Öykü-Sumru Tunçyürek

| 2 yorum

Gölde Akşam

Akşam güneşi, yaşlı zeytin ağaçlarını, sarılı turunculu kaya parçalarını ve kaskatı toprağın üzerinde gelişigüzel savrulan toz bulutlarını şekilsiz gölgelere dönüştürmeye hazırlanıyordu.   Belli belirsiz bir serinlik, silinmeye yüz tutmuş tekerlek izlerini, artık kullanılmayan, yine de rüzgârda garip bir çırpınma sesi çıkaran şemsiyeleri, birkaç kırık plastik sandalyeyi ve etrafa saçılmış cam kırıklarını üşütmeye başlamıştı.  Yaz bitiyordu.  Birkaç yıl öncesine kadar bereketli ve şefkatli sularıyla insan, balık ve böceklerin akınına uğrayan göl, kuruyordu.  Tıpası çekilmişçesine hızla kuruyordu hem de.  Kıyıda, gölden artakalanla toprağın birleştiği yerlerde yosunlar, çamurla karışık çürük bir kokuyla, yeşil sümüksü bir bulamaç halinde birikmişti.  Boyaları dökülmüş, küreklerinden biri kayıp, balçığa saplanmış bir kayığın göle değen kavisli ucundan çatırtılar duyuluyordu.
Cırcır böcekleri sustuktan, kurbağaların bağırtıları kesildikten ve kasabaya giden son otobüsün motor sesi uzaklaştıktan sonra, kıyıdaki iki karaltının nefes alışları duyuldu.  Daha iri olan karaltı, kapısı açık unutulmuş, ahşap kulübenin önünde yerde oturuyor, başı ellerinin arasında boğuk sesler çıkartıyor, omuzları sarsılıyor, ıslanan yüzünü daha da dizlerine gömüyordu.
“Gitmek zorunda mısın?”
Ayakta, kollarını kavuşturmuş, ağırlaşmış göle bakıyordu diğer karaltı.  Etekleri esintiyle kıpır kıpır uçuşuyor, saçlarını, omuzlarının hemen üzerinden kıyıya doğru dalgalandırıyordu.
“Defalarca denedik.  Olmuyor.”
“Birlikte kurduk bu kampı.  Şehrin karmaşasından birlikte kaçtık.  Kendi cennetimizi yaratmıştık.”
Kadın sustu. Adam devam etti:
“Hep hayalini kurduğumuz yerdi burası.  Yıldızların altında bir açık hava oteli gibi, doğanın kalbinde ağırlayacaktık gelenleri.  Tabelamızı ellerinle yazmış, martılar boyamıştın kenarına.  Gölde martının işi ne demiştim.  Mavi Göl kampı evimizdi.  İlk yıl gelen aileleri hatırlıyor musun? Ne neşeli insanlardı.”
Karanlık çöktükçe sazlıklar hışırdamaya, yarasalar kör uçuşlarında kanat çırpmaya, kurbağalar daha da inatla bağırmaya başlamıştı.
“Aile olamadık biz,” dedi kadın.
Sesi, kelimeleri, adamın kalbine saplanan sivri oklar fırlatan bir yaydı şimdi.
“Biz birbirimize yeterdik.”
“Tatlı su ile tuzlu su gibiyiz seninle.  Yan yanayken bile karışamıyoruz. Buraya geldiğimizde aile olabiliriz sanmıştım.  Bir çocuğumuz olsaydı… Gülen oynayan çocukları, şezlonglarında fısıldaşan anne babaları, kahkahalar atılan sofraları izlemekten yoruldum.”
“Baba olmayı ben de istedim…”
“Hayır! Yine başlama! İstemediğini ikimiz de biliyoruz. Şehirden, işinden, ailenden, arkadaşlarından, ödenecek faturalardan, sorumluluktan kaçtın hep.  Baba olmak mı?  Sen mi?”
Karanlıkta bir baykuş öttü.
“Göl kurumasaydı her şey yolunda olacaktı.  Hepsi şu sulama kanallarının suçu!  Yeraltı sularını kuruttular! Sivrisineklerle dolu bu bataklıkta kim kalır ki?  Haklısın.  Taşınmalıyız.  Başka bir göl kenarı bulup, kampı tekrar eski günlerine döndürmeliyiz!  Neden düşünemedim bunu!”
Kadın kaskatı omuzlarını gevşetti, kollarını çözdü.
“Tabelayı yeniden boyaman gerekecek.  İstediğin kadar martı çizebilirsin.  Şemsiyeler de tamir edilecek. Minik bir mutfak da yaparız.  Kek filan pişirirsin kampçılar için.  Mavi Kamp Cafe!  Meşrubat da satarız. Elden düşme bir buzdolabı bakmalı.  Jeneratörü de yenilemeli.  Muhasebeye faturaları bırakmış mıydın bugün?”
Kadın eğildi, yerde dertop olmuş bir misina yumağının ucundaki paslanmış olta iğnesini aldı.  Ahşap kapının çürük, yer yer şişmiş gövdesine geçirdi kancayı.
“Evet, olta da kiralarız.  Tekneyi de onarmak gerek.  Küreğin tekini bir türlü bulamıyorum!”
“Aradın mı hiç?”
“Neyi?”
“Küreğin tekini.  Aradın mı hiç?”
Adam kısa bir süre düşündü.
“Yarın arayacaktım. Yarın, ilk işim küreği bulmak!”
“Kürek, yaz başından beri kayıp. Göl de aniden kurumadı. Biliyorduk zamanla kimsenin gelmeyeceğini.”
Ay doğmuştu tepenin ardından. Yarımdı bu gece. Yine de gümüş ışıklar saçıyordu. Karanlıkta, kulübenin içini, girişteki iki küçük valizi, üzerinde kağıtlar, tarihi geçmiş gazeteler, boş şarap şişeleri ve kavun kabuklarının olduğu masayı aydınlatıyordu.
“Ben... Sensiz ne yaparım?”
Kadın, kulübenin kapısını kaparken menteşeler gıcırdadı, birkaç yarasa karaltısı ansızın belirip kayboldu. Üzeri hala dağınık yatağa doğru ilerleyen ayak sesleri duyuldu. Kurbağalar sustu. Sazlıkların dibinden suyılanları geçti. Havada yosun, çamur ve çürük tahta kokusu asılı kaldı kadından geriye.

Sumru Tunçyürek
Bu öykü Yeşim Cimcoz Yazıevi, Füsun Çetinel önderliğindeki öykü uygulama atölyesinde yazılmıştır.










2 yorum :

  1. Mükemmel girişin ardından, arabesk bir ilişkiye gömüleceğiz diye çok korkmuştum. Neyse ki korktuğum başıma gelmedi ve lezzetli başlayan öykü okuyucuya verdiği tadı artırarak, yeni bir gelecek kurgusunun heyecanıyla zirveye ulaştı. Elinize sağlık...

    YanıtlaSil
  2. bu güzel yorumu yazarına ulaştıracağım hemen. teşekkürler.

    YanıtlaSil