Çocukluğun Tadı Tuzu Kaldı mı?
Bu soru, içinde yaşadığımız zorlu ve çalkantılı dönemde pek de eğlenceli gelmiyor kimseye ama çocukluğumuzun hatıraları olmasa ayakta kalmamız daha da güçleşecek, zorluklarla savaşacak gücü bulamayacağız.HayatımRomanYazıMaratonu’nun beşinci gün alıştırma konusu Çocukluğun Tadı
Bazen yazarken beş duyumuzu kullanmayı unuturuz. Tat, dokunma, duyma, görme, koklama duyularımız var. Bir şeyi tanımlarken niye hepsini kullanmayalım ki? Çocukluğunun yemeklerini kelimelerle listele. Listeden bir tanesini seç ve onu genişleterek yaz.
Bu yemek niye çocukluğunu hatırlatıyor sana? Tadı nasıldı? Nasıl görünüyordu? Yerken ses çıkarıyor muydu? Dokusu nasıldı? Seviyor muydun yoksa nefret mi ediyordun? Kim pişirirdi? Özel günler için mi pişirilirdi yoksa her gün mü? Pişmesine yardım eder miydin? Niye sende bu kadar etki bıraktı? Eğer bu yemeği şimdi yapabilseydin kiminle paylaşmak isterdin? Niçin?
Dikkat: bu alıştırma yemek öncesi aşırı miktarda acıkmaya yol açabilir.
Sanmayın ki burada yazılanlar yemek tarifleri!
Yazılanların hepsi de birbirinden dokunaklı, derin, okuması zevkli çalışmalardı. Burada ancak hepsinden ufak bölümler verebiliyorum. Benimle birlikte yazan, gülen, ağlayan, yazılarını ve hayatını cömertçe paylaşan tüm yazı dostlarıma teşekkür ederim. Keyifli okumalar.
Tavuk Budu
Her seferinde bir umut beklediğim but. Düşmeyeceğini bile bile, belki bugün o gündür diye bekleye bekleye oturduğum tavuklu yemek akşamları. Payıma düşemiyordu. Babam oldukça zayıf ve iştahsız. Evimizin direği. Onun budu yeme hakkı var. Ablam kova burcu, inatçı. But yoksa yemek de yok! Son derece karakterli. Akşam yemeği yemezse bir çocuk, bir anda büyümesi durabilir. İşte bu da annem! But istersem, surat asarsam bir anda babam kendi tabağını bana uzatır. Onun boğazından benim gözüm kalan but da, o kupkuru göğüs de geçmez. Bunu biliyordum. Ben efendi bir çocuk olarak tabağımdaki göğsü ağzımda evire çevire büyütür, çiğner de çiğner balon yapılacak kıvama gelince su yardımıyla yutardım.
Karalahana Yemeği
Neyse ben karalâhana yemeğine döneyim. Çocukluğumda yapımı zor olduğundan, kıymetli bir yemekti. O zamanlar robotlar yoktu, lahana haşlandıktan sonra ekmek tahtasına benzer kalın bir tahta ile zannedersem buna dibek deniyordu, iyice dövülürdü, galiba bir kaç saat bununla uğraşılırdı. En nefret ettiğim zamanlardı, lahananın kokusundan evde durulmaz, durmadan soğuk evlerde pencere açılır, burnumun direği kırılır, midem bulanırdı. Hiç yemedim, bir kerecik bile olsa tadına bakmadım. Ama kokusu hala aklımda. Yıllar sonra çiçeği burnunda doktor hanım, sırf Samsun da doğdum diye ve de aile kökeninde Rize ve lazca bilen bir sülalem olduğu için beni tercih eden bir köye atandım, batıda bir Karadeniz köyü. Hayatımın en güzel günlerini geçirdim, dört sene orada. Çok güzel dostluklar, arkadaşlıklar oldu tabi ki. Geçmiş zaman, anlatılacak öyküler çoktur mutlaka.
İlk günüm, sağlık ocağı bir ev şeklinde, sadece hemşire hanım ile ben varım. Komsumuz Rıfat amca bizi yemeğe davet etti, sevine sevine gittik, açız, çevrede görünen bir lokanta bile yok ki, burada yemek yapmalıyız diye düşündük hemşiremle. Rıfat amcanın eşi bize şahane bir sofra hazırlamış, turşular, salata, mısır ekmeği, köy ekmeği, meyveler, yoğurt, ayran hepsi sofrada. Biz asıl yemeği beklemeden giriştik, kadın ‘sen Lazsın, sana karalâhana çorbası yaptım, hem de kuyruk yağı ile’ demez mi?
Canım Kaşar Peynirim
Sobanın üstünden çaydanlığımız hiç eksik olmazdı. Öğlene doğru gittiğim okuldan akşamüstü döndüğümde, ince belli cam bardakta çay ve kırmızı pul biberli sahanda eritilmiş eski kaşar yeme faslımız vardı. Sahanda kaşar eritmek ve üstüne pul biber koymak her nedense annemin o dönem mutfağına dâhil ettiği bir yenilikti. İki yıl kadar okul dönüşleri bana yaptı, sonra da her nedense unuttu gitti. Canım kaşar peynirim. Beni yoldan çıkaran ilk göz ağrım. Koyarım seni bir sahana, ateşi açarım azıcık, oh gevşersin, yayılırsın… Minik kabarcıklar… Çıtırtılar… Pul biberin olaya katılımı… Bazen fesleğen, nane gibi dostların sürpriz ziyaretleri… Mis kokulu beyaz ekmeğin eşliği… Ve işte buyurun size tatlı hayat!
Mafiş
Arapça karşılığı ‘yok’ demekmiş ama bence siz anlamını bırakın da tadına bakın derim. Anneannemin sağlığında mafiş siz misafir ağırlandığını pek hatırlamayız. Yapılışı biraz zor ve zaman alsa da yemesi pek kolaydır. Anneannem mafiş tabağını masaya getirene kadar atıştırmayalım diye köşe bucak saklardı, çünkü kazara meydanda unutsa sofraya tatlı kalmazdı. O nur içinde yatsın biz damağımızda bıraktığı tatlarla onu hep analım.
İşte tarifi:
1 yumurta,1 yumurta kabuğu dolusu sıvı yağ, 1 yumurta kabuğu dolusu sirke,1 fiske tuz, aldığı kadar un
Şerbeti için:2bardak şeker, 1,5 bardak su, yarım limonun suyu
Yukarıdaki malzemelerle elimize yapışmayacak kıvamda bir hamur tutuyoruz. Yarım saat nemli bezle örtülü olarak dinlendiriyoruz. Tezgâhı unladıktan sonra ikiye ayırdığımız hamuru 2-3mm kalınlığında açıyoruz. Daha sonra açılan hamuru önce bir yönde sonra diğer yönde 2-3 parmak genişliğinde şeritler halinde kesiyoruz ve fiyonk şekli verip, unlanmış bir tepsiye diziyoruz. Eskiden bu şekil verme işinde anneanneme yardım etmek bana düşerdi. Üzerine nemli bez örtüp, kızartma tavamızı hazırlıyoruz. Yağ iyice kızınca mafişleri alt üst birer kere çevirerek kızartıyoruz. Tavadan çıkartıp hemen soğumuş şerbete atıyoruz. Mafişler süzüldükten sonra servise hazırdır.
Un Helvası
Çocukluğumun unutamadığım tatlarından biridir un helvası. Üç beyazdan vazgeçemediğim beyazdır Un. Çocukluğumda Gerede’ye gittiğimizde ekmekleri koydukları tekke adı verilen büyük sandık kalmış aklımda mis gibi un kokardı. O kokuyu içime çekmek için kapağını açıp derin derin nefes alırdım.
Un kavrulurken çıkan rayihada bana o tekkedeki kokuyu hatırlatır, pembeleşir, sararır, kahveye yaklaşır rengi, iyice kızmıştır. Şerbet o zaman dökülür, cos diye çıkan ses unun şerbetle birleşip demlenmesi ilginç gelir. Karılması kıvamında olması önemlidir, topak, topak olan helva olmamış demektir. Demlenip kıvamına geldiğinde kaşıkla şekillendirilip, fıstık, ceviz, fındıkla süslenir.
Yufkalı Tavuk
Geleneklerine bağlı bir kadındı büyük hala Behire Hanım. Ailenin en iyi yemek pişiren kadını derlerdi onun için. Behire Hala’ya yemeğe gidenler günlerce anlatırdı yedikleri yemeklerin lezzetini. Tereyağlı kabaklı böreği ve tahinli kabak tatlısı sülale efsanesi haline gelmişti. Ama benim favorim bunların ikisi de değildi. 13-14 yaşlarında ya var ya yoktum. Yemek pişirmeye olan merakımı ve yufkalı tavuk dediği yemeğini bayıla bayıla yediğimi bildiğinden, onu ziyarete gelecek olan kardeşleri için hazırlarken bu yemeği nasıl yaptığını bana da anlatmıştı. Bu yemek bizim oraların misafir yemeğidir. Aileyi her topladığında mutlaka pişir. Birlikte yemek yiyenler birlikte kalır derdi rahmetli babam. Bu sözü ben hiç unutmadım sen de hep hatırla. Bu yemeği her yaptığında bana da bir Fatiha göndermeyi unutma.
Kişnişli Sucuk
Daha küçüğüm, henüz kızarmış ekmeği yağa batırınca, tazesinden daha çok seveceğimi öğrenmemişim. Siyah renkli, yıkandığında dahi rengi tam açılmayan bakır sahanla getiriyor babam sucukları, anneannem kendi istediği gibi pişiremez de kurutursa diye elleriyle yapmış. Tereyağı sapsarı, bal da sarı hepsi aklımda. Tereyağı köy kokuyor, kuzular çıkacak içinden. Hadi bakalım soğutmayın kızlar, önce sucukları alın. Lafı ikiletir miyim hiç, taze ekmeğin en kızarmış yerinden, tam köşesinden koparıyorum. Önce yağa sonra hop ağzıma, bir de kocaman sucuk. Gözlerim keyiften kaymıştır, eminim. Annem herkese iki üç parça düşecek gibi hesaplamış ona göre kesmiş sucukları. Keşke daha çok olsaymış ama yok, herkes yiyecek bundan annem sayılı yapmış.
Tavuklu Pilav
Yuvarlak yemek masası, evin ortasında, bütün oda kapılarının ve mutfağın açıldığı büyük holün ortasında dururdu. O gece tavuklu pilav yapmıştı annem, odamdan duyuyordum kokusunu, çok acıkmıştım. Babam da gelmişti, birden bağrışmalar başladı, kavga ediyorlardı. Hole çıktım, babam çok öfkeliydi ama ne olduğunu tam anlayamıyordum. Babam annemi duvara itti, annemin kafasını duvara çarpıp sırtını sürterek yere oturduğunu gördüm. Kapının zili çalmaya başladı, sesleri duyan komşular gelmişti. Ben ağlamaya başladım, annemi yerden kaldırıp yan eve taşıdılar. Babamı salona oturtup sakinleştirmeye çalıştılar. Masada pilav üstünde tavuk parçaları duruyordu. Bir yandan ağlıyor, bir yandan kaşıkla tavuklu pilavı yiyordum. Yine de çok güzeldi, çocukken ağlarken bile…
Ekşili Köfte
Kardeşim balık ve tavuk ağzına koymazdı. Özellikle balık kokusundan da nefret ederdi. Ben de balık fazla sevmem ama anneannemin pişirdiği Kalkan'a, annemin balık köftesine, babamların Sakarya nehrinde avladıkları yayın balığını da hayır demezdim. Tavuğunda sadece göğüs etini yerdim. Annem kendilerine balık ya da tavuk pişirdiğinde genelde kardeşime köfte yapardı. Ben genelde köfteden de yerdim. Koray ekşili köfte ya da patatesli köfteyi çok severdi. Ekşili köftenin terbiyesi yapılırken mutfakta olmayı çalışırdım, bir kaşık kaynayan köfte suyunu alıp çırpılmış yumurtaya kâsesine koymama annem izin verirdi, sonra limon suyu eklerdi. Limonun kokusunu oldum olası severim. Terbiyeyi tencereye eklemem izin vermezdi, “yavaş, yavaş yapılmalı yoksa yumurta akları pişer,” derdi. Tabağımdaki ekşili köfteye bol karabiber eklerdim. Limon ve karabiber tezat bir karışım olsa da kokularını iştah açıcı bulurdum.
Kaygana
Çiğdem git hadi fırından iki tane taze ekmek hamuru al gel.
Ya niye hep ben gidiyorum. Sen ablasın. Nefret bir şey bu ablalık, keşke bir ablam veya ağbim olsaydı.
İki hamur lütfen. Al yavrum. Sen kimlerdensin bakim. Atifet’in torunuyum ben, Çiğdem. Ha tamam bildim.
Hah getir hamurları bakim. Yak ocağın altını yağı kızartın. Hamur parçalarını koparıp yuvarlıyor sonra kızgın yağa atıyor hop pişiyor kayganalar. Bir sürü hamur kızartması oluyor masada birkaç dakikada tepsi doldu bile. Yanına bir küçük kâse içine üç kaşık şeker karıştırıyor. Başka bir şey yok.
Kayganalar şekerli suya banılarak yenir nasıl bir lezzettir çıtırdayan kızarmış içi pufuduk hamur ile o ıslak şekerli suya bulanmış dışı ağzına girince hımmm hımmm diye diye yersin. Bir tane daha bir tane daha. Yanında da demli çay olur bazen, bazen hiçbir şey olmaz.
Doydun mu ye bi tane daha. Doydum doydum tamam. A hayatta olmaz, hadi bunu da ye son.
Tavada Balık
Çoklarının nefret ettiği tavada balık kokusunun değil evi sarmasına, tüm apartmanı kaplayıp dışarı taşmasına bile bayılırım, ben. Bayılırım, çünkü bu koku, bir işaret fişeği gibidir: ‘Burada yaşayan keyifli bir aile var’ demektedir. Kimse o yağlı maceraya kendi başına atılmaz. Balık sofraları, birlikte kurulmak içindir. Anne kızartır; abla kıvırcıkları, soğanları, limonları yıkayarak koca bir kase salata hazırlar; küçük kardeş tahin helvasını paketinden çıkartır; baba ise kavunu, peyniri diler, karısı ve kendisi için buzluktan çıkardığı kristal kadehlerde iki duble rakı parlatır. Böyle yapılır, daha doğrusu ben, öyle yapıldığını düşünmek isterim. Küçük ailemin yüzyıl önceye dayanan geçmişinde, kardeşler hariç, böylesi pek çok keyifli zamanlar yaşanmıştır. Bizde balık bolca yenirdi. Öyle ızgarada falan pişirilmezdi, tavada derya kuzusu deyişinin hakkını verene kadar yani nar gibi kızartılır, ardından kaşla göz arasında ve afiyetle lüpletilirdi. Benim en sevdiğim balık, kalkandı. Gözleri kafasının sol tarafına sıkışmış, ürkünç çeneli, yampiri… Akdeniz’in derin mavi tabanında hımbıl hımbıl dalgalanırken çirkin patlak gözlerine takılan ne kadar küçük balık, yengeç, larva varsa ustalıkla mideye indirirdi. Tombul bir mekik gibi, karnı havyar dolu, önce o mavi tablaya uzanır, sonra kesekâğıdı marifetiyle evimize taşınırdı. Ben ona düğmeli balık diyordum.
Pazar Kahvaltısı
Kokladığımda birçok eski koku doluyor burnuma ve kokuyla gelen hatıralar. Pazar sabahının kahvaltıları unutulmaz benim için ve değerli. Öyle ki evde tolere edemediğim belki de tek şey, Pazar sabahları kahvaltıda olmamak. Bu kahvaltıları süsleyen börekler, pişiler, gözlemeler yanında öyle bir tat vardı ki hımmm. Sarımsaklı yoğurt dökülmüş sıcak patates kızartması. Üstüne de çay içince unutulmaz bir tat. Patatesler kızarırken başında bekler, elimi dilimi yaksa da atıştırırdım sıcak sıcak. Şimdilerde de aynı şeyi yapıyorum, kızartırken atıştırmaya devam. Sene de en fazla iki üç kere kızartma yesek de bunu şölene dönüştürüyorum hemen. Kardeşlerim, çocuklarımız, eşlerimiz ve annem paylaşıyoruz bu tadı. Bir arada olmanın, pazar filmlerinin ve keyfin tadı bu günlere taşınıyor.
Özgür Pavurya
Bir gün arkadaşım seslenmişti bahçeden. Pavuryaları lavaboda bırakıp balkona koştum. Babam bağırıyordu içeriden.
Pavuryalar nerede?
Sevinçle içeri girdim. Babam iki büklüm divanın altına girmiş pavurya arıyordu. İki tanesini bulduk, bir tanesi firar etmiş olmalı bahçeye, bulamadık. Özgür Bay Yengeç. Diğer ikisini babam tek seferde canlı canlı kaynar suya atıp kazanın kapağını kapattı. Umutsuz kıskaçların emaye kazanda çıkardığı çırpınış seslerini duymamak için kulaklarımı tıkadım. Tak tak tak tak. Sonra sessizlik oldu.
Sosu birlikte hazırlardık. Limon suyu, karabiber, tuz, az biraz zeytinyağı. Pişen pavuryaları bütün haline sofraya getirirdi babam. Bir de ceviz kıracağı. Ananemle annem iğrenir yemezlerdi. Babam etleri güzelce ayıklayıp başka bir tabağa tepeleme yığardı. En lezzetli kısımlar kıskaçların içinde olurdu. Beyaz löp etleri sosa batırır ağzımıza atardık. Gerçekten de çok lezzetliydi tadı. Babam kabukları teker teker, içlerinde et kalmadığına emin oluncaya kadar, emer boşaltırdı.
Kimsenin çocukluğunun tadı kaçmasın, çocuklar hep gülsün.
Füsun Çetinel