Craiova’dan İzlenimler
Sevgili Füsun Çetinel,
23.06.2013’den 29.06.2013 tarihine kadar Romanya’nın Craiova şehrinde yapılacak olan Colorful Ageing; hikâye anlatma, sosyal medya ve gönüllü faaliyetleri, EDUNET tarafından organize edilecek Grundtvig programına seçildiğinizi ve tüm masrafların tarafımızdan karşılanacağını haber vermekten memnuniyet duyarız.
Bu iletiyi posta kutumda gördüğüm anda gözlerime inanmadım çünkü içinde yazan her şey bana bu kadar mı yardı? Hikâye anlatmak, sosyal medya ve gönüllü faaliyetleri, yaş almanın dışında tabi ama onun da başında renkli kelimesi vardı ki bu her şeyi değiştirirdi. Evet, bir dostumun belki de farkında bile olmadan, facebook’ta paylaştığı bir programa başvurmuş ve kabul edilmiştim.
EDUNET organizasyon başkanı Victor Dudau, Almanya, Bulgaristan, Yunanistan, İngiltere, Finlandiya, Fransa, Danimarka, Belçika, Türkiye, Portekiz, on katılımcıyı ve görevli gönüllüleri kapsayacak şekilde mail grubu açtı, facebook’ta arkadaş olduk, birbirimizin yaptığı işleri, yaş ve aile durumlarını öğrendik yani birkaç gün içinde daha Craiova’ya gitmeden arkadaş oluverdik.
Bükreş’e varış zamanımıza göre buluşma grupları oluşturduk. Ben ve Yunanlı arkadaşım Anna sabahın erken saatlerinde Bükreş havaalanında birbirimizin kollarına atıldık ve konuşu konuşa şehri bir baştan bir başa yürüdük. İkimiz de yürümeyi, insanlarla sohbet etmeyi, kahve içmeyi seviyorduk. Akşamüstüne doğru tren garında Portekizli Fernando ile buluştuk. Craiova’ya kadar olan üç saatlik tren yolculuğunun sonunda birbirimizi yıllardır tanıyorduk sanki. Otelimize vardığımızda saat gecenin on biriydi ama lobide bizi şnitzel, patates ve soğuk biramız bizi bekliyordu. Diğer katılımcılar çoktan odalarına girip uyumuşlardı. Bizler de yorgunduk ama ertesi günlerin heyecanı ile biraz daha sohbet ettik.
Ertesi sabah otelin bahçesinde hem kahvaltı ettik hem de herkesle tanıştık. Victor ve öğretmenler ile yürüyerek kısa bir şehir turu yaptıktan sonra Beethoven Duyma Engelliler Okuluna gittik ve çalışmaya başladık. Sol avuç içi benzerliğine göre ikişerli gruplara ayrıldık. Ben ve Danimarkalı Marienne eşleştik. Ayakta birbirimizin kafası üzerine koyduğumuz kâğıtlara görmeden resimlerimizi çizdik, birbirimize sorular sorduk. Daha sonra herkes eşini gruba tanıttı. On farklı ülkeden on renkli insanı tanımak muhteşemdi.
Bu günler içerisinde yaşlanmayı, beraberinde getirdiği problemleri, toplumun diğer kesimlerinden izolasyonlarını nasıl önleyebileceğimizi, ülkelerin bu sorunlara nasıl çözümler üretebileceği, onları tekrar nasıl üretici konumuna getirebileceğimizi konuştuk. Hikâye anlatmak Leitmotif’imizdi pek tabi.
Otelde verilen bir çay partisinde çevre okullardan seçilmiş kızlı erkekli bir öğrenci grubuyla tanıştık. Doğum günlerimize göre eşleştik. Benim eşim on dört yaşındaki Livia oldu. Çok güzel İngilizce konuşuyordu. Türkiye’den getirdiğim fotoğrafları, broşürleri gösterdim. Nelerden zevk aldığımızı anlattık birbirimize. O bana yaptığı resimlerin fotoğraflarını gösterdi. Konuşmaya doyamadık.
Daha sonraki günlerde genç arkadaşlarımız kiliseleri, parkları, müzeleri dolaşırken bize rehberlik etti. Huro duygulu sesiyle Fince şarkılar söylerken ağaçlar altında biralarımızı içtik. Romen yemekleri yedik, üzüm bağlarından şarap içtik, Romanya’nın tarihini ve hikâyelerini dinledik. Bizi Craiova’da ağırlayan herkes rahat etmemiz ve mutlu olmamız için elinden ne geliyorsa yaptı, Romanya’yı sevmek için hiçbir şey eksik değildi.
Kültür gecesinde herkes ülkesinden getirdiği yemek, broşür, bayrak ve hediyelerle bir masa donattı. Müziklerimizi çaldık, farklı dansları öğrendik. Rakı, uzo, şarap ve adını hiç duymadığımız şeyleri içtik. Victor ve Romen arkadaşları kendi masalarını kurdular, yerel adetlerini ve danslarını gösterdiler. Ben dansöz kıyafetiyle göbek atmak zorunda kaldım.
Beethoven okulunun bilgisayar odasında sosyal medya öğretmenimiz İlleana ve öğrencilerinden photoscape öğrendik. Facebook hesabı olmayanlar açtı. Blog yapmayı öğrendik. Bloga fotoğraflar yükledik. Hikâyelerimizi yazmaya başladık. Daha deneyimli olanlar diğerlerine yardım etti. Aralarda kahve içtik, leziz pastalar, taze vişneler yedik. Duyma engelli çocuklarla oyunlar oynadık.
Livia ve ben ortaklaşa bir hikâye panosu hazırladık. Zamk, renkli kartonlar, boya kalemleri, yapışkanlı resimler ve oyun hamuru vardı. Bende kurutulmuş bir denizatı, nazar bocuğu, kuş tüylri, kartvizit, resimler vardı. Hepsini güzel bir kompozisyon içinde panoya yapıştırdık. Livia resim çizdi, oyun hamurundan çiçekler yaptı, konuştuk, paylaştık, güldük ve meydana çıkan şeyle gururlandık. İkimiz de yaratıcılığı, okumayı, hayvanları ve öğrenmeyi seviyorduk. Livia benim panomu herkese müthiş İngilizcesi ile tanıttı. Onun sözlerinden hayatımı dinleyince hiç de sıkıcı bir yaşamım olmadığının farkına vardım.
Livia beni çocuk hastanesine götürdü. Resim öğretmenlerinin rehberliği altında yetenekli altı kişilik bir grup çocuk bölümünün duvarlarını masal kahramanları ile boyuyorlar. Tüm malzemeleri daha önce yaptıkları resimleri satarak temin etmişler. Yataklardaki çocuklar sevinç içinde duvarlarda beliren Miki ve Minileri seyrediyorlardı. Livia’nın öğretmen olan anne ve babasıyla da tanıştım, onları İstanbul’a davet ettim. Bana çok güzel kolye, iğne, kitap arası yapmış. Ben de ona Türkiye hatıraları hediye ettim.
Craiova’daki günlerimi unutamam. Marie Claire’in buğulu Fransız şarkılarını, Sarah’nın çikolatalı kek krizlerini ve yanından ayırmadığı oyuncak ayısını, sevgili Bulgar komşum Venelin’i, müthiş sesli Urho’yu ve salıncakta sallanışını, Marienne’nin anlattığı hikâyeleri, Fernando’nun çekirge ve ateş böceği arasındaki farkı bize yüzlerce kez anlatmasını, ilk kez çubukta dondurma yiyen Wim’i, Yunanlı arkadaşım Anna’yı nasıl unuturum. Alman arkadaşım Katherina’nın öykü kitabı hala yanı başımda durur. Açar açar okurum.
Neler öğrenmedik ki? Kont Drakula, Kazıklı Voyvoda, Çingeneler, gurbete çalışmaya gidenler, arkada bırakılan yaşlılar ve özürlü çocuklar. Yıkılmaya yüz tutmuş binalar. Yasaklar getirilen üzüm bağları. Avrupa Birliğinin hiç de matah bir şey olmadığı. Kotalar.
Son gün herkes öğrendiklerini kendi ülkesinde nasıl uygulamaya koyacağını anlattı, hepimizin farklı uğraşları olduğu için çok zengin bir bilgi alışverişinde bulunduk. Aramızda tarihçi, hikâye anlatıcısı, tur operatörü, emekli öğretmenler, ormancı, kaptan, bilgisayarcı, çevre eğitmenleri ve yazarlar vardı.
Kalbimin bir parçası hep Romanya’da ve oradaki dostlarımda kaldı. Livia ile yazışıyoruz, eminim ki bir gün yeniden karşılaşacağız. Bir sürü parçası da diğer dostlarımla dünyanın dört bir köşesine dağıldı. Neyse ki kalbim kocaman, yaşam ve edebiyat sayesinde büyümeye devam ediyor.
Mutluyum, yeni projeler şekillendi, ortaya çıktı ve çıkmaya devam edecek. Renkli Yaş Almak da bu çalışma sayesinde ortaya çıkan projelerden sadece bir tanesi.
Beni takip etmeye devam edin.
Füsun Çetinel
İnsan Sesleri
Sıradan bir pazar günüydü. Erken kalkmış, kimseler uyanmadan evden çıkmıştım.
Biraz sahil yolunda yürüdüm. Denizin kumsalla buluştuğu ufak düzlükteki salaş kahvede yüzümü güneşe, rüzgârla gelen tuzlu su zerreciklerine teslim edip günün ilk demli çayını içtim. Hayat pek de güzeldi.
Ne kadar zaman geçmişti bilmiyorum. İnsan sesleri, kovanlarını arayan kızgın arı sürüsü gibi çoğalıp kahveyi kapladı. Elimle kovaladım, ağızlardan fışkıran kelimeler çay bardaklarına, tahta masalara, güneş şemsiyelerine, yosunlara çarpıp bana ulaştılar.
''Ben seni çok özlüyorum. Sen alıştın, ama ben alışamadım hiç. Olmuyor, yapamıyorum. Daha ne kadar üzülmem gerekecek?''
''Küçük çekirge bu teyzesi. Benim okuduğum gelişim kitaplarını okuyor artık. Bilmediği yok valla. Fransız liselerini puanı düşük diye beğenmiyorlar ama bak ne güzel okuma alışkanlığı kazandırdı çocuğa işte. ''
''Ay ben onun çocukluğunu bilirim. Kıçında don yoktu, büyüdü bizi beğenmiyor.''
''Enerjisi düşük insanlarla beraber olmuyorum artık. Beni aşağı çekecek insanları hayatımdan sildim.''
''Her şey önemini yitirdi. Anlatılır gibi değil. Hiçbir şey yapmak istemedim. Neyse geçti gitti, hadi güzel şeylerden konuşalım artık. Geçmişi hatırlatacak konuşmalara girmiyorum. Öyle insanlarla olan ilişkimi de kestim. Bana iyi arkadaşlar gerek bundan böyle.''
''Bu domateslerde tat yok. Ah siz o eski domatesleri yiyecektiniz ki. O ne kırmızıydı, o ne lezzetti.''
''Bir duygu ki gel de kurtul elindeyse çemberinden. Kadının çekim alanından çıkamıyorum. Kaç kere böyle bir fırsat elime geçer ki, değil mi ama? Yok, pişman değilim.''
''Dedikodu, iftira, çekememezlik kalabalık ofislerin derdi işte. Sana gelip her şeyi söylüyorlar. Hadi sabredeyim diyorsun. Sonra bir gün, dayanamıyorsun. Sen de patlıyorsun. Yapmamak lazım ama olmuyor.''
''Gençsin daha günde sekiz saat de çalışırsın on iki saat de. Sağlık olsun da. Bak ben otuz yıl çalıştım bir gün olsun gıkım çıkmadı. Evde iki çocuk, işe yaramaz bir koca. Başımda kaynana vırvırı. Ah ne günlerdi.''
''Hacca gitmişsin ama şükretmeyi öğrenememişsin hala. Geri gelince o ulvi duyguyu kaybetmemek gerek. Yoksa neye yarar tüm o yolculuk?''
''Bir duble rakı söyledik, yanında salata, yayın balığı ve kerevet yedik. Arada sırada seninle de yapalım. ''
''Şimdi herkes İngilizce biliyor. Yanlış anlamayın ama kasabın, manavın, kapıcının kızı bile İngilizce konuşuyor. Onun için, hosteslerde nerede o eski kalite?''
''Kocam tutucudur. Telefonda konuşurken arka fonda müzik duysun, pavyonda mısın nereden arıyorsun sen beni, diye kızar.''
Keskin kelimeler, sivri uçlu cümleler, ithamlar, eleştiriler, akıl vermeler havayı, suyu kapladı. Yaprakların hışırtısını, dalgaların usul usul çakıl taşlarına vuruşunu, sabahın el değmemişliğini yedi bitirdi.
''Taze çaylar…''
''Benimki daha açık ve limonlu olsun. Bu kadar koyu içemem.''
''Ama bu ılınmış. Bana kaynar getir.''
''Sakarin var mı yavrum?''
''Büyük bardakta paşa çayı getiriver. Çocuk içemiyor yoksa.''
Can simidim, tek kurtarıcım sırt çantamdaydı. Aradım buldum.
Puslu Ada, Semih Gümüş, 2002 . Bir deneme kitabı.
Deneme kitaplarından ürkerim genelde. Sanki okuyucu zorlansın, ürksün diye özellikle anlaşılmaz yazılmıştır.
Bir sayfa, iki sayfa okudum. İnsan sesleri azaldı. Dört beş sayfa sonunda insan seslerinin kaybolduğunu fark ettim. Su gibi akıp gidiyordu satırlar.
Ben yazar olacağım, diye yazar olunmaz, diyordu Semih Gümüş bir satırında.
Bir yerden başlayarak değil, başlamış bir sürecin dönüm noktalarında karar verilir yazar olmaya. Önce kitaplardan, sonra sokaktan öğrenmeye başladığını fark ettiği anda, yazının cehennem trenine atlamıştır genç insan. Kitaplardan sözcüklerin büyüsünü, nasıl yazılacağını öğrenirken sokaktan ne yazacağımızı kaparız. Demek ki iyi okumuş olmakla yetinmeden, iyi yaşamış olmak da gerekiyor, diye devam ediyor.
Thomas Bernhard’dan bir alıntıya yer vermişti.
Thomas Bernhard’la Konuşmalar. Sokağa çıktığınızda, bir şey yapmanıza gerek yoktur. Sadece kulaklarınızı ve gözünüzü açıp yürümeniz yeterlidir. Sonra bunlar eve gelip sizin yazdıklarınızın içinde olacaktır. Kasıntı ve budalaysanız ya da bir şeyler çabalama peşindeyseniz, bunlardan bir şey çıkmayacaktır. Hayatın içinde yaşıyorsanız, buna ek olarak başka bir şey yapmanıza gerek yoktur, her şey kendiliğinden içinize girecektir, yaptığınız işte de bir yansıması olacaktır.
O kitabı okuduktan sonra insan seslerinden ürkmedim. Sadece yazmak istedim. Kurtulamadığım insan seslerini kurgulayıp kendi sesimle yazmak. Birileri okusun, istemediği insan seslerini unutabilsin diye.
Benim de yazma meselem bu işte.
Füsun Çetinel
Yabancı
Güneşli bir sabahtı, uzak mahallelerin araba geçmez, parke taşlı koridorlarında fotoğraf dersi verdiğim kızlı erkekli öğrenci grubuyla ilginç kareler yakalamak için dolaşıyorduk. Issız sokakta ipteki çamaşırların duruşu hoşuma gitmişti. Sahibi bilinmez bir el tarafından yan yana mandallanmış, bembeyaz, kışkırtıcı, farklı ve yabancı.
Eve dönünce ılık bir duş alıp sokağın kirini üstümden akıttım. Banyodaki boy aynasında kendimle göz göze gelmemeye çalıştım. Son beş yıldır, vücudumda olagelen değişimleri kabullenmek çok zor geliyordu. Etlerim yerçekimine karşı koyamıyordu. Sarkan göbeğim, göğüslerim, kollarım. Kemiklerim. Ve yaratıcılığım.. Çaresini biliyordum. Buzlu viski ve Beethoven’ın dokuzuncu senfonisi. Mac’in başına geçtim, fotoğrafların hepsini sosyal ağ sayfama yükledim. Sonra da hemen uyudum.
Ertesi sabah bilgisayarı açtığımda kutumda beni bekleyen onlarca mesaj vardı. Hepsi de aynı fotoğrafa aitti. Uzun süredir görüşmediğim, konuşmadığım, sadece sosyal ağ üzerinden arkadaş olduğum, kimi öğrencilerim, kimi yabancı sanatçılar, o kadar kişiyi, kadın erkek, değişik yaş ve meslek guruplarından tetikleyen neydi bu fotoğraf karesinde? Neydi bu kadar ilginç olan?
Tüm saflığı ile üç sıra ipe mandallanmış apak kadın külotları mı? Sayısı şaşırtıcıydı. On beşerden üç sıra, tam kırk beş külot. İnsanın aklına olası her şey gelebilirdi. Arkadaki camda belli belirsiz bir karaltı fark ettim. Fotoğrafı iyice büyüttüm. Bulanıklaştı. Ancak zarif duruşundan kadın olduğunu tahmin edebildim.
İstanbul’un kaymak tabakası hep eşim dostumdur. Sinema sanatçıları, galeri sahipleri, eleştirmenler, yazarlar, ressamlar, fotoğrafçılar, politikacılar. Mesajları okumaya başlayınca, gözlerime inanamadım. Seviyesiz dokundurmalar. Bu yaşta, suratımı kızartacak müstehcen yorumlar. Olası hikâyeler. Hiç aklımda olmayan şeyler kafamı ve bedenimi kurcalamaya başladı. Kendimi tanıyamadım, üzerinde fazla düşünmeden çektiğim basit bir sokak karesi beni garip duygulara, isimlendirmekten korktuğum heyecanlara sürüklemişti.
Kafam yüzleşmekte zorlandığım duygulardan ve lodostan kazan gibi, güçlü bir ağrıkesiciyi geceden bardağın dibinde kalan viskiyle yutup kendimi açık havaya attım. Macar sanatçı grubu olmasa hiç uğramazdım üniversiteye, ama her şey aylar öncesinden planlanmıştı. Üstelik çok ünlü bir sanat dergisinden çekim de yapacaklardı. Aklım ipteki beyaz kadın külotlarında, zoraki bir kolaj çalışmasına katıldım. İsteksizliğim hareketlerime yansımış olmalı, Macarlar çalışmadan pek memnun kalmadı. Migren bahanesiyle gurubu mastır öğrencilerimden birine devredip kendimi yeniden fotoğrafı çektiğim arka mahallelerde buldum.
Boynumda makinem aynı izbe sokağı bulabilmek için epeyce dolaşmam gerekti. İçimde o bölgeye ilk defa geliyormuşum gibi yabancı bir his oluştu. Oymalı demir kapının ardında sessiz hareket eden insanlar görür gibi oldum. Kadın külotlarının asılı durduğu balkonu mu soracaktım? Deli derler. Sapık geldi mahalleye, diye polis bile çağırır bu insanlar. Belki de çamaşırların sahibi çoktan toplamıştı hepsini. Gerisingeri caddeye çıkıp insanların, kalabalığın arasına karıştım. İnatçı baş ağrısı yakamı bir türlü bırakmıyordu. Elimle cebimdeki metal içki matarasını yokladım. İki ağrı kesici ile kalan viskiyi tek seferde yuvarladım. Yerimde duramıyordum artık. Mıknatısa tutulmuş toplu iğne gibi içeri sokaklara çekildim yeniden.
O günkü rotayı hatırlayıp, aynısını takip etmeye çalıştım. Araba galerisinin yanından girdim. Dik merdivenleri tırmandım. Kolay olmadı pek, arada tıkandım kaldım. Çitin aralığından zorlukla geçtim. Ot bürümüş patikayı takip ettim. İnşaatın yanından araca kapalı ıssız sokağa saptım. Bahçe duvarının bitiminden kıvrıldım. O dar, görünmez yol karşıma çıkıverdi. Hemen girişinde sokağa atılmış eprimiş kumaşlı, iki kişilik koltuk bile yerli yerinde duruyordu. İçkinin etkisinden olsa gerek pisliğine aldırmadan çöküverdim. Etrafta kimsecikler yoktu. Gariptir o gün de yoktu. Düştüğüm duruma hırslanıyordum. Kendime yakıştıramıyordum. Bir taraftan içimde çocukluktan kalma uygunsuz şeyi yapmanın heyecanı vardı. İşte, fotoğraftaki balkon tam karşımda duruyordu. Ve fotoğraftaki beyaz kadın külotları ipte asılıydı. Koltuğun hemen arkasında önceki gelişimde fark etmediğim salaş bir kahve çarptı gözüme. Çekinerek içeri girdim.
Uzak kasabaların izbe kahvehanelerini andırıyordu. Kimsecikler yoktu. Gözlerim içerinin loşluğuna alışmakta epey zorlandı. Bu zamana ait olmayan tahta masalar, iskemleler. Bilardo oynayan köpeklerin süslediği yıpranmış duvar halısı, köşede büyükçe bir mangal. Duvara yapışık minderli divan, biraz da ağır kekremsi kokuyla karışık belli belirsiz duman. Nargiledir, dedim kendime. Zaman duygumu çoktan yitirmiştim. Dışarıdan fazla dikkat çekmemek için tozlu camın arkasında kenar bir masa seçtim. İlaçlar ve içki etkisini göstermeye başlamış, kafam iyiden iyiye bulanmıştı. Başımı ellerimin arasına alıp kaldım bir süre.
Allı güllü bir perdeyle ayrılmış bölmeden, bardak, kaşık, çay tabaklarının elde yıkanırken çıkardığı seslere benzer gürültüler geliyordu. Tazyikli su, radyodan geldiğini tahmin ettiğim kısık bir melodi ve muhabbet kuşu şakımaları. Gözlerim etrafta kafes arandı, bulamadı. Meşgul görünmek, dikkat çekmemek için kamera çantasından bir kitapçık çıkardım. Rastgele bir sayfasını açıp boş gözlerle baktım. Çaycı içeri girdiğimi duymuş muydu? Hafifçe öksürdüm. Sesler kesilmedi. Aksine varlığımı bastırmak istercesine arttı. Sokağı ararken duyduğum ürperti yeniden her tarafımı sardı.
Bir çay alabilir miyim? Açık olsun, lütfen.
Der demez pişman oldum. İnsansız bu kahvede taze çay olmazdı. Düşüncesi midemi ekşitti. Kahve istemeliydim, diye geçirdim içimden.
Çay yok, dedi aksi ses.
Ne diyeceğimi bilemedim. Görünmez birisiyle konuşmak çok rahatsız edicidir. Sustum, çaycının yanıma gelmesini bekledim. Adamı iyiden iyiye merak etmeye başlamıştım. Bir süre gözlerim kâh kitapçığın hiç değişmeyen sayfası, kâh balkon arasında gitti geldi. Sokaktan geçen kimseler yoktu. İçeriden gelen bulaşık sesleri ise kesilmiyordu.
Aniden gözlediğim balkonda bir kıpırtı sezdim. Uzun kırmızı tırnaklı, zarif eller mandallara uzandı. Hafif rüzgârda uçuşan kızıl dalgalı saç görebildim biraz da. Daha iyi görebilmek için yerimde iyice doğruldum. Siluet balkon kapısının ardında kayboldu. Ve uzun kırmızı tırnaklar perdeleri hızlıca çekti. Külotlar yerli yerinde kaldı. Beni fark etmiş miydi?
Sveta’yı mı gözlüyorsun, dedi kulağımın hemen dibindeki ses.
Korkudan zıplayıverdim. Geldiğini duymamıştım. Suratım kıpkırmızı kesildi. Kekeledim. Teklifsizce bir iskemle çekti, masaya yanaştırıp tersten oturdu. Yarı kapalı, uykulu gözlerini gözlerime dikerek,
Çay ister misin, dedi.
Var mı ki, dedim.
Cevap vermeden arka bölmeye doğru gitti. Ne garip adamdı. Akılda kalmayan bir yüzü vardı. Eşkâlini tarif et deseler, ne diyeceğimi şaşırırdım. Sıradan yüz, sıradan boy ve kilo. Saç rengi sıradan kahverengi, her gün her yerde rastladıklarımızdan. Çaycı perdenin arkasında kaybolur kaybolmaz yüzü aklımdan çıkıvermişti. Onu görünür kılan aksi sesiydi. Bakışlarımı tekrar balkona kaydırdım.
Sveta olmalıydı, kızıl dalga saçlar, kırmızı ojeli zarif parmaklar mandallarla dans eder gibi beyaz külotları iplerden toplamaktaydı. Şelale gibi akan saçların arasında hayal meyal kıpkırmızı dolgun dudaklar ve zümrüt yeşili gözlere bakakaldım. Bir ara yok oldu, mandalları ve topladığı külotları içeriye götürmüş olmalıydı. Bu kısacık yok oluşlar beni iyiden iyiye çıldırtmaya başladı. Sanki bilerek yapıyordu. İkinci sıra külotlar için tekrar balkona çıktığında sırtımdan aşağı bir ürperti geçti. Çaycının kaybolduğu tarafa kaçamak bir bakış fırlattım. Ne ses, ne hareket vardı. Radyo susmuştu. Muhabbet kuşu şakımıyordu artık. Etrafa musibet bir sessizlik hâkimdi. Fırsat bilip tekrar Sveta’ya kilitlendim. Garip, arzu uyandıran bir beyazlığı vardı. Çalıştığım nü modellerin hiçbirinde böyle bir beyazlık, duruluk ve cazibeyle karşılaşmamıştım Böyle bir ışıldamayı hiçbir insan teninde görmemiştim. Fotoğraf çekme arzusuyla kıvrandım ama kendimi göstermeye etmeye cesaret edemedim. Şehvet, korku birbirine karıştı dayanılmaz oldu. Vücudumu kontrol altına alabilmek için tırnaklarımı avuç içlerime sapladım. Sveta’yı ömrümün sonuna kadar buradan çamaşır asıp toplarken seyredebilirdim. Kıpırdamaya cesaretim yoktu.
Sonra kendimden iğrendim. Torunum yaşındaki bir kızdı seyrettiğim. Ne işim vardı kaçık bir çaycıyla bu sefil kahvede? Tanımadığım bir hizmetçiyi külotlarını veya kim bilir kiminkini toplarken seyredebilmek için miydi bu rezillik?
İster misin, diye düşüncelerimi böldü çaycı yeniden.
Aynı sinsilikle yaklaşmıştı yanıma. İçim hop etti. Gayri ihtiyari elindeki çaya uzandım.
Yok, Sveta’yı soruyorum, dedi arsızca sırıtarak.
Terslemek, sana ne demek için inanılmaz bir istek duydum. Balkondaki Sveta aklıma gelince, arzularıma yenik düşüp gözlerimi yere indirdim. Kendimi Bukowski’nin işi bitik yaşlı, zavallı, pis ayyaşlarına benzettim.
Güzel parça ha?
Evet, gerçekten çok hoş.
Hoş pek yavan kaçtı. Daha yaratıcı bir tasvir beklerdim.
Tanımadığım biri. Ayrıca beni alakadar da etmiyor. Ne dememi bekliyorsunuz ki?
Oyun istiyorsan, oyun. Çayını iç, soğutma. Arkandan ağlar.
Bu seviyesiz adam beni ne sanıyordu? Öte yandan terslemeye de dilim varmıyordu. Ya kovarsa, ‘Defol git buradan pis zampara.’ derse. Ne pahasına olursa olsun bu kız hakkındaki her şeyi öğrenmek istiyordum Aklımdan kovmaya çalıştığım gibi bir hayat kadını mıydı? Yok canım, olamaz. Kırk beş tane külotu ipe astığı için miydi tüm şüphelerim? Kolumun acısıyla irkildim. Çaycı dikkatimi çekebilmek için biteviye dürtüp duruyordu beni. Çayımdan bir yudum aldım. Tam da tahmin ettiğim gibi zehir zıkkım bir şeydi. Ah Sveta, her şey senin için. Konuyu dağıtmak için kafesteki kuşu sordum.
Ne kuşu? Ha, kuş sesi. Sesi var, kendisi yok.
Allah’ım, bu ne biçim bir insandı?
Çamaşırcı mı Sveta?
Yok, canımın içi. Çayı sevmedin mi? Özel harman, herkese vermem ha.
Çok gelen olur mu buraya?
Pek gelen olmaz.
E niye açık tutuyorsunuz, yani iş yoksa?
Oyalanmak için. Bir de Sveta olayı var. İti var kopuğu var. Kolay değil, herkeste arzu uyandırıyor.
Sveta yakınınız mı?
Kim?
E, dediniz ya. Balkonda çamaşırları toplayan hanım?
Çaycı koca bardak çayı bir dikişte içti. Cevap vermedi. Ben ne yapacağımı bilemeden elimde çay bardağı ile kalakaldım. Çayın tadı buruk ve garipti. Kuruyan boğazımı rahatlatmak için kendimi zorlayıp hepsini kafama diktim. O sırada Sveta ipteki son sıra külotları toplamak için tekrar balkona çıktı. Bu seferinde gözlerini oturduğum yere dikmiş kıpırtısız bana bakıyordu veya benim bulunduğum noktaya. Beni görüyor muydu? Kırmızı ojeli beyaz uzun parmaklarını çıplak boynunda dolaştırdı. Sırtımdan aşağıya bir sıra terin indiğini hissettim. Şakaklarım zonkladı. Hiçbir yere kıpırdayamıyordum. Pelte gibi oturduğum yerde kalakaldım. Mantığım kalk git buradan bir an önce diyor, duygularım beni çivi gibi olduğum yere mıhlıyordu. Kendimi hiç bu kadar rezil duruma düşürmemiştim. Ama en kötüsü, birazdan olacaklardan korkuyordum. Biliyordum. Korkuyordum. Utanıyordum. Bir o kadar da merak ediyordum.
Haşhaşlı çay bu. Her yerde bulamazsın. Müşterilere özel. Mangalda devamı var.
Ne diyorsunuz? Bilsem içmezdim. Üstelik üç tane kuvvetli ağrı kesici yutmuştum.
Hadi bırak bu ayakları. Ben sanatçı takımının ciğerini bilirim. Masum ayaklarına yatma hiç. Sende daha neler vardır kim bilir?
Lütfen, ama. Ben, saygımdan siz diye hitap ediyorum. Siz neler diyorsunuz.
Canım aştım ben bunları. Mert ol, direk olaya gir. Ben Sveta’a için geldim buralara, de. Onu ölesiye istiyorum, de. Özünü kabul et. De hadi de, işimiz kolaylaşsın.
Sveta için gelmemiştim ki. İpteki çamaşırların öyküsünü merak etmiştim. Tamam, sadece merak değildi. Rüzgârda salınan çamaşırlar içimde kaybolmaya yüz tutmuş bir şeyleri harekete geçirmişti. Sveta sonradan öykünün içine dâhil olmuştu. Çaycının münasebetsiz iğnelemelerinin etkisi de vardı biraz. Gevşemiştim, ama kendime itiraftan değil. Çaycının haşhaşlı çayı beni böyle yapmış olmalıydı. Gariptir, hareketlerim yavaşlamıştı ama duygularım aksine keskinleşmişti. Sveta’yı iki üç misli arzuluyordum, ona ait her şeyi merak ediyordum. İçim bulanır gibi oldu, gırtlağıma doğru bir öğürtü yükseldi. Genzim yandı, kasıldım.
Gerisi net değildi. Gözlerimi kapayıp açtım, aynı melodi, aynı kuş şakımaları. Güllü desenli perdeler gözüme ilişti ilkten. Burası başka bir yerdi. Perde aralığından havanın kararmış olduğunu gördüm. Başımı kıpırdatamıyordum. Allahın belası bir zonklama, gözlerimi matkapla oyuyorlarmış gibisinden bir ağrı göz çukurlarıma saplandı. Kör mü oluyordum? Bu ne olduğu belirsiz çaycı neler yapmıştı bana? Cep telefonum geldi aklıma. Çok garip, hiç bu kadar uzun süre sustuğu olmamıştı. Kahveye girdiğim andan itibaren zaman durmuştu sanki. Aklıma gelen her türlü küfürü savurdum. Cüzdanımda fazla bir şey yoktu da, neler okuyorduk gazetelerde. Ne tür bir belaya bulaşmıştım? Kime anlatsam kıçıyla gülerdi. İstanbul’un göbeğinde, Türk filmlerinde ki gibi ilaçlı çay içiyorum ve kendimden geçiyorum. Bu sefer kurban erkek. Acaba Sveta bir zahmet ırzıma geçmiş olabilir miydi? Düşüncesiyle vücuduma güzel bir ılıklık yayıldı. Hem de altmış yaşındaki yaşlı tekenin ırzına? Komedi dram. Yalnız, sefil erkeğin hazin öyküsü. Gazetelere çıksam, beni çekemeyenler hemen son noktayı koyarlardı. Azgın teke tufaya geldi. Sıra dışı fotoğraf sanatçısının sıra dışı sonu. Bedenimi kıpırdatmaya çalıştım. Parmak uçlarımı hafifçe oynatabildim. Salınan kadın terliği sesleri içerilerde bir yerlerde yitti gitti. Gülüşmeler, ağdalı sesler. Anlamadığım sözcükler. Seslenmek istedim. Tekrar bir boşluk.
Bu seferki epey uzun sürmüş olmalı. Gözlerimi araladığımda, allı güllü perdenin aralığından taze bir ışık huzmesi yattığım divanın kenarına düşüyordu. Yoğun deterjan kokusu odayı kaplamıştı. Kafamı hafifçe sola çevirmeye çalışınca tepeleme külot dolu beyaz çamaşır sepeti ile burun buruna geldim. Taze çamaşır kokusu. Vücudumu hala oynatamıyordum. En azından on saat geçmiş olmalıydı. Aynı melodi, aynı kuş şakımaları. Kulak kabartıp, farklı sesler bekledim. Kimseler yoktu. Değişik koku almaya çalıştım. Nafile. Keskin deterjan kokusu her şeyi bastırıyordu. Sveta nerelerdeydi? Güzel Sveta. Şimdi çıkagelse. Yanıma uzansa. Kafamda cirit atan her şey yitip gitse.
Ödül törenleri. Dinci rektör. Koparmam gereken ödenekler. Söz verilip hayata geçirilemeyen projeler. Sanat kampları. Yetiştirilecek, hazırlanacak sergiler. Katalog baskıları. Anlaşmalar. Bitirilmesi gereken kitaplar. Eleştiri yazılarım. Kanımı emmeye çalışan şöhret düşkünü azgın kadınlar. Her şey yitip gitsin istiyordum. Bir tek Sveta ve ben kalalım. Bir de bu temiz, dingin, taze çamaşır kokusu. Çaycıya ne olmuştu? O mu taşımıştı beni buraya kadar?
Midem kasıldı yeniden. Allı güllü perdenin gülleri büyüdü, kocaman oldu. Kırmızıları odaya yayıldı. Dalları bana kadar uzadı. Dikenleri büyüdü, her yanıma battı. Canım acıdı. Sepetteki çamaşırlar teker teker havalandılar, tepemde tasavvuf müziği eşliğinde döndüler, döndüler. Hep bir ağızdan, hamdım, piştim, yandım, diye şarkı tutturdular. Semazenlerle başım döndü. Odanın kapısında bir karaltı belirdi. Kapı pervazına yaslanıp kaldı. Kızıl saçlar dalga dalga kabardı, büyüdü, beni altına aldı. Derinlere çekti. Nefes almaya çalıştım. İmkânı yoktu. Kulaçlayıp çıkmaya çalıştım. Beceremedim. Battıkça battım. Kırmızı tırnaklı süt beyazı zarif bir el kuvvetle ellerime yapıştı, kızıl dalgaların arasından bir hamlede kurtardı beni. Tekrar nefes almaya başladım. Tam tepemde çaycı duruyordu. Garip kokulu bardağı ağzıma dayadı. Çırpındım, içmem dedim. Kollarımı savurdum. Başımı hoyratça kavradı ılık sıvıyı ağzıma boca etti, öksürdüm, direnemedim. Nefesim düzgünleşti. Güller perdelere çekildi. Semazen külotlar dönmeyi kesip, uslu çocuklar gibi çamaşır sepetine geri döndüler. Oda eski bildik halini aldı.
Duj ister sin? Duj, dedi kart kadın sesi.
Ne oldu? Kim getirdi beni buraya?
E sen geldin ya. Unuttun?
Kahvedeydim. Çaycıya ne oldu? Adama?
Ha? Sen Dursun’u sorar? Yok, gitti. İj var guc var. Hadi, kalk. Başka mujteri gelecek.
Lütfen, bir bardak su.
Su bajka yerde. Hadi kıj kıj. İj bitti, gule gule.
Kolumun üzerinde doğruldum, bilincim geri gelmeye başlamıştı. Dip boyası gelmiş oksijen sarısı saçlı kadın yarı çıplak, pislikten bej rengi griye dönmüş koltukta oturuyordu. Bu benim Sveta’ma benzemiyordu. Peki ama? Ben bu kadınla mı sevişmiştim? Bu kadar kendimden geçmiş olabilir miydim? Üstümü başımı yokladım, kazağım, pantolonum yoktu. Ne biçim bir yerdi burası? Bin türlü derdin içine girecektim. Ya hastalıklıysa? Bir an önce terk etmeliydim burayı. El yordamıyla eşyalarımı bulup giyinmeye çalışırken, o hiç tanımadığım kadın biteviye aynı şeyleri yineleyip duruyordu. Ayakkabılarımı ararken, yerlere atılmış elma koçanları, izmaritler, şırıngalar ve ezilmiş hamamböcekleriyle göz göze geldim. Kusma hissi yeniden belirdi. Aceleyle, çıktığımı zerre kadar hatırlamadığım pis basamakları tökezleyerek aşağı indim. Kesif bir sidik kokusu peşimi bırakmadı.
Gözlerim karşı kaldırımdaki kahveyi aradı. Yerinde sadece paslı demir kapı vardı. Uzun uzun yumrukladım. Kimse açmadı. Yılmadım. Bir süre sonra başı beyaz tülbentli bir kadın sarktı camdan.
Yanlış kapıdasın. Karılar karşıda. Azgın herif. Yaşından utan. Şimdi polisi çağıracağım. Yettiniz gayri. Her gün, her gün. Ahlak herkeste cır etmiş Kediler köpekler bile ortada yapmaz bu işi, diye bağırarak camını gürültüyle örttü.
Ne olduğumu şaşırdım. Suratım alev alev yanıyordu. Hiç bu kadar rezil olmamıştım. Kafamı kaldırıp biraz önce çıktığım binanın camına baktım. Görünürde kimse yoktu. Çaycı yoktu, Sveta yoktu, balkonda ki çamaşırlar yoktu. Başım zonkladı, midem yandı. Ceketimin ceplerini yokladım, cüzdan, cep telefonum, gerekli gereksiz her şey yerli yerindeydi. Paraları, kartları kontrol etmedim bile.
Ya kameram? Gözüm sokakta terk edilmiş koltuğa ilişti. Kameram üzerinde fırlatılmış duruyordu. Hemen alıp hafızasındaki resimleri taradım. Kadın külotlarının asılı olduğu balkon resmini göremedim. En son çekilmiş fotoğrafı görünce donakaldım. Ben böyle bir şey çekmemiştim ki. Çekmeyi düşünmeye bile cesaret edemezdim. Peşine düşmem gereken başka bir fotoğraf, başka bir av daha vardı. Kendimi çaresiz ve yorgun hissettim.
Füsun Çetinel
Ayten'in Hasanı
Hasan çamlıktaki çadırından yarı beline kadar dışarı süründü. Çapaklı gözleriyle çam ağaçlarının arasından denize uzanan patikayı süzdü. Ne bir turist vardı görünürde ne de bir köylü. Deniz bu sabah o kadar kıpırtısızdı ki berrak sudaki çakıl taşları bile seçilebiliyordu bulunduğu yerden. Çalıbülbülleri bir havalanıp bir kondular. Çamların zamklı baharat kokusu her yanı kapladı.
Evdeki sabah çırpınışlarına ne kadar uzak bir huzurdu buradaki. Ayten çoktan yataklara girişmiş olmalıydı. Yorgan, çarşaf, yastık, ne varsa iplere, güneşe sermişti bile. Kahvaltıya kadar tüm evi baştan sona elden geçirecekti illaki. Koltuk örtüleri, minderler, yolluklar, masa örtüleri, yoluna çıkan her şeyi silkelerdi Ayten.
Evdeki çırpınışlar aklına gelince daraldı Hasan. Denize doğru üç beş adım daha yürüdü. Toprak yolun bitişiğindeki ağaçtan keçiboynuzu kopardı. Etliydi, ballıydı, tam istediği gibiydi bu mevsim. Usulca yere çömelip sırtını ağacın pütürlü kabuğuna yasladı. Özlemişti, ağaç da olsa sırtını birine yaslamayı ne kadar özlemişti.
Emekli olacaktı da, evinin yanındaki bağı bahçeyi ekecek, domatesleri biberleri ile sohbet edecek, Sürmeli’nin pembe memelerinden ılık sütü kendi elleriyle sağıp kaynatmadan ilaç niyetine içecek, huzur içinde geçirecekti kalan günlerini. Saf hayalleri vardı.
Evde herkese yer vardı da bir ona yoktu. Oğlanlar işsiz, damat işsizdi uzun süreden beri. Bir yere kıvrılıp yatacak, yer yok. Buzdolabı hayrat, gelen istediğini yer. Hasan’ın canı bir şey çekse havayı alır. Çekirge sürüsü gibi her şeyi yer bitirir evdekiler. Dışarı çıkmaya yeltense ayakkabıları bile yerinde değil. Kim giyip gitti bilinmez. Oğlanlar, damat, konu komşu. Çit çekeyim, şişmiş kapıyı törpüleyeyim der çekiç yerinde yok, testere kim bilir kimde. Merdiven çoktandır kayıp. Ayten’in umuru değil. Yeter ki çocukları, torunları, anası, akrabaları etrafında olsun. Ona göre herkes haklı, bir Hasan yanlış. Hasan huysuz.
Ne yapalım kıymetimiz bu kadarmış, dedi kendi kendine. O ara Sarman çamlıktan kuyruğu havada çıkageldi. Ağzı burnu tırmık içinde, belli ki kavgadan çıkmış.
- Ne o oğlum, karnın mı acıktı? Daha dükkânı açmadık. Bak, Benekli hala çadırda. Turistler de uyanmamışlar. Sen ne dikildin babanın başına erkenden? Sarmanım benim, kavgacı oğlum. Gece boyu zamparalıklarda sürttün, acıktın.
Sarman yemekten umudunu kesince kırmızı sardunya tenekesinin gölgesine boylu boyunca bıraktı gövdesini, gözleri bir çizgi olana dek kapandı. Çoktan mırlamaya başlamıştı.
Sabahın sessiz keyfini, ağlarını toplamış balıktan dönen motor kesti. Pata pata pata, durgun denizi yararak ciyaklayan martılarla birlikte limana ilerledi.
Temizlik zamanı, deyip doğruldu Hasan. Gece pijama gündüz kıyafet olan eprimiş, rengi dönmüş tişörtü çıkarıp ağacın bir dalına astı. Yalınayak kumlara, oradan denize yürüdü, su dizlerine geldiğinde az durdu. Taze suyu avuçlayıp kollarını, pörsümüş göğsünü ıslattı. Berrak suda yanardöner balıkları, kuma gömülen yengeçleri, açılıp kapanan kum midyelerini izledi. Sırtına vuran güneş kemiklerini ısıttı. Yorgun bedenini usul usul denize bıraktı, tuzlu su burun deliklerine, ağzına, gözlerine doldu.
Piknik masasındaki tüpte su dolu çaydanlığın kaynamasını beklerken, çam ağacının dalına astığı tıraş aynasına yürüdü.
Bu eski aynayı baba evinden taşımıştı evlenirken. Tıraş olacağı günler çıkarır banyo duvarına asar, işi bitince hemencecik çekmeceye kaldırırdı. Torunlar oynayıp kırar diye ödü kopardı. Aynayla dertleşirdi Hasan. Başka kim dinlerdi ki onu bu insan dolu evde? Ayten hep dinler gibi yapardı ama aklı torunlarda, oğlanlarda, kızda, onların yemeklerinde, okullarında, derslerinde, işlerinde, sorunlarında olurdu.
Aynada tıraşı uzamış, güneşten kavrulmuş, avurtları çıkık bir surat gördü. Kafasının her iki yanında beyaz birkaç tel saç ancak kalmıştı. Siyah gür kaşları sanki başka birinindi de emaneten yüzüne verilmişti. Beyazı çoktan yitip gitmiş bulanık, yorgun bir çift göz bakıyordu. Gülümsemek istedi, ağzı garip bir şekilde çarpılıp kaldı. Gülmeyi bile unutmuşsun Hasan, dedi kendisine yabancı gelen aksine.
Hemen aksinin arkasında mavi deniz görünüyordu. Pırıl pırıl yüzeyinde sabah güneşinin tembel ışıkları dans ediyordu. Kaskatı ağzı gevşedi, kemikleri çarpılmış elleriyle okşadı görüntüyü. Birkaç damla yaş aynadaki görüntüyü bulandırdı.
Kahverengi fayanslar. Ayten’in çeyizinden kalma işlemeli havlular. Duvardaki rafta kızların parlak renkli ojeleri, makyaj malzemeleri. Askıda torunların ördekli pembe mavi bornozları, damadın tuvalette okuyup, havluluğa sıkıştırdığı ıslanmış gazete demeti. Özlüyor muydu tüm bunları?
Kaynayan suyun fokurdayan sesiyle kendine geldi. Çayı demlemeye koyulmuştu ki toprak yolda kendisine doğru yaklaşan İsmail’i gördü. El sallıyordu.
Günaydın Hasan enişte. Ne var ne yok?
Hayırsız İsmail? Köye yolun düşer miydi senin, kasaba adamısındır sen.
Aşk olsun enişte! Hepimiz çok merak ettik seni. Ayten ablam yataklara düştü senin yüzünden. Oğlanlar da çok kızdı. Bu yaşta hiç yakışır mı sana, ormanda, çadırda yatıp kalkmak?
Ablanı bana anlatma Allah aşkına.
Dediydi ben de geleyim diye de, kadının başında bir sürü insan var. Torunlar tatilde. Kızın damatla bir yerlere gitmiş, çocukları bırakacak kimsesi yoktu. Ablam sabah akşam ağlayıp durur. Kocasız kaldım bu yaşta, diye.
Şimdi mi aklına düştü kocasızlık? İlk önce kardeşlerim, anam, babam dedi. Topunuzu besledim, okuttum, everdim. Düğün derneklere Reşat altını almaktan anam ağladı. Orman müdürlüğünde basit bir memur, kaç lira kazanır? Ver Hasan, ver. Öde Hasan, öde. Arsaları otellere kaptırdım, paralar iki günde suyunu çekti. Bostan gitti, tarlalar gitti. Sürmeli ineğimi bile sattırdınız. Ablan demedi ki Hasan’ım üzülür, yazıktır adamıma. Herkesin ceplerine para sıkıştırdı. Bunlar yetmedi çocukların, akrabaların kredi kartı borçlarını ödedim.
Kızma be enişte. Altın gibi bir kalbi var ablamın.’
Var da bana ne hayrı dokundu? Kardeşlerimi okutacağım deyip herkesi kasabaya eve doldurdu. Sana ne anlatıp duruyorum ki bildik şeyleri. Yok, ama en son ettiği bardağı taşırdı artık. Burma bileziklerini satıp, büyük oğlana araba almayacaktı. Taksicilik yapacakmış sıpa. Turist karıyla manzarada oynaşırken denize uçtu. Hiç konuşma, sen de onun işbirlikçisisin. Her yediği boktan haberin var.
Ekmek kuran çarpsın taksiden haberim yoktu. Çay oldu sanki enişte. İçsek mi? Ayten ablam akşamdan kıymalı börek yapmıştı. Senin torunlar tepsiyi bir oturuşta yemişler. Kusura bakma eli boş geldim. Burada da mı buldun bu kedileri?
Avunuyorum işte.
Oğlanlar babam delirdi diyorlardı da, inanmamıştım. Hadi be enişte kalk da eve gidelim. Ne işin var kedilerle?
Benden umudunuz kesin artık. Emekli maaşımı da ablana bıraktım. Bizim babamız yok deyip kestirip atsınlar. Bana bu yaştan sonra bir tek huzur lazım.
Şimdi güzel de bunun yağmuru var, seli var.’
Ben paçamı sizlerden kurtardım ya, gerisi boş.
Enişte, kızıp köpüreceksin şimdi ama… Gazeteler yazdı. Hani şu fark ödemesi var ya?
Diyordum zaten boşuna gelmez bu buralara diye.
İşte bankalar o fark ödemelerini vermeye başlamış. Hani haberin olsun, yazık kalmasın devlete… Yanlış anlama bak.
Yazıklar olsun. Tarlaya dadanan çekirge sürüleri gibisiniz.
Mehmet dedi ki, hani duracaksa öyle bir kenarda. Kontör işine girecekmiş. İyi para varmış ama nakit gerekiyormuş. Kendi söylemeye çekindi.
Koynumda yılan beslemişim ben, çocuk değil. Hani onun işbirlikçisi değildin? Hani ablan çok merak etmişti? Söyle ona, vermiyorum. Bana lazım. O evden çıktım ya, bitti artık. Her şey geride kaldı.
Bana hiç kızma, ben aracıyım. Ama bak yaşlı adamsın, gün gelir ailene muhtaç olursun. Hastalansan kim bakacak?
Hasan cevap vermedi. Güzel başlayan gün daha öğlene varamadan ağzında ekşi bir tat bırakmıştı.
Benekli yattığı yerden kalkıp Hasan’ın kucağına yerleşiverdi. Kuru elerini, yaşlı yüzünü yalamaya başladı. Kedinin zümrüt gözleri yaşlı adamın bulanık gözlerine kilitlendi. Kendini hafiflemiş hissetti yeniden.
Lafı uzatmayalım İsmail. İş güç seni bekler, meşgul adamsın. Sen en iyisi vakitlice yola çık. Ablanı merakta koyma. Soranlara, beni çok merak edenlere Ayten’in Hasan’ı gitmiş, yerinde bambaşka adam bir adam var artık dersin, dedi sonra da kendine taze bir çay koymaya gitti.
Füsun Çetinel
Masumiyeti Yitiren Çocuklar
Kusursuz arınma, ancak yaşamı kanla yazılmış bir şiir dizesine dönüştürerek mümkündür, diyen Yukio Mişima bu romanında tam da bunu gözler önüne serer.
Soğukkanlı şiddeti ustalıkla anlatır. Anlatısının, çocukluğunda bilinçaltını etkilemiş baskıları da yansıttığı düşünülebilir.
Noboru, kedi yavrusunu havaya kaldırıp tüm gücüyle kütüğe savurdu. Parmakları arasındaki o sıcacık, yumuşak şeyin uçarak gidişi mükemmeldi. Ama Noboru az da olsa hala parmaklarında yumuşak tüyleri hissediyordu.
Şef, ''Ölmedi bir daha,'' diye buyurdu.
Beş çıplak çocuk, deponun loşluğunda, gözleri parlayarak, hiç kıpırdamadan duruyordu.
Devam eden satırlarda Mişima dehşeti şiirsel bir anlatımla bütünleştirir.
Kitabın içindeki her şey okuyucuyu rahatsız etmeye ve irkiltmeye yöneliktir.
Karakterlerin hepsi mutsuzdur. Hikâye karanlıktır. Tüm kurguya Mişima’nın ülkesiyle ilgili memnuniyetsizliği sinmiştir.
Karakterler alegoriktir. Yazar, İkinci Dünya savaşı, batıya özenme, değer yargılarının çöküşü, ekonomik kriz, eskiye tutunmaya çalışma gibi ana meseleleri karakterleriyle özdeşleştirmiştir.
İshiguro’nun Bir Aile Yemeği öyküsü ile birçok bakımdan benzerlikler içerir. Japonya her iki yazarı da boğar, kaçıp kurtulmak istedikçe Batı’nın çarkları arasında yer bulamaz geri püskürtülürler. Bitmeyen Doğu Batı meselesidir yaşadıkları.
William Golding’den Sineklerin Tanrısı, Ian Mc Ewan’dan Kefaret hep bu konuları işler. Paralel okumalar yapmak yerinde olacaktır. Yine Ian Mc Ewan’ın İlk Aşk Son Ayinler öyküsü tam da çocukluğun ne zaman sona erdiği olgusunu işlemektedir.
Hepsinde dehşet var, otoriteye karşı gelen çocuklar var ve sonuç olarak masumiyetin kayboluşu yani çocukluğun bitişi var.
Kitabın en başından zavallı denizcinin sonunun da kesip biçtikleri yavru kedininki gibi olacağını biliriz. Ama bizi kitabın sonu ilgilendirmez yazarın hikâyesinin yolculuğudur önemli olan. Onun için ilgimizi yitirmeden sayfaları çeviririz.
Okuma cesareti olanlara öneriyorum.
Füsun Çetinel
Selçuk Baran Öykü Ödülü
İstanbul Galatapera Kültür ve Sanat Derneği’nin Türk edebiyatının usta yazarlarından Selçuk Baran'ın anısına düzenlediği Selçuk Baran Öykü Ödülü’nün bu yıl ikincisi yayımlanmış bir öykü kitabına verilecektir.
Hatırlayacağınız üzere geçen yıl ilki düzenlenen Galapera Sanat Selçuk Baran Öykü Ödülü’nü Bozuk adlı dosyasıyla Hakkı İnanç almaya hak kazanmış ve öykü kitabı Kırmızı Kedi Yayınevi tarafından basılmıştı.
İlk kitabının tam da umutlarının kırılmaya başladığı bir döneme rast gelmesi genç yazarımız Hakkı İnanç’ı hem çok sevindirmiş hem de onu yazarlık yolunda ilerlemeye teşvik etmişti.
Bozuk baştan sona çok başarılı ve samimiyetle yazılmış öykülerden oluşuyor. Biraz klişe olacak ama hala okumadıysanız şiddetle tavsiye ederim.
Galapera Sanat ve Kırmızı Kedi Yayınevi’nin ortaklaşa yürüttüğü bu güzel etkinlik yeni yazarlara umut kapısı olmanın yanı sıra Selçuk Baran’ın yeniden okunmasına ve Türk edebiyatına kattığı değerin anlaşılmasına olanak sağlamaktadır.
ÖDÜLE KATILIM KOŞULLARI
1- Ödül herkese açıktır.
2- Ödüle 2012 Eylül ve 2013 Eylül tarihleri arasında yayımlanmış öykü kitapları katılabilir.
3- Ödüle katılacak olan yapıtları, yazarın kendisi veya yazardan izin alınması koşuluyla yapıtı kitaplaştıran yayınevi, üniversiteler, sanat kurumları, meslek kuruluşları ve sivil toplum örgütleri de aday gösterebilirler.
4- Ödül tek yapıta verilecektir, ancak seçici kurul gerekli gördüğü taktirde ödülü bölüştürülebilir.
5- Ödül olarak 3000 TL ve bir plaket verilir.
4- Ödüle katılan yapıtların 8'er adet, izin belgesi: yazarın adresi ve diğer iletişim bilgileri de eklenerek Galapera Sanat, Tünel, Ensiz sokak, Şeref apt, No : 4, Kat 2, Beyoğlu İstanbul adresine elden veya kargo ile gönderilmesi gerekmektedir.
5- Ödüle son katılma tarihi 25 Ekim 2013 ‘dür.
6- Ödüle değer bulunan yapıt 20 Ocak 2014 tarihinden sonra açıklanacaktır.
7- Ödüle gönderilen yapıtlar iade edilmez.
SELÇUK BARAN ÖYKÜ ÖDÜLÜ SEÇİCİ KURULU
İnci Aral
Sezer Ateş Ayvaz
Turhan Günay
Selim İleri
İlknur Özdemir
Mehmet Zaman Saçlıoğlu
Nemika Tuğcu
http://www.galapera.org/selcukbaranodul.html
Füsun Çetinel
Sevgili Sait Faik
Eylül geldi havalar bir nebze serinledi ama nafile, dertler hep aynı. Savaş, hükmetme ve para hırsı, riyakârlık, cinayet. Değişen ne var ki Yunan tanrılarından beri şu dünyada? Ben de şehirden kaçtım, senin yaptığın gibi adaya sığındım.
Evin boyanmış, bahçede ayrık otlarından eser kalmamış. Ama bana ne! Seni evde bulamadım ya. Annen de komşuya gitmiş olmalı, iyi giyimli gençten başka bir hanım karşıladı bizi. İçeri buyur etti. Adetler değişmiş, terlik yerine ayağımıza plastik poşetler geçirtti zorla.
Olta takımını ve meşin ceketini göremedim. Düşündüm, balık yasağı bitti kesin sinağrite çıkmıştır Sait Faik dedim.
Günlerden Cuma, sokağında Pazar kurulmuş. Aşağı yukarı bir boy yürüdük. Tezgâhlara bakındık. Neler yok ki, İstanbul’da ki pazarlara beş basar. Her şeyin en kalitelisi. Ben ve arkadaşım birer gül desenli, hafif dokumalı geceliklerden aldık. Ama bir satıcı var ki asabımızı bozdu, üç kuruşluk tüm ada zevkimizin içine etti. Güneşten kararmış, suyu çekilmiş, erik kurusuna benzer zayıf bir adam. Burgaz’ın yeşilinden, Marmara’nın mavisinden nasibini alamamış, bas bas bağırıp mallarını canhıraş satmaya çalışan saygısızın teki. Giritliler gelmiş, komşularım gelmiş pazara, diye bas bas bağırır, başka satıcılara aman vermez.
Tezgâhı da aksi gibi senin yatak odası camının tam altına rast geliyor. Nasıl uyuyor bu adam diye hep seni düşündüm, tasalandım. Taş atıp bet sesini kıstırmayı düşündümse de cesaret edemedim, hem cam da açılmadı zaten.
Bahçenin girişinde Arap karşıladı bizi. Arap dediysem bu senin köpek değil. Zümrüt gözleri çapağa bulanmış, kaburgaları bitli kürkünü delecek derecede zayıf bir kedi çırağı. Ellemeye korktum hayvanı. Bir köşede uyumakla bayılmak arasında zaman öldürüyor.
Çatı katına beyaz lake yeni bir yazı masası koymuşsun. Eskisini aşağı katta gördüm üzüldüm. Öyle öksüz bekliyor. Neyse bu da fena değil. Hemen önü cam ve dışarıda dut ağaçları görünüyor. Masanın iki tarafında şeffaf mektup atma yerleri var. Seni bulamayanlar mektup yazıp bu kutulara atacakmış.
Ben de oturdum yazıyorum işte. Ama kutuya atmaya gönlüm el verir mi bilemiyorum. Yanımda alıp götürürsem sakın kusura bakma, ne yapar eder sana bir şekilde ulaştırırım.
Kütüphanedeki kitapları karıştırırken Şehri Unutan Adam öykünde ki şu satırlar beni derinden sarstı;
Ters yüzüne evime dönüp odama kavuştum. Dört duvar, bir pencere, bir valiz içinde birkaç kitap ve bir demir karyola...Hasılı mukaddes bir hapishane olan odamda düşünmeden, hatta okumadan gezindim durdum.
Günün geri kalanında Ergun’da vişneli milföy, Kalpazankaya’da kalamar, fava yedik, kayalardan denize atladık. Kilisede mum diktik. Her zaman yaptığımız şeyler işte.
Seni görebilmek başka sefere kaldı yine. Adayı istemeye istemeye terk ettik. Bu dünyanın düzeleceği yok, daha çok kaçarız senin adaya.
Sağlıcakla kal aziz dostum.
Füsun Çetinel
Yazı Evi Nedir?
Yazı Evi yazarın sığınağıdır. Kendine ait odasıdır.
Yazar bu evde kimseye ne yazdığına dair hesap vermek zorunda değildir.
Çoluk çocuğuna yemek hazırlamaz. Aklı dağ gibi çamaşırda, ütüde kalmaz. İçeriden kimse ''anneee tişörtümü gördün mü, anneee yemek hazır mı'' diye seslenmez, eteğini çekiştirmez.
Kapıcı çöpü olmaya, postacı başka dairelerin mektuplarını, faturalarını vermeye zırt pırt gelmez.
Birileri hep çay kahve yapar. Kek, börek getirir. Bereketi boldur.
Kütüphanede Türkçe, İngilizce yazmaya dair türlü kitap bulunur. İnternet vardır. Kalem vardır. Odalarda sizin gibi, sizi anlayan başka yazarlar çalışır, araştırır ve yazar.
Atölyeler, seminerler, söyleşiler, masal geceleri düzenlenir.
İlham ve perileri,
Kapalı kapıların ardında yazma cesareti, inanç, ben de yazabilirim duygusu,
Saçmalama hakkı vardır.
Kadıköy’ün tam ortasında, Nazım Hikmet Kültür Merkezinin arkasında, sokaklarında sahafları,
Kapısında tekir kedisi,
Perşembe sabahları sokaktan geçen baba kız akordeoncusu,
Geleni gideni, sürprizi, turuncu bir duvarı, sevimli perdeleri, cam önü sallanan koltuğu,
Kelimeleri, 6 dakikaları, kahramanı, masalı, edebiyat sohbetleri, öyküsü, hikâyesi vardır.
Kahkaha, gözyaşı ve anlayış vardır.
Kadını, erkeği, genci, yaşlısı herkesi kucaklar, ayırım yapmaz.
Öykünün Ev Hali’nin çıkış noktasıdır, kısacası yazarların ev halidir.
Lütfen detaylı bilgi edinmek için siteyi dikkatlice inceleyin
http://yazievi.yesimcimcoz.com/
Füsun Çetinel
Sevgili Sait Faik
Beni tanıdın mı? Sana daha önce de bir sürü mektup yazdım, ama cevap gelmedi. Posta kutumuza fatura gelir, broşür gelir, bazen de kartpostal gelir. Annem, artık e posta var kimse mektup yazmaz, diyor. Mektup yazdığımı duysa kızar. O her şeye kızar. Babama bile. Sen de tıraş bıçağına kızmışsın. Ben en çok makasa kızıyorum, çünkü keserken beni zorluyor. Merak etme, senin kitabını kesmem.
Onu atık kutusunun yanında buldum. Kocaman pis çuvalları olan, kâğıt toplayan adamlar var. Onlar gelince sandalyemden kalkıp duvara yapışıyorum. Kötü kokuyorlar. Bana değmelerini istemem. Kitabın yerde duruyordu. Üzerine basmışlar, kapağını kirletmişler. Biraz da uçları kopmuş. Ben yırtmadım, doğru söylüyorum. Kolonyalı mendille sildim. Üzerinde öykü kitabı yazıyor. Arka kapağında çok güzel bir fotoğrafın var. Şapkan gözüne düşmüş.
Ama çok fena bir şey yaptım, kitabı alıp sırt çantama koydum. Annemle babam duysa hemen elimden alırlar. Onlar hızlı okur, bense yavaş. Annem bana büyük yazıları olan, parlak resimli kitaplar alıyor. Ama ben çocuk değilim artık. Apartman yöneticisi, maşallah kızımız çok büyümüş, dedi. Evet, büyüdüm. Senin kitabını bile okuyabiliyorum artık.
İçinde hişt hişt diyen bir öykü var. Öykü öyle der mi, çok komik. İlk sayfayı biraz yavaş okudum. Sonra yine okudum. Annem beni yemeğe çağırana kadar okudum. Sesi çıkmasın diye, elbise dolabında kazakların arasına sakladım onu. Seni duymalarını istemeyiz, değil mi?
Osman amca var ya, o olmasa, beni işe almazlarmış. O çok iyi bir adam, babam öyle diyor. Annem beni salondaki koltuğa oturttu. Ancak önemli zamanlarda salona girebilirim. Hayatımı bozdun bari etrafı bozma, diyor. Ellerimi tutmak istedi, ben çektim. Babanın kızmasını istemeyiz değil mi, dedi annem. İstemeyiz. Bu iş senin için çok iyi olacak. Bir şeyler öğreneceksin, insanlar tanıyacaksın, dedi annem. Ben duvara baktım, sallandım. Annem, Allah aşkına bir kerecik gözlerime baksan ölür müsün be çocuk, dedi. Zaten kimse benimle uğraşmak istemezmiş. Üstelik Osman amca koca bankada önemli birisiymiş.
Ben işimi seviyorum. İş olmasa bütün gün odamda ne yaparım. Belki pencerenin önünde geçen arabaları sayarım. Sonsuza kadar sayabilirim. En çok ikişer saymayı seviyorum. İnsanları sayarım. Ceketliler, ceketsizler, sarman kedi, siyah köpek, küçük bulut büyük bulut. O kadar. Annem, camda fazla durma da mahalleliyi başımıza sardırma, diyor. Mutfak yasak. Salon da. Annem iş yaparken yanında durmamı istemez. Bana da iş yaptırtmaz. Her şeyi çok yavaş yapıyorsun, diyor. Aynı şeyleri tekrarlıyormuşum. İçi daralıyormuş. Arkadaşları gelince beni odama yollar. Konuşmalar sana göre değil, diyor. Çayımı ve tabağımı odama getirir. Yemek yerken etrafa dökebilirim. Misafirlere rezil olmak istemeyiz değil mi?
Her sabah yürüyerek bankaya gidiyoruz. Annem beni fotokopi makinesinin yanındaki iskemleye oturtuyor. Oraya benden başka kimse oturamaz. Üstünde kedili minderim var. Tuvaletin var mı, diye sorar. Ben hayır derim. Sonra annem gider, ben kalırım.
Gözümü makineden ayırmam. Yaptığım iş çok önemli. Ben olmasam, o makine iki günde bozulur. Yerimden kıpırdamam. Makinenin yan tarafında bir kapak var. Kapağın altında kırmızı ışık yanınca, kâğıt bitti demek. Tepsiyi çekerim ve içine rafta duran kâğıtları yerleştiririm. Çok dikkatli olmalıyım. Paketten çıkan kâğıtları iyice havalandırıyorum. Yoksa sıkışır, makinenin başına bela olur. Bir keresinde kâğıtlar elimden kaydı, yerlere saçıldı. Çok kızdım, bağırdım. Bir şey olmaz üzülme, dedi Osman amca. Toplarız, dedi. Susmak istedim ama yapamadım. Herkes başıma toplandı. Annemi çağırdılar. Bana ilaç verdiler. Umarım kâğıtları bir kez daha düşürmem.
Fotokopi çekmeye gelenler bazen benimle konuşur. Ben cevap vermiyorum. Tanımadığım insanlarla konuşmam. Onlara bakmam bile. Biliyor musun, makinenin kâğıtları bitince bana sesleniyor. Hişt hişt, kâğıt gerek, diyor. Başkasına söylemedim, bu bizim sırrımız olsun.
Anneme, hafta sonu gezmeye gidelim mi, dedim. Bakalım, dedi. Pek gezmeye gitmeyiz. Her gezme dönüşü sorun çıkarıyormuşum. Nereye gitmek istersin, diye sordu. Burgazada, dedim. Burgazada. Burgazada.Burgazada. Annemin başı şişti. Tamam, sus artık, dedi. Akşam yemeğinden sonra babamla yatak odasında konuştu. Koridorda durup onları dinledim. Babam ya kızarsa? Biraz sesi yükseldi. Olmaz canım burnumuzdan geliyor sonra, dedi. Biraz da annemin sesi yükseldi, ‘Ama eve kapatamayız ki sonsuza dek,’ dedi. Sonra kimse konuşmadı. Ben yorganımın altında mağaracılık oynadım. Biraz da ağladım ama çok değil.
Üçümüz vapura bindik. Üç sayısını seviyorum. Sen de sırt çantamdasın. O zaman ben dört sayısını da seviyorum demek. İçim yine kıpır kıpır. Dışarı oturtmadık, çok kalabalıkmış, deniz tehlikeliymiş. Babam kızmasın, eve geri dönmeyelim. Annem ağlamasın. Benim içim kötü olmasın. Tuvaletim geldi, ama tuttum.
Kitabı ezberledim. Nasıl başladı, nasıl bitti. Her şeyi biliyorum. Papazı, sapık oğlunu, bahçıvanı, ot yiyen yeşil eşeği, çiçeği, yaramaz böceği, ağaçlı tepeleri. En çok eski mantolu eşeği sevdim. Mantosu benimki gibi düğmeli mi? Dokuz çocuklu bahçıvanı merak ettim, bir çocuğu çok feci olmuş. Ama papazın oğlunu hiç sevmedim, o sapık. Vapurun camından beyaz köpükler göründü, elimi sabunlayıp köpük yapıyorum, sıkınca kocaman balonlar çıkıyor. Ben beyazı da çok severim. Sonra beyaz kuzuları severim. Onları sıkmak, öpmek isterim. Dalgalar kocaman. Elimi köpüklere daldırmak istedim. Martılar da beyaz. Çığlık çığlığa. Babam homurdandı. Dışarıda durmaz bu, başımıza iş açar hanım, içeride kalsın, dedi. Günümü rezil etmeyin, şunun şurasında bir tatil günüm var, dedi.
Burgazadan çok güzelmiş. Bizim sokaktan bile daha güzel. Babam paytoncuyla konuştu. Düşündü. Kafasını salladı. Geldik bari paytona da binelim de tam olsun, dedi. Annemle babamın ortasına oturdum ama ellerimden tutturmadım. Atlar klok klok ses çıkarıp yürümeye başladılar. Çok zevkli. İçim ağzıma geldi. Biraz bağırdım. Annem, aferin benim güzel kızıma, ne de güzel dururmuş, dedi. Ama atlar hiç güzel durmadı, kakalarını yaptılar yollara.
Kocaman bir köşkün bahçesinde senin bahçıvanı gördüm. Durdu, bize baktı. Parmağını kulağına soktu, sonra koluna sildi. Haklıymışsın, çok pis adam. Gülmemi tutamadım. Annem çok ayıp, bu kadar yüksek sesle kimseye gülünmez, dedi. Yol kenarındaki devedikenleri çiçek açmış. Ama kirpi görmedim, tosbağa hiç görmedim. Tepedeki restoranda balık yedik. Salata yedik. Yuvarlak kalamar yedik. Serçeler ekmek sepetine üşüştü. Çığlık attım. Kollarımı salladım. Üstüme konmasınlar diye kaçtım. Garson koşup geldi, ekmek sepetini başka masaya götürdü. Babam bu kadeh de sefam olsun hanım, hadi şerefe, dedi. Ben doymadım ama. Söz dönüşte sana dondurma alırız, dedi babam. Annem bugün ağlamadı. Babam sinirlenmedi.
Bir de seni görseydim. Herkese baktım, seni bulamadım. Payton bizi meydanda bıraktı. İnmek istemedim ama paramız bitmiş. Babam öyle söyledi. Tekir kedi, karabaş köpek var. Babam kahve içti, ben dondurma yaladım. Annem, bugün tam çay içilecek gün, dedi. Annem denize bakıp çay içmeyi çok sever.
Babam, geç oldu artık, dedi. Ama seni daha görmedim ki. Hişt hişt dedim. Belki duyarsın, gelirsin. Babam sus dedi. Annem, sus kızım herkes bize bakıyor, dedi. Ben daha çok hişt dedim. Annem eliyle ağzımı kapatmak istedi, o zaman nefes alamam ki. Elini ısırdım. Annem ağladı. Babam, istediğin oldu mu kadın, dedi. Ben gözlerimi kapayıp sallandım. İnsan kendi kendine hişt diyemez mi? Dedim. Kolonya kokusu geldi. Kalabalık vardı. Ceketimin düğmelerini açmış annem. Sırt çantam yanımdaydı. Kitap içinde. Kulağımı dayadım. Hişt. Hişt.
Gezmeye gitmeyi çok seviyorum ama dönmeyi sevmiyorum. Artık babam hiçbir yere götürmez beni. Sen neredeydin? Belki beni görmeye gelirsin. Mektubumu yine bankadaki çaycıya vereceğim. Postacı arkadaşıymış, öyle söyledi. Belki bu kez cevap da yazarsın.
Hoşça kal.
Arkadaşın Aslı
Füsun Çetinel
Sobe Sevgilim
Berna nefes nefese daire kapısından içeri attı kendini. Sırtını sokak kapısına yaslayıp kaldı. Gözleri duvar saatini aradı. Aydın’ın gelmesine üç kısacık saat vardı. Anahtar destesini sinirle komodinin üstündeki çanağa fırlattı. Metalin seramikte bıraktığı ses evin sessizliğinde dağılıp gitti.
Bilerek yapıyor. Planlarımı bozmaktan ince bir zevk alıyor bu adam. Hani hafta sonuna kadar gelmeyecekti? Hani işlerini ancak toparlayabilirdi? Dört kocaman günüm var diye seviniyordum. Evin keyfini sürerim, etrafı istediğim gibi dağıtırım, kızlarla yemeğe çıkarım, diyordum. Bari bir gececik rahat verseydi. Gittiği günün akşamına dönüvermek de nesi?
O akşam akademiden kızlarla güzel bir restoranda buluşmuştu. Hafif müzik, samimi sohbet, biraz şarap, keyfine diyecek yoktu. Nasıl da özlemişti kız kıza toplantıları. Az pişmiş bonfilesinden küçük bir parça ağzına atmış, kırmızı şarap kadehini dudaklarına götürüyordu ki, telefonu ısrarla çaldı. Açmakta tereddüt etti. Hattın ucundaki ses,
Sobe sevgilim, diyordu. İnanmayacaksın ama işim bitiverdi, ilk uçakla eve dönüyorum.
Berna donup kaldı. Ağzındaki bonfile parçası büyüyüp boğazını tıkadı.
Anahtarımı yanıma almayı unutmuşum, neredeysen bir taksiye atlayıp eve dönüver de, sevgilin sokaklarda kalmasın, diye devam etti ses.
Berna yutamadığı şarabı arkadaşlarının üzerine püskürtüyordu az kalsın. Kucağındaki peçeteyi hırsla tabağa fırlattı.
Üzgünüm, acilen gitmem gerekiyor, Aydın yine anahtarlarını evde unutmuş.
Kızlar surat astılar.
Koca adam. Gelip anahtarı buradan alsın. Zaten kırk yılda bir görebiliyoruz suratını. Dedik sana değil mi gir bir işe, biraz çek elini şu adamın üzerinden. Bu kadar bencillik olmaz ki canım.
Yazık değil mi gece vakti. Aksilik işte. Anahtarını bulamayınca eli ayağı birbirine dolanmıştır.
Arkadaşlarına itiraf edemedi ama anahtarı yanında olsaydı ne fark ederdi? Her şeyi onun düzenine sokabilmek, bir geceyi daha sorunsuz bitirebilmek için yine arkadaşlarını masada bırakıp eve koşacaktı.
Üzerindeki salaş kazağı ve çiçekli atkıyı alelacele çıkarıp dolabın dip köşe bir yerlerine tıkıştırdı. Aydın bu tür kıyafetleri sevmez, yaşına uygun olmadığını söylerdi. Hafif aralık duran dolap kapaklarını sıkıca kapatıp hepsini bir hizaya getirdi. Sabah içinden aceleyle çıktığı yatak darmadağınıktı. Kısa bir an yatağı olduğu gibi bırakmayı düşündü. Sonra titreyerek gülmeye başladı. Aydın o ana kadar yaşadığı en ağır krizle odanın ortasına yığılıp kalırdı. Aklından geçirdiklerinden utandı. Çabuk ellerle çarşafı gerip yatağın altına sıkıştırdı, yorganı düzledi, örtüyü yaydı, yatağın çevresinde tam bir tur dönüp her taraf eşit mi diye kontrol etti. Yastıkları kabartıp, tam ortada birbirini tamamlayacak şekilde bitiştirdi. Gözleriyle odanın geri kalanını taradı, perdeler, yatak, makyaj masası, hepsi derli topluydu. Çekmeceler bir hizada. Son anda yatağın altına gelişigüzel attığı kitapları fark etti. Telaşla oturma odasındaki kütüphaneye taşıdı hepsini. Alfabetik sıralarını bulup eski yerlerine yerleştirdi. Bazıları sanki biraz daha önde duruyordu. Geri itince diğerleri çok önde kaldı. Çalışma masasındaki tahta cetvele uzandı, tüm kitapları hizaladı. İşi bitince eski yerine bıraktı. Sinirden başı zonkluyordu ama bir ağrı kesici bile yutacak vakti yoktu. Sırada sabah aceleyle duş alıp çıktığı dağınık ve ıslak banyo vardı.
Küvetin kenarına oturup, alnını lavaboya yasladı. Eli ayağı kesiliyordu. Gözlerini kapadı. Lavabonun deliğinden hafif bir kızartma kokusu çarptı burnuna. Onu yıllar öncesine taşıdı. Saklambaç oynadıkları kirece boyalı alçak duvarın hemen dibindeydi şimdi. Koruk ağacının mora çalan üzümleri tepelerinde sallanıyor, akşamüstünün zayıf güneşi asma yapraklarının arasından süzülüp deniz tuzundan keçeleşmiş saçlarında, çil basmış suratlarında, açıkta kalan yanık sırtlarında dolaşıyordu. Pisi otları çıplak ayak parmaklarını gıdıkladı. Heyecanlı nefesleri birbirine karıştı. Elma dersem çık armut dersem çıkma, diye avaz avaz bağırdı uzaktan bir ses. Üst kat balkonundan Süheyla teyze kafalarına bir kova su boşaltıp, hadi artık evlerinize, diye azarladı hepsini. İşte o Aydın’ı, çocukluğunun Aydın’ını çok özledi Berna.
En son sarımsağı, kızartmayı yazlıkta kendi ailesiyle yemişti. Annesini ziyarete gidecekleri zaman önceden sıkı sıkıya tembihliyordu. Kızartma yok, kırmızı et, sakatat, sucuk tarzı şeyler kesinlikle yok. Sarımsak, kavrulmuş soğan yok. Aydın’ın uzun bir yoklar listesi vardı. Aynı yatakta uyuduklarına, aynı tuvaleti kullandıklarına göre aynı şeyler Berna'ya da yasaktı.
Ne yapabilirim ki, burnum aşırı hassas, diyordu Aydın.
Aydın çocukken de aşırı titizdi. Dizi kanadığında veya bisiklete binerken pantolonu kirlendiğinde dünyası kararır, ağlamaya başlardı. İlk gençliğinde katı kuralları vardı. Temizlik merakı, çalışma düzeni, renk uyumu takıntısı yakasını bir an olsun bırakmadı. Berna Aydın’ın annesine bağlıyordu her şeyi, evinden bir çıksa her şey farklı olacak sanıyordu.
Aynı evin duvarlarına hapsolduktan sonra öyle olmadığını anladı Berna. Aydın’ın kontrol hastalığı, düzen deliliği gittikçe dayanılmaz boyutlara vardı. Doktor adamın şikâyetlerini dinledi, zararsız birkaç rahatlatıcı verdi. Her şey kafasında, mükemmeliyetçi kişiliğindeydi. Bu sefer hastalık telaşı başladı. Sebepsiz el ayak titremeleri, nefes sıkışmaları, kâbuslar, uyku bozuklukları.
Beraberlerken her diziyi izleyemezdi Berna. Televizyonda ancak Aydın’ın seçtiği kanallar hafızaya alınırdı. Yiyecek alışverişi beraber yapılır, her şeyin üzerindeki son kullanma tarihi kontrol edilir, fiyatı diğer ürünlerle kıyaslanırdı. Bir haftalık domates ihtiyaçlarını matematiksel denklemlerle hesapladıktan sonra, bir kiloda karar kılardı Aydın. Müsrifliği sevmezdi.
Her şeyi kontrol altında tutmak istiyorsunuz. Bunun imkânsızlığını kabullenmiyorsunuz. Çarpıntılarınız başladığında, nefesiniz sıkıştığında vereceğim hapları alın, ihmal etmeyin. Düzenli bir psikolog yardımıyla tüm bunların üstesinden gelebilirsiniz, demişti doktor.
Aydın karısının gözlerinin içine bakıp, Sen benim biricik psikologumsun, başka kimseye gerek yok bir tanem, deyince karşı koyamadı Berna. Eğitimini yarıda bıraktı, yağlıboya çalışmalarını kesti. Boya ve tiner kokusu Aydın’ı rahatsız ediyordu. Nefes alamadığından şikâyet ediyordu. On iki yıllık kedisini barınağa bırakmak zorunda kaldı. Çocuk olayını da ertelediler. Kakalı bezler, kusmuklu kazaklar, ağlayan bir bebek, evin dört yanına dağılmış biberonlar, oyuncaklar, uykusuzluk ve hastalık. Bunlarla başa çıkamazdı Aydın.
Berna kafasını yasladığı lavabodan kaldırdı. Dolaptan temizlik malzemelerini çıkardı. Küveti, lavaboyu, tuvaleti çamaşır suyuyla ovup havluları, fırçaları, fön makinesini kaldırdığında ölecek kadar yorulmuştu. Bir günde evi nasıl bu kadar dağıtabildiğine hayret etti. Şüphelendi kendinden. Belki de pasaklının tekiydi. Belki de Aydın bu kadar titizlenmese, kurallar koymasa, her şeyi kontrol altına almasa, ev evlikten, Berna kadınlıktan çıkardı. Belki de hep dediği gibi doktora gitmesi gereken oydu. Annesi ne derdi, ‘kıskanç kocalar boşuna kıskanç olmaz. Vardır altında kimsenin bilmediği bir şeyler.’ Başı zonkluyordu. Salonun müzeyi andıran görüntüsünü bozmamak için mutfaktaki tabureye ilişti, bir fincan bitki çayı ile iki ağrı kesiciyi peş peşe yuvarladı.
Yorgun gözleri mutfağın çiçekli perdelerine takıldı. Yazlıklarının bahçesini hatırlattığı için seçmişti bu deseni. Denize karşı banklarda kızlı erkekli hiç birşey yapmadan saatlerce oturdukları gül bahçesini özlemişti. Akşam yemeği sonrası saçlarını düzleştirir, dolabından uygun bir şeyler seçer, annesinden babasından gizli rujunu sürer, hemen deniz kıyısındaki banklara koşardı. Aydın daha sonra gelirdi. Akşam yemekleri bitmek bilmezdi. Kıyafetlerini özenle seçerdi. Kot pantolonları ütülü, tişörtleri ambalajından yeni çıkarılmış gibiydi. Berna hayrandı onun giyim zevkine. Her şeyi en ince ayrıntısına dek düşünmesine. Oturmadan bankı bir peçeteyle siler, temiz olduğundan emin olunca ancak Berna’nın yanına otururdu. El ele gelecekten, gitmek istedikleri üniversitelerden, gezmek istedikleri uzak ülkelerden konuşur, heyecanla hayallerini anlatırlardı birbirlerine.
Berna’nın hayalleri mutfak için istediği desen perdeyi seçmekten öteye gidemedi.
Biraz daha kaliteli bir şeyler seçebilirdin, demişti Aydın perde kumaşını görünce.
Karısının suratındaki düş kırıklığını fark edince,
Bir tanem bozulma ama dekorasyon konusunda senden daha ince zevklerim olduğunu ikimiz de biliyoruz. Niye bana sormadan aldın ki perdeyi, diye çıkışmıştı.
Ütü için çok az bir zamanı kalmıştı. Kocasının yarın sabahki iş toplantısında giymeyi planladığı krem rengi pantolonu askıdan alıp güzelce ütü masasına yaydı. Ütünün tabanı pırıl pırıldı. Kar beyazı bir tülbenti pantolonun üzerine serdi. Ütü ısınana kadar banyoya girip kırılan tırnağını törpüleyebilirdi. İşaret parmağında hafif bir batma hissetti. Törpünün sivri ucu parmağını zedelemişti. Ağzına götürüp emdi. Yara bandı saracak zamanı yoktu. Ütünün ısınma sesini duydu.
Ütü beyaz tülbentin üzerinde yağ gibi kayıyordu. Kırmızı bir noktacık irkilmesine neden oldu. Berna parmağına baktı, pembemsi bir noktadan başka bir şey göremedi. Panikle tülbenti kaldırıp pantolonu taradı gözleri. Sağ paçanın kıvrılma yerinde, toplu iğne başı büyüklüğünde belli belirsiz bir kan lekesi vardı. Berna banyoya koştu, temiz bir beze leke çıkarıcı döktü, kanı temizlemeye çalıştı. İnatçı şey çıkmıyordu. Büyük bir olasılıkla görmezdi Aydın. O kadar küçük ve belirsiz bir noktaydı ki. Pantolonu yıkamaya veya temizleyiciye götürmeye zamanı yoktu. Pantolonun ütüsünü tamamlayıp dolaptaki yerine astı.
Kapının zili ısrarla çaldığında ev kontrole hazırdı.
Sobe, benim güzel sevgilim. Anahtarımı unuttum diye kızmadın değil mi?
Bu olur olmaz tekrarlanan, çocukluktan kalma sobe lafı asabını bozmaya başlamıştı artık.
Bak ne diyeceğim, kendimi affettirmek için kızları bir akşam eve çağırsan?
İnanamıyorum. Sen eve misafir istemezsin ki hiç.
Bu aralar benimle perişan oluyorsun.
Teşekkür ederim canım. Ama kızlar sigara içmeden duramazlar, konuşmaları, tavırları seni rahatsız eder. Unut gitsin.
Valizi küçük odaya bırakıyorum. Elleme sen. Yatalım uyuyalım, sabah erken toplantım var. Elbiselerimi hazır etmişsindir.
Gece boyunca lekeyi düşündü Berna. Soldan sağa, sağdan sola dönüp durdu. Uyumaktan vazgeçip tavanın boşluğuna dikti gözlerini. Karanlık, kocaman bir leke olup tüm odayı kapladı.
Pantolonu kan lekesi yaptım desem. Hata yapamaz mıyım? Yemeği kötü pişiremez miyim? Bütün gün gecelikle dolaşamaz mıyım kendi evimde? Pasaklı olamaz mıyım? Belki de hastalanır? Toplantıya gitmekten vazgeçer. Belki de hiç uyanmaz. Neler diyorum ben? Sabah uyanır uyanmaz ilacını versem? Heyecanlanmaz o zaman. Anlar mı bir şeyler çevirdiğimi?
Alarmın zili çaldığında Berna çoktan uyanmıştı. Aydın banyoya, kendi mutfağa geçti. Yeşil çay, beyaz peynir, birkaç ceviz içi, bir tutam maydanoz, petekli çiçek balı ve dört dilim tam tahıllı ekmek dilimini bir tepsiye dizip camın önündeki masaya taşıdı. Kocasını kahvaltıya çağırdı. Berna çatalıyla tabağındaki peyniri ezerken, Aydın bir gün öncesinin olaylarını, İngilizlerle yapacağı toplantının ona ne gibi imkânlar sağlayacağını, çok dikkatli olması gerektiğini anlatıyordu.
Ters giden bir şey mi var?
Yok.
Gülümse biraz. Yeteri kadar heyecanlıyım zaten.
Aydın son yudum çayı kafasına dikip giyinmeye gitti. Berna hiç kıpırdamadan oturdu. Dolap kapaklarının, çekmecelerin sesleri geliyordu.
Sevgilim kravatımı bağlayamadım, bir bakar mısın. Ellerin temiz mi?
Pantolonunu giymiş olmalıydı. Kravatını en son bağlardı. Berna titrek ellerle kravatı onun istediği gibi bağladı. Aydın aynanın önünde birkaç kere çekiştirip düzeltti yeniden. Ceketini ve evrak çantasını aldı, hole ilerledi. Lekeyi fark etmeden bir çıkabilseydi.
Bugün bağcıklı güderi ayakkabılarımı giyeyim. Bu pantolonun altına başka bir şey uydurmak zor.
Ben getiririm ayakkabıları, dedi Berna nefesi daralarak.
Aydın çekecekle ayakkabılarını giydi. Bağcıklarını bağlamak için sağ ayağını pufa dayadı. Berna sabit gözlerle kocasını izliyordu. Puftaki ayak, pantolonu hafifçe yukarı doğru çekti. Küçük kırmızı noktacık rahatlıkla görünüyordu artık. Sağ ayağını yere indirip, solu uzatacaktı ki durdu.
İnanmıyorum. Bu leke de nesi?
Hangisi canım? Göremiyorum.
Görmemek için kör olmak gerek. Şaka gibisin. Ben sabahtan beri toplantı diyorum, çok önemli diyorum, İngilizler diyorum.
Vallahi de görünmüyor. Kim bakacak toplantıda paçanın kenarına?
Ben gördüm, yeter. Yapamam, bu halde çıkamam evden. Bittim ben. Kıyafetimi değiştirecek vakit de kalmadı. Ben kötü oluyorum.
Aydın kapı önündeki pufa çöküverdi. Berna’nın umarsızlığından, dikkatsizliğinden başladı. Biteviye konuşuyordu. Aralarda sızlanıyor, rahat nefes alamadığı için şikâyet ediyordu. Kravatını gevşetti. Düğmelerini açtı. Berna ayakta bekliyordu. Onu ikna edemeyeceğini anlamıştı.
Midem bulanıyor, sol kolum uyuşmaya başladı, sinsi bir ağrı kalbimin üzerinde geziniyor, dedi hırıltılar arasında. Ütülü gömleğinin koltuk altları ter içinde kalmıştı.
Berna konsolun üzerinde sakinleştirici hapları aramaya başladı.
Valizde, dedi Aydın.
Berna arka odaya koştu.
Çabuk ol. Nefes alamıyorum. Ah, bunu nasıl yaparsın. O koca lekeyi göremeyecek kadar beyinsiz misin, diye söylenmeye devam etti Aydın.
Berna valizi açtı, ilaç kutusu görünürde yoktu. Eline gelen birkaç parça çamaşırı dışarı fırlattı. Gördüğü şey karşısında donakaldı. Aydın’ın unuttuğunu iddia ettiği anahtar destesi ortada öylece duruyordu.
Saklamış çamaşırların arasına. Demek sobe sevgilim, gerçek saklambaç nasıl oynanırmış gör bakalım.
Valizin file cebinden ilaç kutusunu alıp sabahlığının cebine koydu.
Berna? Bırakma beni, çok fenayım.
Berna terliklerini sürüyerek koridora çıktı. Puftan yere kaymış kocasına baktı. Gözlerini yummuş, kafasını duvara yaslamış, bembeyaz bir suratla çırpınıyordu. Kadın kararlı adımlarla banyoya geçti, klozetin kapağını kaldırdı, kutudaki ilaçları teker teker tuvalete attı. Sifonu çekti. Suyun girdabı her şeyi yaladı yuttu. Elindeki boş ilaç kutusuyla hole çıktı yeniden.
Sevgilim hiç ilacın kalmamış. Ne kadar çabuk tükettin bu kez?
Kocasını mızıldanmalarını duymazdan gelerek pardösüsüne uzandı, çanaktan anahtarlarını ve para cüzdanını aldı. Çorapsız ayağına çizmelerini geçirdi. Karışık saçlarını taramadı bile.
Eczaneden bir koşu alıp geliyorum canım, dedi geriye dönüp bakmadan.
Kaynak: altZine.net, altTema Denge
Füsun Çetinel