Don Quijote’nin Üçüncü Cildi
Yeşim Cimcoz Yazı Evi eğitmenlerinden sevgili Nalan Barbarosoğlu, Ferhat Uludere ile son kitabı Don Quijote’nin Üçüncü Cildi üzerine bir söyleşi gerçekleştirdi. Bazı bölümlerini sizlerle paylaşıyorum.N.B: Ferhat, martta yayınlanan son romanın üzerine konuşmaya başlamadan önce biraz daha geriye gidip senin edebiyat yolculuğuna bakalım. O günlerde yazmak senin için ne ifade ediyordu?
Çocukken Maradona olmayı istiyordum, biraz daha büyüdüğümde ‘rock star ‘ olmak istedim. Bir dönem şarkı sözü yazma maceram oldu. İnanılmaz kötü bir bateristtim. Ritim atamıyordum. O maceradan çabuk sıyrıldım. Biz de rock fanzinleri yayınlamaya başladık. İnsanlardan iyi geri dönüşler alıyorduk. Rock Reaction adını verdiğimiz fanzini, Lüleburgaz’dan getirip İstanbul’da dağıtıyorduk. Okunması için yazdığım bir şeyin macerasıydı bu.
Daha önceleri, ilkokulda kompozisyon yazarken bile kurgular yapmaya başlamıştım. Teyzemin kızıyla birlikte oturup yazdığım bir öykü vardı, Kaybolan Yüzük. Şimdi arasam bulamam. Sonra korku edebiyatı üzerine çok şeyler okuyordum.
Üniversiteyi bir süre Aydın’da okudum sonra yarım bırakıp İstanbul’a Müjdat Gezen Sanat Merkezine geldim. Yaratıcı yazarlık okudum burada. Böyle gelişti yazarlık maceram. Bir şey olsaydım belki de yazar olmayacaktım.
2002 yılında, yirmi beş yaşımdayken ilk öykü kitabım Sayıklamalar çıktı. Kitaba bakınca çok erken diyorum şimdi. Öykü yazarken sürekli bir yazma macerasındasınızdır. Bir sonraki öykü, bir evvelkinin üzerine çıkmak durumunda hep. Durum böyle olunca ilk öyküler o kadar başarılı olamıyor. Kitap için bir seçki yapmak durumunda kalmıştım. Konservatuar döneminde yazdığım öyküler de bu seçkinin içine girdi.
Bir Trakya kasabasında büyüdüm ben. Sonra okumaya bir Ege ili olan Aydın’a gittim. Gittiğim yer bir ildi ama kasabadan daha çok sıkışmıştı. Ben de sıkışıp kaldım burada. Apar topar İstanbul’a dönmek istedim.
Yol gösterecek hiç kimse yoktu ilk kitabım çıkarken. Sayıklamalar kitabı, bir nevi iç dökmelerim oldu. Kasabadan İstanbul’un karmaşasına gelmiş birinin travmaları. Hepsi bu kitaba girdi. Bir kitabım olsun istiyordum ama kendime de güvenemiyordum. Yirmilerinde yazdığın bir kitabı otuz yaşına geldiğinde pek görmek istemeyebilirsin.
N.B: Ama ilk kitap senin edebiyat yolculuğunu görebilmek açısından çok önemli okur için.
İlk kitapta bir sürü aksilikler yaşandı. Sevin Okyay bir önsöz yazmıştı, o yayınlanmadı mesela. Bir sürü hata vardı kitabın içinde. Buna rağmen nasıl olduysa, Enver Aysever bile programına çağırmıştı beni, kitabımın kapağının renkli çıktısı ile ekrana çıktım. Başka konuk bulamamıştı herhalde. Kitabımı basılı haliyle ilk defa kitap fuarında karşılaştım. Çok heyecanlandım. Kitabı imzalayıp Sunay Akın’a götürmüştüm, yazar ilk kitabındaki kadar heyecanlanamaz hiçbir zaman, demişti bana.
Üç yıl sonra ikinci kitap çıktı, İslenmiş Aşka Mektuplar. Bu arada kitaplarınıza sakın zor isimler koymayın. Sözleşmede bile İşlenmiş Aşka Mektuplar yazıyor.
N.B: Bu iki kitap arasında nasıl bir fark var sence?
Sayıklamalar kitabında acemilik olmasına rağmen samimiyet var. İslenmiş aşka Mektuplar farklı, diğer kitaba güvenilip yazılmış. Duygu yoğun, ayakları yere basan bir kitap. Birinci kitaptan sonra daha profesyonel ve daha yazmak üzerine çalışıyorsun. Özgüven ikinci kitaba çok yansımış.
N.B: Dokuz yıldır öykü yazmıyorsun veya yazsan da yayınlamıyorsun. Öykü anlayışında bir değişiklik oldu mu?
Latin Amerika edebiyatı yazarları en sevdiğim ekipti hala da öyle. Cortazar, Fuentes, Borges. O sıralar Ayrıntı yayınlarını takip ediyordum. Seksenlerin ikinci yarısında kurulmuştu. Tercümelerle dışarı dünyaya açıldık. Türkçe edebiyat biraz geride kaldı bunun için. Bizim istediğimiz hikâye bize tokat atsın, çarpıcı olsun. O zamanlarda derdimiz dil değildi. Şimdi ise Türk edebiyatı daha iyi tanınıyor diyebilirim.
Ben hiçbir zaman anın öykücüsü olamadım. Bunu hala üstümden atabilmiş değilim.
N.B: Türk edebiyatıyla tanıştığın zaman sana kimler yakın geldi? Kimleri okudun?
Hasan Ali Toptaş, mesela Gölgesizler. Sonra Yaşar Kemal’in dilini çok severim. Elli sayfa karıncanın ilerlemesini, yaprağın yere düşmesini anlatır. Ancak dille haşır neşir olduğunda kavrıyorsun bunların kıymetini. Bizim kuşağın yazdığı çoğu roman çeviri romanından farksızdır.
Şimdiki derdim roman için olayı bulmak değil de, dili nasıl olmalı. Kendi yazılarıma yabancılaşabiliyorum, bağlanmıyorum artık. Gazetecilikte öyle yazarlar var ki bir cümlelerinden bile var geçemiyorlar.
Üç romanıma da roman olsun diye başlamadım. Kendi evriminde ilerledi hepsi de. Trakya’ya has bir sarhoşlukla eğlenceli şeyler yaşıyorsunuz. Bu hikâyeleri okulda hep anlatırdım. Bir arkadaşım, sen bunları niye yazmıyorsun, dedi. 1001 Fıçı Bira babamın meyhanesi aslında. Öyküleri tek bir çatı altında toplayayım diye bu ismi seçtim.
N.B: Cemil Kavukçu okumuş muydun?
Evet, okuyordum da dışarıdaki yazarlardan etkileniyordum. Sevin Okyay ile karşılıklı dairelerde çalışıyorduk. Bir gün onun bilgisayarından mail attım, dosyayı silmeyi unutmuşum. Bu ne diye bakmış. Dosyanın ilk bölümünü okumuş, çok beğenmiş. İkinci bölümünü de yazdım, roman oldu.
N.B: 2011 yılının sonlarında Sonbaharda Sarhoş Bir Kasaba yayınlandı. Sence bu bir hesaplaşma, ödeşme romanı mı?
Bu romanı, 1001 Fıçı Bira’dan hemen sonra yazmaya başlamıştım. Aldı başını gitti. Kendi kendine şekillendi. Bu sefer bir sahil kasabası olacaktı. Denizin etkisi olacaktı. Korku hikâyeleri olacaktı. Bana Trakyalılar Ferhat diyemezlerdi de Feryat derlerdi. Onun için karakterimin adı Feryat. Kasabalılıkla bir hesaplaşma var tabii. Bütün kitaplarım bir hesaplaşma.
N.B: Dilin romanlarında değişti mi?
1001 Fıçı Bira bir kasaba romanı. Düz bir anlatı. Birinci anlatıcı. Onun üzerinden uzun tasvirlere girilemezdi. İnandırıcı olmazdı bu. Sonbaharda Sarhoş Bir Kasaba’yı yazarken dili üzerinde çok çalıştım. Oturup iki sayfa yazıyor, üç gün ellemiyor, sonra tekrar başına geçiyordum. Dili zenginleştirmeye uygundu hikâye. Böyle devam ettim yazmaya. Yedi sekiz kere düzelttim. Hala da hatalar var. Yayınlamakta biraz acele etmişim.
N.B: Aynı zamanda kültür ve sanat editörü olarak yer alıyorsun edebiyat dünyasında. Roller karışmıyor mu?
Bazı kişiler yazar, bazı kişiler editör olarak tanıyor beni. Daha fazla edebiyatla iç içesin. Sinema, tiyatro bu üçgenin içerisinde. Gazetecilikte daha fazla yazı pratiği yaparak hızlanabiliyorsun. Bir yazar için gazetede çalışmak televizyondan daha etkili. Yazarlık günlük hayatın bir parçası. Haber bir saat içinde bitmek zorunda. Kimseye, gürültü yapmayın ben çalışıyorum deme şansın yok. Kargaşanın içinde yazmaya alıştım bu yüzden. Üç yıl eve kapanıp yazan yazarları anlamakta zorlanıyorum.
N.B: Tiyatroyla çok ilgilisin. Tiyatro yazıları yazıyorsun. Edebiyatla ilişkisi nasıl tiyatronun? Kuzenler mi, kardeşler mi?
Bence çok alakalılar. Edebiyatla tiyatronun iç içe olması lazım aslında. Edebiyatı ayırmak çok anlamsız. Ama bizde okuma tembelliği var. Bunu aşamadığımız için ikisini birbirine geçiremiyoruz. Birbirinden beslenmesi gereken şeyler bunlar.
N.B: En son olarak üst kurmaca bir romanla çıktın karşımıza. Don Quijote’nin Üçüncü Cildi, nasıl doğdu? Nasıl şekillendi kafanda?
Yapıp bozmakla ilgili şeyleri seviyorum. Konservatuarda dramaturgi hocamız kısa bir oyun yazmamızı istemişti. Ben de Oğuz Atay’ın Oyunlarla Yaşayanlar oyununda Coşkun Ermiş’in attığı tiradı yeniden yazdım. Ama bu kez içki masasında Oblomov, Don Quijote, Zahar ve Sancho Panza vardı. Don Quijote, Sancho Panza, Oblomov, Zahar ve Coşkun Ermiş’in bu birlikteliği çok hoşuma gitmişti. Ardından bu oyun benim oyuncağım gibi oldu. Sürekli farklı anlamlar yükleyerek farklı biçimlerde üzerinde çalışmalar yaptım. İlk yıllarda tiyatro oyunu olarak tasarlamıştım. Oyun olarak da gerçekten çok beğenildi. Melisa Gürpınar da okumuş çok beğenmiş. Ama talihsizsin değeri bilinmez bunun, dedi. Gerçekten de öyle oldu. O dönem tiyatro oyunları para buldukça sahneleniyordu. Tiyatro olamayınca bunun aslında bir roman olabileceğini düşündüm, bu fikir daha sıcak gelmeye başladı. Böylece, ara ara yazarak, hiç yayınlanacağını düşünmeden yazarak bu hale geldi.
Kitaba kaynaklık eden ilk metnin altındaki tarih 9 Nisan 2000… Kitabın yayımlandığı yıl ise 2014… Arada 14 yıl ve bu zamanın biriktirdikleri var. O yüzden hiç sabit bir kurgu üzerinde çalışamadım. Her seferinden bir yerini ekledim bir yerini çıkardım. Bozdum yeniden yaptım.
N.B: Sence Don Quijote dünya için ne ifade ediyor? İncil’den sonra en çok okunan bir kitap.
Don Quijote’nin karşılığı delilik değil, bence hayatın döngüsü. Hayatın belirli evrelerindeyken Don Quijote ile karşılaşabilirsin. Yel değirmenleriyle savaşıyor, başka ordularla savaşıyor. Bizler de hep düşman var ediyoruz kendimize. Ve onlarla savaşıyoruz. Tüm hayatı özetleyebilen bir kitap var önümüzde.
Nalan Barbarosoğlu’nun da söylediği gibi fazla detaya girmeden sadece okuyucularda bir merak uyandırmak için ana başlıklara değindim. Söyleşinin tüm video kaydına http://yazievi.yesimcimcoz.com/ sitesinden veya facebook sayfasından ulaşabilirsiniz.
Füsun Çetinel
0 yorum :
Yorum Gönder