Münih’e yarım saat uzaklıktaki Dachau Nazi toplama kampının girişinde ‘Arbeit macht frei’ yazısı karşılıyor ziyaretçileri.
Çalışmak Özgürleştirir
1933- 1945 yılları arasında Nazi Almanya’sı dil, din, ırk ayrımcılığına göre sınıflandırılmış, birçoğu siyasi suçlu niteliğinde olan milyonlarca insanı hapsedebilmek için yaklaşık 20.000 kamp kurdu. Bu kamplar, zorla çalıştırma kampı, geçiş istasyonu olarak kullanılan geçici kamp ve özel olarak katliam için inşa edilen imha kampı gibi pek çok biçimde kullanıldı.
Hitler'in 1933’te iktidara gelmesinin ardından, Nazi rejimi sözde ‘devlet düşmanları’nın hapsi ve bertaraf edilmesi için bir dizi tutuklama kampı kurdu. Toplama kampındaki ilk tutuklular Alman Komünistleri, Sosyalistler, Sosyal Demokratlar, Çingeneler, Yehova Şahitleri, eşcinseller ve ‘asosyal’ ya da sosyal açıdan sapkın davranışlar göstermekle suçlanan kişilerdi.
1937’nin başlarında SS subayları asıl kampın bulunduğu arazi üzerinde esir iş gücünü kullanarak büyük bir kompleks inşasına başladı. Bu kişiler korkunç şartlarda çalışmak zorunda bırakılıyordu. İnşaat resmen 1938’de Ağustos ayının ortalarında tamamlandı ve kampta 1945’e kadar herhangi bir değişiklik yapılmadı. Bu nedenle Dachau Third Reich sürecinin baştan sonuna kadar hep aynı kaldı.
İki yüz hektar alana yayılan bu kamp diğer kamplar için model oluşturmuş ve Alman askerleri için bir vahşet okulu niteliğinde olmuştur. Açık olduğu on iki yıl boyunca tüm Avrupa’dan 200.000 insan burada ve diğer kamplarda tutuklu kalmıştır. 41.500 kişi katledilmiştir.
19 Nisan 1945’te Amerikalı askerler kampa girerek tüm tutukluları serbest bırakmıştır.
Kapıdan içeri girer girmez yerdeki tren rayları göze çarpıyor.
Evlerden, sokaklardan topladıkları suçsuz yüzlerce insanı otuz kişi kapasiteli vagonlara doldurup kapıları üstlerine sürgüleyip çok az yiyecek ve suyla günlerce süren amansız bir yolculuğa çıkarıyorlar. Zayıf ve yorgun olarak ölmek üzereyken ulaştıkları son durak Dachau. Burada esirler çırılçıplak soyuluyor, kafaları tıraş ediliyor, bitlerden arındırmak bahanesi ile gaz odalarında ilaçlanıyor, sonunda fişlenip basit bir numaraya indirgeniyordu.
Bir bit, bir ölüm - Sigara İçmek Yasak - Gaz Duşu
Her şeyin zaten yasak olduğu, en ufak bir yanlışın bile gaz odasına gitmek veya günlerce ayakta hücre cezasına çarptırılmak demek olduğu bu yerde tüm duvar yazıları aynı amaca hizmet ediyor. Tutukluları aşağılayıp insanlıktan mümkün olduğunca uzaklaştırmak. Herkesi bir yapmak.
Barakaların dışında göz alabildiğine uzanan boşluk korkutucu. Her sabah ve akşam burada toplanan elli bin tutuklu yoklamadan geçiriliyor. Tepelerinde gözetleme kulesi, etraflarını çevreleyen elektrikli bir tel.
İki buçuk saatlik tur boyunca John Boyne’nun Çizgili Pijamalı Çocuk kitabındaki küçük Bruno her adımımda benimle birlikteydi. Barakalardaki ranzalarda, tuvalette, yoklama alanında ama en çok da tel örgülerin hemen yanındaki hendekte gördüm onu. Sakın demek istedim ona, sakın ola ki bu tarafa geçme. Ah Bruno! Tek istediği çizgili pijamalı bir arkadaştı oysa. Sakın çizgili bir pijama giyme Bruno! Gaz odasına yaklaşma Bruno! Annesinin nafile çığlıkları kulaklarımdaydı. Kitabın mekanı Dachau değil Auschwitz'dir ama ne fark eder.
Hayat bu işte, Hitler’in Ütopyası milyonların Distopyası oldu.
Bir de simgesel heykel var bahçede. Altında şöyle yazıyor, Bu Kamp Ölülere Saygı, Yaşayanlara Ders Olsun.
Tüm dünyada ve özellikle ülkemizde yaşananlar düşünülürse hiçbir felaket insanlığa ders olamıyor maalesef.
Lise yıllarım boyunca bol bol orijinal dilinde Stefan Zweig okumak zorunda bırakıldığım için uzun bir süre kitaplarının kapağını dahi açmayı düşünmüyordum. Bir gün sevgili arkadaşım ve öğrencim Cem Yeker, Zweig’ın Satranç kitabından söz etti. Üstelik o da benimle aynı lisede aynı işkencelerden geçen birisi olarak yazarı yeniden keşfetmeye cesaret edebilmişti.
Yazıevinde ortaya bırakılan kitaplar arasında Satranç’a rastlayınca neden yeni bir başlangıç yapmayayım ki dedim kendi kendime. Her Türk genci gibi ben de bir zamanlar satranç öğrenmeye niyetlenmiş ama pek fazla da ilerleyememiştim. Belki de o yüzden kitaba pek sıcak yaklaşamadım ilk başlarda. Sonuna doğru ise tam anlamıyla âşık oldum.
Ama keçileri kaçırmamak ya da bir akıl hastalığına yakalanmamak için, bu saçmalıkla uğraşmaktan başka seçim şansım yoktu. Çevremdeki korkunç hiçliğin beni boğmaması için, kendimi siyah ve beyaza bölmeyi en azından denemek durumunda kaldım…
New York’tan Buenos Aires’e giden bir yolcu gemisi, sıra dışı dünya satranç şampiyonu Mirko Czentovic, Gestapo baskısında hücre odada çaldığı bir satranç kitabı ile bir yıl geçirmiş Avusturyalı Dr. B. ve onun ilginç öyküsü.
Satranç zehirlenmesi. En sonunda bu tek yönlü düşkünlük yalnızca beynimi değil, bedenimi de sarmaya başladı…
Bende ise tam bir Zweig zehirlenmesi oldu. Lise yıllarımda yaşadığım travmanın üstesinden geldim. Artık diğer kitaplarını da okumaya devam edebilirim. Bu kadar yıl sana direndiğim için çok üzgünüm Stefan Zweig.
''Herkes bizden bilir. Orospuyu niye evde tuttunuz derler. Rezil rüsva oluruz. Zırıltıyı kes. Piçini peydahlarken düşünecektin. Kocamdan, oğlumdan, evin erkeklerinden bilirler. Senin zevkin için biz mi taşın altına girelim? İstemem, tutmam evde. Hemen bu gece gidecek.''
Söylenmelerle elinde havlular, sıcak su dolu çaydanlık, zayıf çelimsiz bedeninden beklenmeyecek çeviklikle eşiği atlayıp buz kesmiş odaya girdi kadın. Köşede, kirli döşekte yatan yarı çıplak kızın kanamaları odayı ağır çürük kokusu ile doldurmuştu.
''Bağırma. Herkesi başımıza mı toplamak istiyorsun. Çocuklar uyanacak. Rezil. Kimden sormuyorum bile. İnşallah geberir de hepimiz kurtuluruz bu dertten. Allah’ım sen nereden saldın bu utanmazı başıma benim.''
Kadın kaba hareketlerle kızın karnına abandı. Nefesini iyice tutup, tek seferde ıkınmasını söyledi azarlarcasına. Sabaha varmadan, ev halkı güne uyanmadan bitmeliydi bu rezillik. Kız, yüzü ter, acı ve utanç içinde kıvranırken, tırnaklarını sapladığı kanlı çarşaf ile çıplaklığını beceriksizce örtmeye çalıştı. Tavandaki havalandırma deliğinden içeri süzülen cılız ışık kızın kaba etlerinde oyunlar yaptı.
''Tanımadığın heriflerin altına yatarken her yerini açmayı bildin. Kırk yıllık ablandan utanıyorsun ha,'' diye çemkirdi kadın suratını ekşitip.
Kız son bir defa inledi. Var gücüyle bebeği dışarı itti. Yorgun vücudu, bacaklarının arasında güçsüz bağırmaya çalışan bebekle beraber duvara dönüp öylece kaldı. Sırtı sessiz hıçkırıklarla sarsılıyordu.
Kadın çabuk hareketlerle paslı mutfak bıçağı ile göbek bağını kesti. Yarısı kızın altında top olmuş pis çarşafı yırttı, zorlukla nefes almaya çalışan, havayı yumruklayan bebeği sarmalayıp eşikte karaltılar içinde dona kalmış on yaşlarındaki oğlan çocuğunun ellerine tutuşturdu.
''Yapamam nene, ya ağlarsa, ya beni görürlerse,'' dedi oğlan titrek bir sesle.
''Yaparsın ağam, yaparsın aslanım. Akıllı ol. Kurtulmamız lazım bu utançtan. Karanlıktan, saçakların altından git. Avluya bırak gel. Ses ederse iblis, ağzını elinle ört sıkıca.''
''Günah olur nene, her yer takır buz.''
Çocuk kocaman açılmış gözleriyle heykel gibi kıpırtısız eşikte duruyordu. Kadın oğlanı kucağındaki bebekle tahta kapının dışındaki soğuğa itekledi, içeriden sıkıca sürgüledi kapıyı.
''Git, çabuk git,'' dedi son kez.
Odaya dönmeye içi elvermedi. Sırtını biraz önce oğlanın üstüne sürgülediği kapıya yaslayıp kaldı.
''Everyone is going to blame us. You kept the whore at home, they would say. Stop weeping. You should have given a thought while producing your bastard. They are going to blame my husband, my son, and my men in the house. Shall we go in danger just for your pleasure? I don’t want it. I can’t keep it in this house. This moment, right this evening, it is going.''
Bitter words in her lips, towels, and a kettle full of hot water in her hands, unexpected from her skinny, weak body the old woman jumped the threshold and entered the ice cold room. In a corner, the bleedings of the half naked girl lying on a dirty mattress filled the room with a heavy, rotten smell.
''Do not scream. You want to make everybody come here? Kids will wake up. You, shameless! I don’t even ask who it is from. Hope it dies and saves us from all the trouble. My dearest Lord, why did you let this immoral off.''
The woman pressed harshly on the abdomen of the girl. Scolding, she told her to hold her breath and push it at once. This theatre had to end before the dawn, before the household woke up to the daylight. The young girl whirled in pain, embarrassment and sweat. She was trying to cover her naked body with the blood soaked sheet, digging her nails into it. The weak light pouring from the ventilation hole played shapes on her buttocks.
''You could open every bit of yourself while throwing you under strange men. Now you are ashamed of your ma’m you have known for ages, ha,'' she reprimanded moppingly.
The girl moaned for a last time. She pushed the baby with all her strength. Her tiny body and the baby trying to cry between her legs turned towards the wall and froze like that. Her shoulder was shaking with unspoken utters.
The woman cut the umbilical cord with a rusty kitchen knife. She tore the wet sheet the girl was lying on and covered the hardly breathing baby. It was beating the air with its tiny fists. She handed the bundle to the ten year old boy who was standing paralyzed in the darkness.
''I can’t do it granny. If it cries? If they see me?''
The boy spoke in a fearful and shaky voice.
''You can do it, my brave heart. Be smart. We have to get rid of this shame. Follow the darkness, go under the canopy. Leave it in the courtyard. If the evil gives a noise, cover its mouth tightly with your hands.''
''But it is a sin, granny. Everywhere is so frosty.''
The boy was standing like a statue on the threshold, his eyes wide open. The woman pushed the boy with the bundle in his arms to the icy weather and locked the door inside.
''Go, go right now,'' she ordered.
She didn’t dare to go back to the room where the girl was lying motionless. She leaned her back on the door she bolted a minute ago after the helpless boy.
Bayramın birinci günü. Sabah erken. Herkeste bir telaş, eş dost ziyareti hazırlığındalar. Sofralar kurulmuş, dolmalar, baklavalar, içli pilavlar hazır beklemekte. Şekerlikler tepeleme doldurulmuş. Temiz pak giyinilmiş. Terlikler kapı önüne dizilmiş. Holdeki çanakta yumurcaklara tepeleme bozuk para biriktirilmiş.
Kimim kimsem yok, ziyaret edecek, gönül koyacak. Bir kuş kadar özgürüm, çantama bir kitap, gözlük ve yaygı, altıma bir mayo, Kilyos sahilinin yolunu tutuyorum. Etrafta in cin yok. Birkaç Rus ve Amerikalıdan başka. Birkaç da başıboş köpek ve aylak martı. Benim gibi bayramla işi olmayanlar.
Deniz pek temiz. Kumlar pırıl pırıl. Tatlı suyun denize kavuştuğu yerde yüzlerce kefal yavrusu, serçe parmağımın tırnağı büyüklüğünde. Minik parlak yüzeyleri güneşle oyunlar oynuyor. Ayak izlerimi takip ediyorum. Şezlong kapmaca yok. Her yer benim. Yaygımı acelesiz seriyorum. Sabah güneşi çıplak vücudumu ısıtırken, kitabıma dalıyorum. Tek elimde Cengiz Aytmatov’un Cemilesi, tek elimin parmaklarında ılık kumlar. Dalgalar pek tembel bugün.
Gözlerim kararsız. Okumakla uyumak arasında gidip geliyorum. Göz kapaklarım bir açılıp bir kapanıyor. Aytmatov ne güzel anlatıyor Cemilesini.
Yorulmak bilmez, her işten anlayan, biraz farklı, erkek gibi kuvvetli, türkü seven, düşündüğünü dobra dobra söyleyen, fikirlerini açıklamaktan ve savunmaktan çekinmeyen, şen şatır ve pek serbest. Güzel, ince uzun, sağlıklı, mütenasip vücutlu. Güldüğü zaman laciverde çalan kara badem gözler. Bozkır kadını. Şakalaşan, sevişen.
Kitabımı yokluyorum, kapanmış duruyor kumda. Bu Cemile başka biri.
Cemile izinli olmalı bugün. Doğru ya, bayram günü. Ne işi var evde? Kadın öbeğinin az berisinde gençten bir adam. Menejer diyorlar bunun gibilere. Ev buluyor, iş buluyor, örgütlüyor Azeri kadınları. Minibüs ayarlamış, getirivermiş hepsini. Kadın başı beş dolar. Çoğunun mayosu yok. Kimi panter desenli naylon iç çamaşırları, kimi kombinezonu ile denize girmiş. Bazısı et fazlalıklarını bir eşarp ile kapamaya çalışıyor. Bir şezlonga tepeleme yığılmış kocaman desenli , boncuklu, plastik Laleli çantaları. Ojeli tırnaklar, rujlu dudaklar. Varisli baldırlar. Sere serpe günün tadını çıkarıyorlar bedavadan.
Ne çok şeyleri birikmiş konuşacak. Fısır fısır devamlı anlatıyor Cemile. Diğerleri sakin, dinliyorlar. Bir tanesi ayakları ile kumu düzlüyor ilkin. Şekiller çiziyor ince uzun parmakları ile. Bir diğeri evden getirdiği peynirli ekmeğini yiyor. Başka iki kadın mısır alıp, beş dolar ödüyorlar. Hasta bakmaktan, ev işi yapmaktan yorgun vücutlar kuma bulanıyor. Sıcak kumdan, güneşten medet umuyorlar. Herkes kendi dünyasına dalıyor bir süreliğine.
Cemile’nin beş çocuğu var okul çağında, anasına bırakmış gelmiş çalışmaya. Kocası Rusya’da bir inşaat şirketinde. Kazandığı para doğruca köyüne. Ev yaptırıyor, başını sokabilmek için. Hanımın verdiği fazla eşyalar, kıyafetler her Pazar menejerin bulduğu bir minibüsü ile köye yollanıyor. Paket başına on lira. Aynı adamla para da gönderebiliyor. Arada polise yakalanmak olmasa iyi de. İzinsiz çalışmanın cezası yüz dolar. Geriye pek bir şey kalmıyor o zaman. Altı ayda bir çıkış yapmak zorunda. Hem iyi ; çocuklarını görüyor, hem kötü; bir sürü masraf.
Cemile hasta bakıyor. Gecesi gündüzü birbirine karışmış. Evden dışarı pek çıkmaz. Ancak izin gününde, haftada bir. Ütü, çamaşır, her iş onda. Tek lüksü yemek. Çok seviyor hamur işlerini. Çok da güzel börek açıyor. Herkes bayılıyor böreklerine. Hanımı neyse skayp kurdu da, her akşam bedava konuşuyor evi ile, hasret gideriyor. Hanımı ondan memnun, o hanımından. Şu ayrı hayatlar olmasa.
Ne demiş Aytmatov; Tulpar yüz fersah uzaktan koşup kendi sürüsüne kavuşurmuş. Öz vatanını, öz milletini kim sevmez!
Aytmatov’un Cemilesini okuyorum; Entarisinin eteğini dizlerinin yukarısına kadar kaldırmış, güneşten yanmış güzel bacaklarında bütün kasları gerilmiş, çuvalın altında yaylanan kıvrak vücuduna hakim olmak için nasıl gayret ettiğini görüyoruz. Basma entarisi sırılsıklam olarak vücuduna yapışmış, yuvarlak taze kalçalarını, diri göğüslerini iyice meydana çıkarmış. Ama kendi de bunun farkında değil. Gülüyor, sendeliyor, ve alev alev yanan yüzünden, sicim gibi neşeli sular süzülüyor.
Bizim Cemile denizden yeni çıkıyor. Yüzme bilmez, kıyıda karaya vurmuş balinalar gibi biraz yuvarlandı. Yoruldu. Hantal vücudunu zorlukla sudan çekti çıkardı. Pudra rengi naylon kombinezonu suyun ağırlığı ile iyice üstüne yapışıp, dantel iç çamaşırlarını gözler önüne seriyor. Kombinezonun yırtmacından varisli dolgun bacakları görünüyor. Arkadaşları ile şakalaşırken, güneşte altın dişleri parlıyor.
Cemile kendini kızgın kumlara atmadan önce taşlı kocaman gözlüklerini takıp, plastik çantasından çıkardığı ruj ile pörsümüş dudaklarını cart kırmızıya boyuyor. Yorgun uzanıyor.
''Neyin var senin Cemilatay? Biştin güneşte. Gölgeye gelsene.''
''Keçe çiğnemişem gibi her yanım tutuk. Yatam biraz.''
Cemile uyudu bile. Menejer gelip şöyle bir yokluyor hepsini, baktı ki herkes yerli yerinde, o da köşesine çekiliyor. Kemirilmiş mısır koçanlarını ilkten serçeler keşfediyor, daha sonra hantal güvercinler. Kadınlardan biri, poşetindeki kek kırıntılarını kumlara serpiyor. Bir yarış başlıyor serçelerle güvercinler arasında.
Cemile rüyasında bozkırı görüyor. Çamaşırları yıkadığı çayı görüyor. Az ileride sırtını yaslayıp hülyalı gözlerle sevgilisini beklediği söğüt ağacı. İşte atı ile yaklaşan cigiti. Ne kadar yakışıklı. Cemile’nin kalbinden geçenleri anlar mı, bilir mi acaba?
Ani bir rüzgar güneş şemsiyelerini kumdan söküp havalandırıyor. Deniz bulanıp tatsızlaşıyor. Keyfi kalmıyor pek sahilin. Kadınlar dört bir yana uçuşan havlularını yakalamaya çalışıyorlar. Minibüsün kornası duyuluyor yol tarafından. Menejer ayaklandı. Kadınlara işaret ediyor. Kuruyan iç çamaşırlarının üzerine kıyafetlerini geçiriyorlar acele ile. Saçlarını şöyle bir düzeltiyorlar. Menejer fotoğraflarını çekip ölümsüzleştiriyor o anı. Ailelerine gönderecekleri bir şey daha bu ayrık hayattan.
Bir başıma kalıyorum, kitabım, tembel dalgalar ve serçelerle. Güvercinler çoktan terk etmişler sahili. Son sayfada şu satırları yazmış sevgili Aytmatov;
Şimdi nerelerdesiniz, hangi yollarda yürüyorsunuz? Artık bizde, bozkırda , uzaklara ulaşan yollar var. Nice cesur insanlar oralarda çalışıyor. Siz de mi o ülkelere gittiniz? Cemilem! O geniş bozkırda hiç ardına bakmadan yürüyüp gittin! Yoruldun mu, kendine olan inancını yitirdin mi? Öyleyse aşkına yaslan. Sana aşk üstüne, vatan sevgisi üstüne, hayat üstüne türkülerini söylesin! Bozkır canlansın ve bütün renkleriyle oynamaya başlasın! Git Cemile, git! Hiç pişman olma, sen mutluluğu en sarp yollarda yürüyerek buldun.
Kitabımı çantaya koyarken içimi bir hüzün kaplıyor. Kendimi sorguluyorum. Buraya gelirken olduğum kadar hür değilim artık. Bayramın ikinci günü uzak bir semtteki uzak bir akrabamı ziyaret etmek istiyorum. Belki bir kutu baklava alırım giderken. Kim bilir belki zeytinyağlı dolma ikram eder bana , demli bir bardak çayın yanında.
Diş ağrısının da ayrı bir hazzı vardır. Tam bir ay dişlerim ağrıdığı için çok iyi bilirim. Kuşkusuz bu durumda açıkça öfkelenilmez, iniltiler çıkarılır, ama bu iniltiler içten gelmeyen, sinsi iniltilerdir. Sorun da burada zaten. Acı çeken kimsenin bütün zevki inlemektir, bundan bir zevk almasaydı inlemekte direnir miydi? Bu inlemelerinizle, ilkin, acıların bütün amaçsızlığıyla sizi küçük düşürdüğünü, varlığına aldırmadığınız doğa yasalarının sizi alay edercesine, kılı kıpırdamadan hırpaladığını anlatmak istersiniz. Ortada bir düşman olmadığı halde sızılarınızın sürüp gittiğini; dişçi Wagenheim’ların bütün çabalarına karşın dişlerinizin tutsağı olduğunuzu; sizin dışınızda birinin istemesiyle acılarınızın dineceğini ya da üç ay daha süreceğini; son olarak da, boyun eğmeyip hala karşı koyuyorsanız, kendinizi avutmak için size kalan tek şeyin, ya kendinizi kırbaçlatmak ya da yumruklarınızı acıtırcasına duvarlarınızı dövmek olduğunu söylemek istersiniz inlemelerinizle.*
Sultan Hanımın inlemeleri yeniden duyulmaya başladı. Sayfanın kenarını kıvırıp üzeri ilaç kaplı sehpaya bıraktım. Ayraç kullanmam, kitapla arama kimseler girsin istemem. Kıvırdığım minik kulakların üzerine kurşunkalemle notlar düşerim. Bazen okumamın neden kesildiğine dair kısa hatırlatmalar. Bir önceki kulakçıkla şimdiki arasında kaç sayfa yol aldığıma bakarım. Genellikle iki üç sayfayı geçmez. Sultan daha fazlasına izin vermez. İniltileri hayatımın sınırlarını çizer. Geniş bir repertuarı, değişik anlamlara gelen tonlarca sesi vardır. Bu kadar zavallı bir bedenin bu kuvvette nidaları nasıl çıkardığına hiç aklım ermez.
''Ne var Sultan Hanım? Bu sefer ne var,'' dedim perdenin deliğinden giren zayıf güneş ışığını tenimde hissetmeye çalışarak.
Sultan Hanım konuşmaz, emir verir. Azarlar. Şikâyet eder. Bezdirir. İnler. Daha olmazsa ağlar. Kendini acındırmaya çalışırken çirkinleşir. Zavallılaşır. Eli ayağına dolaşır. Derinlerdeki tortular yüzeye çıkar. Ellemeye iğrendiğim yapışkan pisliğe dönüşür. Ondan kurutulmak isterim ama cesaret edemem.
Neler istemem ki? Bulaşık eldivenlerimi takıp, temizlik malzemeleriyle odasına dalmak isterim. Son kullanma tarihi geçmiş kemik torbasını battal boy çöp poşetine tıkıştırmak sonra da ağzını iyice büzüp üzerine kör düğümler atmak, çöp saatini beklemeden elceğizimle caddedeki konteynırına fırlatmak. Ağır demir kapağı üzerine kapamak. Aylardır çıkmadığı yatağını, tepside duran işlevsiz renkli hapları, ağır kokusu odayı kaplamış tütün kolonyasını, suyu çekilmiş limon dilimlerini, oraya buraya tıkıştırdığı kirli mendilleri, çorba lekeli hırkasını camdan aşağı atmak. Kovayı ağzına kadar su doldurup içine bolca arap sabunu katmak, köpürtmek, köpürtmek, odanın dört köşesini kanırta ova silmek, ekşi kokusunu yok etmek. Camı ardına kadar açmak. Baharın iğde kokusunu, caddenin neşesini, okul çocuklarının bağrışlarını içeri doldurmak. Bunları isterim. Çok mu?
Öğrendim. Mors alfabesi gibi söktüm Sultan Hanımın inlemelerini. Yatağa doğru bir iki adım attım. Damarlı kuru parmakları sertçe koluma yapıştı, beni ölüm kokan nefesine çekti. Geceliğinin açıklığından ortaya çıkan tahta göğsü hızla inip kalkıyordu. Kurtulmaya çalıştım. Sivri kemikleri etime daha çok saplandı. Saate baktım. İki otuz. Yemeğini yedirmiş, istemese de altına bezini bağlamış, suyunu ilaçlarını vermiştim. Oda karanlıktı, camlar kapalıydı, üstü tam istediği kalınlıkta örtülüydü. Yastıklarını kabartmayı unutmamıştım.
Hırrrk, dedi. Kısa ve boğuktu. Kulaklarımı diktim. Bu sesi kodlayamadı beynim. Daha öncekilerin hiç birine benzetemedim. Kolum hala pençesindeydi. Asıldıkça asılıyordu. Gözleri dipsiz, karanlık birer kuyuydu. Çürük nefesi suratımda dolaştı. Kalbim hızla atmaya başladı. Kokusuz, sarı kahverengi bir ıslaklık hare hare beyaz geceliğine yayılıyordu. Kafasını aniden arkaya devirdi. Âdem elması gırtlağını deşip fırlayacak sandım. Çizgi olmuş renksiz dudakları belli belirsiz kıpırdadı. Bir şeyler söyleyecek sandım. Kulağımı yanaştırıp bekledim. Karanlık gözleri bulanık suyun içinde yüzen cansız dişlerine sabitlenmişti. Kolum yavaş yavaş pençesinden kurtuldu. Beyaz tenimde kırmızı çizikler kalmıştı geriye.
Kaç dakika kaç saat geçti? Elimde çöp poşeti odanın ortasında duruyordum. Yabancı bir sessizlik hüküm sürmekteydi. Koltuğa çöküverdim. Elim kitaba gitti. Kıvrık sayfaya diktim acıyan gözlerimi. Artık eskiden görünmek istediğim gibi bir kahraman değil; iğrenç, şirret bir adam var karşınızda. Varsın öyle olsun.*
Daha fazlasını okuyamadım. Çöp poşetine attım kitabı. Ağzını düğümledim. Terliklerimi sürükleyerek komşu kapıyı çaldım.
''Annem,'' diyebildim, gözyaşlarım sağanaklar halinde inerken. ''İki sayfa arasında terk etti beni.''
Diyeceksiniz ki yazar lavabo mu ki tıkansın. İzin verirseniz şöyle açıklayayım.
Yazar mutlu mesut yazıp giderken birden bire yazamadığını, ilham perilerinin artık onun yanında olmadığını ve yazarlık çeşmesinin kuruduğunu fark eder. Aklına yazacak enteresan hiçbir şey gelmemektedir.
Dünyanın sonu mudur bu? Evet, bir yazar için gerçekten de dünyanın sonu gelmiş demektir.
Peki bunun üstesinden nasıl gelir?
Yazarın lavabosu bilinçaltıdır. Gerçek bir lavabo gibi pisliklerle, artıklarla tıkanabilir bilinçaltı. Bunlar neler derseniz, çocukluğumuzdaki tacizler, aşağılanmalar, ana baba didiklemeleri, kıskanç arkadaşlarımızın laf sokuşturmaları, eşimizin bizi beğenmemesi gibi kabul etmekte zorlandığımız her şey bilinçaltımızda, yani kişinin borularında, birikir ve lavaboyu, yani bilinçaltını tıkar. Bu da yazamamaya neden olur. Çünkü yazabilmenin en önemli şartı bilinci serbest bırakabilmektir.
Tüm bu geçmiş olayları içine atan kişi bir süre sonra bunları taşıyamaz hale gelir ve bir gün ortada hiçbir neden yokken boruları patlar, sular seller gibi ağlamaya başlar. Her şey taşmaya başlamıştır artık. Yazara gereken de budur işte. Taşmak ve lavabosunu yani bilinçaltını pompalayarak açmak.
Çocukken uğradığımız aşağılanmalar, kötü sözler, lakaplar, öğretmenimizin kulağımızı çekiştirmeleri, minik elimize cetvelle vurmaları, tartaklanmalar, polis ve doktor korkusu, belediye otobüslerinde uğradığımız ama bir türlü emin olamadığımız tacizler. Bunların hepsi gün geliyor patlak veriyor, hele ki bir kadınsak.
Ne yazacağım diye dertlenmeye gerek kalmamıştır artık. Tek yapmanız gereken bir zamanlar yaşadığınız tüm kötü deneyimleri bilinçaltınızdan bilinçüstüne çıkarmak ve yazıya dökmektir. Hadi tüm yazarlara kolay gelsin bakalım.
''Olmaz kızlar, ana babaya bu kadar direnilmez,'' diye söylendi Nihal teyze sitemkâr gözlerle bizleri süzerken. Ben sesimi çıkarmamayı yeğledim. Sonya kendini tutamayıp atladı.
''Hayat onun değil mi? İstediği gibi yaşar. Bir de onun hikâyesini dinlemek gerek. Kim bilir söyleyecek neleri vardır.''
Nihal teyzenin direnmekle suçladığı kızı Berrin otuz beş yaşına gelmiş bir banka müdürüydü. Annesinin onaylamadığı beş parasız, işe yaramaz adamın tekiyle evlenivermişti.
Otoriteye soru sorulmaz, sorun çıkarılmaz, aksilenmez, robot gibi yaşanır. Buydu eski kuşaklara göre mutlu aile ve toplum yaşantısının sırrı.
Bizler ana baba olduğumuzda çok daha iyisini yapmak, aynı yanlışları yinelememek adına çıktık yola.
''Anne biliyor musun,'' diye heyecanla mutfağa dalan çocuğumuza,
''Onu bunu bilmem. Sen kaç soru çözdün bugün?''
''Odanı topladın mı?''
''İki kuruş ayırabildin mi bir kenara?''
''Zeytinyağlı sebze pişirmiştim. Ye de çöpe atılmasın bu defa,'' demekten öteye gidemedik.
Ne yazık ki çocuklarımıza bizlere direnmeyi öğretemedik.
Günde iki yüz elli soru çözmenin, brokoli, ıspanak, kereviz yemenin dünyayı güllük gülistanlık yapacağını umduk saf ana babalar olarak. Ve daha önceki kuşaklar gibi biz de çocuklarımızı suçlamayı ihmal etmedik.
Ana babalarıyla yaşayan narsisler!
Yoga ve pilates yapıp sağlıklı beslenmeden başka şey düşünmeyen tembeller!
Bilgisayar bağımlıları!
Bencil, apolitik ve sığ şeyler!
Onları dinlemeyi, duymayı denemenin yerine kendi projelerimiz, hırslarımız, arzularımız, yanlışlarımız için kullandık.
Ağaçları, denizi, suları, yeşili sonuna kadar tükettik ama BEN neslini tüketici olmakla suçladık.
Onlara alışveriş merkezleri ve plastik palmiyeli beton parklar bıraktık.
Hor gördüğümüz, ''bunlar mı Türkiye’nin yeni nesli'' diye dudak büktüğümüz BEN nesli attıkları twittlerle bütün Türkiye’yi Gezi parkında bir araya getirdi. Gençlik silkindi, kendine geldi. Kurtuluşun direnmekten geçtiğini anladı sonunda. Yeniden nefes almaya başladı.
Türkiye’nin kulağı onların söylediklerinde, gözleri ise twittlerindeydi artık. Kimi parkları, gölgesinde kitap okuduğu ağaçları, sevgilisiyle el ele oturduğu çayırı kaybetmemek için, kimi özel hayatına müdahale edilmesin diye, kimi daha insanca yaşam şartlarına kavuşabilmek uğruna toplanmıştı Gezi’de.
Din, dil, ırk, bayrak, politik görüş umurlarında değildi. Tek ortak noktaları vardı, otoriteye sorgusuz sualsiz itaat etmekten, başkalarının hayatını yaşamaktan sıkılmışlardı.
Ben neslinden Gezi nesli doğdu; sahtekârlığa karşı, anlayışı ve algısı gelişmiş, orantısız güç yerine orantısız mizah kullanan, kıvrak zekâlı, pırıl pırıl bir nesil.
Dizi dizilerdi,
Hıyar, patlıcan, sarımsak, havuç ve kereviz.
Daha neler yoktu ki. Karpuz bile vardı.
Hepsi raflarda yerlerini almıştı.
Tuzlanmış, havası alınmış kapalı kavanozlarda,
Zamansızlıkta bekleşiyorlardı.
Elinde kepçe duruyordu satıcı.
Krem rengi önlüğü içinde, tombul ve kırmızı suratlı.
Yuvarlak mermer masada üç kadın oturuyordu.
Üçü de birbirinden yaşlı, aşınmış ve bıkkın.
Turşu kadar buruşuktu bedenleri,
Havasızdı yaz sıcağında mekân.
Turşu suyu, dedi içlerinden biri.
Hiç denediniz mi?
Townsend’de turşu suyu ne gezer, dedi çiçekli şapkalı yelpazesini savururken.
Biraz dağlar, biraz da yeşillik, işte o kadar.
Çocukların ödevi, alışveriş, yemek bizim oralarda erken yenir.
Obama da yüzüne gözüne bulaştırdı. Bu son gezimiz olabilir.
Torunuma ördekli bir etek almak istiyorum.
Ben de kızıma gümüş küpe.
Ve oğluma biraz pastırma. Sanırım sever.
İnce kitapları pek severim. Kolay okundukları için değil de, dar alanda çok şey söyleyebildikleri için. Soneçka da bu tür kitaplardan biri. Sevgili Jale Sancak hediye etti geçen ay. Aslında masada beş kitap vardı ve benim elim bu gösterişsiz kapaklı kitaba uzandı nedense. Belki de ilkokul arkadaşım tatlı Sonyacık yüzündendir.
Seksen altı sayfalık kitap bitecek diye hem korktum, hem de ağzımda akide şekeri dolandırıyormuş gibi tadını çıkara çıkara okudum.
Soneçka, 1930’ların Sovyetler Birliği’nde yaşanan kargaşadan, ev içi yaşamın tekdüzeliğinden edebiyata sığınarak kaçan, kitap kahramanlarıyla yaşamını zenginleştiren küçük Sonya’nın romanı.
Sonyacık bir yandan kütüphanede çalışırken, bir yandan da filolojide okumaktadır. İkinci Dünya Savaşı yıllarıdır. Ve bir gün Soneçka’nın çalıştığı kütüphaneye ressam Robert Viktoroviç gelir. Viktoroviç sürgün mahkûmudur. Artık ortak bir yaşamın farklı rollerini paylaşacaklardır. Ölene kadar…
Ve Robert uykuya dalmadan önce şöyle der bir gece;
''Hiçbir partiyi tutma, hiçbir siyasal olaya karışma. Rengi yeşil de olsa, mavi de…''
Soneçka anlayamaz.
''Sen neden söz ediyorsun,'' der.
''Bu benim değil, Marcus Amelius’un sözü. Yeşille mavi, hipodromdaki partilerin renkleridir. Söylemek istediğim, kimin atının birinci geleceği beni hiç ilgilendirmiyor. İkimiz için de bunun bir önemi yoktur. Her karşılaşmanın sonunda ölen bizim gibi bir insan olacaktır. Hadi gözlerini kapa da uyu.''
Biz şu ara uyumayalım. Okuyalım, farklı insanları dinleyelim, düşünelim ve yazalım.