Boğaziçi Üniversitesi Edebiyat Kulübünün düzenlediği yaratıcı yazarlık seminer konuklarından birisi de Mario Levi'ydi.
On altı yıldır Yeditepe Üniversitesi’nde ders veriyorum. Tamamen tesadüftür bu derslere başlamam. Daha önce reklam sektöründe bulundum. 1997 yılında üniversitede reklam dersleri vermeye başladım. Enstitü başkanı olan kişi, aynı zamanda İşletme Bölümü dekanı bir profesördü. Bir iki ay ancak geçmişti ki, seni İletişim Fakültesi’ne alacağım, dedi. İki dönem sonra da, oranın dekanı, çok kıymetli bir profesör amcamız, beni odasına çağırdı.
Sen yazarmışsın, dedi.
Yok canım, bir iki kitap çiziktirmişliğim var, dedim.
Bir ders var. Creative Writing. Sen ver o dersi. Kitap, hikâye nasıl yazılır sen bilirsin işte.
Bilmem, dedim.
Deneme yanılma ile derslere başladım. Çok acı çektim. Dersin ismi konusunda yanlış yaptığımızı biliyordum. Türkçedeki karşılığı yanlış Creative Writing kelimesinin; Yaratıcı Yazarlık. Yazarlık doğası gereği zaten yaratıcı. Yaratıcı Yazı olsa dedik, ama o da yanlış. Daha mütevazı bir şey bulalım istedim. Örneğin Yazı Yaratımı. Ben hep bunu savundum ama derdimi anlatmakta yeterli olamadım.
2003 yılına kadar sürekli olarak bu dersi verdim. Sonra beni reklam sektöründen bir arkadaşım aradı.
Senin derslerinin methini duyduk. Nişantaş’ında bir kültür merkezi var. Sen verdiğin bu dersleri yazı atölyesine taşısan, on iki on üç öğrenciyle ders yapsan, diye teklifte bulundu.
Fikir çok cazip geldi. Bu derse, para ödeyerek gerçekten isteyenler gelecekti.
Bu da bir tesadüf. Belki de her şey önceden belirlenmişti. Daha doğrusu ben belirli yerlerde bulunma şansına ermiş biriyim.
Yazı atölyelerim on iki haftalık. Sayısını hatırlamıyorum, üç yüz, üç yüz elli öğrencim olmuştur. Kitapları çıkan sadece on iki yazar var. Ben Türk edebiyatının Sezen Aksu’suyum bir yerde. Sayı hiç de fena değil.
Güzel, buradan ne çıktı biliyor musunuz? Yazarlık öğretilemez. Sadece yol gösterilebilir. Neden? Edebiyat bir mirastır. Bizim gönül geleneğimizden gelen bir miras. Ustadan çırağa aktarılır, çırak usta olur, o da başkasına aktarır. Birçok kişi beni usta seviyesinde görüyor. Ben görmüyorum, ustalık başka bir şey. Kendini sürekli geliştirmen gerekli. Ama öğrenmenin en güzel yollarından biri de öğretmek. Bana bu konuda hayat dersi veren çok kişi oldu. Babaannem, iş hayatında karşılaştığım biri. Buna şans, tesadüf ne derseniz deyin.
Yazarlık atölyelerinde neler yapıyorum?
Yazı nedir, bunu öğretiyorum. Roman, hikâye, deneme nasıl yazılır? Bunları anlatmaya üç saat yeter. Veya düğümün nasıl çözüleceğini anlatmak. Tüm bunlar için uzun bir süreye gerek yok. Yazıda mühim olan başka gerçekler var. Yazmak aramak, karanlık bir mağaraya inmeyi göze almaktır. Nerede bu mağara? Uzağa gerek yok. İçinizdedir. Sizsiniz, kendinizi keşfetme yolu. Bazen ıstırap çekmeyi gerektirir.
Bir yazı ortaya çıkardığınızda kendinizi var edersiniz. Bu çok zor bir savaştır. Yazarız diye kibirli olmak, böbürlenmek çok saçma. Biz yazarlar, bir hakikati biraz daha fazla görüyoruz, hissedebiliyoruz. Yeni bir şey yapmıyoruz. Sadece aktarıyoruz. Mühim olan kendi dilimizi bulmak.
Mesela yoga yapmak ilgi duyanınız varsa. Ben hiç ilgi duymam, saçma gelir bana. Yoga yapan bir arkadaşıma derdimi anlatınca, şöyle dedi bana; sen zaten meditasyon yapıyorsun. Yazmak derin düşünce bir anlamda.
Yazmak için neler yapabiliriz? Birkaç yöntemi var. Çok temel olan çok kitap okumak. Herkes zamanla kendi edebiyat dünyasını inşa eder. Kimimiz bazı seslere yakınızdır. Bütün dünya edebiyatına açık olalım. Çehov, Dostoyevski okumadan mümkün değil. Asıl bilmemiz gereken bu ülkenin edebiyatı çünkü siz de oradan geçeceksiniz. Atilla İlhan benim ustalarımdan biri. Bir gün, sana üç şair söyleyeceğim, dedi. Üç farklı şair, üç farklı dünya görüşü, politik görüş. Necip Fazıl Kısakürek, Yahya Kemal Beyatlı ve Nazım Hikmet. Neden sevilmiştir bu şairler? Çünkü bu kişilerin sesleri gönüllerini takip eder. Hayatı yaşamışlardır.
Yazar için önemli olan hayatla kurduğu bağdır. Bireyin kendi yolunu özgürce bulabilmesi, hangi duruşu, inancı seçersen seç bu değişmez.
Yazarak kendini keşfetmenin iki yöntemi var. İki farklı defterin olacak. Ben hala elle yazıyorum. Dolmakaleme büyük zaafım var. Bana doğum günümde dolmakalem hediye edebilirsiniz. İlla yeşil mürekkep. Neden diye sormayın bilmiyorum. Son zamanlarda biraz türkuaza kaydım. Ama yeşile asla ihanet etmem. Bilgisayarda yazıyorum diyorsanız, o zaman da iki dosya açın. Birincisine, Kim Kimdicilik oyununu yazın. İkincisine ise Aynanın Karşısına Geçme oyununu.
Kim Kimdicilik
Siz öğrencisiniz. Kafelere gidersiniz, kampüste dolaşırsınız, sinemaya gidersiniz. Hayat akıp gider. Otobüse, minibüse binersiniz. Vapurda Kadıköy’den Karaköy’e gidiyorsunuz var sayalım. Yirmi, yirmi beş dakikanız var. Etrafınıza bir bakın. Bir kişiyi gözaltına alın. Genç kız, yaşlı bir adam, delikanlı fark etmez. Hareketleri, giyimi, yapmakta olduğu şeyler. Aval aval bakınıyor mu, gazete mi okuyor. Bu insanları zihninize yerleştirdiniz. Evinize gidince bu insanlara kimlik biçin. Ad, soyadı, yaş, meslek, medeni hali, çocuk var mı, ayrıntılara girin. Gerçekle alakası olmayabilir. Artık o gün ne çıkarsa. Bir sayfa. Alışkanlık haline getirin. Hikâyeleştirme kaygısı içine düşmeyin. Yazdığınız sizi hikâye yazmaya götürüyorsa ne ala. Bu işi haftada iki kere yapsanız yılda yüz portre çıkar matematiksel olarak. Bunlar da size epey malzeme olur. Ben de ilk başta çok yaptım, sonra kafamda yapmaya başladım.
Havada Uçuşan Sözler
Şarkı ve şiirden dizeler, etkilendiğiniz filmden bir cümle. Sizi ne etkilediyse onu bir kenara yazın. Sonra serbest çağrışım sistemi ile o söz sizde neler uyandırmışsa çalakalem noktalama işaretleri olmadan, detaylarla vakit kaybetmeden yazın. Bazen birkaç cümle, bazen bakmışsınız yedi sekiz sayfa bir şey çıkmış. Bu yazarın kalemini açma çalışmasıdır. Bu çalışma sizi beklemediğiniz çalışmalara götürebilir.
Bir defter gözlem defteri, ikinci defter ise sizi deşmeye dayalı bir defter. Bu ikisinin harmanı edebiyattır işte.
Türkiye’de yazma konusu sıkıntısı olamaz. Yurtdışında bana en çok sorulan soru şudur; Türkiye’de yaşamak zor mu? Ben yemem bu soruyu. Türkiye’de yaşamak çok zor ne mutlu bize ki zor, derim. Şaşırırlar. Kolay olsa yazacak şey bulamazdık. Oslo, Zürih gibi yerlerde olsaydık ne olacaktı? Polisiye yazacaktık herhalde. İstanbul’da konu mu yok Allah aşkına ya.
Bir öneri daha size. Yazı masasının başına geçtin. Heyecan ve hevesle yazmaya başlıyorsun. Gitmiyor. Bir iki paragraf yazdın, olmuyor. Bunun iki sebebi var. Biri kötü, depoda yazacak şey yok. İkinci sebebi daha da kötü, yazacak çok şey var ama yazamıyorsun. Bu kapağı açmak gerek.
Meseleyi birazcık bağlamak için şunu söyleyeyim. Hikâye türü çok önemli. Eskisi kadar önemsenmiyor, yayınevleri roman istiyor artık ticari kaygılarla. Ama Türk edebiyatında en iyi yazılan tür hikâyedir. Romandan çok daha iyi bir yerde. Hoş Nobel edebiyat ödülünü bir romancımız aldı ama.
Hikâye etme geleneği bizde çok eskilerden beri var. Ta Dede Korkut zamanından, 13. yüzyıldan beri. Öykü kelimesini sevmem. Sonra Evliya Çelebi var, palavracı ama müthiş mizah, hayal gücü hepsi var adamda.
Hikâye gündelik hayatımızın içinde var. İki kadın Türkan ve Fatma diyelim. İkisi de ortaokuldan terk, erken evlenmiş olsun. Otuzlarının sonlarında. Çocuklu. Sabahları Türk evlerinde yaşanan klasik sahnelerle başlar gün; uyanmak istemeyen çocuklar, haşlama yumurta, kızarmış ekmek, içeriden ''mavi gömleğim nerede'' diye çemkiren koca, kahvaltı ve hengâme en sonunda biter. Türkan kapı komşusu Fatma’yı kahveye çağırır. Bak sana Necla ile ilgili anlatacaklarım var, der. Önce kahve içilir, yanında sigara tellendirilir. Fal bakılacak mutlaka, hikâyeciliğin ağababası.
Ben çok iyi fal bakarım, çok iyi fal atarım.
On tane farklı şey söylenir, ikisi mutlaka tutar. Klasik kalıpları vardır falın, yatak hastalıktır, kuş haberdir. Tarih ve geleneğimiz hep falda yatar. Ve hayal gücüdür fal.
Kahve faslı, fal faslı biter. Necla? Onun için bir araya gelmişlerdi ya. ‘’Geçende Necla’ya rastladım. Kocası nah kafam kadar bir tek taş almış. Gösterdi. Ama şanssız kız. Dostu varmış adamın. Hem de ev açmış buna,’’diye anlatmaya başlar Türkan.
Türkan hikâyenin bütün aşamalarını kullanır. Hikâye etme ihtiyacı, gözlem, aktarma, yorum. Türkan bunları yapıyor ama neden yazar olamıyor peki? Çünkü estetik dili yok. Edebiyat dille yapılır. Dil olmazsa edebiyat olmaz.
Yazmak karanlık bir mağaraya inmektir, evet. Kendinizi, en iyi bildiğinizi, en iyi yazabilirsiniz. Bilginin içselleştirilmesi lazım, ansiklopedik bilgi yazılmaz.
Neler yapılması gerekli? Vazgeçmemek, kolay pes etmemek, edebiyat maratondur, yüz metre koşusu değildir. Sabır ve nefes lazım. Okumalısınız dedim, ama bir yerden sonra size aktarılmış o ses yetmemeli. Veda edin o sese. Kendi iç sesinizi bulun. Hepimiz etkiler taşırız, bu çok doğal. Ben de etkilendim, bundan rahatsızlık duymuyorum.
İçimdeki İstanbul Fotoğrafları bir anı kitap gibi görünüyor ama değil. Bu kitap bir İstanbul nostaljisi kitabı değil. Geçmişin süzgecinden geçilerek yola çıkıldı bu kitapta. Kitabın yirmi beş otuz sayfası birinci tekil şahısla yazıldı. Sonra anlatıcıyı değiştirdim. İkinci tekil anlatıma geçtim. Bir Maria var, İstanbul’u geziyor. Bir de onun arkasında Maria var. Onu gözlem yapmaya çağırıyor. Aynı zamanda okuru da sorgulamaya, aynanın karşısına geçmeye ve metni değerlendirmeye çağırıyor. Okur kendini metnin içinde buluyor. Bu kitap benim en çok kendimi ortaya koyabildiğim bir kitap. Çok inandığım bir kitap.
Bize ne kadar bir ömür verildiyse o kadar yaşayacağız. Ama ardımızda nasıl bir hikâye bırakacağız? Bizim hikâyemiz yazdıklarımızdan çok daha önemli. Cennet ve cehennem bu dünyadadır, derdi dedem. Gerisini bilmiyorum. Geriye ne kalıyor? Edebiyata her şeyden çok bunun için ihtiyacımız var. Edebiyat sıradanlaşmaya hayır demek için var. Olanaklar ölçüsünde edebiyata sıkı sıkı sarılmalıyız. Biz bir hakikat arıyoruz, ne kadarını buluruz bilinmez.
Hayat yazılmış tüm hikâyelerden daha değerlidir. Bu ilahi güce sahip olduğum, yazdıklarımla birilerine ulaşabildiğim için talihliyim. Eylül ayında yeni bir romanım yayınlanacak, sonra ne olur bilmiyorum.
Füsun Çetinel, 17 Mayıs, 2013