ki, ben insanları korkuturum ama kitabın sonunda tüm korku öğelerini mantıklı bir sonuca bağlarım. Diğeri ise diyor ki, her şeyi oturup evcil hale getirmek hiç iyi bir şey değil. Korkuyu bile. Bu tartışma çok önemli olmayabilir, ama işin devamı var. Fransa devriminin terör aşaması. Kanallar dökülen kandan kırmızı akıyor. Kafalar yerlerde misket gibi yuvarlanıyor. Ve bir yazar diyor ki, sizin ‘terror’ dediğiniz bizim gündelik hayatımız. 1980’lerde ise bizim gündelik hayatımız terördü. Çeviri böyle zor bir şey işte.

Ben şanslıydım. Benim adımı verebilecek insanlar yurt dışına kaçmıştı. 1980 sonrası biz de iki yıl süreyle yurt dışına kaçtık. Peşimizde olmadıklarını anlayınca geri döndük. Filistin askısı, sigara söndürme, şiddet, işkenceler. 12 Eylül bize günümüzü gösterdi. ‘Yakaladığımız zaman canınıza okuruz.’ Gerçek edebiyat anlamsız geldi.

Terör edebiyatı başka şey söyler bana. 70’lerde keşfettim. Ütopya ve bilimkurgu üzerine mastır yaptım. Akademide aşağılık görüldüm. Zor bela Jale Parla’yı ikna ettim. Tezimi yazdım. Yenilerde tekrardan yayınladım. Fena da değil.

Üniversitenin müzik, tiyatro faaliyetlerine katıldım. Bilimkurgu, fantezi hobimdi, ancak mastır yaparken ciddiye aldım. İnsanların, başka dünyalar da olabilir hissine ihtiyaçları var. Hepimiz için geçerli bu esasında. Akıl dışı olanın dehşeti bizi dondurmaz, aksine düşünmeye sevk eder.

Bir yazar ‘devrimi alamazsınız, yapamazsınız ancak devrim olabilirsiniz’ demişti. Ben de yapmaktan vazgeçtim. Devrim kelimesini kullanmak bile ayıptı zaten. Benim en sevdiğim yanım inatçı olmam. Ütopyaya, bilimkurguya bakmak devrimci kalmanın ön şartıydı benim için.

Defter hüzünlü, ölçülü mırıldanan bir dergiydi.  Benim ise mırıldanmaya halim yoktu. Aradan çekildim. Defterin yolunu dışarıdan izlerken müthiş kıskandım. Hasetle izledim onları. Bensiz neler yapıyorlar bunlar, diye. Ben kendimi o güzel işin dışına atmıştım. Kıskançlıktan çatlamamayı başardım. Zaman zaman editörlük yaptım. 1990- 19997, yedi yıl her günümü Metis’te geçirdim. Bu arada Defter de kucağıma düştü. Fantezi ve bilimkurgu hakkında yazdığım en iyi şeyleri Defterde yazdım.

1980 darbesi bize şunu kabul ettirdi. Hepiniz yanlışsınız arkadaşlar. Bu duyguyu yaşamak çok zor. Yalnızsın arkadaş. İşkence odasında, her yerde. Yalnız başına hiçbir şey yapılmıyor. No man is an island. Biz seksenlerde ada olduğumuza çok inandık. Dehşet vericiydi. Pil bitmişti artık. İnsanlardan yazı istemek yorucuydu. Mecburen yazmayanlar yazı yazmasın zaten.

Ortaçağda keşişler vardı, kendilerini kırbaçlayan. Biz bunu yaptık. Miladı doldu artık. Yapmasak iyi olur. Bir genç arkadaşımın benimle aynı sayıda bir yazısı vardı. Otuz yaşlarında, Özal gençliğinde yaşamış bir arkadaştı. Maksat üzüm yemek değil, bağcıyı dövmek değil, bağcıdan dayak yemek, sizin kuşağın amacı demişti. Çok güzel bir tespit bu. Bizim kuşak arasında hapse girmemek çok feci bir şeydi. İşkence hikâyelerini ikiye üçe katlamak çok yaygındı. Çektiğimiz acılardan başka hediye edecek bir şeyimiz yoktu.

İnternet yüzünden edebiyat dergileri ölüyor mu artık? Yani dergiler var da, içerikleri pek etkileyici değil.

Murat Gülsoy: Artık internet hızlı ve doğrudan yol sunuyor insanlara. Bloglarda kişisel tarihinizi tutmuş oluyorsunuz. Diğerlerinin yerini aldığını sanmıyorum. Birçok dergi var şimdi de. Kiminden haberimiz bile yok. Eskiden de böyleydi bu. Evet, çekim merkezi olacak dergiler yok piyasada. O konuda haklısınız. Bize özgü bir şey mi bu, evrensel mi yoksa? Tartışılır. Yazdığım yazılar, paylaştığım videolar, ben fiziksel arşivden vazgeçtim, hepsini elektronik ortamda tutuyorum artık. Hayalet Gemi’nin tüm sayılarını internete koyduk. Bence internet yazı ortamını canlı tutacak. Herkes kendi blogunu açacak,  bize verimli bir gelecek vaat ediyor internet. Şimdi zor olan, düşünmeyi üretmek. Her şeyde olduğu gibi, iyi ve kötü yönlerini beraberinde getirecek.

Semih Sökmen: Burada konuştuğumuz dergilerden ikisinin mutfağını çok iyi biliyorum. Elimizde bir ürün var. Yerli yersiz çabalamalar, yoğun bir çalışma, kaygılar. Dergi bir grup insanı bir arada tutuyor. Bu insanların birbirlerinin hayatında önemli bir yeri var. Kaybedilemeyecek bir birliktelik. Dergi, yazmaktan ibaret değil. Beraberlik hangi nedenlerle, hangi anlarda inşa edildi? Bu günden sonra bu nasıl yapılacak?

Boğaziçi Üniversitesi 150. yıl kutlamaları bu panelle sonlanmadı. Orhan Pamuk, Umberto Eco, Azize Tan, Fırat Yücel, Yamaç Okur, Perihan Mağden, Aslı Erdoğan'dan başka Halide Edip Adıvar, Halikarnas Balıkçısı ve Tomris Uyar gibi şu an hayatta olmayan Boğaziçili yazarların eserleri de bu toplantılarda değerlendirildi. 

Füsun Çetinel