General Uçtu
Yazarın son romanı General Uçtu üzerine Galapera’da bir söyleşi gerçekleşti. Moderatörlüğünü sevgili Jale Sancak ve Nursel Duruel yaptı. Ayrıca romanı filme çekecek olan tiyatrocu Ayhan Kavas ve başka değerli edebiyatçılar da aramızdaydı.Söyleşiyi çikolatalı bir pastanın mumlarını üfleyerek açtık. Jale Sancak’ın ilk romanı Fırtına Takvimi’nin Duygu Asena Roman Ödülü’nü almasını kutladık hep birlikte. Sonra da sözü moderatörlere bırakarak Mehmet Zaman Saçlıoğlu’nu ve eserlerini daha yakından tanımaya çalıştık.
Nursel Duruel
Senin şimdiye kadar çıkan kitaplarına bir göz atalım ilk önce. 1985’de Günden Önce,2002’de Sarkaç, 1994 Yaz Evi (Yunus Nadi ve Sait Faik Hikâye ödülünü almıştı), 1997 Beş Ada, 2002 Rüzgâr Geri Getirirse, 2010 Sur ve Gölge, iki ve Keçi ve şimdi de 2014 General Uçtu. Ben tüm bu kitapların arasında bir bütünlük olduğunu düşünüyorum. Belki bu fikirler çocukluktan beri vardı sende, düşünerek büyüyerek onların çevresinde gelişti meselelerin. Vicdan, adalet, hukuk, intikam gibi kavramları sorguluyorsun son kitabın General Uçtu’da da.
Jale Sancak
Ben de aynı şeyi düşündüm. Vicdan, Türkiye’deki siyasal çalkantılar, darbe dönemi, geriye kalanlar, yaşanan acılar, insanların telef olması, faşizm, dikta. Zaman zaman değişse de belli çizgide, benzer biçimlerde anlatıldı hep bunlar. General Uçtu çok daha sonrasını, farklı bir biçimde anlatıyor, daha önce anlatılan genel çizginin dışında. 12 Eylül darbesinin bir ailenin bireyleri üzerindeki acı izlerini resmediyor ve bir vicdan yoklamasına gidiyor.
Nasıl bir hazırlık oldu bu kitap için?
Hazırlıksız oldu. Ayhan Kavas’ın, kendisi tiyatrocudur ve uzun yıllar Kenterlerde oynadı, bir senaryo isteğiyle başladı. Ayhan film için bir konu özetlemişti. Beş farklı çocuğu olan bir baba olsun, bu baba kaçırılsın ve yıllar sonra hesap sorulsun kendisinden. Senaryo üretmek üzere yazmaya başladım ama bu arada çok şey değişti tabi. Konu, 12 Eylül’de derin yaralar almış bir ailede yaşlı babanın bu yaraların intikamını almak için darbeci Generali kaçırması ve hesaplaşmasıydı. Hikâyenin inandırıcı bir biçimde kurgulanması ve içinin dolması gerekiyordu. Yoksa basit bir polisiye düzeyinde kalabilirdi. Bu nedenle doğrudan senaryo yazmaktansa bir roman yapısı içinde karakterleri oluşturmak ve onların hikâyeyi yönlendirmesini sağlamak doğru olacaktı. Ben de çocukluğunda ve gençliğinde üç büyük darbeyi yaşayan biri olarak zaman zaman düşündüğüm adalet, hukuk, vicdan gibi kavramları bu konu çerçevesinde romanlaştırmaya karar verdim. Böylelikle başta düşünülenden çok farklı bir yola götürdüler karakterler romanı. Değişmeyen şeyler de oldu tabi. Hesaplaşma konusundan vazgeçilemezdi. O dönemin tanıtılması gerekirdi. Bu romanı dört yılda tamamladım.
İdealize bir aile değildi romandaki aile. 1970’lerin ailesiydi. Şimdi bu aile ideal, adeta kusursuz görünüyor bize. Onun için de çok eleştirildi ama o zaman normal aileler öyleydi gerçekten de.
70’li yıllara ilişkin motifler ortaya çıkmaya başlayınca hikâyenin içi doldu. Oyun içinde oyunla başka bir tarafa geçtik. Ve Generalin maskesi çıktı.
Kahramanların seçimi nasıl oldu?
Köy enstitülü, idealist, kendi değerleri güçlü bir karakter seçtim, bunlar ancak sert bir çatışmaya götürürdü hikâyeyi. Böyle bir karı kocanın çocukları da ancak böyle yetiştirilirdi. 1975’de doğan son çocuk apolitik yetişti, tıpkı Türkiye’nin gençleri gibi.
Köy enstitüleriyle doğrudan bir bağım yok ama ilk okuduğum çocuk kitabı Köycü Oktay diye incecik bir kitaptı. Beni çok etkilemişti. O okulların insanlara çok katkı sağladığını düşünüyorum.
Kahramanımız Harun inatçı demek, senaryoda isimler rast gele gelmez, romanın sonuna kadar köy enstitüsü karakterini sürdürüyor. Ben de Ayhan’ın senaryo için bana verdiği şeyleri sürdürdüm.
1990’lardan ve hatta daha öncesinden itibaren oyun edebiyatta çokça kullanıldı. Genelde oyunun kurallarını biliriz. Senin oyununda ise sonuna kadar ne olacağını bilmiyoruz. Bana bu, edebiyatta kullanılan oyunun metaforu gibi geldi.
Öykülerim Beş Ada’dan sonra ben istemeden, farkında olmadan uzamaya başladı. Ne olduğunu tam olarak bilmiyordum. İki ve Keçi novella mı, roman mı bilmiyorum. Şimdi de bu geldi. Kendiliğinden.
Romanda iki temel bölüm var. Oyun düzenli bir hale gelene kadar karakterlerin tanıtıldığı bölüm. Bu bölümde her şey iyice yerine oturuyor, ok iyice geriliyor.
Oyun ne zaman başladı baba, diyor oğlu.
Bilmiyorum, diyor baba.
Sonra oyunun somut başlama anı var. Oyunun içinde kalemin oyunu başlıyor. Oyun kurulurken tiyatrocuların kendi aralarında konuşması var. Shakespeare’in dediği gibi, yaşam bir oyun. Biz bu oyundan ne kadar haz alıyoruz? İşte bu soru önemli.
Bazı temel meseleler var senin hikâyelerinde. Topaç’ta, doğanın oyunu, büyüme meselesi, süreklilik var. Sur ve Gölge’de ise doğanın oyunu var. Bu kitapta da farklı perspektiflerden bakarak vermişsin oyun meselesini.
Romanda tiyatrocuların oyun üzerine konuşması ile yazar okuyucuya şunu der;
Bunu bir oyun gibi oku! Gerçek gibi görme!
Bu kitabın üç katmanlı bir gerçekliği var.
Kitabın sonunda bir “zamansal dizin” yer alıyor. Bu dizinde “romanın gerçekliği”, “yazarın gerçekliği” ve “yaşamın gerçekliği” ile karşı karşılaşıyoruz. Her kurgunun gerçek yaşamdan ve yazarın yaşamından esinleri, gerçek dünyada ve yazarının dünyasında bir yeri vardır. Bu üç gerçeklik her roman için geçerlidir. Romanımda olayların bu gerçeklikler içindeki zamansal sıralamasını yazmak istedim ve sanırım bu, daha önce yapılmamış bir şey oldu. Ayrıca bir pratik yararı da, çok sık geri dönüşler olduğu için romandaki olayların izlenmesinde okuyucuya kolaylık sağladı.
Bu kitapta yazdıklarınla mesafen nedir?
Yazarken kendini çok fazla metnin içine koymak yazarları en çok korkutan şey. Anlatıcı yazar olsa bile başka biri anlatıyor gibi olmalı. Didaktik olmamalı. Kafada başka birini, belki tanıdık biri olabilir bu, yaratmak gerek. Onun tavrı davranışı olmalı.
Bütün karakterlerde ufak ufak bana dair bir şeyler mutlaka var.
Ben romanı yazdığımda senaryo yoktu daha. Sonradan yazıldı. Bazı farklılıklar oldu.
Ayhan Kavas
Filmi farklı olmak zorunda aynı kişi için farklı karakterler kullanamayız. Bu film Harun’un hikâyesi olmak zorunda. Daha hangi karakteri oynayacağıma karar vermedim ama ben de olacağım filmde.
Romanın anlatımına bakalım biraz da. Net, sade, kısa cümlelerle yazıyorsun. Olan her şeyi somut ve canlı görüyoruz, sanki bir filmi seyrediyoruz. Her kitapta anlatım seçimi nasıl?
Kitap tanımlıyor sanırım anlatımı. Konu bir şey getiriyor. Derinleşme ve pencereye uygun bir dil buluyorsunuz. Bu romanda gerçekten çok yüklü sahneler var, onları edebi cümlelerle daha fazla ağırlaştırmaya gerek yok. Dil ağırlığı olayların etkisini azaltabilir.
Mehmet Zaman Saçlıoğlu’nun harika deneme yazıları da var. O usta bir denemeci. Arkasında çok iyi bir birikimi var.
Dünyanın Öyküsü dergisinde deneme yazıyorum.
Yazarımız belki bir gün denemelerinin hepsini bir kitapta toplayabilir, çok önemli bir kaynak olacaktır bu bizlere. Bu güzel söyleşi için teşekkür ediyor ve ileride bir gün deneme üzerine bir söyleşi gerçekleştirme sözü alıyoruz ondan. Yine Galapera yine muhteşem bir söyleşi!
Füsun Çetinel