Hello from Grandbazaar

MERHABA*

We met in a pool side restaurant, in Grand Bazaar.
I wanted to wash my hands, before I sat down.
Your gorgeous green shrieked out, ‘Stop!’
Two shiny black beads caught me in, pronouncing a warm welcome.
You screamed your lungs out one after another.
Blue skies, flying high, coconut trees, goodbye were not in your repertoire.
Your cage looked brand new, big and sterile.
I scratched your head. Yellow as the sun in the Caribbian.
Your gentle bill kissed my finger. Strong as the rocks of New Zealand.
Vivid coloures reminded me of Pacific Islands.
My tears almost rained down,
As the waiter put a blanket on your cage to make you quiet.
I have no appetite anymore.
Thank you, no Musakka, no Sish Kebab, no Cacık.
Eighty imprisoned years with a silly ‘Merhaba’ .

*Hello
Füsun Çetinel


Kakalakya


Bu dünyadaki, bu kentteki yerim hakkında bütünüyle kararsızım. Kafka



Bir zamanlar Kafka’nın soğuk şehrinde çöpler ancak el ayak çekildikten sonra toplanırdı.

Çoğunluk, geç kalmaktan korkarak gece ikiye kadar rahatsız bir uyku uyurdum. Perdelerden süzülen karşı kafenin neonlu ışığı eşyalara mana katmakta zorlanır, beni çok kısa bir süreliğine memleketimde olduğum yanılgısına sürüklerdi. Arschloch kelimesi nerede olduğumu hatırlatırdı hemen. Pencere pervazında oturmuş beni gözleyen kediye parmaklarımla sus işareti yapardım. Sakın cevap verme. Yatağı gıcırdatmamaya özen göstererek doğrulurdum. Kedi kısa bir mırk sesi çıkararak kendini tahta zemine bırakırdı. Önümüz sıra birkaç sinsi karaltı kaçışırdı karanlık boyu.

Mutfağın ışığını açınca iri bir karafatma sinsice lavabo deliğinde kaybolurdu. Diğerleri gölgelere dağılırdı. Karafatmaların geceye kattığı gerçeklik duygusu hoşuma giderdi. Hemen kapardım ışığı. Karanlığın içinde üst üste yığılı tabakların arasında korkusuzca gezinmeye başlarlardı yeniden. Her yerdeydiler. Saç teli kadar hafiftiler. Temkinliydiler.

Fazla oyalanacak zamanım olmazdı, bir an önce çıkıp insanların duvar diplerine, saçak altlarına, izbe pasajlara, çıkmaz sokaklara boşalttıkları çöpleri talan etmek zorundaydım. Elimde kalan son yüz avroyla bu yabancı şehirde daha ne kadar devam edebilirdim ki?

Böcek olmayı öğrenmiştim. Her tarafta olup da yakalanmamayı, insanların yağlı bulaşıklarında, artıklarıyla tıkalı borularında teklifsizce dolaşmayı. Yugoslav asıllı kapıcı kaçak olduğumu öğrense, böcek imha ekibini çağırıp önüne çıkan her deliğe zehir boca ettiği gibi benim de işimi bitiriverirdi.
Kimsenin gücü bu parlak kabuklulara yetemiyordu. Yaşamaları, üremeleri, tüm bloğu kıvıl kıvıl sarmaları hoşuma gidiyordu bir yerde. İnsanların uykuya çekildiği sessiz saatlerde duvar diplerinde, tabakların kıyısında, mutfak dolaplarının kapaklarında başkalarının artıklarıyla inatla yaşamaya çalışıyorlardı. Fişlerin içine bile yuvalamışlardı ama en çok sevdikleri yer deliklerdi. Karanlık, yağlı, sıcak, pis, kuytu ve uzak delikler.

Benim deliğim ise benim gibilerin yaşadığı bir izbeydi. Yerdeki pis şiltem, karton kutulardaki giysilerim, çöplerden topladığım yayları fırlamış bir koltuk, birkaç minder. Bu düşman şehirde, enselenmem an meselesiydi, hastalanmak, kurallara uymamak, ırkçı birinin asabını bozmak, bisikleti yanlış yere bırakmak.

Hava kararınca çıkardım ancak dışarı. Halı kaplı koridora kafamı uzatır tüm kapıların kapalı olduğundan emin olurdum. Yugoslav kapıcının domuz pastırmalı lahana kokusu koridoru terk etmemiş olurdu daha. Nikotini andıran ekşi bir kahve kokusu eşlik ederdi bu ağır kokuya. Çabuk adımlarla sokağa atardım kendimi. Bir nefes taze havayı içime çekebilmek için gecenin diğer karaltılarına karışırdım. Gözlerim yerde, kaldırımın en uzak kenarından yürür, insanların yolunu kesmemeye çalışırdım. Günün yaşantısı pis bir koku bırakmış olurdu her yana. Sidik, dışkı, kusmuk, alkol ve ekşi çöp suyu bayat kadın kokusuna karışırdı.
Geri dönüşümde poşetim ganimetlerle dolu olurdu. Yarısı yenmiş bir pizza, tarihi geçmiş peynir, bazı giysi parçaları, ama en çok kitaplara sevinirdim. Şanslı günümdeysem bir parça çikolatalı kek. Dikkat çekmemek için çok fazla yüklenmezdim. İlk önce posta kutumu açardım ses çıkarmadan. Reklam broşürlerinin arasında sarı bir zarf arardı gözlerim. Faturaların dışında hiçbir şey olmazdı yine. Eve varır varmaz bulduklarımı masaya yayardım. Kendime sıcak su koyar, kavanozun dibinde kalmış kahveyi sıyırırdım. Bazen sadece kokusunu çekerdim içime. Film ve kitaplardaki gibi iyi yürekli, yaşlı ve yalnız bir kadın komşum olmadığına hayıflanırdım. Bana kahve yapacak, beni dinleyecek, şımartacak

Böcek olmayı öğrendiğim yıllarda yaşamak için görünmemem gerekti. Kafka’nın şehrinde böcek olarak, böceklerle yaşamam gerekti çok uzun bir süre. Sonra mı? İnanılası değil ama kaderim birdenbire değişiverdi. İş buldum, ben de diğerleri gibi yasal oldum. En yakın yapı marketten birkaç parça yeni mobilya aldım. Eve çeki düzen verdim. Temizledim. Buzdolabım oldu, ilk başlarda zorlansam da tarihi geçmiş gıdaları çöpe atmaya başladım. İstediğim saatte girip çıkabiliyordum artık eve. Karafatmalar gözüme batmaya başladı. Temiz tabaklarımın üzerinde gezinmeleri, evi sahiplenmeleri, lavabo deliklerinden çıkıp açıkta kalan yemekleri tırtıklamaları midemi bulandırıyordu. Yugoslav kapıcının eline üç beş kuruş sıkıştırdım, yılışık yılışık gülümseyip hemen böcek imha ekibini çağırdı. Zaten çok fazla kalmadım o delikte, kendime başka bir vatan buldum.

Kaynak: altZine.net, altTema Delik

Füsun Çetinel










Beni Çocukluğumdan Öp, Günhan Kuşkanat

Günhan Kuşkanat, Yeditepe Üniversitesi lisans ve lisansüstü programlarında İngilizce dersleri veriyor. İlk öykü kitabı Kış Leylekleri Doğan Kitapçılık tarafından yayımlandı. Bu kitapla Cevdet Kudret Edebiyat Ödülü’nü aldı. Daha sonra Kıyısız Gemiler, Evvel Aşklar Zamanı ve Beni Çocukluğumdan Öp adlı romanlarını yazdı. Sözü kendisine bırakıyorum.

Kitaplarım çok satanlardan değil. Başından beri bu böyle. Birinci kitabım Kış Leylekleri, bir öykü kitabı. Cevdet Kudret Edebiyat Ödülü'nü aldı. Ödüller genellikle tanıdık çevrelere gider diye düşünürdüm hep, beni şaşırttı bu. Kitap göçmek üzerine. Göçmek duygusu hep içimizde bizim.  Evimizden, işimizden, evliliğimizden, hatta  kendi kişiliğimizden bile olabilir bu göç. Hep başka bir şeyleri arzularız, elimizde olmayan şeyleri. İnsan  bir şeylerden kaçmayı ister.  Tabiatta olan bir şey bu. Öykünün temelinde kanadı kırık leylek Osman var. Göçemeyen, gidenlerin arkasından bakan leylek. İkinci kitabım, Kıyısız Gemiler. Üçüncü kitabım tarihi bir roman, Evvel Aşklar Zamanı. Dördüncü romanım ise Beni Çocukluğumdan Öp.

Yeterince istersen yazabilirsin!
Yazı ve yazmak konusuna dönersek size kendi başımdan geçenleri anlatayım. Az çok gitar çalarım. Beni dinleyenler, ay ne kadar güzel çalıyorsun, derler. Bunun koca bir yalan olduğunu bilirim. Yeterince çok istemişsem eğer çalabilirim. Arzu olduğu zaman becerebiliyor insan. Parmaklarım kanardı ilk çalmaya başladığım zaman, saatlerce çalışırdım. Yazma serüvenine üniversite yıllarında üç arkadaş birlikte başladık. Çok okuyan, okuduklarımızı birbirimizle paylaşan, odalara çekilip okuduklarımızı düşünen gençlerdik. Hep güzel şeyler okuyunca yazdıklarımı beğenmedim, kızdım, kitapları duvarlara fırlattım. Ne kadar güzel yazmış, niye ben böyle yazamıyorum, diye. Hepimizde okuma tadı, lezzeti gelişti.

Sizde de ciddi bir estetik anlayışı var. Rafine zevkleriniz, birikiminiz var. Bunları size kimse öğretmedi. Okuyarak, yaşayarak, düşünerek geliştirdiniz bunu. Yazı da böyle işte.  Okuyorsun, bazen yazdıklarını beğenmiyorsun.

Yazıya başladım, bir dosyam oluştu. Yeditepe Üniversitesinde çalışmaya başladım. Cevat Çapan’la karşılaştım orada, kendisi hiç hocam olmadı. Bir gün konuşuyoruz. Dosyam var acaba bir bakabilir misiniz, dedim. Elbette, dedi. Çok yoğunum hemen bir cevap bekleme yalnız. Tamam, dedim. İki ay sonra, okudum gel, dedi. Koşa koşa kendisine gittim. Pek heyecanlıydı, genelde sakindir. Çok hoş şeyler söyledi yazdıklarım hakkında. Dosyam Doğan Kitap’a gitti ve Zeynep Çağlıyor bana beş yıllık bir sözleşme teklif etti. Uçarak kabul ettim bu teklifi.

Diğer arkadaşım Hakan Yaman, Fotoğraftaki Kadın romanıyla 2009 Yunus Nadi ödülünü kazandı. Mustafa Özcan Kanada’da yaşıyor. Edebiyat üstüne eleştiri yazıları ve senaryolar yazıyor. Derinleşme onu yazamamaya götürdü. Der ki sol omzumun üzerinde iğrenç yeşil bir maymun oturuyor. Mustafa derinleştikçe, maymun beslenip büyüdü. Onun yazmasını engelliyor.

Yazı geliştirici bir şey, peki ya gelişmeyen yazarlar? Ona gelişememe diye bakmıyorum ben. Kötü edebiyat var ama kötü yazar var diyemem. Yazdıkları bana hitap etmiyor diyebilirim ancak.

Yazıya kendi sesini vermek çok önemli. Ben derdim ki ilk kitabım çıksın, ölebilirim. Öyle olmuyor tabi. Yazmaya devam ediyor insan. Daha fazlasını istiyor hep. Cevap Çapan ilk kitabımın önsözünde yazmıştı. Benimki huzursuzluk edebiyatı. Benim için edebiyat eğlence için yapılan bir şey değil. Benim için yazı, şiir, öykü insanı yoran, alnından duvara çivileyen bir şeydir. Arabesk edebiyatı kastetmiyorum tabi. İnsanın içinde olan çatışmalar var. İçimde başka bir Günhan var, aşağıda bir yerlerde, kımıldadıkça hissediyorum onu. İçimizde belirli yüzdelerle hastalıklı yanlar var, yüzde üç veya beş. Paranoya, şizofreni gibi. Ben paranoid tarafımı canavar gibi içimde saklamışımdır hep.

Yazı aynı zamanda soyunmaktır, çıplak kalabilmektir. Ketum insanlar yazarlar. Sevinçlerini, kederlerini, dertlerini kendi içlerinde yaşarlar. Yine de soyunabilirler. Korkularımı hep kitapların içine saklamışımdır.

Postmodern edebiyat susan edebiyattır
Tolstoy döneminde, Fransız Rus edebiyatında yazarlar feylezof adamlardı. Okuyucu yazarlardan feyiz alırdı. Ben öğretiyorum, okuyucu sizler öğreneceksiniz, derlerdi yazarlar. Şimdi ise yazar kadar okur da filozoftur. Yazar ahkam kesmez, çağın şartlarına uymaz bu. Sorular sorar, susar. Cevap vermez. Okuyucu kendi cevabını düşünür, hatta soru bile sormaz bazen. Sadece sorun vardır. Yazı gevezelik etmez. Onun için fotoğrafı çok severim.

Zaman zaman gece üçte uyanır kalkarım. Beynime hücum eden kelimeleri yazmakta zorlanır elim, beynimin hızına yetişemez. Bu bana olan bir şey. Herkese böyle olacak değil ama olmayacak da değil.  Ben de şizofren bir yan var biliyorum. Yazdığım karakter benim arkamda yürür. Böyle bir karakter gerçekte var mı?
Kitap katmanlı bir şey. Roman iç içe girmiş hikâyelerden oluşur. Ana hikâye devam ederken altta başka hikâyeler süregelir. Romanı yazarım sonra defalarca geri döner bazı yerleri siler, belirsizleştiririm. Evvel Aşklar zamanında yaptığım gibi.

Bir kelebek sanki omzuma konup konuşuyor ve bana hikâyeler anlatıyor. Hikâyeler kendini yazdırıyor. Çok tuhaf bir duygu. Aklımda yazmak yokken birden bire bir hikâye geliyor yavaş yavaş. Bir gün uyanıyorum başlangıcı, ikinci gün devamı ve üçüncü gün sonu şekilleniyor. Oturup yazmak zorunda kalıyorum.

Uykuları tuhaf bir adamım ben. Sağdan sola dönerken bile uyanığımdır. Bir gecede otuz kırk defa uyanırım. Travmatik bir çocukluğum var. Gerçekte herkesin çocukluğu travmatik. Herkesin travması kendine. Tüm yaşadıklarımdan sonra katil de olabilirdim, ben yazar oldum. Zaman zaman çocukluğum içimden çıkar. Beş yaşlarımdaki bir anı hatırlarım. Uykudan kalkmışım, daha tam uyanmamışım. Anneme gidiyorum salona. Başımı göğsüne yaslamışım. O birisiyle konuşuyor, ben hayal meyal duyuyorum onu. Sesinin titreşimlerini hissediyorum daha çok. Ve çok mutluyum. Beni birisi öpecekse eğer çocukluğumdan öpsün lütfen.

Benim de asıl yazma meselem var tabi. İlahi adaletin olduğuna inanıyorum. Dünyada bu kadar haksızlık, kötülük varken. İnsanlar için haksızlığa katlanmayı kolaylaştırıyor ilahi adalete inanmak. Her şeyin bir sebebi var diyorlar. Mutlu olabiliyorlar böylece. Arkadaşım Mustafa tam bir tanrı tanımaz. Benim için iki uç da sofuluktur. Yoktur, vardır bunlar sofuluktur. Neye dayanarak söylüyorsun bunu? Ben olsun istiyorum. Ortada bir noktadayım. Buradaki adaletsizliğin öbür dünyada çözüleceğine inanmak istiyorum. Hala öfkeliyim, kırgınım, rahatsızım.

Haksızlıklara kırgınım. Ben altmış veya yetmiş yıllık bir ömürde yenileceğimi biliyorum. Ama sonunda iyi yenilmek var.  Bana meşhur olmak, bilinmek kaygısı bir şey ifade etmiyor. Evrenin bütünlüğü içinde aslında bir hiçiz hepimiz.
Lisedeyken komünisttim, sıklıkla dayak yerdim okulda. Arkadaşlarla okuldan kaçar, sandal kiralardık. İyice açılırdık kıyıdan. Var gücümle, faşistler, diye bağırır kıyıya rahatlamış ama sesim kısılmış dönerdim. Ben içimde olanları bağıran bir insanım. Kimseyi eğlendirmek için yazmadım. Bazen çok samimi bir arkadaşıma rastlarım. Sorarım, son kitabımı okudun mu, diye. Bu aralar çok sıkıntılıyım, senin kitapların beni boğuyor, okuyamadım, der.

Evvel Aşklar Zamanı tarihi bir roman. Takuyüddin isminde bir karakter var. Optik konusunda çok bilgili. Osmanlı imparatorluğu döneminde yaşamış. III. Murat’a hizmet etmiş. Bilimsel gözlemler yapmış. III. Murat’ın farklı kadınlardan yüz otuz çocuğu var. Ben şöyle yaptım. III.Murat’a var olmayan Nagihan isminde bir kız kardeş kurguladım. Yazar zaten olmayan kasabalar, köyler, şehirler, karakterler yaratır. Adamı ete kemiğe büründürüyorsun, sevinçler, korkular veriyorsun. III.Murat tuhaf bir adam, Nagihan’la aralarında ensest bir ilişki var. Osmanlı içerisinde hep olduğunu düşünmüşümdür. Takuyüddin’i ise son derece çirkin yarattım. İki aşırı uç, Nagihan ve Takuyüddin. Biri çok güzel biri çok çirkin. İkisi  arasında da daha farklı hayranlığa dayalı bir ilişki var. Böyle ilerliyor kitap.

Bir ikilem içindeyim. Hem çok okunmak istiyorum hem de kendimi çok ortaya koymak istemiyorum. Sosyal medyayı sevmiyorum. Onun için de katılmıyorum hiçbir şeye. Bana göre değil. Kedileri mi? Çok severim, çocukken her şeyimi onlara anlatırdım.

Öykü kitabı yazmak zordur. Bir kitapta on beş, on sekiz öykü olur. Her öyküde üç karakter olsa, kırk beş karakter eder. On beş de ayrı hikâye. Zor iştir. Fazla gevezelik sevmez öykü.  Şiir de gevezelik sevmez. Öykü ayrıca hata kaldırmaz, hemen göze çarpar.  Bana göre Borges en büyük hikâyecidir. Kış Leylekleri adlı öykü kitabım samimi bir kitap. İlk iki kitabım daha çıplak kaldığım kitaplar. Daha sonrakiler yazıya odaklı şeyler. Masumiyet sonraki kitaplarda kayboluyor. Şu sıralar yazacağım romana yönelik okuyabiliyorum ancak. Çok rezil bir şey.

Yazın arkadaşlar! Lütfen yazın
Şöyle bir anım var. Mustafa’yla bir akşam kafaları çektik. Yürümeyi severiz, Moda’ya kadar yürüdük. Ressam bir kız arkadaşım oturuyor burada uğrayalım, dedi. Peki, dedim. Bize kahve yapmaya mutfağa gitti kız. Biz salonda oturuyoruz. Sehpada bir albüm gördüm. Eski püskü, bin dokuz yüz kırklardan kalma fotoğraflar var içinde. Altlarında uzun izahatlarla tarih ve yer yazıyor. Çok etkiledi beni. Ne kadar güzel, dedim. Kimin bu, diye sordum. Sahibi yok, bir eskiciden satın aldım, dedi ressam kız. O güzelim albümü kimse sahiplenmemiş, göz nuru ve emeği yok olmuş kadının. Fakat kaybolmamış. Ressam kız salıncakta sallanan bir kadının tablosunu yapıyor ve oradaki gülümseme albümdeki kadının gülümsemesi. Onu alıp tabloya oturtmuş. Kadının suratı, gülümsemesi orada yaşıyor, çoğalıyor. Siz de yazın, ya da fotoğraf albümü yapın ve güzel yenilin. İz bırakın. İlla edebi kaygılar olmamalı. Aklınıza ne gelirse yazın.

Benim kitaplarım da güzel yenilmek üzerine yazılmış kitaplar. Dünyada kaybetmek diye bir şey yoktur ki zaten. Ben kimseyi mutlu etmek için yazmıyorum. Mesaj verme kaygısı da taşımıyorum. Sadece yazarak yaşıyor ve çoğalıyorum.

EDickinsonLüksKopya’nın Suçu Ne?


Vahşi Geceler

Joyce Carol Oates, pek çok edebiyatsever tarafından her an Nobel alması beklenen, son derece yetenekli bir yazar. Yeteneğinin yanı sıra zengin hayal gücüyle de tanınıyor. Ama belki de hiçbir eserinde hayal gücüne bu denli yüklenmemişti Oates. Vahşi Geceler'de gerçekten de kendisini aşmış, edebiyatın beş devi olan Edgar Allen Poe, Emily Dickinson, Mark Twain, Henry James ve Ernest Hemingway'i alarak  onların ölmeden önceki son günlerini tamamen kendi fantezisine göre baştan şekillendirmiş. Everest yayınlarından çıkmış bu kitapta  Amerikalı edebiyat devlerinin çıldırma hikayelerini okuyacaksınız. Ben de Oates'un bir hikayesinden yola çıkarak başka bir çıldırma hikayesine vardım. Her yazar başka bir yazardan tetikleniyor ne de olsa.

EDickinsonLüksKopya'nın Suçu Ne?

Ve şimdi şair arkadaşının arkasında dururken cihazın başlatma düğmesine basarak kopyayı uyku durumuna geçirdi.  Kadının Emily’ye, elbise kolunun sert kumaşına, belli belirsiz metalik bir kokusu olan sımsıkı toplu saçlarına dokunmak için cesaretini toplaması zaman aldı. Kâğıt gibi pürüzsüz yanaklar. Bu kadar yakından bakıldığında kadının kendi dudaklarını andıran, canlı gibi kalmış, aralık dudaklar. Kadın hiç düşünmeden, birdenbire öne eğilerek, arkadaşını o dudaklardan öpüverdi, nasıl olduysa. Devam etmek yerine kadın elini Emily’nin cebine sokmaya cesaret etti. Şaire yaslanarak eğildiği sırada, yanağında öteki kadının ılık nefesini hissettiğini fark etti. Paniğe kapılarak geriye doğru tökezledi. Uzaktan kumandaya çarpmıştı. Oh! 

Şair yavaşça yerinden doğruldu. Sanki uzun bir uykudan uyanmıştı. Şimdi tam karşı karşıyaydılar. Nefes nefese ve fazla yakın. Emily beyaz, ufak elleriyle kadına dokundu. Kendinde olamayan ılık pembe yanaklara, dolgun dudaklara, yumuşak kulak memelerine. Ve şiirler yazdığı ince parmakları yoluna devam etti. Küçük bir serçe gibi kadının dolgun, etli bedeni boyunca titreyerek dolaştı. Kirpiksiz gözleri mat boncuklar gibi bakmıyordu artık, aksine şehvetle parlıyordu. Beyaz pilili elbisesi içindeki zayıf bedenini belli belirsiz kadının iri cüssesine yasladı. Minnacık, temiz, fiyonklu pabuçları içindeki ayaklarıyla parmak uçlarında yükselip ağzını kadının kulağına yaklaştırdı. Cilveli, tacizkar ve baştançıkarıcı.

Böyle ayrı durmalıyız.
Sen orada ben burada
Kapı azıcık aralık,
Ki okyanuslar var,
Ve dua,
Ve o, soluk gıda
Ümitsizlik.

Utandı kadın. Yanakları pembeleşti. Saçlarının diplerinden ensesine yağmurun ardından taze çimenlerin üzerinde beliren su boncukları yayıldı. Dudakları birbirini buldu. Emily, dedi kadın. İsmi öyle melodikti ki. Emily. En son ne zaman öpmüştü veya öpülmüştü? Kapının sesiyle irkildi bir an. Kocası gelmiş olmalıydı. Uzanıp Emily’nin kara saçlarını topuzundan çözdü. Şehvetli dalgalar şairin omuzlarına döküldü. Emily, dedi kadın yeniden.

Füsun Çetinel


İstanbul is a bitch!


Restless, never satisfied,
Asking more and more.
Tempting,with crooked streets of dark neighbourhoods ending nowhere.
Dancing and whirling like salty waves of Bhosphorus.
Hidden under her translucent veil.
Leaving you dizzy and startled.
A constant whisper in your ear,
Clicking, clanking, hushing, clapping, cursing, horning and roaring.
Seducing parfumes filling your nostrils.
Spicemarket, fish and bread, grilled chestnut, corn on the cob.
Oleasters, linden, jasmin and roses of every kind.
An absent minded mom, her fragile babies left on the curbs.
Hungry hands begging for money.
You have it enough.’That’s it,’ you shout. ‘This time it is the end.’
The next morning, when you open your eyes,
Galata Tower, Hagia Sophia, Golden Horn, the cherry tree, turkish coffee at Bebek, your feet barely touching the sea.
You take a deep breath, ‘Oh, İstanbul is some city.’

Füsun Çetinel

Öykünün Ev Halinde Neler Oluyor?


Sahicilik ve içtenlik
Niçin bazı yazarları tercih ettiğimi, neden döne dolaşa aynı yazarların eserlerini okuduğumu düşününce, yukarıda belirttiğim iki özelliğin benim için iyi bir öykünün veya romanın vazgeçilmezleri olduğunu bir kere daha anlıyorum.

Sait Faik ile el ele tutuşup Burgazada yollarında onun gördüklerini görmeyi, görmediklerini ise ona gösterebilmeyi, Kafka’nın atkısını boynunda sıkılayıp onu Berlin parklarının ve babasının soğuğundan koruyabilmeyi, Camus ile bir Paris kafesinde oturup benliğimin çamurlu sularına dalmayı, Tezer Özlü ile Boğaziçi Köprüsünün korkuluklarından sarkarken gözümü ardına kadar açabilmeyi, hep o yazarların sahicilikleri ve içtenlikleri yüzünden istiyorum. Başka samimi yazarlar yok mu diyeceksiniz. Var, olmaz mı hiç? Yoksa dünya çekilmez bir yer olurdu gerçekten.

Bir atölye yürütme fikri ortaya çıktığında, ki bunun tek suçlusu sevgili Yeşim Cimcoz’dur, şöyle düşündüm. Bu öyle bir atölye olmalıydı ki, yazıevine yakışmalı, onunla bütünleşebilmeliydi. Bir solakların, bir de öykücülerin kafası farklı çalışır. Canım Sait Faik, meyhanede parmağında kadın yüzüğü taşıyan adamdan nerelere varmıştır. Hey gidi günler.

Sıradan bir solak ise Gangnam style’dan yola çıkıp Ahmet Hamdi Tanpınar’ın, Oğuz Atay’ın doğu batı meselesine varabilir. Hele ki ikizler burcundansa… Bakınız, Öykünün Ev Hali videoları, youtube.

İşte Öykünün Ev Hali de bu tarz bir beyin fırtınasıyla ortaya çıktı
Neredeyiz? Yazıevi. Yazının evi. Yazının evinde öykü. Sıcak. Samimi. İçten. Ev de öyle. Pijama. Gecelik. Eşofman. Rahat. Saç baş bir tarafta. Çay. Kahve. Kanepe. Kitap. Biraz gazete. Belki film. Arada telefon. Arkadaşlar. Gelen giden. Yemek, mutlaka yemek. Fındık, fıstık. Biraz pinekleme. Fonda müzik. Çamaşır, sonra belki ütü. Arada mesajlar. Facebook. Twitter. Ev hali işte. Dağınık. Olduğun gibi. Kasma yok. Biraz oradan biraz buradan. Tamam o zaman, Öykünün Ev Hali.
Tam da böyle bir şey istiyordum

Katıldığım atölyelerde bulamadığım şeyi vermek istiyordum yazıevine geleceklere. Onlara, kabul görmüş yazarların da hata yapabileceklerini, edebiyattaki tabuları yıkmayı, eleştirmenleri sorgulamayı, yani samimiyeti göstermek, onlarla birlikte edebiyattan zevk almak istiyordum. Diğer atölyelerdeki katılımcıların birçoğu yanlış bir şey söylemekten, hata yapmaktan ölesiye korkarlar, fikirlerinin arkasında duramazlar. Öğretmen ne derse tasdik ederler, çabuk pes ederler. Kısacası sahici ve içten olmayı bir türlü beceremezler. O zaman da yapılan iş edebiyat olmaktan çıktığı gibi, yazmaları, üretmeleri de güçleşir veya basmakalıp metinler üretirler.
Standart bir program yok.

Öykünün Ev Halinde önceden hatları çizilmiş standart bir program yok. Öykü nasıl kısa bir ana yoğunlaşıyorsa, bizim atölyemiz de aynı şekilde ana yoğunlaşıyor. Her hafta gazetelerden kestiğim kışkırtıcı yazılar, defterime not aldığım bir duvar yazısı, metinler arası akrabalığın görülebileceği ama o zamana dek fark edilmemiş birkaç öykü, seminer notlarım, kitaplardan alıntılar, ilk cümleler, bir kahve falı, kısacası yaşamın içinden ve edebiyattan parçalarla giriyorum derse. Kimi zaman diyalog tamamlıyoruz, bazen bir şiirin eksik dizelerini hayal etmeye çalışıyoruz birlikte. Rahatız, samimiyiz, ön yargılardan, kalıplaşmış doğrulardan çok uzağız. Her şeye, her fikre açığız.

Her şeyi bilmek zorunda değiliz. A, sen bu yazarı okumadın mı daha? Postmodernizm nedir bilmiyor musun yoksa gibi önyargılarımız yok. Samimiyiz. İçteniz. Mutfağımızda ne varsa masaya döküyoruz. Hep birlikte pişirip hep beraber edebiyat açlığımızı doyuruyoruz. Paylaşıyoruz.

Biz bir aileyiz. Okumayı, düşünmeyi, paylaşmayı ve yaratmayı seviyoruz. Kar kış, yağmur çamur demeden, her hafta Öykünün Ev Halinde buluşuyoruz.
Füsun Çetinel






On Küçük Şişe

On küçük şişe sallanıyor. İçlerinden birisi pat diye düştü.

Koridorun sonundaki odada kalırdı. Etliye sütlüye karışmaz, ancak yemekten yemeğe inerdi aşağıya. Ne verirlerse şikâyet etmeden yerdi. Bizim beğenmediğimiz pilavı makarnayı önüne çeker, ağzını şapırdata şapırdata bir yerdi ki. Neresine giderdi onca şey? Hareket etse, koridorda yürüse ya azıcık.  Tek yaptığı girişteki koltukta oturup duvar saatini gözlemekti. Yanı başında bastonu, üzerinde her gün aynı partal hırkası, başında tığ işi namaz takkesi. İzmirliymiş. Hiç evlenmemiş. Odamı temizlemeye gelen kızlardan duyduklarım. Geçen akşam yemekte verdikleri turşu dokunmuştur belki de. Tuzdan tansiyonumuz fırlar diye korkudan hiç birimiz yemedik. Masada ne kadar turşu varsa önüne çekip nefes almadan yaladı yuttu. Bakakaldık. Bastonunu ihtiyacı olan birine vereceklermiş.

Dokuz küçük şişe sallanıyor. İçlerinden birisi pat diye düştü.

Yan odada sabaha kadar öksürür dururdu zavallı.  Tamam derdim şimdi tıkanıp ölecek. Bir doktora gitsene be kadın, diye söylenirdim arada.  Duvarımız bitişik. Öksürüklerini duymamak için televizyonun sesini sonuna kadar açardım. Seyrettiğim diziden de bir şey anlayamazdım ya. Yemeğini odasına getirirlerdi. Kapısı kapanmazdı hiç. Bazen, önünden geçerken içeriye uzatırdım kafamı. Üzerinde hep aynı eski, lekeli pembe sabahlık. Damarlı şiş ayakları pufta.  Koltuğunda ağzı açık horlar bulurdum. Sabahlığının açık kalan yerinden içi görünürdü. Çırılçıplak. Uyandırsam mı, derdim. Belki de farkında değildi? Gizlice içeri girip avaz avaz bağıran televizyonu kısardım. Uyanır gibi olur, dikleşirdi. Hemen kaçardım odasından. Kaç kere, bir hastaneye götürsünler artık şu kadıncağızı, dedim kat hizmetlilerine. Kimse tınmadı. Sonuçta o da bir candı. Gittiğine üzülsem mi sevinsem mi bilemedim.

Sekiz küçük şişe sallanıyor. İçlerinden birisi pat diye düştü.

Gül bahçesine bakan odada kalıyordu. İşini pek bilirdi Sevinç. Artık nasıl yağladıysa yönetimdekileri?  Herkesten sonra gelip en güzel odaya yerleşivermişti. Ayaklı dedikodu makinesi, herkesin her şeyini bilirdi. Rauf Bey yemekte karşımda oturdu diye hakkımda laf çıkarmıştı. Ben mi dedim adama gel otur diye. Herkesi kendi gibi bilirdi. Memelerini titrete titrete bir yürüyüşü vardı ya. İçten pazarlıklı Sevinç, adamın dolgun maaşı varmış, savcı emeklisiymiş. Babasından kapı gibi milletvekili maaşı alıyordu da hala para derdindeydi. Ya işte, kefenin cebi yok Sevinç. Ne oldu? O canım işlemeli örtüleri, kanaviçe kırlentleri hep yağmaladılar. Varak çerçeve içindeki genç kızlık fotoğrafını, elbiselerini, çöp konteynırında görmüş Zuhal. Dilim gerisini anlatmaya varmıyor. Allah bizim sonumuzu hayretsin.

Yedi küçük şişe sallanıyor. İçlerinden ikisi pat diye düştü.

Onları gördüm mü yolumu değiştirirdim. Çöp suyu kokarlardı. Yaz kış üstlerinde yerleri süpüren aynı kirli pardösü. Kadın önden giderdi, adam arkasından. Karısının kuşağına yapışıp ayaklarını sürürdü. Gözleri iyi görmezdi herhalde. Görevliler, hemşireler kaç kere çekip konuştular. Çöplerden bir şey çıkarmayın, biz neye ihtiyacınız varsa alır size veririz, dedilerse de fayda etmedi. Odaları çöp odaymış. Kokudan duramıyoruz, diye şikâyet ederdi yan taraftakiler. Kadının kafasında hasır yazlık bir şapka, üzerinde plastik güller. Adamın elinde eski bir bez çanta. Kimi gün çatlak bir leğenle dönerlerdi sokaktan, kimi gün tek bir terlikle. Kaç defa dilekçeler döşendik müdüriyete. Bunları çıkartın buradan. Mikrop getirip hepimizi hasta edecekler, diye. Dört görevli ağızlarını burunlarını sarmalayıp girdiler odalarına. Sabahtan akşama zor temizlediler etrafı. Elbiseleri, fotoğrafları, yatağı, kap kacağı, önlerine çıkan her şeyi plastik çöp poşetlerine doldurdular. Hepimiz seyretmeye gittik. Camlar ardına kadar açıktı. Yataklar boş. Duvarlar bembeyaz. Sanki çöp karı koca hiç yaşamamıştı o odada.

Beş küçük şişe sallanıyor. İçlerinden birisi pat diye düştü.

Bahçedeki Pamuk sayesinde dost olmuştuk Zuhal ile. Kedileri yönetimden gizli beslerdik. Alıştırmayın bu musibetleri, her yer pisleniyor, diğer sakinler rahatsız oluyor, derdi kapıdaki güvenlik. Zaten çöpe atacaklar kalan yemekleri, günah değil mi? Pamuk pek nazlıdır. Başında beklersen yer, yok bırakıp gidersen o da bırakır yemeği. Aslında sevgi açıdır. Zuhal erken uyanırdı. Süte peynir ezer, biraz da ekmek içi ufalar, sabahları o beslerdi Pamuk’u.  Onunla konuşur, bir dalın ucuna bağladığı iple oynatırdı. Çok istedim ama hiç kedim olamadı. Kısmet bu zamanaymış, demişti bir keresinde. Başka da bir şey anlatmazdı kendisi hakkında. Canım sıkılırdı. Azıcık otur da laflayalım Zuhal, derdim.  Kalkar yürüyüşe çıkardı. Deniz kenarına gittiğini bilirdim tek. Haftanın bazı günü bir şoför gelip alırdı. Çengelköy’ün sırtlarında bahçe içinde bir yere götürürmüş. Kime gidiyorsun yine, deyince akrabalarıma, derdi. Sabah başka kıyafetle inerdi yemeğe, öğlen, akşam başka. O daracık odada nereye koyuyordu onca giysiyi. Gıpta ederdim. Ne garip kadındı. İnsan tek başına ne yapar? Kime anlatır derdini?

Dört küçük şişe sallanıyor. İçlerinden birisi pat diye düştü.

Koridorlar soğuk ve karanlık, sırtımda arsız bir ürperti. Camları yokluyorum, hepsi sıkı sıkıya kapalı. Nereden geliyor bu sinsi rüzgâr? Radyatörlere el değmiyor ama içim ısınmıyor bir türlü. Ayfer’in duası var akşama. Gitmemek olmaz. Kimi var ki bizden başka. Hayat doluydu. Takma bacağına rağmen kahkahalarla gülerdi her şeye.  Buraya gelmeden tek bacağını kesmişler şeker yüzünden. Az topallardı. Çok sonraları anlattı takma bacağını. Odası bobinler, telalar, düğmeler, astarlar, kırpık kumaşlarla kaplıydı. Yatağının yanı başında dikiş makinesi dururdu. Yelek, çanta, cüzdan dikerdi. Kermeslerde satar üç beş kuruş kazanırdı. Bu zamanda kuru bir emekli maaşı neyine yeter insanın? Doktoru var, ilacı var. Ancak buranın parasına yeterdi üç aylığı. Arada portakal, muz, bir dilim pasta götürürdüm odasına. Ne sevinirdi. Masada herkesin tatlısını ister, yiyemediklerini de bir tabağa toplar, odasına taşırdı. Kız öbür bacağını da keserler sonra, diye korkutmaya çalışırdım ama dinlemezdi. Gece boyunca dikiş dikiyorum, acıkıyorum, derdi. Sanki inadına yerdi Ayfer.

Üç küçük şişe sallanıyor. İçlerinden birisi pat diye düştü.

Be kadın madem tutamıyorsun çişini, bez koy altına. Ya da odanda otur. İskemle ıslakmış. Ben de görmedim üzerine oturuverdim. Her tarafım battı. Bak Ayşe, dedim geçende. Yönetime söyle de sana hasta kilotu versinler. Ne münasebet, dedi. Alınacak, küsecek ne var? Ben bile uzun gezilere giderken giyiyorum. Birkaç kere de, odasının anahtarını bulmaya çalışırken koridora bırakıvermişti.  Temizliyorum diye bütün koridora yay sen çişi. Hemen elinden aldık bezi, kat hizmetlilerine haber verdik. Hem kafa, hem beden gidince zor, biri diğerine sahip çıkmalı, yoksa olmuyor. Her gün dualar ediyorum. Allah’ım sen beni rezil rüsva etme kimselere. Elden ayaktan düşürme. Aklımı koru, diye. Ama duası pek güzeldi. Kızı hepimize işli keseler içinde kurabiye ve şeker dağıttı. İçine bozuk paralarımı koyuyorum, bir de oda anahtarımı. Bulması kolay oluyor.

İki küçük şişe sallanıyor. İçlerinden birisi pat diye düştü. 

Senin kedi vardı ya, dedi kapı görevlisi. Köpekler parçalamış. Çalıların dibinde yatıyormuş. Bahçıvan bulmuş sabah erken. Ortancaların diplerini gübreleyecekmiş. Elim ayağım çekildi. Kendimi bir iskemleye attım. Sende mi Pamuk? Daha yavruların olacaktı. Ben bakıp büyütecektim. İnsafsızlar. Niye ayırmadılar, araya girmediler ki? Seyretmişlerdir öyle kalpsizler. Zaten istemiyorlardı. Sana ne güzel de bir kutu yapmıştım, içine battaniye koymuştum. Kim yolumu gözleyecek, bacaklarıma sürünecek. Kızardım ya sana, beni düşüreceksin diye. Varsın düşseydim. Ah Zuhal, iyi ki görmedin. Bak işte şurada, dediler de. Bakamadım.

Bir küçük şişe sallanıyor.

Ölümler hep kışın oluyor. Sonbahar nasıl ağaçları çıplak bırakıyorsa bizim koridor da tenhalaştı. Nisan geldi mi, baharlar patladı mı, bir yıl daha kardayız demektir. Balkonumun önündeki erik ağacı bahara durdu yeniden. Kuşlar balkonuma dadandı. Her tarafı pisletiyorlar. Yuvalarını bozmak gerek. Yumurta bırakırlarsa hiç kıyamam. Boş odalara girip çıkıyorum. Her yer sakin. Yerlerine kimler gelecek acaba? Yan odama erkek gelmese bari. Yazlığa gider miyim bu yıl da? Kız pek oralı olmadı. Anne ne işin var tek başına uzaklarda. Bir şey olsa kim bakacak sana oralarda, diyor. Bu yıl da gittim, gittim. Sonrası bilinmez.

Kaynak: altZine.net, altTema Şişe

Füsun Çetinel

Biri Beni Dinliyor

Biri Beni Dinliyor, Dilek Yıldırım Akgün’ün ilk kitabı. Optimist Yayınlarından çıkan kitap yaşanmış koçluk hikâyeleri içeriyor. Ben de yazar koçuyum ya, yollarımız kesişti.

Yazarımız ileri ve üst düzey eğitimlerini dünyanın en saygın koçluk okullarından biri olan The Coaches Training Institute’da tamamlamış, Certified Professional Co-Active Coach, Authorised Team Coach ve Certified Story Coach ünvanlarına sahip, koçluk alanında Türkiye’de liderlik yapan kişilerden biri.

Mesleğim sayesinde, birçok hikâyenin içine girme fırsatına sahip oldum. İçine girdiğim bu değişim hikâyelerinde yeni sulara yapılan yolculuklara tanıklık ettim, bu yolculuklara neden olan farkındalıkların yaşanmasını tetikledim. Kahramanlarımın neler başarabileceğini gördüm. Her bir kahramanıma hayranlık duydum, sevdim onları. Evet, aramızda kurulan bağ sayesinde hepsini ayrı ayrı sevdim, diyor kendisi.

Yazar arkadaşım ile birlikte kitap üzerinde çalışırken ben de her bir karakterin gelişimine tanıklık ettim, değişimler yaşadım, sevindim. Kandilli’deki ofisinin penceresinden Boğaz’dan geçen gemileri seyrederek hayaller kurdum. Kimi zaman düşen yaprakları izleyip ıhlamur kokusunu çektim içime. Ve bilgisayarımda çalışırken elimde hep bir kahve fincanı vardı dumanı tüten…

Bu kitabı, işi koçluk olsun olmasın herkese tavsiye ediyorum. Keyifli okumalar.

Füsun Çetinel

Ağrı'nın Öteki Yüzü

Ne iş yapıyorsunuz, diye soruyorlar. Bir sürü şey, diyorum.

İşim bazen kitap doktorluğu. Bir başka deyişle metinin yaralı bölümlerini iyileştirmek, desteklemek, kimi yerde kurguya müdahale etmek, kimi yerde hasta karakterlere teşhis koymak, yazarla birlikte düşünmek, beyin fırtınası yapmak, kitabın bir ürün olarak piyasaya çıkmasına yardımcı olmak ama hepsinden önemlisi bir yazara daha umut vermek ve tüm bu sürecin sonunda bir dost daha kazanmak.

Dağlara âşık Çanakkaleli iş adamı Ercan Karaman da yeni yazı dostlarımdan bir tanesi.

Ceres Yayınlarından çıkan ilk kitabı Ağrı’nın Öteki Yüzü, alışılmış bir dağcılık kitabından çok farklı. Bu kitaptaki karakterlerin yolculuğu kendi içlerinde, kendi memleketlerinde başlıyor. Hepsinin ortak noktası, yaşamlarının bir evresinde kendilerini sorgulamaya başlamaları ve hayatlarındaki bazı şeyleri değiştirme arzuları.

Ulka Müller, Almanya’daki ailesini geride bırakıp ilk aşkı Thomas’ı dağlarda bulabilmek için Türkiye’ye gelmeye karar veriyor. Serpil, Gölcük’te yakalandığı depremin ardından Antalya’ya sığınmış, zirvelere tırmanarak korkusunu yenmeye çalışıyor.  Üniversitede arkeoloji bölümünde okuyan Berfin ise Ağrı’ya kendisinden çok babası için tırmanmak istiyor. Adem öğretmen, terör nedeniyle hiç çıkamamış bu kutsal dağa, bu sefer vazgeçmek niyetinde değil.  Mehmet ancak emekli olduktan sonra tanışabilmiş dağlarla, aradaki yılları kapatabilmek için tutkusunun peşinden koşmak isteyen gençleri eğitip yüksek zirvelere götürmeye adamış kendini. Kemal’in çocukluğu dağlarda geçmiş. Mehmet’le birlikte yaptığı birçok tırmanış dostluklarını iyice perçinlemiş. Altı aydır hazırlandıkları Ağrı çıkışını o da diğerleri gibi dört gözle bekliyor.
Ağrı Dağı’nın birleştirdiği bu insanlar kendilerinden bekleneni başarabilecekler mi? Aradıklarını bulabilecekler mi yüksek irtifalarda? İçlerinde yaşadıkları fırtınanın üstesinden gelebilseler bile dağın fırtınasına karşı koyabilecekler mi?

Ercan Karaman ilk kitabı için şöyle söylüyor:

Ağrı’nın Öteki Yüzü aynı zamanda dağcılık sporuna ilgi duyan gençler için yol gösterici bir kılavuz, bir rehber. 2008 yılında TODOSK bünyesinde dağlara tırmanmaya başladığımda dağcılıkla ilgili anı kitapları dışında herhangi bir yazılı metine ulaşamadım. Bulduğum çoğu yayın da yurt dışı ekspedisyonlarını anlatıyordu. Kendi kendime neden ben ülkemiz dağlarını ve dağcılarını anlatan samimi bir kitap yazmayayım dedim. Benim yazdıklarımda dağlar, hayaller, heyecan, dağlarda kaybettiğimiz dağcılar, sevgili İskender Iğdır ve dağ kazalarında canlarını dişlerine takıp hayatlarını riske atan AKUT gönüllüleri olmalıydı. Fotoğraflar, etkinlik raporları, bültenler, gezi notları, kitaplar toplamaya başladım.

Roman yazmaya karar verdiğimde internetten Yeşim Cimcoz’u buldum. Bana bambaşka şeyler düşünerek yazmayı öğretti. Kitabın iç çizimleri için doğa tutkunu Rahman Ketenciler ile çalıştım. Harika çizimler yaptı.

Kitabımın basılma aşamasında tanıştığım editörüm Füsun Çetinel’in de bir zamanlar Boğaziçi Üniversitesi Dağcılık Kulübü bünyesinde dağlara çıkmış olması ayrı bir şanstı. Bu kitabın ortaya çıkmasına büyük katkı veren, baştan beri her konuda desteğini esirgemeyen, tecrübesini, bilgi birikimini ve fotoğraf arşivini benim ile paylaşan sevgili hocam Yılmaz Sevgül’e, sonra yukarıda adı geçen tüm dostlarıma teşekkür ederim.

Umarın pek yakında diğer kitaplarını da okuma şansını elde ederiz. Yazmaya devam Ercan Karaman.

Füsun Çetinel

Mario Levi Yaratıcı Yazı


Boğaziçi Üniversitesi Edebiyat Kulübünün düzenlediği yaratıcı yazarlık  seminer konuklarından birisi de Mario Levi'ydi.

On altı yıldır Yeditepe Üniversitesi’nde ders veriyorum. Tamamen tesadüftür bu derslere başlamam. Daha önce reklam sektöründe bulundum. 1997 yılında üniversitede reklam dersleri vermeye başladım. Enstitü başkanı olan kişi, aynı zamanda İşletme Bölümü dekanı bir profesördü. Bir iki ay ancak geçmişti ki, seni İletişim Fakültesi’ne alacağım, dedi. İki dönem sonra da, oranın dekanı, çok kıymetli bir profesör amcamız, beni odasına çağırdı.

Sen yazarmışsın, dedi.

Yok canım, bir iki kitap çiziktirmişliğim var, dedim.

Bir ders var. Creative Writing. Sen ver o dersi. Kitap, hikâye nasıl yazılır sen bilirsin işte.

Bilmem, dedim.

Deneme yanılma ile derslere başladım. Çok acı çektim. Dersin ismi konusunda yanlış yaptığımızı biliyordum. Türkçedeki karşılığı yanlış Creative Writing kelimesinin; Yaratıcı Yazarlık. Yazarlık doğası gereği zaten yaratıcı. Yaratıcı Yazı olsa dedik, ama o da yanlış. Daha mütevazı bir şey bulalım istedim. Örneğin Yazı Yaratımı. Ben hep bunu savundum ama derdimi anlatmakta yeterli olamadım.

2003 yılına kadar sürekli olarak bu dersi verdim. Sonra beni reklam sektöründen bir arkadaşım aradı.

Senin derslerinin methini duyduk. Nişantaş’ında bir kültür merkezi var. Sen verdiğin bu dersleri yazı atölyesine taşısan, on iki on üç öğrenciyle ders yapsan, diye teklifte bulundu.

Fikir çok cazip geldi. Bu derse, para ödeyerek gerçekten isteyenler gelecekti.
Bu da bir tesadüf. Belki de her şey önceden belirlenmişti. Daha doğrusu ben belirli yerlerde bulunma şansına ermiş biriyim.

Yazı atölyelerim on iki haftalık. Sayısını hatırlamıyorum, üç yüz, üç yüz elli öğrencim olmuştur. Kitapları çıkan sadece on iki yazar var. Ben Türk edebiyatının Sezen Aksu’suyum bir yerde. Sayı hiç de fena değil.

Güzel, buradan ne çıktı biliyor musunuz? Yazarlık öğretilemez. Sadece yol gösterilebilir. Neden? Edebiyat bir mirastır. Bizim gönül geleneğimizden gelen bir miras. Ustadan çırağa aktarılır, çırak usta olur, o da başkasına aktarır. Birçok kişi beni usta seviyesinde görüyor. Ben görmüyorum, ustalık başka bir şey. Kendini sürekli geliştirmen gerekli. Ama öğrenmenin en güzel yollarından biri de öğretmek. Bana bu konuda hayat dersi veren çok kişi oldu. Babaannem, iş hayatında karşılaştığım biri. Buna şans, tesadüf ne derseniz deyin.

Yazarlık atölyelerinde neler yapıyorum? 


Yazı nedir, bunu öğretiyorum. Roman, hikâye, deneme nasıl yazılır? Bunları anlatmaya üç saat yeter. Veya düğümün nasıl çözüleceğini anlatmak. Tüm bunlar için uzun bir süreye gerek yok. Yazıda mühim olan başka gerçekler var. Yazmak aramak, karanlık bir mağaraya inmeyi göze almaktır. Nerede bu mağara? Uzağa gerek yok. İçinizdedir. Sizsiniz, kendinizi keşfetme yolu. Bazen ıstırap çekmeyi gerektirir.

Bir yazı ortaya çıkardığınızda kendinizi var edersiniz. Bu çok zor bir savaştır. Yazarız diye kibirli olmak, böbürlenmek çok saçma. Biz yazarlar, bir hakikati biraz daha fazla görüyoruz, hissedebiliyoruz. Yeni bir şey yapmıyoruz. Sadece aktarıyoruz. Mühim olan kendi dilimizi bulmak.

Mesela yoga yapmak ilgi duyanınız varsa. Ben hiç ilgi duymam, saçma gelir bana. Yoga yapan bir arkadaşıma derdimi anlatınca, şöyle dedi bana; sen zaten meditasyon yapıyorsun.  Yazmak derin düşünce bir anlamda.

Yazmak için neler yapabiliriz? Birkaç yöntemi var. Çok temel olan çok kitap okumak. Herkes zamanla kendi edebiyat dünyasını inşa eder. Kimimiz bazı seslere yakınızdır. Bütün dünya edebiyatına açık olalım. Çehov, Dostoyevski okumadan mümkün değil. Asıl bilmemiz gereken bu ülkenin edebiyatı çünkü siz de oradan geçeceksiniz. Atilla İlhan benim ustalarımdan biri. Bir gün, sana üç şair söyleyeceğim, dedi. Üç farklı şair, üç farklı dünya görüşü, politik görüş. Necip Fazıl Kısakürek, Yahya Kemal Beyatlı ve Nazım Hikmet. Neden sevilmiştir bu şairler? Çünkü bu kişilerin sesleri gönüllerini takip eder. Hayatı yaşamışlardır.
Yazar için önemli olan hayatla kurduğu bağdır. Bireyin kendi yolunu özgürce bulabilmesi, hangi duruşu, inancı seçersen seç bu değişmez.

Yazarak kendini keşfetmenin iki yöntemi var. İki farklı defterin olacak. Ben hala elle yazıyorum. Dolmakaleme büyük zaafım var. Bana doğum günümde dolmakalem hediye edebilirsiniz. İlla yeşil mürekkep. Neden diye sormayın bilmiyorum. Son zamanlarda biraz türkuaza kaydım. Ama yeşile asla ihanet etmem. Bilgisayarda yazıyorum diyorsanız, o zaman da iki dosya açın. Birincisine, Kim Kimdicilik oyununu yazın. İkincisine ise Aynanın Karşısına Geçme oyununu.

Kim Kimdicilik

Siz öğrencisiniz. Kafelere gidersiniz, kampüste dolaşırsınız, sinemaya gidersiniz. Hayat akıp gider. Otobüse, minibüse binersiniz. Vapurda Kadıköy’den Karaköy’e gidiyorsunuz var sayalım. Yirmi, yirmi beş dakikanız var. Etrafınıza bir bakın. Bir kişiyi gözaltına alın. Genç kız, yaşlı bir adam, delikanlı fark etmez. Hareketleri, giyimi, yapmakta olduğu şeyler. Aval aval bakınıyor mu, gazete mi okuyor. Bu insanları zihninize yerleştirdiniz. Evinize gidince bu insanlara kimlik biçin. Ad, soyadı, yaş, meslek, medeni hali, çocuk var mı, ayrıntılara girin. Gerçekle alakası olmayabilir. Artık o gün ne çıkarsa. Bir sayfa. Alışkanlık haline getirin. Hikâyeleştirme kaygısı içine düşmeyin. Yazdığınız sizi hikâye yazmaya götürüyorsa ne ala. Bu işi haftada iki kere yapsanız yılda yüz portre çıkar matematiksel olarak. Bunlar da size epey malzeme olur. Ben de ilk başta çok yaptım, sonra kafamda yapmaya başladım.

Havada Uçuşan Sözler

Şarkı ve şiirden dizeler, etkilendiğiniz filmden bir cümle. Sizi ne etkilediyse onu bir kenara yazın. Sonra serbest çağrışım sistemi ile o söz sizde neler uyandırmışsa çalakalem noktalama işaretleri olmadan, detaylarla vakit kaybetmeden yazın. Bazen birkaç cümle, bazen bakmışsınız yedi sekiz sayfa bir şey çıkmış. Bu yazarın kalemini açma çalışmasıdır. Bu çalışma sizi beklemediğiniz çalışmalara götürebilir.

Bir defter gözlem defteri, ikinci defter ise sizi deşmeye dayalı bir defter. Bu ikisinin harmanı edebiyattır işte.

Türkiye’de yazma konusu sıkıntısı olamaz. Yurtdışında bana en çok sorulan soru şudur; Türkiye’de yaşamak zor mu? Ben yemem bu soruyu. Türkiye’de yaşamak çok zor ne mutlu bize ki zor, derim. Şaşırırlar. Kolay olsa yazacak şey bulamazdık. Oslo, Zürih gibi yerlerde olsaydık ne olacaktı? Polisiye yazacaktık herhalde. İstanbul’da konu mu yok Allah aşkına ya.

Bir öneri daha size. Yazı masasının başına geçtin. Heyecan ve hevesle yazmaya başlıyorsun. Gitmiyor. Bir iki paragraf yazdın, olmuyor. Bunun iki sebebi var. Biri kötü, depoda yazacak şey yok. İkinci sebebi daha da kötü, yazacak çok şey var ama yazamıyorsun. Bu kapağı açmak gerek.

Meseleyi birazcık bağlamak için şunu söyleyeyim. Hikâye türü çok önemli. Eskisi kadar önemsenmiyor, yayınevleri roman istiyor artık ticari kaygılarla. Ama Türk edebiyatında en iyi yazılan tür hikâyedir. Romandan çok daha iyi bir yerde. Hoş Nobel edebiyat ödülünü bir romancımız aldı ama.

Hikâye etme geleneği bizde çok eskilerden beri var. Ta Dede Korkut zamanından, 13. yüzyıldan beri. Öykü kelimesini sevmem. Sonra Evliya Çelebi var, palavracı ama müthiş mizah, hayal gücü hepsi var adamda.

Hikâye gündelik hayatımızın içinde var. İki kadın Türkan ve Fatma diyelim. İkisi de ortaokuldan terk, erken evlenmiş olsun. Otuzlarının sonlarında. Çocuklu. Sabahları Türk evlerinde yaşanan klasik sahnelerle başlar gün; uyanmak istemeyen çocuklar, haşlama yumurta, kızarmış ekmek, içeriden ''mavi gömleğim nerede'' diye çemkiren koca, kahvaltı ve hengâme en sonunda biter. Türkan kapı komşusu Fatma’yı kahveye çağırır. Bak sana Necla ile ilgili anlatacaklarım var, der. Önce kahve içilir, yanında sigara tellendirilir. Fal bakılacak mutlaka, hikâyeciliğin ağababası.

Ben çok iyi fal bakarım, çok iyi fal atarım. 

On tane farklı şey söylenir, ikisi mutlaka tutar.  Klasik kalıpları vardır falın, yatak hastalıktır, kuş haberdir. Tarih ve geleneğimiz hep falda yatar. Ve hayal gücüdür fal.

Kahve faslı, fal faslı biter. Necla? Onun için bir araya gelmişlerdi ya. ‘’Geçende Necla’ya rastladım. Kocası nah kafam kadar bir tek taş almış. Gösterdi. Ama şanssız kız. Dostu varmış adamın. Hem de ev açmış buna,’’diye anlatmaya başlar Türkan.

Türkan hikâyenin bütün aşamalarını kullanır. Hikâye etme ihtiyacı, gözlem, aktarma, yorum. Türkan bunları yapıyor ama neden yazar olamıyor peki? Çünkü estetik dili yok. Edebiyat dille yapılır. Dil olmazsa edebiyat olmaz.
Yazmak karanlık bir mağaraya inmektir, evet. Kendinizi, en iyi bildiğinizi, en iyi yazabilirsiniz. Bilginin içselleştirilmesi lazım, ansiklopedik bilgi yazılmaz.
Neler yapılması gerekli? Vazgeçmemek, kolay pes etmemek, edebiyat maratondur, yüz metre koşusu değildir. Sabır ve nefes lazım. Okumalısınız dedim, ama bir yerden sonra size aktarılmış o ses yetmemeli. Veda edin o sese. Kendi iç sesinizi bulun. Hepimiz etkiler taşırız, bu çok doğal. Ben de etkilendim, bundan rahatsızlık duymuyorum.

İçimdeki İstanbul Fotoğrafları bir anı kitap gibi görünüyor ama değil. Bu kitap bir İstanbul nostaljisi kitabı değil. Geçmişin süzgecinden geçilerek yola çıkıldı bu kitapta. Kitabın yirmi beş otuz sayfası birinci tekil şahısla yazıldı. Sonra anlatıcıyı değiştirdim. İkinci tekil anlatıma geçtim. Bir Maria var, İstanbul’u geziyor. Bir de onun arkasında Maria var. Onu gözlem yapmaya çağırıyor. Aynı zamanda okuru da sorgulamaya, aynanın karşısına geçmeye ve metni değerlendirmeye çağırıyor. Okur kendini metnin içinde buluyor. Bu kitap benim en çok kendimi ortaya koyabildiğim bir kitap. Çok inandığım bir kitap.

Bize ne kadar bir ömür verildiyse o kadar yaşayacağız. Ama ardımızda nasıl bir hikâye bırakacağız? Bizim hikâyemiz yazdıklarımızdan çok daha önemli. Cennet ve cehennem bu dünyadadır, derdi dedem. Gerisini bilmiyorum. Geriye ne kalıyor? Edebiyata her şeyden çok bunun için ihtiyacımız var. Edebiyat sıradanlaşmaya hayır demek için var. Olanaklar ölçüsünde edebiyata sıkı sıkı sarılmalıyız. Biz bir hakikat arıyoruz, ne kadarını buluruz bilinmez.

Hayat yazılmış tüm hikâyelerden daha değerlidir. Bu ilahi güce sahip olduğum, yazdıklarımla birilerine ulaşabildiğim için talihliyim. Eylül ayında yeni bir romanım yayınlanacak, sonra ne olur bilmiyorum.

Füsun Çetinel, 17 Mayıs, 2013