Cumartesi Söyleşileri
Nalan Barbarosoğlu, bu cumartesi de, 2008 yılında Sait Faik Hikaye Armağanı’nı, 2011 yılında Haldun Taner Öykü Ödülü’nü kazanan, öykü ve roman yazarı, Behçet Çelik ile bir söyleşi gerçekleştirdi.Hem öykü hem roman yazdığın için, öykü yazmakla roman yazmak arasındaki fark nedir sence?
En önemli fark sanırım romanın çok daha uzun sürede yazılması. O uzun zaman içerisinde o kurguyu sürekli kafada tutmak, ister istemez romanın dünyasını gündelik hayatın bir parçası gibi yaşamayı gerektiriyor. Öykü sonuçta birkaç günde yazılıyor sonra düzeltiliyor ama o kadar uzun bir süre bir kurgunun içerisinde sürekli o metine yoğunlaşmış olmuyorsun. Halbuki roman yazarken gün içerisinde de aklına geliyor, bazen günlük hayat içerisindeki kimi detayları acaba romana bir şekilde katar mıyım diye düşünüyorum. Yazı disiplini açısından da çok büyük bir fark var. Öykü yazarken daha yoğun bir anlatım gerekiyor. Romanda, benim yazma tarzımda, ise çok daha rahat bir şekilde uzun uzun yazıp daha sonraki aşamalarda kısaltmak, kurguda dönüp dönüp geriye bakmak gerekiyor bu da bir çalışma farkı getiriyor.
Ama ben öykülerin için de böyle yaptığını, onları yazıp yazıp bozduğunu biliyorum.
Mutlaka öyle oluyor ama sonuçta öyküde diyelim ki üç dört aylık ya da bir yıllık geçmişini kurmadan kahramanlar oluyor daha ana dönük olduğu için daha boşlukları olan bir metin oluyor. Halbuki romanda, yazdıkça daha ete kemiğe bürünen bir karakter ortaya çıkıyor. Onun alışkanlıklarını daha net görüp ondan sonraki hareketlerde karakteri bu geçmiş belirliyor. Ben roman yazarken baştan sona bütün kurguyu kafamda oluşturmuyorum. Çok temel bir iskelet oluyor ama bir yerden sonra benim tahmin ettiğimden başka bir yere gidiyor roman.
Peki, öykü okuruyla roman okuru arasında bir fark var mı sence?
Zaten Türkiye’de çok sınırlı bir okur var. Bu sınırlı okur iyi bir öyküyü severek okuduğu gibi iyi bir romanı da severek okuyor. Romanın yayın dünyasında güçlü bir hegemonyası var. Bu zaman zaman öykü severlerde bir sıkıntı, bir uzaklaşma yaratıyor. Hatta geçmişte öykü yazıp daha sonra roman yazan benim gibi yazarlara işin kolayına kaçtı deniyor. Öyküden zevk almak için, edebiyat görgüsü bilgisi biraz daha yüksek olmalı gibi geliyor bana. Roman okurlarının öyküye duydukları tepkiye tanık olduğumda hep bunu fark ettim. Niye burada bitti, niye daha uzun değil gibi… Öykü okuru zaten çok daha sınırlı bir kesim, öykü disiplinini benimsemişse, tür olarak öyküye daha yakın hissediyorsa kendini, onlara da roman uzatılmış geliyor.
Belki öykü okuru, roman okuruna göre daha çok boşlukları doldurabiliyor?
Öykü daha katılımcı bir türdür. Öykü okuru daha etkileşimli bir edebiyat ilişkisi içerisindedir. Her roman ve her öykü için bu geçerli değildir tabii. Bir parça daha uzaktan ve genel baktığımızda, öykü biraz daha okurun katkısını istiyor romana göre. Başta dediğim gibi, edebiyata biraz daha yakınlık duyanlar öyküden haz duyuyor.
Biraz kendi okuma yolculuğundan söz eder misin bize?
2012’de yayınlanan Yazarlar Okurlar ve Okuma Notları adlı kitabına uzanan okuma serüveninden?
Kitap okumayı hep sevdim. Ortaokul yıllarımda birkaç yazar çok etkiledi beni. Durup dururken kendi kendime öykü denemeleri yapmaya başlamıştım. Bunların başında Orhan Kemal, William Saroyan, Oktay Akbal, Sait Faik gelir. Bunları okudukça bir şekilde yazma isteği duydum. O yaşlarda olduğu gibi polisiye roman da, Tommiks Teksas da okudum. Şansıma kitap okunan bir evde büyüdüm. Babam gençliğinde abone olduğu belli başlı dergileri atmamış, ciltletmişti. Sıkıcı yaz günlerinde, eski yılların Varlık dergilerini karıştırma imkânım vardı. Daha disiplinli bir okuma üniversite yıllarımda başladı. Asıl, 1991 senesinde bir edebiyat dergisi çıkartmaya karar verdiğimizde beş kişiydik. En gençleri bendim, diğerleri benden on, on beş yaş büyük, daha önceki kuşaklardan edebiyatçılardı. Dergide dosya yaparken oradaki arkadaşlarım Memduh Şevket’i okumalısın gibi önerilerde bulunurlardı. Bir yazı yazmak amacıyla okumaya başlamam o edebiyat dergisinin mutfağında gerçekleşti.
İlk öykü kitabın İki Deli Derviş 1992’de yirmi dört yaşındayken yayınlandı. O kitaptaki öyküler nasıl birikti?
Orta sondayken Adana’da Son Yaprak diye iki yapraklık bir edebiyat gazetesi çıktığını gördüm. Elimde öykümsü bir şey vardı, onu yolladım dergiye. Derginin ikinci sayısı aylar sonra çıktığında içinde küçücük bir not vardı. Bize Gelenler diye bir köşede adım yazıyor ve öykünüzü aldık, öykünüz ya da eleştirisi gelecek sayıda yayınlanabilir, diyordu. Ben üçüncü sayıyı büyük bir hasretle bekliyorum, fakat üçüncü sayı çıkmadı. Erken de olsa, edebiyat dünyası ve dergicilik hakkında bir bilgi edinmiş oldum. Varlık dergisine babam aboneydi. Bu dergide, Her Sayı Bir Öykücü diye bir köşe olduğunu fark ettim. Oraya bir öykü gönderdiğimde lise sondaydım. Zarf geldi, üzerinde Varlık Dergisi yazıyor. Çok heyecanlandım. Cengiz Gündoğdu üç dört satırlık bir mektup yazmış. Tek öykü değerlendiremiyoruz, en az beş öykü olmalı ki bir değerlendirme yapalım, diyordu. Benim de elimde gönderecek ancak dört öykü var. Hemen beşinci öyküyü yazdım, gönderdim. Liseyi bitirdiğim yaz daha uzun bir mektup aldım Cengiz Beyden. Kimi hatalardan söz ediyor, kimi tavsiyelerde bulunuyordu. Belki bu öykülerinden birisini yayınlayabiliriz diye bitiriyordu mektubunu. Yazmak öğrenilebilir mi? Konusunu bilen birisinin gösterdiği küçük noktalar çok önemli. Edebi bir metin anlatmaz gösterir gibi bir cümle vardı o mektupta da. Bilmediğim bir şeyi o sayede öğrenmiştim. Bir de 1985 Unesco Dünya Gençlik yılı olduğu için, Milliyet Sanat Dergisi gençlere sayfasını açmıştı. Oraya gönderdiğim bir deneme yayınlandı. Sonra, Adana’da yerel bir gazetede bana şimdi ukalaca gelen bir yazım çıkmıştı.
Daha sonra ise üniversite başladı. Hukuk Fakültesi. O yıl dersler pazartesi günü başlamışsa, ben hemen Salı günü Cağaloğlu yokuşunda Varlık Dergisinin kapısını çaldım. Beni hatırladı Cengiz Bey. Çok sık olmasa da oraya gelir gider oldum. Sonradan yazdığım o beşinci öykü, 87’nin mart ayında yayınlandı. On sekiz yaşındayım, bu büyük bir motivasyon oldu bende. Bundan sonra da yılda bir kere orada öyküm çıktı. İşte bu öyküler zamanla birikti, bir dosya haline geldi. 89’da Akademi yayınevinin öykü yarışmasına başvurdum, orada mansiyon ödülü aldı.
Yayın dünyası yeni isimlere çok daha kapalıydı ve Biz Yazılı günler dergisini çıkarıyorduk. Yayınevi kuralım ve kendi kitaplarımızı basalım dedik. İki Deli Derviş bu şekilde çıktı, parasını kendimiz verdik, matbaaya gittik. Dağıtımı doğru dürüst olmadı. Ama elimin altında kitabım olmuş oldu. İkinci kitap da aynı şekilde basıldı. Dergiyi kapattığımızda son bir atak yapalım tekrar kitap basalım dedik. O kitaplardan birisi benim Yaz Yalnızlığı idi. Daha sonra Can yayınlarından kitaplarım çıkmaya başladığında o iki kitabı tek kitap haline getirdim.
Kitapların hakkında neler deniyordu ve bu sende nasıl bir his uyandırıyordu?
Yaz Yalnızlığı ile ilgili Hürriyet Yaşar kısa bir yazı yazmıştı. Belli bir eleştirelliği olan, kitabı tanıtan bir şeydi. Daha çok çevremden tepkiler alıyordum. Çok değer verdiğim biri, daha yolun başındasın bu öykülerin çok iyi olduğunu düşünme, gibi bir şeyler söyledi. Bozulmadım diyemem, ama okumuş olması bile benim için önemliydi. O dönemde dergilerde çok yazdım. Kıyı, Karşı Edebiyat, Yazıt, Varlık, Kavram, bunlar hatırladıklarım. Kitaplar üzerine denemeler de yazıyordum. İki Deli Derviş’i biraz erken kitap haline getirdiğimi düşünürüm, o yüzden de ikinci baskısını bir hayli geç yaptım. Ama kitap yazarın yazıyla ilişkisini sıcak tutan bir şey. Birisine, benim kitabım var deyip verdiğinizde o ayrı bir iletişim kanalı açıyor. Okuyup geri dönüyor, onun üzerine konuşuyorsunuz.
93’ten , Yazılı Günler dergisini kapattıktan sonra, uzunca bir süre yazmadım. İş hayatına başlamam başka bir hayat ritmi, başka kaygılar, iki kitap sonrası bir tepki olmamasının kırgınlığı da belki. Ama yazmamakla beraber çok okuduğum bir dönemdi bu. Bir gün Virgül Dergisini fark ettim. Dergiyi elime aldığımda, keşke bir gün ben de burada yazsam dedim. O sıralar İngilizcemi geliştirmek için çeviri yapıyordum. Bir çevirimi onlara ulaştırdım. Başka bir şey yapıyor musun, dediler. Arada yazı da yazarım, dedim. Yazılarım yayınlandı. Virgülle ilişkim yoğunlaştıkça öykü yazmakla olan ilişkim daha sıcaklaştı. Virgülle yolum kesişmesiydi belki iki kitap çıkarıp bu işleri bırakmış olabilirdim.
Herkes Kadar, benim seni tanıdığım kitabın.
Çok etkilenmiştim ondan. Ve o yıllarda senin dergilerde de adını görmeye başlamıştım. 2000den 21010a kadar olan yıllarda edebiyatta neler oluyordu? Genel bir çerçeve çizmen mümkün mü?
90 sonrası öykü dergileri yayınlanmaya başladı, öykü görünürlük kazandı. Büyük yayınevleri öykü kitapları yayınlamaya daha çok yer verdiler. O birikim 2000 kuşağı öykücülüğünün daha görünür olmasını, daha nitelikli işler yapmasını sağladı. Öykü üzerine düşünülmesini sağladı. Yayınevleri yayınlayacak öyküler arıyorlardı, eski yazarların yeni baskıları, unutulmuş yazarlar yeniden yayınlandı. Edebiyat dünyasında bir genişleme oldu. 2001 ve ardından gelen 2008 kriziyle yayınevleri daralma mecburiyetine girdiler. Ama öykü dergileri, sadece öykü yayınlayan yayınevleri ve birkaç öykücünün kendi yayınevlerini kurmaları ile bir çeşitlilik ortaya çıktı. Öykülerde de çeşitlilik vardı. Sadece dilin öne çıktığı öyküler, minimalist öyküler, üst kurmaca gibi türler çoğaldı.
Edebiyat hayat ilişkisini nasıl değerlendiriyorsun?
Edebiyat, edebiyatçı bir hayatın içerisinde ve ister istemez o hayatın kimi noktaları o eserlere girecektir. Edebiyatçıların dünya görüşü öyle ya da böyle yazdığı metne sinecektir. Edebiyat hayat ilişkisini katı şekilde ayırmak edebiyatı biraz hayatın dışında tutmak olacaktır. Hâlbuki edebiyat, hayatın içerisinde olan bir şeydir. Ben bazı sıkıntılarım olduğu için bir şeyler yazıyorum. Sen kimi dertlerin olduğu için yazıyorsun. Bu dertler, edebi dertler daha çok ama dünyayla ilgili, yaşadığımız toplumla ilgili dertler. Dolayısıyla da böyle bir dertle kalemi eline alan birisinin, hayatı didiklemeden, onu sorgulamadan bir şey yazması bana çok mümkün gelmiyor.
Behçet Çelik’in roman ve öyküleri dışında Ateşe Atılmış Bir Çiçek adlı bir kitabı da var. Yazarlar, Kitaplar, Okuma Notları. Burada okuma serüvenini ve getirdiği yorumları görüyoruz. Yirmi beş yıllık bir birikimin sonucu bu değerli kitap. Edebiyatımızın başucu yazarlarıyla ilgili ciddi yazılar var. Sait Faik’le ilgili bölüm özellikle ilgimi çekti benim.
Söyleşinin devamında, kuşaklar başlığı altında edebiyatın 50 kuşağı, Onat Kutlar, Sevim Burak, Bilge Karasu gibi edebiyatın yalnız adaları, bireyin öne çıkışı, dil biçimleri, Türkçe edebiyatta edebi gelenekler, daha önce okuduğumuz edebiyattan nasıl etkilendiğimiz, bugünün genç öykücüleri ve diğer ilginç konular üzerine konuşuldu, dinleyicilerin soruları cevaplandırıldı. Bu cumartesi söyleşileri hayatımın bir vazgeçilmezi oldu sevgili Nalan Barbarosoğlu sayesinde. Her biri kıymetli bir seminer niteliğinde… Sizleri de bekleriz.
Söyleşinin tümünü buradan dinleyebilirsiniz.
http://yazievi.yesimcimcoz.com/
Füsun Çetinel