Yazarın Duvarı

Duvarın Hikayesi

Artık her şeyin, herkesin bir hikâyesi olmak zorunda. Kahve kupasının, ekmeğin, blucinin, saksıdaki çiçeğin. Üreticiler hikâyesi olmayan şeylerin satmadığını çoktan anladı. Pinterest de bu amaca hizmet ediyor. Sanal ortamda beğendiğin, ilgi duyduğun fotoğrafları sanal bir duvara iğneleyerek, başkasının seni görmesini istediğin gibi, bir hikâye yaratıyorsun.

Yazar tuhaf kişi ya, pinterest’i ne yapsın. Eski moda bir kolaj çok daha yaratıcı ve ilham verici onun için. Çalışma odasının veya evin herhangi bir yerinin duvarını yerden tavana kadar kişisel resimler, fotoğraflar, dergi kupürleri, kâğıtlar, notlar, kartlar, oradan buradan toplanan, kesilen anı parçalarıyla kaplar. Sevdiği, ilgilendiği şeyler. Öncelikleri. Ailesinin, arkadaşlarının resimleri, gezdiği yerlerden broşürler. Gitmek istediği ülkelerin haritaları. Başka yazarlardan alıntılar (eğer yazarımız kıskanç bir değilse ve başkasının kitaplarını okumaya tenezzül ediyorsa). Notlar. Kitap ayraçları. Onu büyüleyen şeyler. Dünyaya bakışı. Etrafında görmek istedikleri. Belki başkalarının da hoşuna gidebileceğini düşündüğü şeyler. Görüntüler, başlıklar, şiirler. Yazara kim olduğunu, ne yapmak istediğini hatırlatan her şey! Bir nevi yazarın hayatının haritası duvarına serdikleri.

Görüntüsel Yazma
Yazarın duvarına yapıştırdıklarını incelediğimizde, yazma eylemine benzer bir şey görürüz. Parçaları birleştirdiğimizde bir görüntü ortaya çıkar, duvarda onun hikâyesini okuruz. Gördüklerimiz onun çocukluğu. Duyguları. Tadı damağında kalmış sergi. Artık var olmayan kedisinin gözleri. Belki bir yaz tatilini geçirdiği köy. Ona özgürlüğü hatırlatan kuş tüyü. Yaşamın devam ettiğinin kanıtı kurutulmuş yaprak. Bir çocuğun yazara yaptığı doğum günü kartı. Sakladığı bazı oyuncaklar, tek gözü olmayan maymun, teneke tren, saçları dökük bebek.

Düşünecek, ilham alacak o kadar çok şeyi var ki yazarın! 
Her gün farklı bir şeye bakar yazar. Üzerinde düşünebilir, geçmişte neler hissettiğine, nasıl değişimler geçirdiğine odaklanabilir. Bu şey ona ne ifade ediyor? Nereden bulmuştu? Kim vermişti? Onda ne görüyor? Niye duvarına yapıştırdı? Niye bunca yıl sakladı? Vazgeçebilir mi? Onsuz var olabilir mi? Bundan sonra ne yazmayı düşünüyor?

Bir yazarın duvarı diğer duvarlardan çok farklı. Dedim ya yazar tuhaf kişi, duvarında bile  şaheserler yaratabiliyor.

Füsun Çetinel

Çocukluğun Tadı

Çocukluğun Tadı Tuzu Kaldı mı?

Bu soru, içinde yaşadığımız zorlu ve çalkantılı dönemde pek de eğlenceli gelmiyor kimseye ama çocukluğumuzun hatıraları olmasa ayakta kalmamız daha da güçleşecek, zorluklarla savaşacak gücü bulamayacağız.

HayatımRomanYazıMaratonu’nun beşinci gün alıştırma konusu Çocukluğun Tadı 

Bazen yazarken beş duyumuzu kullanmayı unuturuz. Tat, dokunma, duyma, görme, koklama duyularımız var. Bir şeyi tanımlarken niye hepsini kullanmayalım ki? Çocukluğunun yemeklerini kelimelerle listele. Listeden bir tanesini seç ve onu genişleterek yaz.
Bu yemek niye çocukluğunu hatırlatıyor sana? Tadı nasıldı? Nasıl görünüyordu? Yerken ses çıkarıyor muydu? Dokusu nasıldı? Seviyor muydun yoksa nefret mi ediyordun? Kim pişirirdi? Özel günler için mi pişirilirdi yoksa her gün mü? Pişmesine yardım eder miydin? Niye sende bu kadar etki bıraktı? Eğer bu yemeği şimdi yapabilseydin kiminle paylaşmak isterdin? Niçin?
Dikkat: bu alıştırma yemek öncesi aşırı miktarda acıkmaya yol açabilir.

Sanmayın ki burada yazılanlar yemek tarifleri!
Yazılanların hepsi de birbirinden dokunaklı, derin, okuması zevkli çalışmalardı. Burada ancak hepsinden ufak bölümler verebiliyorum. Benimle birlikte yazan, gülen, ağlayan, yazılarını ve hayatını cömertçe paylaşan tüm yazı dostlarıma teşekkür ederim. Keyifli okumalar.

Tavuk Budu
Her seferinde bir umut beklediğim but. Düşmeyeceğini bile bile, belki bugün o gündür diye bekleye bekleye oturduğum tavuklu yemek akşamları. Payıma düşemiyordu. Babam oldukça zayıf ve iştahsız. Evimizin direği. Onun budu yeme hakkı var. Ablam kova burcu, inatçı. But yoksa yemek de yok! Son derece karakterli. Akşam yemeği yemezse bir çocuk, bir anda büyümesi durabilir. İşte bu da annem! But istersem, surat asarsam bir anda babam kendi tabağını bana uzatır. Onun boğazından benim gözüm kalan but da, o kupkuru göğüs de geçmez. Bunu biliyordum. Ben efendi bir çocuk olarak tabağımdaki göğsü ağzımda evire çevire büyütür, çiğner de çiğner balon yapılacak kıvama gelince su yardımıyla yutardım.

Karalahana Yemeği
Neyse ben karalâhana yemeğine döneyim. Çocukluğumda yapımı zor olduğundan, kıymetli bir yemekti. O zamanlar robotlar yoktu, lahana haşlandıktan sonra ekmek tahtasına benzer kalın bir tahta ile zannedersem buna dibek deniyordu, iyice dövülürdü, galiba bir kaç saat bununla uğraşılırdı. En nefret ettiğim zamanlardı, lahananın kokusundan evde durulmaz, durmadan soğuk evlerde pencere açılır, burnumun direği kırılır, midem bulanırdı. Hiç yemedim, bir kerecik bile olsa tadına bakmadım. Ama kokusu hala aklımda. Yıllar sonra çiçeği burnunda doktor hanım, sırf Samsun da doğdum diye ve de aile kökeninde Rize ve lazca bilen bir sülalem olduğu için beni tercih eden bir köye atandım, batıda bir Karadeniz köyü. Hayatımın en güzel günlerini geçirdim, dört sene orada. Çok güzel dostluklar, arkadaşlıklar oldu tabi ki. Geçmiş zaman, anlatılacak öyküler çoktur mutlaka.
İlk günüm, sağlık ocağı bir ev şeklinde, sadece hemşire hanım ile ben varım. Komsumuz Rıfat amca bizi yemeğe davet etti, sevine sevine gittik, açız, çevrede görünen bir lokanta bile yok ki, burada yemek yapmalıyız diye düşündük hemşiremle. Rıfat amcanın eşi bize şahane bir sofra hazırlamış, turşular, salata, mısır ekmeği, köy ekmeği, meyveler, yoğurt, ayran hepsi sofrada. Biz asıl yemeği beklemeden giriştik, kadın ‘sen Lazsın, sana karalâhana çorbası yaptım, hem de kuyruk yağı ile’ demez mi?

Canım Kaşar Peynirim
Sobanın üstünden çaydanlığımız hiç eksik olmazdı. Öğlene doğru gittiğim okuldan akşamüstü döndüğümde, ince belli cam bardakta çay ve kırmızı pul biberli sahanda eritilmiş eski kaşar yeme faslımız vardı. Sahanda kaşar eritmek ve üstüne pul biber koymak her nedense annemin o dönem mutfağına dâhil ettiği bir yenilikti. İki yıl kadar okul dönüşleri bana yaptı, sonra da her nedense unuttu gitti.  Canım kaşar peynirim. Beni yoldan çıkaran ilk göz ağrım. Koyarım seni bir sahana,  ateşi açarım azıcık, oh gevşersin, yayılırsın… Minik kabarcıklar… Çıtırtılar… Pul biberin olaya katılımı… Bazen fesleğen, nane gibi dostların sürpriz ziyaretleri… Mis kokulu beyaz ekmeğin eşliği… Ve işte buyurun size tatlı hayat!

Mafiş
Arapça karşılığı ‘yok’ demekmiş ama bence siz anlamını bırakın da tadına bakın derim. Anneannemin sağlığında mafiş siz misafir ağırlandığını pek hatırlamayız. Yapılışı biraz zor ve zaman alsa da yemesi pek kolaydır. Anneannem mafiş tabağını masaya getirene kadar atıştırmayalım diye köşe bucak saklardı, çünkü kazara meydanda unutsa sofraya tatlı kalmazdı. O nur içinde yatsın biz damağımızda bıraktığı tatlarla onu hep analım.
İşte tarifi:
1 yumurta,1 yumurta kabuğu dolusu sıvı yağ, 1 yumurta kabuğu dolusu sirke,1 fiske tuz, aldığı kadar un
Şerbeti için:2bardak şeker, 1,5 bardak su, yarım limonun suyu
Yukarıdaki malzemelerle elimize yapışmayacak kıvamda bir hamur tutuyoruz. Yarım saat nemli bezle örtülü olarak dinlendiriyoruz. Tezgâhı unladıktan sonra ikiye ayırdığımız hamuru 2-3mm kalınlığında açıyoruz. Daha sonra açılan hamuru önce bir yönde sonra diğer yönde 2-3 parmak genişliğinde şeritler halinde kesiyoruz ve fiyonk şekli verip, unlanmış bir tepsiye diziyoruz. Eskiden bu şekil verme işinde anneanneme yardım etmek bana düşerdi. Üzerine nemli bez örtüp, kızartma tavamızı hazırlıyoruz. Yağ iyice kızınca mafişleri alt üst birer kere çevirerek kızartıyoruz. Tavadan çıkartıp hemen soğumuş şerbete atıyoruz. Mafişler süzüldükten sonra servise hazırdır.

Un Helvası
Çocukluğumun unutamadığım tatlarından biridir un helvası. Üç beyazdan vazgeçemediğim beyazdır Un. Çocukluğumda Gerede’ye gittiğimizde ekmekleri koydukları tekke adı verilen büyük sandık kalmış aklımda mis gibi un kokardı.  O kokuyu içime çekmek için kapağını açıp derin derin nefes alırdım.
Un kavrulurken çıkan rayihada bana o tekkedeki kokuyu hatırlatır, pembeleşir, sararır, kahveye yaklaşır rengi, iyice kızmıştır. Şerbet o zaman dökülür, cos diye çıkan ses unun şerbetle birleşip demlenmesi ilginç gelir. Karılması kıvamında olması önemlidir, topak, topak olan helva olmamış demektir.  Demlenip kıvamına geldiğinde kaşıkla şekillendirilip, fıstık, ceviz, fındıkla süslenir.

Yufkalı Tavuk
Geleneklerine bağlı bir kadındı büyük hala Behire Hanım. Ailenin en iyi yemek pişiren kadını derlerdi onun için. Behire Hala’ya yemeğe gidenler günlerce anlatırdı yedikleri yemeklerin lezzetini. Tereyağlı kabaklı böreği ve tahinli kabak tatlısı sülale efsanesi haline gelmişti. Ama benim favorim bunların ikisi de değildi. 13-14 yaşlarında ya var ya yoktum. Yemek pişirmeye olan merakımı ve yufkalı tavuk dediği yemeğini bayıla bayıla yediğimi bildiğinden, onu ziyarete gelecek olan kardeşleri için hazırlarken bu yemeği nasıl yaptığını bana da anlatmıştı. Bu yemek bizim oraların misafir yemeğidir. Aileyi her topladığında mutlaka pişir. Birlikte yemek yiyenler birlikte kalır derdi rahmetli babam. Bu sözü ben hiç unutmadım sen de hep hatırla. Bu yemeği her yaptığında bana da bir Fatiha göndermeyi unutma.

Kişnişli Sucuk
Daha küçüğüm, henüz kızarmış ekmeği yağa batırınca, tazesinden daha çok seveceğimi öğrenmemişim. Siyah renkli, yıkandığında dahi rengi tam açılmayan bakır sahanla getiriyor babam sucukları, anneannem kendi istediği gibi pişiremez de kurutursa diye elleriyle yapmış. Tereyağı sapsarı, bal da sarı hepsi aklımda. Tereyağı köy kokuyor, kuzular çıkacak içinden. Hadi bakalım soğutmayın kızlar, önce sucukları alın. Lafı ikiletir miyim hiç, taze ekmeğin en kızarmış yerinden, tam köşesinden koparıyorum.  Önce yağa sonra hop ağzıma, bir de kocaman sucuk. Gözlerim keyiften kaymıştır, eminim. Annem herkese iki üç parça düşecek gibi hesaplamış ona göre kesmiş sucukları. Keşke daha çok olsaymış ama yok, herkes yiyecek bundan annem sayılı yapmış.

Tavuklu Pilav
Yuvarlak yemek masası, evin ortasında, bütün oda kapılarının ve mutfağın açıldığı büyük holün ortasında dururdu. O gece tavuklu pilav yapmıştı annem, odamdan duyuyordum kokusunu, çok acıkmıştım. Babam da gelmişti, birden bağrışmalar başladı, kavga ediyorlardı. Hole çıktım, babam çok öfkeliydi ama ne olduğunu tam anlayamıyordum. Babam annemi duvara itti, annemin kafasını duvara çarpıp sırtını sürterek yere oturduğunu gördüm. Kapının zili çalmaya başladı, sesleri duyan komşular gelmişti. Ben ağlamaya başladım, annemi yerden kaldırıp yan eve taşıdılar. Babamı salona oturtup sakinleştirmeye çalıştılar. Masada pilav üstünde tavuk parçaları duruyordu. Bir yandan ağlıyor, bir yandan kaşıkla tavuklu pilavı yiyordum. Yine de çok güzeldi, çocukken ağlarken bile…

Ekşili Köfte
Kardeşim balık ve tavuk ağzına koymazdı. Özellikle balık kokusundan da nefret ederdi. Ben de balık fazla sevmem ama anneannemin pişirdiği Kalkan'a, annemin balık köftesine, babamların Sakarya nehrinde avladıkları yayın balığını da hayır demezdim. Tavuğunda sadece göğüs etini yerdim. Annem kendilerine balık ya da tavuk pişirdiğinde genelde kardeşime köfte yapardı.  Ben genelde köfteden de yerdim.  Koray ekşili köfte ya da patatesli köfteyi çok severdi. Ekşili köftenin terbiyesi yapılırken mutfakta olmayı çalışırdım, bir kaşık kaynayan köfte suyunu alıp çırpılmış yumurtaya kâsesine koymama annem izin verirdi, sonra limon suyu eklerdi. Limonun kokusunu oldum olası severim. Terbiyeyi tencereye eklemem izin vermezdi, “yavaş, yavaş yapılmalı yoksa yumurta akları pişer,” derdi. Tabağımdaki ekşili köfteye bol karabiber eklerdim. Limon ve karabiber tezat bir karışım olsa da kokularını iştah açıcı bulurdum.

Kaygana
Çiğdem git hadi fırından iki tane taze ekmek hamuru al gel.
Ya niye hep ben gidiyorum. Sen ablasın. Nefret bir şey bu ablalık, keşke bir ablam veya ağbim olsaydı.
İki hamur lütfen. Al yavrum. Sen kimlerdensin bakim. Atifet’in torunuyum ben, Çiğdem. Ha tamam bildim.
Hah getir hamurları bakim. Yak ocağın altını yağı kızartın. Hamur parçalarını koparıp yuvarlıyor sonra kızgın yağa atıyor hop pişiyor kayganalar. Bir sürü hamur kızartması oluyor masada birkaç dakikada tepsi doldu bile. Yanına bir küçük kâse içine üç kaşık şeker karıştırıyor. Başka bir şey yok.
Kayganalar şekerli suya banılarak yenir nasıl bir lezzettir çıtırdayan kızarmış içi pufuduk hamur ile o ıslak şekerli suya bulanmış dışı ağzına girince hımmm hımmm diye diye yersin. Bir tane daha bir tane daha. Yanında da demli çay olur bazen, bazen hiçbir şey olmaz.
Doydun mu ye bi tane daha. Doydum doydum tamam. A hayatta olmaz, hadi bunu da ye son.

Tavada Balık
Çoklarının nefret ettiği tavada balık kokusunun değil evi sarmasına, tüm apartmanı kaplayıp dışarı taşmasına bile bayılırım, ben. Bayılırım, çünkü bu koku, bir işaret fişeği gibidir: ‘Burada yaşayan keyifli bir aile var’ demektedir. Kimse o yağlı maceraya kendi başına atılmaz. Balık sofraları, birlikte kurulmak içindir. Anne kızartır; abla kıvırcıkları, soğanları, limonları yıkayarak koca bir kase salata hazırlar; küçük kardeş tahin helvasını paketinden çıkartır; baba ise kavunu, peyniri diler, karısı ve kendisi için buzluktan çıkardığı kristal kadehlerde iki duble rakı parlatır. Böyle yapılır,  daha doğrusu ben, öyle yapıldığını düşünmek isterim.  Küçük ailemin yüzyıl önceye dayanan geçmişinde, kardeşler hariç, böylesi pek çok keyifli zamanlar yaşanmıştır. Bizde balık bolca yenirdi. Öyle ızgarada falan pişirilmezdi, tavada derya kuzusu deyişinin hakkını verene kadar yani nar gibi kızartılır, ardından kaşla göz arasında ve afiyetle lüpletilirdi. Benim en sevdiğim balık, kalkandı. Gözleri kafasının sol tarafına sıkışmış, ürkünç çeneli, yampiri…   Akdeniz’in derin mavi tabanında hımbıl hımbıl dalgalanırken çirkin patlak gözlerine takılan ne kadar küçük balık, yengeç, larva varsa ustalıkla mideye indirirdi.  Tombul bir mekik gibi, karnı havyar dolu, önce o mavi tablaya uzanır, sonra kesekâğıdı marifetiyle evimize taşınırdı. Ben ona düğmeli balık diyordum.

Pazar Kahvaltısı
Kokladığımda birçok eski koku doluyor burnuma ve kokuyla gelen hatıralar. Pazar sabahının kahvaltıları unutulmaz benim için ve değerli. Öyle ki evde tolere edemediğim belki de tek şey, Pazar sabahları kahvaltıda olmamak. Bu kahvaltıları süsleyen börekler, pişiler, gözlemeler yanında öyle bir tat vardı ki hımmm. Sarımsaklı yoğurt dökülmüş sıcak patates kızartması. Üstüne de çay içince unutulmaz bir tat. Patatesler kızarırken başında bekler, elimi dilimi yaksa da atıştırırdım sıcak sıcak. Şimdilerde de aynı şeyi yapıyorum, kızartırken atıştırmaya devam. Sene de en fazla iki üç kere kızartma yesek de bunu şölene dönüştürüyorum hemen. Kardeşlerim, çocuklarımız, eşlerimiz ve annem paylaşıyoruz bu tadı.  Bir arada olmanın, pazar filmlerinin ve keyfin tadı bu günlere taşınıyor.

Özgür Pavurya
Bir gün arkadaşım seslenmişti bahçeden. Pavuryaları lavaboda bırakıp balkona koştum. Babam bağırıyordu içeriden.
Pavuryalar nerede?
Sevinçle içeri girdim. Babam iki büklüm divanın altına girmiş pavurya arıyordu. İki tanesini bulduk, bir tanesi firar etmiş olmalı bahçeye, bulamadık. Özgür Bay Yengeç. Diğer ikisini babam tek seferde canlı canlı kaynar suya atıp kazanın kapağını kapattı. Umutsuz kıskaçların emaye kazanda çıkardığı çırpınış seslerini duymamak için kulaklarımı tıkadım. Tak tak tak tak. Sonra sessizlik oldu.
Sosu birlikte hazırlardık. Limon suyu, karabiber, tuz, az biraz zeytinyağı. Pişen pavuryaları bütün haline sofraya getirirdi babam. Bir de ceviz kıracağı. Ananemle annem iğrenir yemezlerdi. Babam etleri güzelce ayıklayıp başka bir tabağa tepeleme yığardı. En lezzetli kısımlar kıskaçların içinde olurdu. Beyaz löp etleri sosa batırır ağzımıza atardık. Gerçekten de çok lezzetliydi tadı. Babam kabukları teker teker, içlerinde et kalmadığına emin oluncaya kadar, emer boşaltırdı.

Kimsenin çocukluğunun tadı kaçmasın, çocuklar hep gülsün.

Füsun Çetinel

Bir Karakterin Ölümü


Bizim evin bir Müfit abisi vardı 

Babası, ananemin çocukluk arkadaşıymış, erken yaşta vefat etmiş. Ailesi yoksulluk içinde kalmış. Herkes umudunu bu oğlana bağlamış. Okuyacak, adam olacak, dağılan ailesini kurtaracakmış. Orman Fakültesinde okumak için İstanbul’a gelince, gidecek başka yeri olmadığından, evimizin zorunlu bir ferdi oldu.  Ananem hep önünde arkasında durdu, üstüne titredi biricik emanetinin.

Müfit abi lüle saçlı, kocaman gülüşlü, patates burunlu, kepçe kulaklı, mülayim biriydi. Üstünde kendisine bol gelen ceketi, sanırım babamın eski ceketlerinden biriydi, altında ütüsü bozuk çuval gibi pantolonu ile çok sevdiğim çizgi film kahramanlarına benziyordu. Öğrenciliğinden arta kalan zamanlarında bizim evde takılır, ananemin pişirdiği dolmaları, imambayıldıları, içli pilavları midesine indirir, salonun ortasına kurulan yer yatağında gelen gidene aldırmadan günlerce gecelerce uyurdu. Bazı günler, aniden çıkar gelir de evde bizi bulamaz diye, anahtarı köşedeki Laz bakkala bırakmamız gerekir, annem ‘ne işi var evin anahtarının el âlemin bakkalında,’ diye söylenirdi.

Babamın uzun gemi yolculukları yüzünden evde olmadığı zamanlar, onun ‘robe de chambre’ ını giyip bize orman hayatını, hayvanları, ağaçları hiç bilmediğimiz bir dünyayı anlatırdı. Ona sokulunca babamın kıyafetlerindeki tanıdık deniz kokusu gelirdi burnuma. Sabah gözlerimi açar açmaz, soluğu yanında, salondaki yer yatağında alırdım. Öyle derin uyurdu ki, ittirip yanına sokulduğumun farkına bile varmazdı. Bir süre sonra kımıltısız durmaktan sıkılır, sağa sola dönerek uyandırırdım onu. Ananem yumurtalı ekmekleri kızartana kadar her şeye gülüp dururduk. Sonra o yine bitmeyen iştahı ile sofrada ne varsa yer bitirirdi.

Annem Müfit abiyi hem sever, hem de habersiz geliş gidişlerinden, yemekleri bitirmesinden, teklifsizce babamın kıyafetlerini giymesinden, salonu kendi yaşam alanına çevirmesinden bezer, kendisiyle yüzleşemez, ne zaman gidecek bu çocuk, diye ananemi didiklerdi.

Altından kalkamayacağı iş yoktu Müfit abinin. Bir çırpıda ampulleri değiştirir, atan sigortalara tel sarar, kömürlükten kova kova kömür taşır, en ağır piknik sepetlerini yüklenir, evde ekmek bitmişse babamın pijamalarıyla bir koşu alıp gelir, sobanın başında ananemle teyel söker, düğmeleri renklerine göre ayırır, çile sarar, aklınıza gelebilecek her işin üstesinden gelirdi. Ananem babasını anlatırdı, güzel köylerini, ceplerini kuru üzümle doldurup, diz boyu karda okula yürüyüşlerini, öğretmenlerini, çocukluğunun hatırlayabildiği her detayını anlatırdı ona. Müfit abi ağzı açık dinler, ananemin hikâyelerinde özlediği babasını bulurdu.

Sonra üniversiteden başarıyla mezun oldu, görev yaptığı Belgrat ormanında bir lojman verdiler kendisine. Ama çoğunluk yine bizdeydi. Nöbette olduğu günler ya cipinin farına ürkek bir tavşan yakalanır, ya yolunu kaybetmiş bir ördek yavrusu önüne çıkar, ya da yaralı bir kirpi muhakkak onu bulurdu. Benim hayvanları nasıl sevdiğimi bilir, tutar hepsini bizim eve taşırdı. Dünyanın en normal şeyiymiş gibi kazağının içinden veya ceketinin cebinden çıkan bu kadersiz canlılar bir süre bizimle yaşamak zorunda kalır, hiçbirinin sonu iyi olmazdı.

Aman evladım, bak Nevin çok kızıyor. Ne olursun beni arada bırakma. Getirme bu hayvanları eve, derdi ananem her seferinde. O ise gülümsemekle yetinir, bir dahaki sefer yine aynı şeyi yapardı. Annem çoğunluk okulda olduğundan, akşam yorgun argın gelir, antredeki şekli bozuk, çamurlu ayakkabılardan yine eve ormandan bir misafir geldiğini sezer, suratı düşer, elindeki paketleri aceleyle mutfağa bırakıp yanımıza gelirdi. Müfit abiye sinirlenmesine rağmen eve gelen hayvanları en çabuk o benimserdi. Hemen onlara yatacak yer yapar, yemek verir, su verirdi.

İlk gelen sarışın, paytak ördek yavrusu yerini yurdunu aramasın, üzülmesin diye bir leğenin içine su doldurduk, ördeği de içine bıraktık. Uzunca bir süre yüzdü, oynadı, daldı, çıktı. Sonra bir hapşırık, bir tıksırık başladı hayvanda. Üşütmüştür dedik, çay kaşığının içinde bir adet bebe aspirinini eritip zorla yutturduk. Balkonda tuttuk birkaç gün ama garip iflah olmadı, annem paytak ördeği Belgrat ormanlarına kaderine geri postaladı.

Sonra kocaman vahşi bir tavşan geldi salonun ortasına. Kolum uzunluğunda kulakları vardı. Yeni doğmuş bir kuzu büyüklüğündeydi. Hayvan öyle korktu ki, hemen divanın altına saklandı. Ne havuç yiyordu ne de lahana. Ben arada yanına sürünüp yaşıyor mu diye bakıyordum. Kocaman, karanlık gözlerle beni izliyordu. İki gün sonra ansızın dışarı çıktı, bizde nasıl bir sevinç. Demeğe kalmadı o dağ gibi hayvan bir zıpladı, iki kere tavana çarptı ve oracıkta hayata veda etti. Ben çok ağladım. Annem çok sinirlendi. Ananem ne yapacağını şaşırdı.

Hepimiz cehenneme gideceğiz senin yüzünden Müfit, dedi annem.

Cennete giden hayvanların bizim evdeki yeri belliydi. Eski toz bezlerine sarıyoruz, ben önde ananem arkada Bomonti’deki çayırlığa çıkıyoruz. Ben artık çukur kazmayı çok güzel öğrendim. Ananem dua okuyor, ben ağlayarak gömüyorum tavşanı. Çukura hepsi sığmıyor, kulakları biraz dışarıda kalıyor. İyi kazamamışım. Üzerine papatya toplayıp koyuyorum. Ananem, hazır çayırlara gelmişken oturalım soluklanalım biraz, diyor. Cebinden eksik etmediği çakısıyla elma dilimliyor. Birlikte yiyoruz.

Başka bir gün Müfit abi, ben, bir de ananem pazara gittik. Ananem seçiyor, alıyor, biz fileleri taşıyoruz. Ananem sebzeciden şalgam alacak, seçmesi uzun sürer siz dolaşın biraz, dedi. Müfit abi beni çekiştirip karton bir kutunun başına sürükledi. İçinde bir sürü sarı civciv oynayıp zıplayıp duruyor. Ceplerini yokladı, az biraz bozuk para buldu. Al takke ver külah, ananem şalgamları seçene kadar biz bir kesekâğıdına iki civcivi seçmiştik bile.

Civcivler eve gelir gelmez utangaçlıklarını attılar üzerlerinden. Ben kutuya koyuyorum, onlar çıkıyor. Ananem besliyor ya, hep onun peşindeler artık. Bir taraftan koşuyorlar bir taraftan pisliyorlar. Salonun parkesinde bir patinaj, biri sağa uçuyor biri sola. Her yer battı. Ananem bıktı. Annem yine sinirlendi. Müfit abi ormanda. Biz de okuldayız çoğunluk. Ananem baktı ki baş edemiyor ikisine de bir örnek don dikti, zorlukla da olsa giydirdi üzerlerine. Civciv ne olduğunu anlamadı ilkten, hareket edemedi. Koşmak isteyen arka üstü devrilip kaldı. Annem kapıcıyı çağırıp civcivleri kutusuyla tutuşturdu eline. Bu adam bunları kesip yer, diye nasıl ağlıyorum.

Bir yaz Müfit abiyi Kızılcahamam ormanlarında göreve çağırdılar. Orman içinde tek katlı, ağaç bir lojman vermişler otursun diye. Okullar kapanır kapanmaz soluğu yanında aldık. Hem biz orman havası alacağız, hem de ananem ona sevdiği yemekleri pişirecek. Ağaç evin tam önünden buz gibi bir dere akıyor şırıl şırıl. Her yer sık çam ağacı. Derenin içinde koyu yeşil benekli kurbağalar, daha tam büyümemişler. Kahvaltımı eder etmez, dizlerime kadar derenin içine giriyorum. Kısa sürede kurbağa avcısı kesiliyorum. Ellerim, kollarım kurbağa dolu. Ancak yemek vakti sudan çıkıyorum. Güneş çekilmeye başlayınca kozalak topluyoruz Müfit abiyle. Akşamları sobada çıtır çıtır yakıyoruz, tatlı kokusu çıkıyor. Soba üzerinde yine ormandan topladığımız mantarları pişiriyoruz. Neler konuşmuyoruz ki! Çoğunluk büyülü orman hikâyeleri, garip hayvanlar, kahraman ormancılar. Upuzun, eğlenceli bir yaz. Okullar açılırken evimize dönüyoruz yeniden. Kurbağaları hiç unutamıyorum. Her yerimi siğil basıyor. Ananemle gitmediğimiz hoca kalmıyor, nafile. Annem Müfit abiye söyleniyor yine.

Müfit abi okulu bitirdi, işe girdi, para kazanıyor. Oyunu kurallarına göre oynamaya başladı, benden başka herkes çok mutlu. Tamamlanması gereken bir şey ufak şey daha var. Ananem annemin başının etini yemeye başladı.

Nevin, bu çocuğun bizden başka kimi kimsesi yok. Okudu, sayende bir meslek edindi. Uygun bir kız bul da, yerini yurdunu bilsin. Bak kaç yaşına geldi.

Babamın kaptan bir arkadaşı vardı o sıralar. Baston Raci lakaplı, safi poz bir adam. Dört tane boy boy kızı var, ikisi yaşça pek uygun. Müfit abi de oldukça hevesli. Ailecek iki dirhem bir çekirdek hazırlanıp görücüye gidiyoruz. Annem hemen Müfit abiyi övmeye başlıyor. Efendim şöyle iyi çocuk, pek bir kültürlü, parası şimdilik çok yok ama kapı gibi diploması, mesleği var elinde. İçkisi sigarası kesinlikle yok. Biz ailesi olarak arkasındayız. Ne gerekirse usulüne uygun yapılacak. Kahve geliyor, çikolata geliyor. Sıra sıra kızlar geliyor. Nasılsınız? Daha ne var ne yok? Kızlarınız, maşallah hepsi çok güzel. Burası külliyen yalan. Hepsi bana göre çok çirkin. Müfit abi evlenmesin, başka eve gitmesin. Sonra biri, çocuklar anlaşsın gerisi boş, diyor. Hepsi yalan. Kızın anası annemi ablukaya aldı. Koca bir sayfa ihtiyaç listesini hazırlamış önceden. Paranız var mı, durumunuz müsait mi? Sormak yok. Kolay değil kız almak bizden, diyor. Kızın babası diğer koldan girişiyor. Gel bakalım. Seninle şöyle erkek erkeğe bir konuşalım, diye. Kaç para kazanıyorsun? Bizim kızı geçindirebilir misin? Biz ne bilelim, senin kız kaça geçinir. Ne yer ne içer. Müfit abi kıpkırmızı oldu. Annem ter içinde, arada kaldı diye çok sinirli. Baba pişkin. En büyük kız olmazsa bir ufağı var, diyor. Bizimki her şeye razı evlenecek, evi olacak, ailesi olacak, kendi çocukları olacak ya. Gözü hiçbir şey görmüyor o anda. Suratında gevşek bir sırıtış, başına gelecekleri çoktan kabullenmiş veya hayal bile edemiyor.

Düğüne dek istekler tam gaz devam ediyor. Gecelik, tüylü terlik, kombinezon, düğün bohçası, bir sürü fantezi eşya, hep alışveriş, hep para muhabbeti.
Ah, kaptılar aslan gibi çocuğu. Vur kafasına al lokmasını. Kiralasaydık ya gelinliği. Düğün sonrası hatıra saklayacakmış. Çok görgüsüz bir aileye gitti. Sapsız üzüm, istediklerini yaptırıyorlar. Gitti gider bizim oğlan, diye dert yanıyor annem önüne gelene.

Babam başka bir âlem, Baston Raci arkadaşı ya, hır çıksın istemiyor. Herkes birbirine girdi evde. Ananem sevinsin mi üzülsün mü emin değil. Bir taraftan annemi teselli ediyor,  bir taraftan Müfit abinin mürüvvetini görecek diye pır pır seviniyor. Ben o kadının gözlerini oymak istiyorum, nasıl evlenir benim Müfit abimle. Ölsün, yok olsun, diye dualar ediyorum.

Düğün günü gelin ve diğer tüm kadınlar bizim evin altındaki kuaföre üşüşüyorlar. Şekerci dükkânı gibi oluyor kuaför, rengârenk kocaman fiyonklu tuvaletlerin içinde suratı boyalı bir sürü kadın. Kuaförler ellerinde tarak ve fırçalarla etrafta koşturuyorlar. Nermin Yenge’ye topuz, gençlere ve çocuklara bir örnek lüleler, Aynur Teyze’ye muhakkak mizanpli.

Saçlarım tüy gibi hemen bozulur, saç spreyi gerekli.

Gelin başı için papatya mı olsun zambak mı?

Gelin buketi nerede kaldı canım?

Ay, çorabım kaçtı. Tırnağımın ucu kalkmış, bir kat daha oje sürelim lütfen. Bıyıklarım çok belli oluyor mu?

Kuaför çıkışı herkes sıkış tepiş arabalara doluştu, düğün salonuna gidilecek. Annem alı al moru mor ödenmesi gereken kuaför ücreti ile kalakalıyor tek başına. Ananem masraf olmasın diye evde saçlarını çayla tarayıp, bir güzel taşlı filesinin içine yerleştirmiş bile. Bir hır gür içinde düğün salonuna varıyoruz.

Aman o ne bilmiş bir aileydi öyle. Gelinin kız kardeşleri fır fır etrafta dönenip, herkesi hoş tutmaya çalışırken, Baston Raci bir düğün organizatörü edası ile iskemleler getirtiyor, yaşlıları boş yerlere oturtuyor. Kimin içeceği eksik? Düğün pastası zamanında gelebilecek mi? Gelinimiz, damadımız aç kalmasın, çok yorulacaklar sonra. Heh heh! Siz Mükremin Bey, orada cereyanda kaldınız gerçekten. Karısı da boş durmuyor, o geniş kalçaları ile masaların arasında rahatça manevralar yaparak herkesin halini hatırını soruyor. Herkes yerleşti, sıra takı töreninde.

Anneler, babalar lütfen küçük meleklerimize sahip çıkalım. Pisti boşaltalım, gelin ve damadı takı töreni için piste davet ediyoruz.

Bizim ailenin kadınları, yani annem ve ananem, utana sıkıla geline aldıkları bilezik ve kolyeyi takıyorlar. Baston Raci ve karısı atmaca gibi başındalar bizimkilerin. Gözler takılan şeyleri tartıyor ve fiyat biçiyor. Memnun kalmadıkları kesin.

Düğün pastasını çok seviyorum. Üstünde minik bir gelin ve damat figürü var. Bu gecenin sonunda benim olmasını çok istiyorum. Pasta eşit olarak kesilip dağıtılıyor. Herkes iyi niyetlerini sunuyor. Gelinin benimle yaşıt kız kardeşi ile aynı masada yiyoruz pastalarımızı, bitirince ikimiz de kalan pastanın yanına doğru gidiyoruz. Annemi görüyorum uzaktan, bana kaş göz yapıyor etrafta fazla dolaşmayayım diye. Gelin, pastadaki süslü gelin ve damat figürünü küçük kardeşine veriyor, ben uzaktan baka kalıyorum. Müfit abi kafamı okşuyor. Son danslar ediliyor ve yorgun, mutsuz, paraları tüketmiş olarak evimize dönüyoruz. Arabada kadınların düğün dedikodularını dinlerken uyuyakalıyorum.

Zavallı Müfit abim. Böyle bir sonun olmasını istemezdim gerçekten. Düğün sonrası başka biriydi artık o. Bize hep mesafeli, hep uzak, hep temkinli. Evimize geliş gidişleri iyice seyrekleşti. Yeni evlendi anlayış göstermek lazım, dedik ilk önceleri. Çok fazla bize gelmesinden şikâyet eden annem bile, onu arar oldu. Karısı tek başına bize gelmesini istemiyormuş. Beraber geldiklerinde de devamlı göz hapsinde tutuyordu onu. Müfit abi suskundu artık. Eskisi gibi iştahla yemiyordu ananemin yemeklerini. Benim yemeklerimi pek seviyor, dedi karısı gururlanarak. Ananem tek bir şey bilmek istiyordu. Mutlu mu?

Siyah beyaz bir düğün fotoğrafı kalıyor geriye elimde. Ben çiçekli tafta elbisemle en önde çömelmişim, yanımda gelinin sevimsiz küçük kız kardeşi, elinde pastanın süsü gelin damat figürü. Annem ve ananem Müfit abinin yanına sıkıştırmışlar kendilerini, babam arkada kalmış biraz. Baston Raci ve ailesinin kadınları öbek halinde gelinin etrafını çevirmişler. Müfit abi hiç olmadığı kadar mutlu, kocaman bir gülüş var suratının orta yerinde, muhtemelen son gerçek gülüşü.

Füsun Çetinel

Yazı Maratonu Alıştırmaları 2

Yazı Maratonunun Sonuna Geldik

Avusrtralya, Amerika, Kanada ve Türkiye'den yüzlerce kişi katıldı bu çalışmaya. On beş gün sonunda her bir kişinin yazdığı satır uzunluğu 1750 metreyi buldu! Yazdıklarımızın uzunluğundan çok ağırlığı önemliydi benim için. Hiç aklımızda olmayan detaylar bilinçaltımızdan yukarılara çıktı. Kimimiz her gün yazdı, kimimiz aralarda katılabildi çalışmalara. Yazmak için soyunmak gerek ya, gerçekten de başardık bunu, tüm samimiyetimizle içimizdekileri sayfalara döktük. Yine hüzünlendik, yine güldük hem kendimize hem de yazılarını bizlerle paylaşan diğer arkadaşlara. Ve bu etkinliği haftalık çalışmalarla devam ettirme kararı aldık. Çok özel bir birliktelik bizimkisi, yazıkardeşliği. 

Blog üzerinden yazı alıştırmalarını ve izlenimleri sizlerle paylaşmaya devam edeceğim. 

10. İlkler
Hayatındaki ilkleri düşün! Aklına ne gelirse listele. Ne kadar çok ilkin olduğuna şaşıp kalacaksın. Bunlar benim aklıma gelenler; ilk öpücük, ilk ev, ilk iş, ilk okuduğun kitap, ilk defa ''seni seviyorum'' dediğin zaman. Kim bilir sen neler hatırlayacaksın? Listenden bir tanesini seç ve yaz.

11. Sesler
Lise yıllarında, sivilceli suratlarla diskoteklerde, gazinolarda hangi parçalarla dans ederdin? Unutamadığına eminim! Şimdi yapacağın şey şu: Bir kâğıda birden sekize kadar numaralar yaz. Sonra ekteki ses kaydını dinle ve her numaranın yanına o sesin neye ait olduğunu bulup yazmaya çalış. Bazı sesler sana tanıdık gelebilir, bazılarını belki hiç duymamışındır. Elinden gelenin en iyisini yap. Sonra bu sekiz sesin seni hangi hatıralara götürdüğünü ufak notlarla yanlarına yaz. Ve içlerinden bir tanesini seçip derinleşşşşşşşş.
Ses kaydı https://www.youtube.com/watch?v=OLyufCIOc7k

12. Meditasyon
Evde sessiz, rahat bir köşe bul, otur ve gevşe. Bu çalışma için rahatsız edilmemen gerekiyor.
Birkaç derin nefes al ve vücudundaki gerginlikten kurtul. Şimdi gözlerini kapa, hayalinde, bugün olduğun halini gör, bu koltukta otururken bu odada. Hafifle, koltuktan havalandığını, yükseldiğini gör. Tavan yok, mavi gökyüzüne bulutlara gidiyorsun, hafifsin yükseliyorsun balon gibi. Aşağıya bildik yerlere akarken zaman, yer ve fiziksel vücudun yok oluyor. Her yeri görebiliyorsun, kilometreler ötesini.
Sağa doğru dönüyorsun çok hafif bir kapı var. Kapısı aralık, hafif bir ışık geliyor ve sana çok tanıdık bir melodi.  Başka bir odada tanıdık sesli insanlar var, kapıdan bakıyorsun hepsi çocukluğunun tanık yüzleri. Bir dirhem değişmemişler, hepsi aynı çocukluğundaki gibi. Kendine bakıyorsun sen de aynısın çocukluğundaki gibi. Kolların bacakların çocukluğundaki gibi, elbiselerin aynı.
Odadaki insanlar senin farkına varıyorlar. Biri sana doğru geliyor. Bu kişiyi çok iyi tanıyorsun. Her detayını biliyorsun, sesi nasıl, kendi nasıl. Seni içeride birlikte bir masada oturmaya davet ediyor. Masa sessiz bir odada, bir bakıyorsun üzerinde senin çocukluğunda yemeği ve içmeyi sevdiğin şeylerle bezeli, bardak ve tabaklarıyla kurulu bir masa. Çocukluğundaki gibi oturup bekliyorsun.
Geçmişten bahsediyorsunuz, eski zamanlarda yaptığınız şeylerden. Konuşma çok rahat ve doğal akıyor tıpkı yıllar öncesindeki gibi. Hoşuna gidiyor, mutlusun burada olmaktan.
Sana bir şeyim var diyor, bu kişi. Çocuk avucunun içine bir şey koyuyor. Sen o şeye dikkatle bakıyorsun.  O şeyin mesajını söylüyor sana. Unutmayacaksın bu mesajı. Kalbinde tutacaksın hep. Odadan çıkarken arkanı dönüp birlikte olduğun bu kişiye bakıyor ve el sallıyorsun. Kapıyı arkandan sessizce kapıyorsun.
Yürürken her adımın seni bugünkü yaşantına, yaşına biraz daha yaklaştırdığını fark ediyorsun. Hole vardığında bugünkü halinsin. Bulutlarda süzülüyorsun, tanıdık yerler, evin, oturduğun koltuk ve ağırlığını yeniden hissediyorsun. Koltuğunda oturuyorsun artık. Nefeslerin rahat, şimdidesin.
Hazır olduğunda gözlerini aç, derin nefes al. Kalemi kâğıdı al ve deneyimini yaz! Kimi ziyaret ettin* Bu kişiyi tanımla. Neler konuştunuz? Avucuna konan şey neydi?  Mesaj neydi?
Yazmaya başla!

13. Mektup
Elektronik postalardan önce kalem, kâğıtla mektuplar yazardık sevdiklerimize. Posta kutusundan faturaların arasından çıkan bir mektup başka hiç bir şeyin yerini tutamaz! Evet, kalemi kâğıdı hazırla. Düşün bakalım, geçmişten kiminle haberleşmek isterdin? Hala yaşayan ama izini kaybettiğin biri olabilir, uzun zaman önce aramızdan ayrılan biri... Ona bugünkü yaşamını anlatabilirsin, geçmişte yaşadığın bir kırgınlığı düzeltmek için yazabilir veya bir şey için teşekkür edebilirsin. Bu zarfı postaya vermeyeceksin. Mektup yazarak içini dökeceksin. Kendini serbest bırak, kelimelerin hakkını ver. Mutlaka kâğıt ve kalemle yaz!

14. Sevgililer Günü
Bugün konumuz aşk, ilk veya son aşk, bir deneyim, hayal kırıklığı, sevgi, sevginin her çeşidi, kedi, yazı, öykü, bisiklet. Tutku belki de... Yapmayı çok sevdiğin bir şey. Sevdiklerin hep seninle olsun.

15. Spor Hayatım
Başlığımız yazı maratonu, bu son alıştırma da sporla ilgili. Sporda yenildiğin veya yendiğin bir anı düşün. Ne amaçlamıştın, ne oldu? Sporla ilişkin nasıldı hayatın boyunca? Yapmanı kim istemişti, nasıl başlamıştın, nerelere geldin? Hep iyi miydin? Eğlenceli olacağa benziyor...

Ve İzlenimler...

Ayşecan 
Anılar ve anıları yazmak. Daha önce denediğim ama içine dalmaktan haz etmediğim bir çalışma idi. Bu sefer ne oldu tam olarak çözemiyorum. Daha önce de başkaları ile birlikte yazıyordum ama bu sefer hiç zorlanmadan kendi akışında çıkıyor yazılar. Üzerinde çalışılmamış yazılar. Hiç biri rahatsızlık vermiyor üstelik. Her hatıra bir şeyleri çekiştirip getiriyor. Bambaşka bir hayatı kendi hayatım olarak anlatır gibi oluyorum. Ama her şey çok doğal gerçekleşiyor. Bu kısmı özellikle çok ilginç geldi. Ve çocuk yanım yanımda hazır duruyor. Bana başka soracakların var mı der gibi. İçimden, kendi hayatımdan temel alarak kurgu ne çok hikâye çıkabileceğini görüyorum. Sevdim bu çalışmayı. 

Reyhan
Bir süredir yazamıyordum. Bu maraton başladığında heyecan duydum. Yeniden yazmaya zaman ayırabilmek, üstelik yazdıklarımı çoğunu maraton sırasında tanıyıp sevdiğim birbirinden güzel yazan arkadaşlarla paylaşmak bir armağan gibi geldi bana. Sonuna yaklaşırken maratonun zorladığı tempoyu ve aracı olup açığa çıkardığı ruhu çok arayacağımı hissediyor, şimdiden üzülüyorum. Teşekkür ederim. 

Ayşegül
Bu maraton çalışması benim için bir eşzamanlılık. Maraton öncesi Yeşim Cimcoz hoca ile öykü kitabı çalışmasına başlamıştık. Maratonda yazmaya başlayınca kendime dair unuttuğum ne kadar şey varsa hatırlamaya başladım. Öyküleri besleyecek bir dolu şey varmış heybemde, hepsi birer birer ortalığa döküldüler. Ama en güzeli ne biliyor musunuz ne arkadaşlar? Ben Füsun Çetinel’i sadece iki saat gördüm. Diğerlerinizi hiç tanımıyorum. Yazdınız okudum, yazdım okudunuz. Yorumladınız, hislerinizi paylaştınız. Maraton o kadar değerli bir çalışma oldu ki benim için. Sizler de yorumlarınızla yeni girdiğim bir hayat planında ufkumu açtınız. Hepinize canı gönülden teşekkür ediyorum. Ben iyice gaza geldim ve Yeşim Cimcoz Yazı Evinde, Öyküde ve Romanda Kurgu atölyesine başlıyorum.

Rehan 
Ben bugüne kadar sadece teknik yazılar yazmış, bir mühendis, sol beyin insanıydım. Kitaplar çocukluğumdan beri hayatımın vazgeçilmezleri olduğu için, yazabilmeyi  hep dilemiştim. Ancak bu konuda hiç bir eğitim almadığım gibi, karışık bir zihnim, özgüven noksanlığım bir ton çekincem vardı. Maratonu görünce katılmayı çok istedim ama bir o kadar da çekindim. Niyetim sadece sizleri okumak ve feyiz almaktı. İlk gün öğretmen yazısını yazdım ve fakat cesaret edip yollayamadım. Sonra ikinci gün, üstüme bir cesaret geldi. Kaybedecek neyim vardı ki? Ya herrü ya merrü diyerek yolladım yazımı. Sonrası malum işte, düşe kalka koşuyorum ekiple. Ben bu grubu, maraton olayını çok çok sevdim. Beni mutlu ediyor. Zihnim açıldı, ellerim açıldı sanki. Bir de yazdıkça ferahladığımı görüyorum. Konunun sabah verilmesi, bir temaya yoğunlaşmak çok yardımcı oluyor. Sonra tabii o konuda farklı kalemleri okumak inanılmaz keyifli ve faydalı. Keşke bu çalışmaya benzer şeyleri daha sık yapabilsek. Kısacası ben bu ekibi ve çalışmayı çok faydalı, çok etkili buldum.

Funda
Beni kendi içime yönlendirip, kendimle hesaplaşmama yol açtı,  geçmişimi tekrar düşünmeye başladım ve yorumladım. Yazıyla birlikte bilip de bilmeyi istemediklerim ya da unutmayı tercih ettiklerim su yüzüne çıkmaya başladılar. Sanki ben bir filmin başrolündeydim ve kendimi perdeden izliyordum, acımasızca eleştiriyordum. Bu filmin zaman zaman iyi, bazen kötü bazen de iflah olmaz karakteriydim.

Söz Uçar Yazı Kalır
On dört gün on dört harika yazı çalışması! Heybemizde neredeyse bir kitabı dolduracak metinler var, aklımızda yazacak, yazmayı düşündüğümüz bir dolu şey. Bu çalışmaya katılan arkadaşlarıma sonsuz teşekkürler, onlarla birlikte ben de yazdım ben de büyüdüm.

Füsun Çetinel



Konuşan Masa

Masa Konulu Tablolar


Konuşan masa etrafında on iki meraklı kişiydik. Kimimiz ressam, kimimiz yazar, kimimiz sahne sanatlarından. Yıllardır görmediğim sevgili dostum, çocuk kitapları illüstratörü Huban Korman’la da Konuşan Masa sayesinde karşılaştım.

Çağla Göksu, Mimar Sinan Üniversitesinde plastik sanatlar koordinatörü ve ressam. 120 tablo görseli eşliğinde, bize Rönesans’tan günümüze Avrupa’da ve Türkiye’de, masa konulu figürleri tanıttı. Masa kültürü Türklere çok daha sonraları geldiği için gösterilen eserler tabi ki de Batı ağırlıklıydı.

Leonardo da Vinci'yle başlayıp Recep Batuk’la bitirdik geceyi 
Pieter Brueghel’in masasında, İncil’in dışında günlük hayatın rastgele izlerini ve neşesini yakaladık. Manet, Monet, Renoir, Degas, Gaugin, Picasso, Holbrook, Şeker Ahmet Paşa, Mahmut Cuda, Fikret Mualla, Cihat Burak’ın masalarında bize anlatmak istedikleri hikâyeyi görmeye çalıştık. Göremediklerimizi de güler yüzlü eğitmenimiz Çağla Göksu gösterdi. Bimece parçalarını on iki çift meraklı gözle bir araya getirdik.

Öykü bütün sanat dallarından beslenir ama bence en çok şiire ve resme yakındır. İyi öyküler, sözcüklerle yapılan resimler değil midir zaten? Hemingway örneğin, Beyaz Fil Tepeler öyküsünü yazarken, Cezanne’den, onun ‘’basitmiş gibi görünen fırça darbelerinin aslında duygularını son derece kontrollü bir biçimde dışa vuruşundan’’ yararlandığını söyler.


Ben en çok Frida Kahlo’nun yemek masasından etkilendim. Leonardo’nun masasında et, şarap, ekmek varken Frida kendini yatırmış masaya, üzüntüsünü, hastalığını, ölümünü, erkekleri, düşüncelerini. Yemek masasını ameliyat masasına çevirmiş. Üretkenliğini, kısırlığını sorgulamış. Tüm yaşamını didik didik etmiş bu masada. Kendi kendini yemiş bitirmiş. Kutsallığı simgeleyen beyaz masa örtüsünü bir kenara atmış, yeşil sermiş masaya. Doğanın yeşili onun kutsallığı. Güneşin doğuşu, batışı. Sonra her tarafına ok saplanmış bir geyik var tam masanın önünde, Frida hep yaralıydı ya zaten. Acılarını resmeden kadındı o.


Vincent Van Gogh’un masasında ışığın vurduğu tozlu patatesler var. Sabah, öğlen, akşam yenen ama hiçbir zaman şikâyet edilmeyen patatesler. Karanlık bir huzur var aynı masanın etrafına toplanmış yoksul insanların suratında. Patates ekenler. Patates Yiyenler.


Salvador Dali’nin masası ise sürreal. Belleğin Azmi ya da Eriyen Saatler(La Persistencia de la Memoria ) diye bilinen tablosunu yapmak için atölyesinde çalışıyormuş. Bir zaman kompozisyonu kurmak istiyormuş ama nasıl yapacağına bir türlü karar veremiyormuş. Zaman nasıl çizilir? Belki bir saat çizebilirim, diye düşünmüş.  Çok sıradan gelmiş. Biraz şarap içmiş,  birkaç üzüm atmış ağzına. Camambert peyniri masanın üzerinde tabakta duruyormuş. Uykusu gelmiş, kanepesine kıvrılıp yatmış. Sabah uyandığında yanı başında erimiş, kendini odanın sıcağına teslim emiş, Camambert ile göz göze gelmiş. İşte bu demiş, şekil değiştiren, eriyen bir zaman tam da aradığım. Artık kompozisyonunu nasıl kuracağını biliyormuş.


Botero’nun piknik örtüsünü es geçemem. Tombul muzlar, çatlayacak denli büyük portakal.Kendi tarzında şişman insan modeli ile hafızalara kazınmıştır sanatçı. Gerçekçi dünyaları anlatırken gerçek dışılık yaşatır. Fizik kuralları yerine kendi bakış açısını verir. Yemek yemenin ve şişmanlığın tabu olduğu günümüzde bana cesaret verdiği için seçtim inadına.


Mihri Müşfik Hanım.  Kendisi farkına varmamış da olsa çok farklı resmetmiştir masadaki karpuzu. Gerçeklerle yüz yüze bir kadın olarak çekirdekli bir karpuz çizmiştir. Aynı ve daha eski dönemin erkek ressamlarının tablolarındaki karpuzlar ise çekirdeksizdir. Hizmetkârları veya eşleri, karpuzun çekirdeklerini ayıklayıp öyle masaya getirmiş olmalılar. Başka nasıl açıklanabilir ki bu çekirdek meselesi?


Recep Batuk’un masasındaki Sucuklu Yumurta basit, sıradan ama bir o kadar da insana ait. Sanatçı bir pazar sabahı evinden çıkar. Apartmanın içini sucuklu yumurta kokusu sarmıştır. Canı fena halde sucuklu yumurta çeker ancak çalışmak için bir an önce atölyesine gitmesi gerekiyordur. Baştan çıkartıcı koku hep aklındadır. Atölye çevresinde hiçbir açık bakkal bulamaz, ancak tuvaline tava içinde yağları cızırdayan sucuklu yumurta çizer.

Masa ve yemek iki ayrılmaz parça. Biz de gece boyunca bunun keyfini çıkarttık. Aynı masanın çevresinde yedik, içtik, sanatçıları ve sanatı konuştuk. Konuşan Masa’da çok değişik temalar var ve her gün yenileri eklenmeye devam ediyor; Masallarda Yemek, İki Mutfağın Kesiştiği Noktada, Bizans’tan Osmanlı’ya İstanbul Mutfağı, Likör ve Şerbet Yapımı Atölyesi.

Detaylı bilgi için;
http://konusanmasa.com/?p=116

Füsun Çetinel


Yazı Maratonu Alıştırmaları 1


Yazı Maratonu Devam Ediyor...

Dokuz günün sonunda aşağı yukarı 1000 metre uzunluğunda bir satıra yazı yazdık! Az buz değil. İş güç, hayat gailesi vız geldi tırıs gitti. Adı üzerinde, Hayatım Roman Yazı Maratonu. Disiplini bozmadık, durmadık yazdık. Birbirimizin yazdıklarını okuduk, duygulandık, kimi zaman ağladık kimi zaman güldük. Kendi unuttuklarımızı hatırladık. Utanmadan sıkılmadan soyunup tüm samimiyetimizle yazdık. Belki sizler de yazmak istersiniz diye dokuz günün alıştırmalarını paylaşıyorum.

1. En Etkilendiğim Öğretmen
Liste yapmak günlük hayatımızda sıklıkla kullandığımız yararlı bir alışkanlık. Bilgi toplamanın da en kısa yolu. Alışveriş listesi, sınıf listesi, arkadaş listesi, ilaç listesi. Kronometreyi beş dakikaya ayarla ve listele! Senin üzerinde çok büyük bir etki bırakan öğretmenin hakkında aklına ne gelirse, cümle kurmadan kelimelerle listele. Nasıl biriydi? Nasıl kokardı? Ne giyerdi? Nasıl konuşurdu? Sadece cevaplarını bildiğin şeyleri yazmak zorunda değilsin. Bildiğin bilmediğin her şeyi listele! Sonraki bir kaç dakikada bu listeyle öğretmeninin kısa bir hikâyesini yaz!

2. Groundhog Day - Dağsıçanı Günü
Her yıl 2 Şubatta, Amerika'da Dağsıçanı Günü kutlanır. Pennsylvanya'da sabah 7.20'de Punxsutawney Phil kovuğundan çıkıp kışın bitmesine ne kadar kaldığını bildirir. Altı hafta daha! Bu tür tahminlere ne kadar değer veriyorsunuz? Kırık ayna, siyah kedi sana şanssızlık getirir mi? Kaşınan avucuna hiç para geldi mi? Güneş girmeyen eve doktor girer mi gerçekten? Merdiven altından korkmadan geçer misin? Bugün batıl inançlardan, inançlardan, kalıplardan bahsedelim biraz da. Ama ilk önce Groundhog Day nedir araştır!

3. Yazmak Çok Eğlenceli
Bugün yazında devrim yap! Bilgisayarda yazıyorsan karakterleri büyüt, fondu değiştir, renklendir. Deftere yazıyorsan bambaşka renklerle yaz. Yazının içeriği nasıl da değişecek. Bugün, sevdiğin veya sevmediğin bir özelliğini yazacaksın. Bu vücudundaki bir iz, ben, yara, et beni veya siğil olabilir. Karakter özelliğin olabilir, inatçı, asabi, hayır diyemeyen... Davranış olabilir, tırnak yemek, tik. Seni engelleyen veya benzersiz kılan bir özellik. Seni diğer insanlardan farklı kılan bu özelliğini anlat. Nasıl hissediyorsun? Elinden gelseydi değiştirir miydin? Patricia'nın sağ baldırında bir doğum lekesi varmış. Gençliği boyunca annesi etek boyunu ona göre ayarlamış. Kızın başına dert olmuş leke:)

4. Hafıza Envanteri
Bugün hafıza envanterinde şöyle bir gezintiye çık! Geçmişten gelen eşyaların ve hikayeleri. Bu eşya sana çok eski aile büyüklerinden kalmış olabilir. Veya onu yaşamının bir evresinde çok beğenip satın almış olabilirsin. Sana anlam ifade eden herhangi bir eşyayı seç. İlk önce bu şeyin fiziksel tanımını yap ki okuyucun gözünün önüne getirebilsin. Sonra da anlat. Bu eşyanın ilk sahibinin yaşadığı zaman ve yer? Sana kim verdi? Senden önce başkasına mı aitti? Sana ne ifade ediyor? Nerede saklıyorsun veya sergiliyorsun? Dolap köşelerinde bir yerlerde mi gizli yoksa salondaki büfe üzerinde mi? Patricia'nın hazinesi ananesinden kalma beyaz çiçekler ve koyu yeşil yapraklarla bezeli muhteşem bir cam sürahi. 1933 yılında evlenen ananesine evlilik hediyesi olarak gelmiş. Sadece çok özel zamanlarda kullanıyor...

5. Çocukluğun Tadı
Bazen yazarken beş duyumuzu kullanmayı unuturuz. Tat, dokunma, duyma, görme, koklama duyularımız var. O zaman, bir şeyi tanımlarken niye hepsini kullanmayalım. İlk önce çocukluğunun yemeklerini listele. Sadece kelimeler. Sonra listeden bAir tanesini seç ve onu etralıca yaz. Bu yemek niye çocukluğunu hatırlatıyor? Tadı nasıldı? Nasıl görünüyordu? Yerken ses çıkarıyor muydu? Dokusu nasıldı? Seviyor muydun, nefret mi ediyordun? Kim pişirirdi? Özel günler için mi yoksa her gün mü pişerdi? Pişmesine yardım eder miydin? Niye sende bu kadar yer etti? Eğer bu yemeği şimdi yapabilseydin kiminle paylaşmak isterdin? Niçin?
Dikkat: bu alıştırma yemek öncesi aşırı miktarda acıkmaya yol açabilir.

6. Kısa Mesafe 
Artık atağa kalkma zamanı geldi. Bu günkü çalışma için bu yazının sonunda beş kelime vereceğim. Kelimeleri merak edip okumaya başlama lütfen! Her kelime için bir dakika yeterli. Kronometreyi ayarla. Aklına geleni yaz, kısa ve etkili, kelime yazmak veya kelime kelime yazmak en iyisi. Her şey kabul, ne kadar mantık dışı olursa olsun. Ve bu şekilde beş kelimeyi sırasıyla tamamla. Geriye dönüp oku bakalım neler yazmışsın, ne komik ve çılgınca şeyler. Bir tanesini seçip onun hikayesini yaz.
Kelimelerimiz: 1. Mantarlar 2. Kırık bir şişe 3. Rüya görmek 4. Eller 5. Matematik.

7. Hafıza Şöleni
Evet yazı maratonunun yarısına geldin ve ikinci yarılar hep daha çabuk geçer, yazmanın keyfini çıkar. Bugün fazla bir açıklama vermeyeceğim. Sadece yaşamanı istiyorum. Zaten de aşağıdaki videoyu izlemen yeterli olacaktır sanırım. Aklına yazmak için yüzlerce şey üşüşecektir. Dinle, izle ve özümse. Bir şey hatırlamaya, not almaya çalışma. Arkana yaslan ve gevşe! Yazmak için gerekli olan şey kendiliğinden gelecektir.
Video izle-- http://www.youtube.com/watch?v=c9KHo9z86rA

8. Alışkanlıkları Kırmak
Yazarlar alışkanlıkları olan yaratıklar. Kalemleri, belirli kâğıtları, masa ve iskemleleri, olmazsa olmazları var. Bugün bunlardan kurtuluyorsun. Her zaman yazmadığın bir yerde yazmayı dene! Açık havada, parkta, ormanda, deniz kenarında... Hava çok soğuksa kapalı ama farklı bir mekânda yaz! Kafe, restoran, banka neden olmasın? Belki gürültülü ve kalabalık bir restoranda. Her zamankinden biraz hızlı yaz. Günün karmaşası içinde yazacak bir yer illaki bulursun. Yazına şu cümleyle başla
'' ... olduğunda yanlış yapacağımı biliyordum.''
Cümle seni nereye götürecek bakalım?

9. Hastalıklar
Bugün konumuz hastalık! Çocukluğunda ailen hastalıklara, yara berelere nasıl tepki verirdi? Evde hazırlanan ilaçlar var mıydı? Tavuk suyuna çorba, Viks krem, bebek aspirini, veya hatırladığın başka ev ilaçları neler? Belki de hastalıklar ortada kan ve kırık olana kadar pek ciddiye alınmazdı? Çocukken, hasta ve yaralı olduğunda, nasıl tedavi ederlerdi seni, yaz!

HayatımRomanYazıMaratonu facebook sayfamıza katılabilir, günlük alıştırmaları izleyebilir ve yazarak bizlerle paylaşabilirsin. 

Füsun Çetinel

Bir Cüce Akşam

Sarı bir kum kovası görürsünüz deniz kenarında

Bir çay bahçesinde bir kadın konuşuyordur kendi kendine veya bir şiir okursunuz. Ve birden canınız yazmak ister. İşte bu da öyle bir şey…

Bir İntihar Akşamı Üstüne Söylenti, Turgut Uyar 

Kısacık yoğun bir akşam
herkezin yüzünün bir anıya karıştığı
yoğun bir akşam
bana bir memur gibi davrandılar hastanelerde
ve bir intihar üstüne söylenti
bütün kıyıları dolaştı durdu
kısacık bir akşam
Kısacık serin bir akşam
kelebeklerin atlarla yarıştığı
yoğun bir akşam
bazı mektuplar damgalandı postanelerde
oturuldu bir takım şarkılar söylendi
bir adam bir kadının kapısını vurdu
kısacık bir akşam
Neyi söylesem bir kahramanlıktı
içinde azıcık buluştuğumuz
bir bulutla bir kağıt peçete arasında
kısacık yoğun bir akşam
şaşırdım hüznümü nerelere bıraksam
bir yanda kasıklarımın sarsılmaz gücü ve
kısacık yoğun bir akşam
Her şey bir unutkanlıktı
arada bir deliler gibi kavuştuğumuz
tüfekle vurulmuş bir parsın yarasında
kıcacık yoğun bir akşam
biliyordum bir soğuktu nereye varsam
bir yanımda bir el bir yanda vazgeçilmez bir sancı ve
kısacık yoğun bir akşam.
Kim karıştırdı gerçekliğine
yaşadığım sonsuzluğun
ve oturuldu bir takım şeyler söylendi
imla kurallarıyla mutsuzluk üstüne
kısacık bir akşam
duraladım ne yapsam
Kim karıştırdı gerçekliğine
su terazilerindeki ensizliğin
ve fotoğraflar çekildi ben çıkmadım herkes eğlendi
araba vapurlarıyla denizsizlik üstüne
kısacık bir akşam
o kadar kısa ki bir akşam
yüzümü suyun ardında buldum
kıyılar bu yüzdendir öyle dediler
kısacık yoğun bir akşam
serin bir akşam öyle söylediler…

BİR CÜCE AKŞAM

Bir cüce akşamda toplaştık. Tekinsizler. Sarhoşlar. Kendini boydan boya kesenler. Kanlı duvar dibinde çömelip bekleşenler. Tuhaf cinayetler. Tenhada ırzına geçilenler. Hepimiz nasıl da sığışıverdik benim soğuk, karanlık, yalnız akşamıma.

Yorgun bedenimi kirli, buruşuk bir demirbaş listesine kaydettiler. Erkek, dediler. Kırk beş yaşlarda, bir seksen boylarda. Zayıf, gri saçlar. Sağlam dişler. Kafada darbe yok. Nefes borusu temiz. Ciğerlerde bol miktarda tuzlu su ve nikotin, öyle söylediler. Sedyelerin ardından bir sarhoş kustu. Karafatmalar ilerledi sıva çatlağı boyunca.

Hayatımı naylon bir poşete tıkıştırdılar. Anahtarlar, limiti aşılmış kredi kartlarım, kimliksiz kimlik belgem, hafızası boş telefonum, keşkeler karalanmış saf peçeteler. Ağır metal masalarda kâğıtlar damgalandı. Merdivenler inildi, çıkıldı çokça. Adıma özel afili bir kart yazdılar. Bir köşede bir kadın hıçkırdı biraz. Kar beyazı bir örtü dokundu tenime hafiften. Cılız floresan ışığında hayalet söylentiler dolaştı ağızdan ağza. Beyaz, sonu görünmeyen koridorlarda.

Âşıkmış, pek âşık.
Karşılıksız.
Dağlara taşlara. Yaratana.
Gidip de gelmiş öte tarafa.
Yapraklar konuşmuş fısır fısır.
Göremediklerimiz görünmüş.
Allah düşmanıma vermesin. Cık cık cık.
Ağır gelmiş kadına. Bir birleşmişler, bir ayrılmışlar.
Hişşş, sessiz ol biraz.
İşten güçten olmuş. Yazık etmiş kendine, ne fena.
Kadın pek de güzel. Ağlar tabii, giden gelmez.

Her şeye kahrolur oldum karanlık akşamlarda. Yağmurda dolaşan ıslak köpeğe, cam önünde büzülen kediye, patik satan yaşlı nineye, siyah önlüklü okul çocuklarına, vapurun köpüğüne, bağıran deliye. Sızladı her yanım. Seviştim, sana kızdım. Nereye dönsem soğuktu akşam. Yün çoraplar giydim ayağıma, yorganlara girdim, bedenimi sobalara yapıştırdım. Gözlerimi yumdum, gitmedi soğuk. Çekiştirdiler dört yanımdan. Konuştular, peşimi bırakmadılar. Kendimi bulamadım ara sokaklarda.

Şiirler döşendim. Yırttım. Yazdım yeniden. Kapılar çaldım, kapılar kapadım yalnızlığıma. Kafamda toz duman atlar yarıştı. Dizginleyemedim. Vedalar yazdım dağa taşa. Hoşça kal demediler. Perdeler çekildi aydınlığıma. Sular seslendi adımı. Usul usul. Kıpır kıpır. Kıyılar vaat ettiler. Sıcak, sımsıcak. Sarmalanmak istedim merhem gibi. Kuyrukları pul parlak denizkızları çeldi gözlerimi. Bedenime kaygan bedenleri değdi. Üşüdüm. Senin kadar uzak baktılar donuk gözlerle. Alışırsam ısınırım sandım. Yüzdüğüm kıyılara varamadım, öyle anlattı dedikoducu karafatmalar beyaz koridorlarda.

Ağır metal bir kapı kapandı konuşulanların üzerine. Yabancı bir rüzgâr esti bir yerlerden. Tüylerim ürperdi, gitmekle kalmak arasında.

Füsun Çetinel





Hatırlıyorum

Yazmak İçin Hatırlamak


En çok neyi hatırlıyoruz? Ölüm, doğum, düğün, sünnet, hastalık, cenaze gibi önemli anları. Daha ufak detayları zihnimizin gerisine itmişiz, yazıya dökmekte zorlanıyoruz. Yaşam öykümüzü yazarken işte bu gizli kalmış anları bulup dışarı çıkarmalıyız.

Patricia Charpentier’in Hatırlıyorum kitabından seçilmiş yazı tetikleyicilerinden dokuzunu sizlerle paylaşıyorum. Kronometreyi on dakikaya kurun ama kendinizi kesinlikle on dakikayla sınırlamayın. Bırakın kelimeler, cümleler içinizden geldiği gibi aksın. Sırayla yazmak zorunda da değilsiniz! O gün içinizden hangisini yazmak geliyorsa onunla başlayın. Yanlış yazarım diye korkmanıza gerek yok, her şey kurmaca! Kendi hayatınız olsa bile.

1.En Çok Eğlendiğim Zaman
Büyükanne veya babanızla veya onların yerine koyduğunuz birisiyle, teyze, amca, aile dostu ile birlikte geçirdiğiniz zamanı hatırlayın. Bu kişiyle neler yapardınız? Niye bu kişiyle birlikte olmaktan mutluydunuz? Belirli bir zamanı hatırlıyor musunuz? Bu kişi nasıldı? Ne kadar sıklıkla birlikte olurdunuz?

2. En Güzel Günüm
Çocukken en çok haftanın hangi gününü severdiniz? Bu günde neler yapardınız? Haftanın diğer günlerinden farkı neydi? Bu günü kiminle geçirirdiniz? Zaman içinde en çok sevdiğiniz gün değişti mi? Değiştiyse neden?

3. O Günü Hep Hatırlayacağım
İlkokul günlerinizi hatırlamaya çalışın. Özellikle belirli bir günü, öne çıkan bir olayı hatırlayın. Bu zamanı tasvir edin. Bütün bu yıllar boyunca niçin aklınızda kaldı? Bu olumlu mu, yoksa olumsuz bir anınız mı?

4. Çocukluk Odam
Çocukluk odanızı gözünüzün önüne getirmeye çalışın. Birden fazla odanız olduysa en çok aklınızda kalanı seçin.  Kendinizi odanın ortasında hayal edin. Nasıl bir odaydı? Orada kendinizi nasıl hissederdiniz? Size ne ifade ederdi? Sadece bir uyku yeri miydi, yoksa başka şeylere de yarar mıydı? Odada neler vardı? Detaylara gir! Odanı hiç birileriyle paylaştın mı? Pencereden baktığında ne görürdün? En güzel tasvir, sadece görme duyusuyla değil, tüm duyularla yapılandır! Odandaki cisimlere dokunduğunda neler hissederdin? Hangi sesleri duyardın? Burnuna hangi kokular gelirdi?

5.Karakterim
Yaşadığın yerdeki karakterin kimdi? Karakterini istediğin gibi tanımla, komik, garip, eksantrik, acayip, vs. Bu kişiyi niye karakterin olarak tanımlıyorsun? Bu kişi niye sende iz bıraktı? Bu kişiyi nasıl tanımıştın? İlişkiniz nasıldı? Herhangi belirgin bir olay yaşadınız mı? Şehrinizdeki diğer insanlar bu karakter hakkında neler düşünürdü? Başkaları bu karakter hakkında fikir sahibi olmanıza yardımcı oldu mu? Eğer olduysa bu kimdi ve sizi nasıl etkiledi?

6. En Önemli Başarım
Çocukluğunuzun en önemli başarısı? Bu nasıl oldu? Bu başarıya ulaşmak için neler yaptınız? Size ne anlam ifade etti? Bunun karşılığında bir ödül aldınız mı? Aldınızsa neydi bu ödül?

7. Kendi Param
Çocukken kendi paranızla aldığınız ilk şey neydi? Satın aldığınız şeyi detaylı bir şekilde anlatın. Bunu niye almak istediniz? Nerden aldınız? Parayı nereden buldunuz? Bu şeyi sonra ne yaptınız? Sonradan aldığınıza memnun mu oldunuz, pişman mı?

8. Beş Şey
Sel veya hortumdan kaçarken yanınıza almak istediğiniz beş şey nedir? Aile fertleri ve evcil hayvanlarınız dışında! Bu şeyleri niye seçtiniz? Detaylı bir şekilde bu beş şeyi anlatın. Bunların özellikleri nelerdir? Bunlar olmazsa ne olur?

9.Hikâyeyi Tamamla
Bir zamanlar…

Facebook grubumuz var
1 Şubatta başlayıp 14 Şubatta sona erecek yazı maratonu için HayatımRomanYazıMaratonu
facebook grubumuza katılabilir, yazı alıştırmalarını ve diğer haberleri oradan takip edebilirsiniz.

Füsun Çetinel

Zaman

6 Dakikada Tanpınar

Altı dakika yazılarını yazmaya başlayalı tam tamına yirmi altı gün olmuş. Geriye dönüp yazdıklarıma baktığımda kiminde potansiyel öyküler, edebi sayıklamalar, ipe sapa gelmez iç monologlar, kiminde ise o güne dair saptamalar gördüm. Her şeyden önemlisi o sayfalarda yazmayı seven ve inatla yazmaya devam eden kendimle karşılaştım.

Bugünün kelimesi ''zaman''

Tanpınar'ın en büyük meselesidir zaman. Zamanın ne içindedir, ne de dışında. İkisi arasında sıkışmış kalmıştır. Rüyayla yaşam, doğuyla batı, eskiyle yeni arasında kayıp bir ruhtur yazar. Oğuz Atay gibi zamana tutunamayandır.

Rüyalarında sarnıç görür. Kurumuştur, akıp gitmez. Hem içindedir sarnıcın hem de dışında. Batılı kadınlarla tensel temaslar, arzular peşindeyken, uykuya yatar, rüyasında Eski Zaman Elbiseleri içine hapsedilmiş, saf bir kıza âşık olur. Saflığın, kaybolmaya yüz tutan değerlerin, mistik olayların peşindedir. Kafka kadar gotik, Dali’nin eserleri kadar sürrealisttir zaman onun için.

Kâbusudur zaman. Hiçbir zaman düzgün ayarlayamadığı bir saattir. Saatlere uyum sağlayamayandır Tanpınar.  Rüyalarında bile çok acımasızdır zaman, en güzel yerinde uyandırır onu. Zaman ritmidir, müziğidir, her şeyidir. Zaman bir trendir öyküsünde, hep doğudan batıya doğru yol alan.  İnsanların yetişmeye çalıştığı, çalışırken bir şeyleri kaçırdığı.

Tanpınar’ı çıldırtan zaman, onu zamansız bir yazar kılmıştır.

Geç Kalmadınız

Belki siz de bugünden itibaren 6 dakikalık yazı alıştırmalarına başlarsınız. Gereken tek şey defter, kalem ve bolca yazma cesareti. Kelimeler mi? Kitap aralarından, beni yaz beni yaz diyen seslere kulak verin!

Füsun Çetinel

Hayatım Roman Yazı Maratonu

Şimdi hayatınızı yazma zamanı! 

Patricia Charpentier, herkesi hayatını yazmaya davet ediyor. İnanmayacaksınız ama ondört gün sürecek olan yazı maratonu  ücretsiz! Evet, doğru okudunuz. Tek kuruş bile ödemenize gerek yok. Tek yapmanız gereken biraz vakit ayırmak. Sonunda hayatınız değişebilir. Bu eğlenceli maraton 1 Şubatta başlıyor.

Yapmanız gerekenler

Her gün bir şeyler yazmak. Bir paragraf, bir sayfa veya on sayfa. Her gün 500 kelime yazmanızı öneriyor Patricia. Bu da önlü arkalı, çift aralıklı yazılmış, iki A4 sayfası demek. Ama bilin ki ne kadar yazarsanız yazın, bu sizin için muhteşem bir başarı olacak.

Ondört gün boyunca her gün hatıralarınızı canlandıracak çağrı mesajları gönderilecek sizlere. Bunlar sizi, yazmayı bile düşünemeyeceğiniz bambaşka hikâyelere sürükleyecek.

Forumda diğer katılımcılarla online irtibatta olacaksınız ve isterseniz yazılarınızı paylaşabileceksiniz. Soru sorabilir, diğer katılımcıların yazılarına yorum yapabilirsiniz.

Bu maraton boyunca size günlük bazı yazma ipuçları ve yazmaya devam etme cesareti verilecek.

İngilizce biliyorsanız şanslısınız!

Yapmanız gereken tek şey alttaki linke tıklayıp kayıt formunu doldurmak. Sonra da 1 Şubatın gelmesini beklemek.

http://writingyourlife.org/writing-challenge/


İngilizce bilmiyorsanız yine şanslısınız! 

Ben sizler için  Hayatım Roman yazı maratonunu kelimesi kelimesine tercüme edip burada paylaşacağım. Kendi aramızda mail grubu kurup yazılarımızı Türkçe olarak paylaşabiliriz.

Patricia Charpentier kimdir? 

Central Florida Üniversitesinde Yaratıcı Yazarlık eğitimi aldıktan sonra Louisiana State Üniversitesinde Gazetecilik yüksek lisansını tamamlamıştır. Yazı koçu, editör, yazı eğitmeni, gazeteci ve fotoğrafçıdır. Yüzlerce kişiyle, çocuklarına, torunlarına ve gelecek nesillere miras bırakmaları için, yaşam öykülerini yazmalarında yardımcı olmuş, hayalet yazarlık yapmış ve yapmaya da devam etmektedir.
Daha detaylı bilgiyi buradan edinebilirsiniz.

http://writingyourlife.org/

Ben çoktan kaydımı yaptım ve elimde kalemim 1 Şubatın gelmesini bekliyorum. Bu arada boş durmuyorum tabi, dünya dönmeye devam ettikçe yazacak çok şey var.
 
Füsun Çetinel