Cumartesi Söyleşileri
Nalan Barbarosoğlu, bu cumartesi de, 2008 yılında Sait Faik Hikaye Armağanı’nı, 2011 yılında Haldun Taner Öykü Ödülü’nü kazanan, öykü ve roman yazarı, Behçet Çelik ile bir söyleşi gerçekleştirdi.
Hem öykü hem roman yazdığın için, öykü yazmakla roman yazmak arasındaki fark nedir sence?
En önemli fark sanırım romanın çok daha uzun sürede yazılması. O uzun zaman içerisinde o kurguyu sürekli kafada tutmak, ister istemez romanın dünyasını gündelik hayatın bir parçası gibi yaşamayı gerektiriyor. Öykü sonuçta birkaç günde yazılıyor sonra düzeltiliyor ama o kadar uzun bir süre bir kurgunun içerisinde sürekli o metine yoğunlaşmış olmuyorsun. Halbuki roman yazarken gün içerisinde de aklına geliyor, bazen günlük hayat içerisindeki kimi detayları acaba romana bir şekilde katar mıyım diye düşünüyorum. Yazı disiplini açısından da çok büyük bir fark var. Öykü yazarken daha yoğun bir anlatım gerekiyor. Romanda, benim yazma tarzımda, ise çok daha rahat bir şekilde uzun uzun yazıp daha sonraki aşamalarda kısaltmak, kurguda dönüp dönüp geriye bakmak gerekiyor bu da bir çalışma farkı getiriyor.
Ama ben öykülerin için de böyle yaptığını, onları yazıp yazıp bozduğunu biliyorum.
Mutlaka öyle oluyor ama sonuçta öyküde diyelim ki üç dört aylık ya da bir yıllık geçmişini kurmadan kahramanlar oluyor daha ana dönük olduğu için daha boşlukları olan bir metin oluyor. Halbuki romanda, yazdıkça daha ete kemiğe bürünen bir karakter ortaya çıkıyor. Onun alışkanlıklarını daha net görüp ondan sonraki hareketlerde karakteri bu geçmiş belirliyor. Ben roman yazarken baştan sona bütün kurguyu kafamda oluşturmuyorum. Çok temel bir iskelet oluyor ama bir yerden sonra benim tahmin ettiğimden başka bir yere gidiyor roman.
Peki, öykü okuruyla roman okuru arasında bir fark var mı sence?
Zaten Türkiye’de çok sınırlı bir okur var. Bu sınırlı okur iyi bir öyküyü severek okuduğu gibi iyi bir romanı da severek okuyor. Romanın yayın dünyasında güçlü bir hegemonyası var. Bu zaman zaman öykü severlerde bir sıkıntı, bir uzaklaşma yaratıyor. Hatta geçmişte öykü yazıp daha sonra roman yazan benim gibi yazarlara işin kolayına kaçtı deniyor. Öyküden zevk almak için, edebiyat görgüsü bilgisi biraz daha yüksek olmalı gibi geliyor bana. Roman okurlarının öyküye duydukları tepkiye tanık olduğumda hep bunu fark ettim. Niye burada bitti, niye daha uzun değil gibi… Öykü okuru zaten çok daha sınırlı bir kesim, öykü disiplinini benimsemişse, tür olarak öyküye daha yakın hissediyorsa kendini, onlara da roman uzatılmış geliyor.
Belki öykü okuru, roman okuruna göre daha çok boşlukları doldurabiliyor?
Öykü daha katılımcı bir türdür. Öykü okuru daha etkileşimli bir edebiyat ilişkisi içerisindedir. Her roman ve her öykü için bu geçerli değildir tabii. Bir parça daha uzaktan ve genel baktığımızda, öykü biraz daha okurun katkısını istiyor romana göre. Başta dediğim gibi, edebiyata biraz daha yakınlık duyanlar öyküden haz duyuyor.
Biraz kendi okuma yolculuğundan söz eder misin bize?
2012’de yayınlanan Yazarlar Okurlar ve Okuma Notları adlı kitabına uzanan okuma serüveninden?
Kitap okumayı hep sevdim. Ortaokul yıllarımda birkaç yazar çok etkiledi beni. Durup dururken kendi kendime öykü denemeleri yapmaya başlamıştım. Bunların başında Orhan Kemal, William Saroyan, Oktay Akbal, Sait Faik gelir. Bunları okudukça bir şekilde yazma isteği duydum. O yaşlarda olduğu gibi polisiye roman da, Tommiks Teksas da okudum. Şansıma kitap okunan bir evde büyüdüm. Babam gençliğinde abone olduğu belli başlı dergileri atmamış, ciltletmişti. Sıkıcı yaz günlerinde, eski yılların Varlık dergilerini karıştırma imkânım vardı. Daha disiplinli bir okuma üniversite yıllarımda başladı. Asıl, 1991 senesinde bir edebiyat dergisi çıkartmaya karar verdiğimizde beş kişiydik. En gençleri bendim, diğerleri benden on, on beş yaş büyük, daha önceki kuşaklardan edebiyatçılardı. Dergide dosya yaparken oradaki arkadaşlarım Memduh Şevket’i okumalısın gibi önerilerde bulunurlardı. Bir yazı yazmak amacıyla okumaya başlamam o edebiyat dergisinin mutfağında gerçekleşti.
İlk öykü kitabın İki Deli Derviş 1992’de yirmi dört yaşındayken yayınlandı. O kitaptaki öyküler nasıl birikti?
Orta sondayken Adana’da Son Yaprak diye iki yapraklık bir edebiyat gazetesi çıktığını gördüm. Elimde öykümsü bir şey vardı, onu yolladım dergiye. Derginin ikinci sayısı aylar sonra çıktığında içinde küçücük bir not vardı. Bize Gelenler diye bir köşede adım yazıyor ve öykünüzü aldık, öykünüz ya da eleştirisi gelecek sayıda yayınlanabilir, diyordu. Ben üçüncü sayıyı büyük bir hasretle bekliyorum, fakat üçüncü sayı çıkmadı. Erken de olsa, edebiyat dünyası ve dergicilik hakkında bir bilgi edinmiş oldum. Varlık dergisine babam aboneydi. Bu dergide, Her Sayı Bir Öykücü diye bir köşe olduğunu fark ettim. Oraya bir öykü gönderdiğimde lise sondaydım. Zarf geldi, üzerinde Varlık Dergisi yazıyor. Çok heyecanlandım. Cengiz Gündoğdu üç dört satırlık bir mektup yazmış. Tek öykü değerlendiremiyoruz, en az beş öykü olmalı ki bir değerlendirme yapalım, diyordu. Benim de elimde gönderecek ancak dört öykü var. Hemen beşinci öyküyü yazdım, gönderdim. Liseyi bitirdiğim yaz daha uzun bir mektup aldım Cengiz Beyden. Kimi hatalardan söz ediyor, kimi tavsiyelerde bulunuyordu. Belki bu öykülerinden birisini yayınlayabiliriz diye bitiriyordu mektubunu. Yazmak öğrenilebilir mi? Konusunu bilen birisinin gösterdiği küçük noktalar çok önemli. Edebi bir metin anlatmaz gösterir gibi bir cümle vardı o mektupta da. Bilmediğim bir şeyi o sayede öğrenmiştim. Bir de 1985 Unesco Dünya Gençlik yılı olduğu için, Milliyet Sanat Dergisi gençlere sayfasını açmıştı. Oraya gönderdiğim bir deneme yayınlandı. Sonra, Adana’da yerel bir gazetede bana şimdi ukalaca gelen bir yazım çıkmıştı.
Daha sonra ise üniversite başladı. Hukuk Fakültesi. O yıl dersler pazartesi günü başlamışsa, ben hemen Salı günü Cağaloğlu yokuşunda Varlık Dergisinin kapısını çaldım. Beni hatırladı Cengiz Bey. Çok sık olmasa da oraya gelir gider oldum. Sonradan yazdığım o beşinci öykü, 87’nin mart ayında yayınlandı. On sekiz yaşındayım, bu büyük bir motivasyon oldu bende. Bundan sonra da yılda bir kere orada öyküm çıktı. İşte bu öyküler zamanla birikti, bir dosya haline geldi. 89’da Akademi yayınevinin öykü yarışmasına başvurdum, orada mansiyon ödülü aldı.
Yayın dünyası yeni isimlere çok daha kapalıydı ve Biz Yazılı günler dergisini çıkarıyorduk. Yayınevi kuralım ve kendi kitaplarımızı basalım dedik. İki Deli Derviş bu şekilde çıktı, parasını kendimiz verdik, matbaaya gittik. Dağıtımı doğru dürüst olmadı. Ama elimin altında kitabım olmuş oldu. İkinci kitap da aynı şekilde basıldı. Dergiyi kapattığımızda son bir atak yapalım tekrar kitap basalım dedik. O kitaplardan birisi benim Yaz Yalnızlığı idi. Daha sonra Can yayınlarından kitaplarım çıkmaya başladığında o iki kitabı tek kitap haline getirdim.
Kitapların hakkında neler deniyordu ve bu sende nasıl bir his uyandırıyordu?
Yaz Yalnızlığı ile ilgili Hürriyet Yaşar kısa bir yazı yazmıştı. Belli bir eleştirelliği olan, kitabı tanıtan bir şeydi. Daha çok çevremden tepkiler alıyordum. Çok değer verdiğim biri, daha yolun başındasın bu öykülerin çok iyi olduğunu düşünme, gibi bir şeyler söyledi. Bozulmadım diyemem, ama okumuş olması bile benim için önemliydi. O dönemde dergilerde çok yazdım. Kıyı, Karşı Edebiyat, Yazıt, Varlık, Kavram, bunlar hatırladıklarım. Kitaplar üzerine denemeler de yazıyordum. İki Deli Derviş’i biraz erken kitap haline getirdiğimi düşünürüm, o yüzden de ikinci baskısını bir hayli geç yaptım. Ama kitap yazarın yazıyla ilişkisini sıcak tutan bir şey. Birisine, benim kitabım var deyip verdiğinizde o ayrı bir iletişim kanalı açıyor. Okuyup geri dönüyor, onun üzerine konuşuyorsunuz.
93’ten , Yazılı Günler dergisini kapattıktan sonra, uzunca bir süre yazmadım. İş hayatına başlamam başka bir hayat ritmi, başka kaygılar, iki kitap sonrası bir tepki olmamasının kırgınlığı da belki. Ama yazmamakla beraber çok okuduğum bir dönemdi bu. Bir gün Virgül Dergisini fark ettim. Dergiyi elime aldığımda, keşke bir gün ben de burada yazsam dedim. O sıralar İngilizcemi geliştirmek için çeviri yapıyordum. Bir çevirimi onlara ulaştırdım. Başka bir şey yapıyor musun, dediler. Arada yazı da yazarım, dedim. Yazılarım yayınlandı. Virgülle ilişkim yoğunlaştıkça öykü yazmakla olan ilişkim daha sıcaklaştı. Virgülle yolum kesişmesiydi belki iki kitap çıkarıp bu işleri bırakmış olabilirdim.
Herkes Kadar, benim seni tanıdığım kitabın.
Çok etkilenmiştim ondan. Ve o yıllarda senin dergilerde de adını görmeye başlamıştım. 2000den 21010a kadar olan yıllarda edebiyatta neler oluyordu? Genel bir çerçeve çizmen mümkün mü?
90 sonrası öykü dergileri yayınlanmaya başladı, öykü görünürlük kazandı. Büyük yayınevleri öykü kitapları yayınlamaya daha çok yer verdiler. O birikim 2000 kuşağı öykücülüğünün daha görünür olmasını, daha nitelikli işler yapmasını sağladı. Öykü üzerine düşünülmesini sağladı. Yayınevleri yayınlayacak öyküler arıyorlardı, eski yazarların yeni baskıları, unutulmuş yazarlar yeniden yayınlandı. Edebiyat dünyasında bir genişleme oldu. 2001 ve ardından gelen 2008 kriziyle yayınevleri daralma mecburiyetine girdiler. Ama öykü dergileri, sadece öykü yayınlayan yayınevleri ve birkaç öykücünün kendi yayınevlerini kurmaları ile bir çeşitlilik ortaya çıktı. Öykülerde de çeşitlilik vardı. Sadece dilin öne çıktığı öyküler, minimalist öyküler, üst kurmaca gibi türler çoğaldı.
Edebiyat hayat ilişkisini nasıl değerlendiriyorsun?
Edebiyat, edebiyatçı bir hayatın içerisinde ve ister istemez o hayatın kimi noktaları o eserlere girecektir. Edebiyatçıların dünya görüşü öyle ya da böyle yazdığı metne sinecektir. Edebiyat hayat ilişkisini katı şekilde ayırmak edebiyatı biraz hayatın dışında tutmak olacaktır. Hâlbuki edebiyat, hayatın içerisinde olan bir şeydir. Ben bazı sıkıntılarım olduğu için bir şeyler yazıyorum. Sen kimi dertlerin olduğu için yazıyorsun. Bu dertler, edebi dertler daha çok ama dünyayla ilgili, yaşadığımız toplumla ilgili dertler. Dolayısıyla da böyle bir dertle kalemi eline alan birisinin, hayatı didiklemeden, onu sorgulamadan bir şey yazması bana çok mümkün gelmiyor.
Behçet Çelik’in roman ve öyküleri dışında Ateşe Atılmış Bir Çiçek adlı bir kitabı da var. Yazarlar, Kitaplar, Okuma Notları. Burada okuma serüvenini ve getirdiği yorumları görüyoruz. Yirmi beş yıllık bir birikimin sonucu bu değerli kitap. Edebiyatımızın başucu yazarlarıyla ilgili ciddi yazılar var. Sait Faik’le ilgili bölüm özellikle ilgimi çekti benim.
Söyleşinin devamında, kuşaklar başlığı altında edebiyatın 50 kuşağı, Onat Kutlar, Sevim Burak, Bilge Karasu gibi edebiyatın yalnız adaları, bireyin öne çıkışı, dil biçimleri, Türkçe edebiyatta edebi gelenekler, daha önce okuduğumuz edebiyattan nasıl etkilendiğimiz, bugünün genç öykücüleri ve diğer ilginç konular üzerine konuşuldu, dinleyicilerin soruları cevaplandırıldı. Bu cumartesi söyleşileri hayatımın bir vazgeçilmezi oldu sevgili Nalan Barbarosoğlu sayesinde. Her biri kıymetli bir seminer niteliğinde… Sizleri de bekleriz.
Söyleşinin tümünü buradan dinleyebilirsiniz.
http://yazievi.yesimcimcoz.com/
Füsun Çetinel
Yeni Şeyler Denemek
Nalan Barbarosoğlu’nun, Yeşim Cimcoz Yazı Evinde ağırladığı ikinci söyleşi konuğu Başar Başarır’dı. Düzenboz ve Teklifinizle İlgilenmiyorum kitapları üzerine konuşuldu.
N.B: İlk kitabın çıktığında yirmi iki yaşındaydın. İlk kitap öncesi edebiyata olan ilgini öğrenmek istiyorum. Bize biraz o dönemden bahsedebilir misin?
Heves, gençlik, delikanlılık, şimşek gibi dünyayı değiştirme arzusu, acemi, cahil, cesur, kendini ifade etme arzusu, içini dökme isteği. Bence yazmaya böyle başlıyor insan. Söylemek, iç dökmek, rahatlamak için yazıyor. Cümleleri hikâyelere püskürtüyor.
N.B: Bunların basılacak hale geldiğini nasıl anladın?
İstanbul Erkek lisesinde okudum. O piyasada yokuştan aşağı inip çıkıyorsun her gün. Oraya giren çıkanları, dosya götüren ağabeyleri görüyorsun. Tüm o insanlara gıcık oluyordum. Otoriteye karşı çıkıyordum. Marifet olarak görünüyordu o zamanlar. Sonra üniversitede insanlarla tanışmaya başlıyorsun. Adnan Özer’le tanıştım o sıra. Tamamıyla hayal dünyasında bir adamdı. Bir gün arkadaşlardan biri ‘’Başar da yazıyor,’’ demiş. Dosyamı okumak istedi götürdüm. Beğendi. Çok büyük bir heyecanla basmak istedi kitabımı. Yerebatan sarnıcının arkasında berbat bir yerdeydi Armoni basımevi. Ben de peki dedim. Benim kitabı bastıktan sonra hemen battı yayınevi. Ama yeni bir maceraya girdiler sonra.
Hayatta ne yapacağımı bilmiyordum o sıralar. Üniversitede makine mühendisliği okuduğum yıllar boyunca turist rehberliği yapmıştım. İyi paralar da kazandım.
1992 yılında internet yoktu, kargo yoktu, kredi kartı yoktu. Arasanız da bulamıyordunuz. Kitapçılara gidip sormanız gerekiyordu. Varla yok arasıydı kitap. Bir kere Cumhuriyet kitap ekinde röportaj ayarladılar sonra söndü gitti kitap.
Yıllardır medyada çalışıyorum. Arkadaşlarım fikir olarak yazdığımı bilirler ama ne yazdığımdan haberleri yoktur. Okumazlar.
N.B: Öykü kitabı okur sayısı hiç değişmiyor. Ortalama sekiz yüz civarında. Böyle de bir gerçeğimiz var.
Biz, öykü yazarları olarak kaybettik. Eskiden böyle değildi. Okur kitlesinin yüzde yetmişi kadın okuyucu. Kozmetik endüstrisi gibi. Reklam da içerik de öyle. Pembe kapak diye bir şey var artık. Erkeklerin vakitleri de, kültürleri de yok. Bir insana otuz beş yaşında Ipad kullanmayı öğretebilirsiniz ama kitap okumayı öğretemezsiniz. Bir çocuğun kitap okuma alışkanlığını kazanabilmesi için evde her yerde kitap olmalı. Birileri çevresinde hep kitap okuyacak, ana babası, teyzesi. Daha sonra bunu öğrenmesi çok zor, hukuk fakültesine gitse bile. Son olarak da erkeklerin kitaplara faydacı bir yaklaşımı var. Kitap bana ne verecek, diyor. Bir şey çıkarmaya çalışıyor kitaptan. Onun için de kurgudan kaçıyor. Tarih, araştırma, siyaset okuyor. Kafa boşaltma için polisiye okuyor. Oysaki edebiyat bir şey öğretmez. Siz okursunuz ve oradan bir şey kalır sizde.
Eskiden yazmak çizmek bir şeydi, şimdi değil artık. Okulların okuma kulüpleri var, listeler tutuluyor en çok kim kitap okudu diye. On çocuktan yedisi kız. Daha fazla kitap yayınlanıyor evet ama temel olarak roman satılıyor. Roman rüştünü ispatlamış. Herkes roman yazmak istiyor. Okuması kolay. Ortalama romanda belli başlı kişilerle bir olay örgüsü anlatılır. Romandaki ‘’ben’’ bellidir. Bir öykü kitabında on iki farklı ben bulabilirsiniz.
1980 sonrasında öyküde tarz kendini ihbar etme oldu. Ne eğlendiriyor, ne hareketlendiriyor öyküler. Bir öyküden diğerine geçerken anlamıyorsunuz bile biri nerede bitti, diğeri nerede başladı. İyi öykü kitaplarında aynı şeyler olmaz. Bu nedenle öykü kitabı olarak basıldığında okunması zor oluyor. Öyküler bunalımdan bunalıma geçen bir şey olursa kimse okumaz. Kim senin bunalımını okusun?
N.B: Yirmi iki yıldır öykü yazıyorsun. Öykü sana ne ifade ediyor? Şimdiye kadar hiç roman yazmadın. Tomris Uyar da roman yazmadan öldü. Senin için öyküyü çekici kılan nedir?
Yazmayı çekici kılan neyse o. Zevk veriyor, mutlu ediyor, farklı hissediyorum, tanrısal bir şey, tatmin duygusunu yaşıyorum. Hayata karşı benliğimi savunmama iyi geliyor, beni güçlendiriyor. Kısa sürede öykü yazarım, bir hafta içinde bitiririm. Ama çok çalışırım, notlar alırım. Roman yazmak için iki üç ay kapanmam gerekirmiş gibi geliyor. Öyküyü kafamda ölçüp biçebilirim. Zaman mekân bütünlüğünü yakaladım mı yazabiliyorum. Sanıyorum bunu yapabildiğim için öykü yazıyorum.
Bence sanat eserinin biricik ölçüsü samimiyettir. Yazarın kendisi ne olursa olsun! Yetenekli ve samimi yazar en iyisi tabii. Birçok yetenekli yazar var, samimi değiller. Ben okur peşinde yazmıyorum. Rahatım kendim için yazıyorum. Gerçi beğenmediğim kitapları da okur bitiririm ama samimi yazarları hemen yakalarım.
N.B: 2004’te öykü kitabında araya es verilmesi söylemin epey tartışma yaratmıştı.
Evet bunları söyledim. Sonra kitaba her öykünün arasına araya illüstrasyon koydum, trafik işaretleri. U dönüşü yapılmaz gibi. Mesajlar veren, yarı komik şeyler. Duraksama anı yaratmak için. O dönemde bir faydası olmadı. Bülent Erkmen kitabı almış. Beni gördüğünde, anladım ne yapmak istediğini ama o iş öyle olmaz. Bir daha beraber yapalım, dedi. Bunları konuştuktan sonra tam sekiz yıl bir şey yazamadım. Sonra Düzenboz’u yazdım. Altı bölüm var içinde. Ben, sen, o, biz, siz, onlar. Bülent Erkmen’e gittim. Böyle bir kitap yazdım, dedim. Duraklama yaratma tasarımı yapabilir misin? Hatırlamadı yıllar önce dediklerini ilk önce. Neyse sonra yaptı. Öykü aralarında boş sayfalar bıraktı. Sonra her kitaba numara verdi. Çoğaltılmasını önlemek için özel kapak yaptı. Sanat eseri oldu ama kitap kayboldu gitti yine. Böyle bir deneyim geçirdiğim için ben mutluyum. Konsept, proje bir kitap oldu.
N.B: Teklifinizle İlgilenmiyorum yapı itibariyle çok farklı. 2014 Yunus Nadi öykü ödülünü aldı. İçinde dokuz öykü var. Neden üçüncü öykünün adını koydun bu kitaba?
Kitaba ad koymak gerçekten çok zor bir şey. Çok uğraştım. Kolay değildi. Çaresizlikten birini seçeyim dedim. En kitap ismi bu geldi bana. Özel bir durum yok yani.
N.B: Müzedeki Çocuk öyküsü fantastiğe göz kırpan bir öykü. Bunun yazın yolculuğunu paylaşır mısın bizimle?
Emrah Yücel’in L.A Hollywood’da bir ajansı var. Müthiş bir yer. Buralara nasıl geldin, diye sordum kendisine.
Yazın Adana’ya teyzemin yanına giderdik. Amerikan üssünün çöplerini karıştırırdım. Dergiler vardı. Buradaki fotoğraflar görsel olarak beni çok etkiledi. Annem babam o sıra TRT’de çalışıyordu. İngiltere’ye giderken beni de götürmek zorunda kaldılar. Bir gün işleri vardı beni National Gallery’ye bıraktılar boynuma isim kartı asıp. Sonra gelip alacağız seni dediler. İlk önce çok kızdım annemlere ama sonra resimlerin arasında kendimi kaybettim. Unuttum onları. Sonradan anladım ki benim için çok iyi bir şey yapmışlar aslında.
Emrah’ın anlattıklarından çok etkilendim. Çocuklarımızı koruyacağız diye onları kapatıyoruz aslında. İşte Emrah’ın anlattığı bu hikaye ile dönüp yazdım Müzedeki Çocuğu.
N.B: Teklifinizle İlgilenmiyorum’a bir bütün olarak baktığımızda sence bu kitabın hangi yazarlara yakın? Bana bazı öyküler Sabahattin Ali’yi çağrıştırdı.
Çok varyantlı bir anlatı var, belki bir karmaşa var. Drakula öyküsü biraz feyyaz Kayacan. Seher, Oğuz Atay renginde şeyler söylüyorlar. Takip ettiğim bir öykü çizgisi yok. Sait Faik çok severim ama asla onun gibi yazmak istemem. Haldun Taner’i severim ama mizahı bana göre değil. Hepsi büyük, kült parçası ama oradan çıkmamız gerek.
Şimdi bizim işimiz sudan çıkıp uçmak, yeni şeyler denemek. Hayatım halim selim ama yazarken yeni şeyler denemek istiyorum. Kimi yazdıklarımı atmasyon ve ucubik buluyor. Ama okura göre yazmıyorum ben. Yüzlerce öykü kitabı yazılıyor ama düzgün bir eleştiri yazısı yok. Hepsi tanıtım yazısı. Yalnız başıma, kendi kendime karanlıkta bir şeyler bulmaya çalışıyorum. Acımasızca eleştiren bir eşim var neyse ki. Artık kitaplar arkeolojik bir değer taşıyor. Bugün için bir anlamı yok. Ödülü aldıktan sonra ne iyi ne kötü bir yazı yazıldı.
Söyleşinin tamamını aşağıdaki bağlantıdan dinleyebilirsiniz.
http://yazievi.yesimcimcoz.com/
Don Quijote’nin Üçüncü Cildi
Yeşim Cimcoz Yazı Evi eğitmenlerinden sevgili Nalan Barbarosoğlu, Ferhat Uludere ile son kitabı Don Quijote’nin Üçüncü Cildi üzerine bir söyleşi gerçekleştirdi. Bazı bölümlerini sizlerle paylaşıyorum.
N.B: Ferhat, martta yayınlanan son romanın üzerine konuşmaya başlamadan önce biraz daha geriye gidip senin edebiyat yolculuğuna bakalım. O günlerde yazmak senin için ne ifade ediyordu?
Çocukken Maradona olmayı istiyordum, biraz daha büyüdüğümde ‘rock star ‘ olmak istedim. Bir dönem şarkı sözü yazma maceram oldu. İnanılmaz kötü bir bateristtim. Ritim atamıyordum. O maceradan çabuk sıyrıldım. Biz de rock fanzinleri yayınlamaya başladık. İnsanlardan iyi geri dönüşler alıyorduk. Rock Reaction adını verdiğimiz fanzini, Lüleburgaz’dan getirip İstanbul’da dağıtıyorduk. Okunması için yazdığım bir şeyin macerasıydı bu.
Daha önceleri, ilkokulda kompozisyon yazarken bile kurgular yapmaya başlamıştım. Teyzemin kızıyla birlikte oturup yazdığım bir öykü vardı, Kaybolan Yüzük. Şimdi arasam bulamam. Sonra korku edebiyatı üzerine çok şeyler okuyordum.
Üniversiteyi bir süre Aydın’da okudum sonra yarım bırakıp İstanbul’a Müjdat Gezen Sanat Merkezine geldim. Yaratıcı yazarlık okudum burada. Böyle gelişti yazarlık maceram. Bir şey olsaydım belki de yazar olmayacaktım.
2002 yılında, yirmi beş yaşımdayken ilk öykü kitabım Sayıklamalar çıktı. Kitaba bakınca çok erken diyorum şimdi. Öykü yazarken sürekli bir yazma macerasındasınızdır. Bir sonraki öykü, bir evvelkinin üzerine çıkmak durumunda hep. Durum böyle olunca ilk öyküler o kadar başarılı olamıyor. Kitap için bir seçki yapmak durumunda kalmıştım. Konservatuar döneminde yazdığım öyküler de bu seçkinin içine girdi.
Bir Trakya kasabasında büyüdüm ben. Sonra okumaya bir Ege ili olan Aydın’a gittim. Gittiğim yer bir ildi ama kasabadan daha çok sıkışmıştı. Ben de sıkışıp kaldım burada. Apar topar İstanbul’a dönmek istedim.
Yol gösterecek hiç kimse yoktu ilk kitabım çıkarken. Sayıklamalar kitabı, bir nevi iç dökmelerim oldu. Kasabadan İstanbul’un karmaşasına gelmiş birinin travmaları. Hepsi bu kitaba girdi. Bir kitabım olsun istiyordum ama kendime de güvenemiyordum. Yirmilerinde yazdığın bir kitabı otuz yaşına geldiğinde pek görmek istemeyebilirsin.
N.B: Ama ilk kitap senin edebiyat yolculuğunu görebilmek açısından çok önemli okur için.
İlk kitapta bir sürü aksilikler yaşandı. Sevin Okyay bir önsöz yazmıştı, o yayınlanmadı mesela. Bir sürü hata vardı kitabın içinde. Buna rağmen nasıl olduysa, Enver Aysever bile programına çağırmıştı beni, kitabımın kapağının renkli çıktısı ile ekrana çıktım. Başka konuk bulamamıştı herhalde. Kitabımı basılı haliyle ilk defa kitap fuarında karşılaştım. Çok heyecanlandım. Kitabı imzalayıp Sunay Akın’a götürmüştüm, yazar ilk kitabındaki kadar heyecanlanamaz hiçbir zaman, demişti bana.
Üç yıl sonra ikinci kitap çıktı, İslenmiş Aşka Mektuplar. Bu arada kitaplarınıza sakın zor isimler koymayın. Sözleşmede bile İşlenmiş Aşka Mektuplar yazıyor.
N.B: Bu iki kitap arasında nasıl bir fark var sence?
Sayıklamalar kitabında acemilik olmasına rağmen samimiyet var. İslenmiş aşka Mektuplar farklı, diğer kitaba güvenilip yazılmış. Duygu yoğun, ayakları yere basan bir kitap. Birinci kitaptan sonra daha profesyonel ve daha yazmak üzerine çalışıyorsun. Özgüven ikinci kitaba çok yansımış.
N.B: Dokuz yıldır öykü yazmıyorsun veya yazsan da yayınlamıyorsun. Öykü anlayışında bir değişiklik oldu mu?
Latin Amerika edebiyatı yazarları en sevdiğim ekipti hala da öyle. Cortazar, Fuentes, Borges. O sıralar Ayrıntı yayınlarını takip ediyordum. Seksenlerin ikinci yarısında kurulmuştu. Tercümelerle dışarı dünyaya açıldık. Türkçe edebiyat biraz geride kaldı bunun için. Bizim istediğimiz hikâye bize tokat atsın, çarpıcı olsun. O zamanlarda derdimiz dil değildi. Şimdi ise Türk edebiyatı daha iyi tanınıyor diyebilirim.
Ben hiçbir zaman anın öykücüsü olamadım. Bunu hala üstümden atabilmiş değilim.
N.B: Türk edebiyatıyla tanıştığın zaman sana kimler yakın geldi? Kimleri okudun?
Hasan Ali Toptaş, mesela Gölgesizler. Sonra Yaşar Kemal’in dilini çok severim. Elli sayfa karıncanın ilerlemesini, yaprağın yere düşmesini anlatır. Ancak dille haşır neşir olduğunda kavrıyorsun bunların kıymetini. Bizim kuşağın yazdığı çoğu roman çeviri romanından farksızdır.
Şimdiki derdim roman için olayı bulmak değil de, dili nasıl olmalı. Kendi yazılarıma yabancılaşabiliyorum, bağlanmıyorum artık. Gazetecilikte öyle yazarlar var ki bir cümlelerinden bile var geçemiyorlar.
Üç romanıma da roman olsun diye başlamadım. Kendi evriminde ilerledi hepsi de. Trakya’ya has bir sarhoşlukla eğlenceli şeyler yaşıyorsunuz. Bu hikâyeleri okulda hep anlatırdım. Bir arkadaşım, sen bunları niye yazmıyorsun, dedi. 1001 Fıçı Bira babamın meyhanesi aslında. Öyküleri tek bir çatı altında toplayayım diye bu ismi seçtim.
N.B: Cemil Kavukçu okumuş muydun?
Evet, okuyordum da dışarıdaki yazarlardan etkileniyordum. Sevin Okyay ile karşılıklı dairelerde çalışıyorduk. Bir gün onun bilgisayarından mail attım, dosyayı silmeyi unutmuşum. Bu ne diye bakmış. Dosyanın ilk bölümünü okumuş, çok beğenmiş. İkinci bölümünü de yazdım, roman oldu.
N.B: 2011 yılının sonlarında Sonbaharda Sarhoş Bir Kasaba yayınlandı. Sence bu bir hesaplaşma, ödeşme romanı mı?
Bu romanı, 1001 Fıçı Bira’dan hemen sonra yazmaya başlamıştım. Aldı başını gitti. Kendi kendine şekillendi. Bu sefer bir sahil kasabası olacaktı. Denizin etkisi olacaktı. Korku hikâyeleri olacaktı. Bana Trakyalılar Ferhat diyemezlerdi de Feryat derlerdi. Onun için karakterimin adı Feryat. Kasabalılıkla bir hesaplaşma var tabii. Bütün kitaplarım bir hesaplaşma.
N.B: Dilin romanlarında değişti mi?
1001 Fıçı Bira bir kasaba romanı. Düz bir anlatı. Birinci anlatıcı. Onun üzerinden uzun tasvirlere girilemezdi. İnandırıcı olmazdı bu. Sonbaharda Sarhoş Bir Kasaba’yı yazarken dili üzerinde çok çalıştım. Oturup iki sayfa yazıyor, üç gün ellemiyor, sonra tekrar başına geçiyordum. Dili zenginleştirmeye uygundu hikâye. Böyle devam ettim yazmaya. Yedi sekiz kere düzelttim. Hala da hatalar var. Yayınlamakta biraz acele etmişim.
N.B: Aynı zamanda kültür ve sanat editörü olarak yer alıyorsun edebiyat dünyasında. Roller karışmıyor mu?
Bazı kişiler yazar, bazı kişiler editör olarak tanıyor beni. Daha fazla edebiyatla iç içesin. Sinema, tiyatro bu üçgenin içerisinde. Gazetecilikte daha fazla yazı pratiği yaparak hızlanabiliyorsun. Bir yazar için gazetede çalışmak televizyondan daha etkili. Yazarlık günlük hayatın bir parçası. Haber bir saat içinde bitmek zorunda. Kimseye, gürültü yapmayın ben çalışıyorum deme şansın yok. Kargaşanın içinde yazmaya alıştım bu yüzden. Üç yıl eve kapanıp yazan yazarları anlamakta zorlanıyorum.
N.B: Tiyatroyla çok ilgilisin. Tiyatro yazıları yazıyorsun. Edebiyatla ilişkisi nasıl tiyatronun? Kuzenler mi, kardeşler mi?
Bence çok alakalılar. Edebiyatla tiyatronun iç içe olması lazım aslında. Edebiyatı ayırmak çok anlamsız. Ama bizde okuma tembelliği var. Bunu aşamadığımız için ikisini birbirine geçiremiyoruz. Birbirinden beslenmesi gereken şeyler bunlar.
N.B: En son olarak üst kurmaca bir romanla çıktın karşımıza. Don Quijote’nin Üçüncü Cildi, nasıl doğdu? Nasıl şekillendi kafanda?
Yapıp bozmakla ilgili şeyleri seviyorum. Konservatuarda dramaturgi hocamız kısa bir oyun yazmamızı istemişti. Ben de Oğuz Atay’ın Oyunlarla Yaşayanlar oyununda Coşkun Ermiş’in attığı tiradı yeniden yazdım. Ama bu kez içki masasında Oblomov, Don Quijote, Zahar ve Sancho Panza vardı. Don Quijote, Sancho Panza, Oblomov, Zahar ve Coşkun Ermiş’in bu birlikteliği çok hoşuma gitmişti. Ardından bu oyun benim oyuncağım gibi oldu. Sürekli farklı anlamlar yükleyerek farklı biçimlerde üzerinde çalışmalar yaptım. İlk yıllarda tiyatro oyunu olarak tasarlamıştım. Oyun olarak da gerçekten çok beğenildi. Melisa Gürpınar da okumuş çok beğenmiş. Ama talihsizsin değeri bilinmez bunun, dedi. Gerçekten de öyle oldu. O dönem tiyatro oyunları para buldukça sahneleniyordu. Tiyatro olamayınca bunun aslında bir roman olabileceğini düşündüm, bu fikir daha sıcak gelmeye başladı. Böylece, ara ara yazarak, hiç yayınlanacağını düşünmeden yazarak bu hale geldi.
Kitaba kaynaklık eden ilk metnin altındaki tarih 9 Nisan 2000… Kitabın yayımlandığı yıl ise 2014… Arada 14 yıl ve bu zamanın biriktirdikleri var. O yüzden hiç sabit bir kurgu üzerinde çalışamadım. Her seferinden bir yerini ekledim bir yerini çıkardım. Bozdum yeniden yaptım.
N.B: Sence Don Quijote dünya için ne ifade ediyor? İncil’den sonra en çok okunan bir kitap.
Don Quijote’nin karşılığı delilik değil, bence hayatın döngüsü. Hayatın belirli evrelerindeyken Don Quijote ile karşılaşabilirsin. Yel değirmenleriyle savaşıyor, başka ordularla savaşıyor. Bizler de hep düşman var ediyoruz kendimize. Ve onlarla savaşıyoruz. Tüm hayatı özetleyebilen bir kitap var önümüzde.
Nalan Barbarosoğlu’nun da söylediği gibi fazla detaya girmeden sadece okuyucularda bir merak uyandırmak için ana başlıklara değindim. Söyleşinin tüm video kaydına http://yazievi.yesimcimcoz.com/ sitesinden veya facebook sayfasından ulaşabilirsiniz.
Füsun Çetinel
Alışveriş merkezinin saati on ikiyi gösterirken, Meltem, Hakan, kızları Duygu ve oğulları Sinan’la son model otomobillerini valeye teslim etmiş, yağmurlu İstanbul grisini arkalarında bırakıp döner camlı kapıdan ışıl ışıl bir dünyaya adım atmışlardı. Günlerden, haftanın beraber geçirdikleri tek günü, pazardı. Meltem Louis Vuitton çantasını güvenlikten geçirirken, röfleli saçlarını geriye savurup genç güvenlik görevlisinin günaydınına sırtını dönüverdi.
''Rezil gibiyim, acilen kuaföre gitmeliyim. Saat üçte Masa’da Gönüllerle olacağız. Aman bu sefer geç kalmayalım, gözünü seveyim. Karının dilinden kurtulamıyoruz sonra.''
''Bu kuaför işi de nereden çıktı? Hani buzdolabı bakacaktık. Çocukları başıma bıraktın yine.''
''Onları oyun alanına bırak. Otuzar liralık jeton aldın mı unuturlar dünyayı. Sen de kendine laptop bakacaktın hani. Her şeyi de benden beklemeyin canım. Bir pazarım var onu da burnumdan getirme lütfen.''
''Anne, hani birlikte alışveriş yapacaktık? Simli Babet alacaktık bana.''
''Sonra canım. Kuaförde işim bitmeye yakın mesaj atarım.''
''Baba… Duygu çocuk cennetine gitsin biz seninle akıllı telefon bakalım mı, hı?''
''Yok oğlum, başımı dinlemek istiyorum ben.''
Meltem’i, kuaförün kapısında, ay nerelerdeydiniz kendinizi çok özlettinizlerle karşılayıp hemen içeri buyur ettiler. Sade bir kahveyi eline tutuştururken, yıpranmış saçlarını bakıma aldılar. Manikürcü kız taburesini çekip, Meltem’in biçimli uzun ellerini jojova yağı ile ovmaya başladı.
''Artık bu ten rengi ojeden vazgeçmelisiniz, şu ara erik kurusu çok revaçta.''
En son dedikodulardan, modadan, kimin kimi aldattığından bahsettiler. Kuaförü Meltem’e saçlarını en son başka yerde kestirdi, diye sitem etti. Sonra da çapkınca yanağından bir makas aldı. Meltem kendini çok iyi hissediyordu artık.
Hakan, çocukları otuzar liralık jetonlarla çocuk cennetinin bıkkın ablalarına emanet etti. Plastik palmiyelerin altında bir masa bulup kahvesini sipariş etti. Kilosuna dikkat etmeliydi artık. Yan masadaki mini etekli yirmilik sarışınla göz göze geldiğinde çapkınca gülümsedi. Ellerini azalmış saçlarının arasında dolaştırdı, omuzlarını dikleştirip göbeğini içeri çekti. Benim yaşımdaki arkadaşlarımın hepsine beş basarım, dedi içinden. Telefonuna Meltem’den mesaj gelmişti. ''Bir saate işim biter, yemekten önce bir şeyler içelim mi?'' Kahvesinden gürültülü bir yudum aldı. Tekrar kafasını kaldırdığında sarışın güzel, insan irisi bir erkekle samimi bir şekilde öpüşüyordu. Boşuna umutlandım, diyerek kızdı kendine. Sen bir böceksin oğlum, bu huri sana niye baksın ki? Meltem’i de cevaplamak gerekti.
Duygu oyuncak standının önünde yeni çıkan elbise tasarım setini inceliyordu. Tasarımlarınla pırıltılı bir dünyaya gitmeye hazır mısın? Işıltılı moda dünyası. Setin içinde bulunan birbirinden tatlı, göz alıcı aksesuarlar ve kumaşlarla kendi stilini ortaya çıkaracaksın. Işıltılı tasarımlar için stil danışmanının tavsiyelerine göz atmaya ne dersin? Ben bunu kesinlikle almalıyım, dedi Duygu. Altı yaşındaydı ama annesi gibi ne istediğini iyi biliyordu. Camekândaki aksinde kendini inceledi bir süre. Göğüsleri niye hemen çıkmıyordu ki? Ya ayakkabıları, lacivert, dümdüz, bebek ayakkabılarıydı. Burnunu kıvırdı. Suri ne kadar şanslı bir kızdı. Topuklu ayakkabı giyebiliyordu o. Hırsla pullu pembe hırkasının önünü düzeltti, daha zayıf olmalıydı çok daha zayıf.
Sinan çoktan jetonlarını tüketip telefon bayisinin yolunu tutmuştu. Bu işi bugün bitirmeliydi artık. Sınıf arkadaşı oğlanlar ne yapıp edip aldırmışlardı ana babalarına. İçinden neler demesi gerektiğini tekrarladı. Onların, sen daha küçüksün onun için, diyeceklerini hayal etti. Bugün buradan iPhone5siz çıkış yoktu ona.
Saat ikide tüm aile kafede toplanmıştı. Çocuklar taze sıkılmış çim sularını içerlerken, Meltem bir duble espresso, Hakan ise buzlu taze nane yaprakları ve yeşil elma dilimleri ile süslenmiş ev yapımı limonatasını içiyordu. Meltem ojeli tırnaklarını inceleyip kuaförünün bu aralar istediği saç rengini tutturamadığından yakındı. Hakan, o aptal restorana gitmek istemediğini, canının şöyle kocaman kanlı bir biftek çektiğini söyledi. Meltem takma kirpikli gözlerini devirip baktı kocasına.
''Anne kahven bitince alışverişe gidebilir miyiz ama lütfeeen,'' diye yalvardı Duygu.
''Okul başarımın niye bu kadar düşük olduğu hakkında en ufak bir fikriniz var mı acaba,'' diye sordu Sinan bilmiş bilmiş.
''Sınıftaki bütün oğlanlarda var bende yok onun için.''
''Ay yine mi iPhone5!''
''Oğlum senin aynı işleri yapan cep telefonun var ya zaten.''
''Navigasyonu var…''
''Sen araba mı kullanıyorsun ki?''
''Üstelik Mac’in yapabildiği her şeyi yapıyor. Her türlü programı indirebiliyorsun.''
''Kafayı mı yedin? Mimar mühendis misin nesin.''
''Milyon tane şarkı alıyor.''
''Tamam, tartışma bitmiştir.''
''Kendine, istediğin o pahalı yüzüğü aldın ama.''
''Bak çarparım ağzına. Ne biçim konuşuyorsun sen. Benim ne yaptığım üstüne vazife mi senin.''
''Ne yüzüğü Meltem?''
''Babanıza söylemeyin dedi bize.''
''Şunlara bak ya. Bacak kadar boylarıyla bizi bir birimize düşürecekler.''
''Cevap vermedin Meltem. Bekliyorum.''
''Ya, annemin parası sana ne. Bana kalan para, istediğim gibi harcarım.''
''Benim kazandıklarım bizim paramız oluyor ama.''
''Allah kahretsin, kırk yılın başı ailece bir şey yapalım dedik. Nefret ediyorum hepinizden.''
''Bağırma Meltem, herkese rezil mi olalım ?''
Meltem gözleri nemli, Soma’ya yardım masasının başındaki görevliyi görmezden gelip tuvaletlerin koridoruna daldı. Bayanlar tuvaletinin parlak keskin ışıkları içinin daralmasına hafifletmişti. İç içe geçip sonsuzluk hissi veren aynalarda ince uzun bedenini her yönden inceledi. Bu hayvandan çok daha fazlasını hak ediyordu. Çocuklar olmasa ne yapacağını bilirdi o. Suratına soğuk su çarptı biraz. Hafif kırışıklıklar fark etti göz altlarında. Vitamin iğnesi yaptırmak için geç bile kalmıştı. Biçimli parmaklarındaki yüzüğü inceledi. Çocuklar söylemese Hakan gerçek olduğu fark etmezdi bile. Durup dururken problem çıkmıştı. Moralini bozamazdı. Dedikoducu Gönül’ün ağzına laf vermek isteyeceği en son şeydi.
Gününü muhteşem yemekler eşliğinde bir şölene dönüştürmek ister misin, yazıyordu kocaman harflerle Masa restoranın girişinde. Bahçe kısmındaki bir masada, Gönül ve kocası Hakan’la Meltem’i karşıladılar. Çocuklara arkada başka bir yer ayarlamışlardı. Birbirlerini ne kadar özlediklerini söylediler gözlerini kaçırarak. Kıyafetlerini süzdüler baştan aşağı. Erkekler kendi göbekleri hakkında şakalar yaptılar. Önden çiğ başlangıçlar aldılar. Kırmızı şarap içildi. Kimi siyah makarna yedi, kimisi odun ateşinde pizza. Yüksek sesle kahkahalar attılar, araba markalarından, deri ceketlerden, özel okullardan, yurt dışı seyahatlerinden, Türk hizmetlilerin pahalılığından bahsettiler. Kadınlar tabaklarının hepsini bitirmediler. Birkaç çatal alıp bıraktılar. Erkekler kahve ve konyak yanında puro içti. Kadınlar mentollü sigara. Hesabı ödemek için bir birleriyle yarıştılar. Gönül iki ara bir derede Meltem’e erkekler hakkında nasihatler verdi. Gözlerinin altının neden morardığını sordu. Sonra da Hakan’a baktı manalı bir şekilde. Köpekbalığı Gönül’dü lakabı. Hiçbir koku kaçmazdı burnundan. Çocuklar birbirleriyle itişmeye, aksileşmeye başlamışlardı. Yanaklarını birbirlerine değdirip ayrıldılar restoranın kapısında.
Duygu simli babetsiz, Sinan iPhone5siz, Meltem ve Hakan sevgisiz, valenin arabalarını kapıya getirmesini beklerlerken, Hakan’ın gözleri yandaki araba reklamına takıldı, Keyif, ışıltısıyla göz kamaştırıyor. Bu yüzük olayı iyi olmuştu aslında, ne zamandır arabasını değiştirmek istiyordu da karısından çekiniyordu. Belki oğlan da bir iPhone5i hak ediyordu. Çok keyifli bir alışveriş gününü daha arkalarında bırakmışlardı.
Amitav Ghosh ve Ayfer Tunç
Boğaziçi Chronicles edebiyat söyleşisinin son konukları
İngiliz edebiyatının önemli isimlerinden biri olan Amitav Ghosh, 1956 yılında Hindistan'ın Batı Bengal eyaletinin başkenti Kalküta'da doğdu. Hindistan, Bangladeş ve Sri Lanka’da büyüdü. İşe Yeni Delhi'de gazetecik yaparak başlayan Ghosh, Oxford Üniversitesinde ekonomi eğitimi ardından sosyal antropoloji alanında doktorasını aldı. Kalküta Kromozomu, In an Antique Land, River of Smoke , Sea of Poppies, Circle of Reason ve Sırça Saray, Ghosh'un yazdığı bazı eserler. Ayrıca Ghosh bugüne kadar Man Booker ve Asya Booker gibi birçok önemli ödülün sahibi oldu. Karşılaştırmalı Edebiyat alanında Profesör unvanı ile Delhi, Columbia, Queens College ve Harvard’da dersler verdi. Sorbone Üniversitesi tarafından fahri doktora ile ödüllendirildi. Romanları birçok dile çevrilen Ghosh, Locarno ve Venedik Film Festivalleri jürisinde yer aldı. Makaleleri The New Yorker, The New Republic ve The New York Times’ta yayınlandı.
Roman ve öykü yazarı Ayfer Tunç 1964 yılında Adapazarı’nda doğdu. 1989 yılında Cumhuriyet Gazetesinin düzenlediği Yunus Nadi Öykü Armağanı'na katıldı, Saklı adlı öyküsüyle birincilik ödülü aldı. 1999-2004 yılları arasında Yapı Kredi Yayınları'nda yayın yönetmeni olarak görev yaptı. 2001 yılında yayımlanan Bir Maniniz Yoksa Annemler Size Gelecek-70'li Yıllarda Hayatımız adlı yapıtı, 2003 yılında altı Balkan ülkesinin katılımıyla düzenlenen Balkanika Ödülü'nü kazandı ve altı Balkan diline çevrilmesine karar verildi. 2003 yılında Sait Faik'in öykülerinden hareketle yazdığı Havada Bulut adlı senaryosu filme çekildi ve TRT'de gösterildi.
Ayfer Tunç
Sırça Saray’dan çok etkilendim. Milan Kundera derki, roman insana yeni bir şey katmıyorsa ahlaksız bir şeydir. Sırça Saray kendinden bekleneni yerine getirmiş bir roman, onu okuduktan sonra kendi kendime sorular sormaya başladım. Sırça Saray romanının ne yazık ki Türkçesi bulunmuyor, bu da bizim ayıbımız. Ghosh’un Türkçeye çevrilen çok az kitabı var. Romanında anlattığı muhteşem doğa, en önemli parçası edebiyatın. Kendini edebiyatın içinde bir mücevher gibi hissettiriyor. Ben doğa düşkünü biri değilim hatta şehir insanıyım diyebilirim ama beni bile çok etkiledi. Uzak Asya’yı çok az bildiğimi fark ettim bu romanı okuduktan sonra. Çokça haritaya bakma ihtiyacı hissettim. Saat farklılıkları, hangi ülke hangi ülkeye yakın, bunlar hep merak ettiğim şeyler oldu. Uzak diyarlar olan Bengal ve Hindistan ile ancak üç saat farkı varmış aramızda aslında. O kadar da uzak değiliz yani. Şok oldum öğrenince. 1985 yılında basılmış bu roman son derece renkli, elinizden bırakamıyorsunuz.
Çocukluğumda seyrettiğim bir dizi vardı. Kral ve Ben. Egzotik bir dünya fikriydi beni bu filme çeken şey. O zamandan beri çok şey değişti. Bengal Bengladeş, Siyam Tayland oldu. Çocukluğumdan beri sınırlar, ülkeler, yönetimler değişmiş. İlişkiler ne kadar zayıf bu ülkelerle, haklarında hiçbir şey bilmiyorum. Bu beni rahatsız etti. Kendime dair bir rahatsızlık hissettim romanı bitirdikten sonra.
Doğanın romanda aldığı pay bir karakter yaratıyor, doğa edebiyatın bir unsuru. Ortak bir kültürümüz yok orada anlatılan yerlerle. Hakkında hiçbir şey bilmediğin bir coğrafyaya dair şeyleri okuyunca merak ediyorsun. Ama okuduğum bazı paragraflarda ortak şeyler gördüm. Çocuk yaşta öldürülen hükümdarlar, entrikalar, hükümdarlık ilişkilerinin benzerliği. Bu bende bir merak oluşturdu. Bilgi toplama isteği, soru sorma isteği yarattı.
Ghosh’a ilk soruyu ben sormak istiyorum.
Anne diliniz Bengalce. Kalküta’da doğdunuz. İngiltere’de yaşadınız. Amerika’da oturuyorsunuz. Çok uluslu, çok dilli bir yazarsınız. Yurt sizin için ne ifade ediyor?
İlk önce sizi, böyle bir üniversitede okuma ve çalışma şansına sahip olduğunuz için, çok kıskandığımı söylemek istiyorum. Ev, yurt çok karmaşık bir terim. Diplomatik bir hayatım oldu benim. Nerede yazarsam orası benim yurdum. Brooklin New York, Goa Hindistan, bir masadan diğer bir masaya seyahat ediyorum. Hepsinde çok iyi çalışıyorum. Bugünün dünyasında bu artık çok normal. Hindistan’da bir sürü farklı dil, din ve ırk var. Her çeşit insan barındırıyor. Büyük bir ülke, çok seyahat etmek zorundasınız. Çocukluğumdan beri alıştım sıkça seyahat etmeye. İngilizce yazmaya başladım çünkü eğitimim İngilizceydi. Zaten artık herkes İngilizce bilmek zorunda, dünyanın işleyişi böyle.
Diğer sorular moderatör Barış Büyükokutan ve dinleyicilerden geliyor.
Ayfer Tunç ve Amitav Ghosh, iki romancı da birbirine geçmiş, birbirine dolaşmış hikâyeler kuruyorlar. Karakterleri çok fazla. Bu neden acaba?
Amitav Ghosh
Evet, Ayfer Tunç İstanbul gibi büyük bir şehirden. Ben de öyleyim. Kalabalık şehir, kalabalık ev. Akrabalar, arkadaşlar. Bu mutlaka yazıma sızmış olmalı.
Ayfer Tunç
Galiba benim olayım biraz farklı. İnsan hikâyelerine karşı aşırı bir ilgim var. Onun için Karakterler çok hikâyelerimde. Deliler Evi başka bir problemden doğdu. Memleket deliriyordu gerçekten. Feyyaz Kayacan’la birlikte bir çalışma yapmak istiyorduk. Taslak olarak bu roman çıktı. Arkadaşım Murat Gülsoy’a okuttum. Beni çok heyecanlandıracak şeyler söyleyince oturup yazmaya başladım. Büyük bir şehirde durmadan insan hikâyeleri çıkıyor ortaya. Ve hepsi de bir şekilde birbirine değiyor. Bir yerlerde birleşiyor.
İki yazarımız da romancı olarak dünya inşa ediyorlar. Bir Maniniz Yoksa Annemler Size Gelecek’te küçük malzemelerle bir dünya inşa ediyor Ayfer Tunç. Bu yaratma süreci nasıl gelişiyor?
Ayfer Tunç
Bilmiyorum. Size hep verdiğim cevabı vermek zorundayım. Yazar alacakaranlıkta yazar. Bilinç dışından doğan unsurlar var, bunlar dışarıdan romana transfer ediliyor. Planlamadığım şeyler oluyor yazıda, yol değişimi oluyor. Sonra bu unsurlarla bir metne göre ilişki oluşturuluyor.
İki tür yazar var. İçeriden dışarıya doğru yazanlar. Bir de dışarıdan içeriye doğru yazanlar. Sanırım Gosh ve ben, ikimiz de aynıyız. Dışarıdan içeriye doğru yazıyoruz.
Amitav Ghosh
Figüratif ve abstrakt resim olarak düşünürüm ben de. Ayfer Tunç çok haklı. Benim için bir dünyayı romana koymak çok heyecan verici. Romanı okuyanlar, orada kurduğum dünyanın artık unutulmuş olduğunu söylediler. Hatırlamak keyif verdi okuyuculara. Çok gurur verici bu benim için. Bilmek ve yazmak ikilisi diye düşünürüm romanı.
Amitav Ghosh acaba kimleri okumayı seviyor, kimlerden etkileniyor?
Ana dilimde yazılmış kitaplar, sizin adını bile duymadığınız Hintli yazarlar. İngiliz yazarlar. Liste vermek çok zor. Bengalli yazarlar var, hiç duymamışsınızdır. Melville, Balzac, Thomas Mann’dan Buddenbrooks Ailesi mesela. Bizim evde herkes okurdu, etrafta hep kitap vardı. Kuzgun gibi ben de hep kitap toplardım. Amcam da yazardır. Aynı soruyu ben de ona sormuştum. Gogol, Steinbeck, Gorki diye cevap vermişti bana. O kadar farklı şeyler var ki okuyacak, üzerinde düşünecek.
Doğulu bir yazar olarak size de neler yazmanız konusunda baskı var mı?
Yazarken baskı hep var. Ben kim okur bunu diye düşünmüyorum, geliyor yazıyorum. Zaten diğer türlüsü yanlış bence. Yazı okuyucusunu yaratır, okuyucu yazı yaratmaz.
Kökleriniz nerede?
Ben hep kendi deneyimlerimi yazmak istedim. Beni ilgilendiren şey köksüzlük belki de. Dünya hep kesişmelerin olduğu bir yer. Geliş gidişler, karşılaşmalar. Birleşmeler. Bir yerde olan şey diğer her yeri etkiliyor. Resimde de böyle. Bir yerde bir şey yapılıyor, herkes bundan etkileniyor. Bu bağlardan kaçış yok.
İkinizin romanları arasında bir akrabalık var mı?
Ayfer Tunç
Ghosh’un Sırça Saray romanını okurken kendimle epey bir akrabalık hissettim. Çok karakterli, çok anlatılı bir metin. Dallanıp budaklanıyor. Tematik olarak da bir akrabalık var aslında. Bengal, Hindistan, Burma, koca bir coğrafyayı kat ediyor. Oradan hikâyeler var. Kaygısı da benziyor. Bence akraba ayılırız.
Amitav Ghosh
Ben hayatlarla ilgileniyorum. Hayatların manası, dokusu. Benim gibi olmayan insanlar. Kadın karakterleri yazmayı çok seviyorum. Sınırların dışına çıkmak çok heyecan verici bence yazarken.
Bir yazar toplumda yaşanan başkaldırıları veya politik olayları yazmak zorunda mı?
Ayfer Tunç
Sanat kendi içindir. Gezi olaylarını ben toplumcu sanat yapıyorum diyen biri kullanabilir. Ben kendimi türle tanımlamayı sevmiyorum. Gerçek sanat eseri onun size hissettirdikleridir. Bundan etkilendim, şimdi oturup yazayım, demek iyi romancılık değil.
Amitav Ghosh
Ben de aynı şekilde düşünüyorum. Çok yanıltıcı olabiliyor politikayı yazıda kullanmak. Gösteriş sadece, başka bir şey değil. Politika hayatın içinde var ve siz hayatı yazıyorsanız zaten ister istemez politikayı da bir şekilde yazmışsınız demektir. Bunu herkesin gözüne sokar şekilde yapmanın bir manası yok.
Yazmasaydınız ne yapardınız?
Amitav Ghosh
Yazmadan duramıyorum. Sabah kalkar kalkma yazmaya başlıyorum. Yalnızlık getiriyor yazmak. Benim tek sevdiğim, yapabildiğim şey bu.
Ayfer Tunç
Bu o kadar da büyütülecek bir şey değil. Eminim yazmayan insanların da var oluş meseleleri var, onlar da düşünüyorlar. Bence bu araçları biraz büyütüyoruz. Herkese göre farklı araçlar var. Benimkisi yazmak. Bir tek hayatım var ve bana yetmiyor bu. Sayısız hayatı tecrübe etmek için yazıyorum. İyi veya kötü fark etmez. Dışarıdan şeyleri yazabilmenin yolu bu.
Tezer Özlü içeriden dışarıya yazan bir yazardı. Başka bir hayata tutunma yoluydu bu onun için. Hiçbir sanat dalına hak ettiğinden fazla saygı göstermeye gerek yok. Kutsallaştırılmış yazma anlayışından hoşlanmıyorum. Büyütmeye gerek yok. Yirmi beş yıldır yazıyorum ve şmdi hatırlamıyorum ismini, bir yazar söylemişti.
Bırakabilen hemen bıraksın yazmayı. Bırakamıyorsanız zaten hep yazacaksınız demektir.
Füsun Çetinel
Sevgili Sait Usta
Yıllar yılları, günler günleri arsız köpekler gibi kovalar, bizlerse hayat denen lunaparkın vagonlarında bir aşağı bir yukarı yüreğimiz ağzımızda inip çıkarken, aylardan mayıs günlerden cuma oluverdi ve biz hikayeseverlere ada yolları göründü yeniden.
Belki de çoktan bıktın sen bizlerden! Akın akın, plastik galoşlarla evini dolduranlardan, teklifsizce en mahrem odalarına dalanlardan. İnsanlar böyle işte, bunu senden iyi kim bilebilir ki? Kör ölür badem gözlü olur. ''Kıymetimi yaşarken bilselerdi ya,'' dediğini duyar gibi oluyorum. Hatta duyuyorum bile.
Ada’na Medarı Maişet Motoru ile gelmedik ama bizim gemi de hiç ondan aşağı kalır değildi hani. Kimler yoktu ki içinde? Adalara pazar kurmak için mallarıyla gelenler. Yazlıkçılara eşya taşıyanlar. Öğrenciler. Okulu asıp pikniğe gelmiş tazecik kızlar, oğlanlar. Evde kalmış kızına, koca dilenmek için mum dikmeye niyetlenenler. Bir de biz vardık işte. Hikayeseverler, Sait Faikçiler. Senin dilinde, Birtakım İnsanlar. Hava şıkır şıkır. Deniz köpük içinde. Savaşı, cinayeti, hırsı, itişmeyi, yalanı dolanı şehirde bırakmanın tatlı rehaveti çökmüş üzerimize. Sohbet bir tatlıydı sorma. Gitsek gideriz umursamadan deniz, şehir, ülke, dünya bitene kadar.
O salkım salkım, cıvıltılı insanların çoğu Büyükada’ya gidiyormuş. Ancak bir avuç insan indik Burgaz’a. Rıhtım boyu sırnaşık kediler karşıladı bizi, Ergin’e kadar da eşlik ettiler. Kahve keyfimize ortak olmak için beğendikleri kucaklara yüzsüzce kıvrıldılar. Sıkıysa at kucağından, siyah beyazlısı ağzımın payını verip elimi dişleyiverdi. Paytonlar geldi paytonlar geçti. Kucağımızdaki kediler kadar mayıştık biz de. Kimsenin kalkıp gidesi yok. ''Pazarı öğlen topluyorlarmış hanımlar,'' deyince herkes kendine geldi de yeniden yola koyulduk. Ama önce kilise! Mumlarla birlikte dileklerimizi de tutuşturduk. Sağlık, barış, huzur, bereket iyiliğe dair her bir şeyi diledik. Belki bu kez tutardı dilekler.
Pazarda, Bulgarlardan domuz sosisi ve gravyer peynir aldık. Aldığımıza da bin pişman olduk sonradan. Sen sen ol sakın bir şey satın alma onlardan. Sosislerin içinden ne olduğu meçhul uzun bir kıl çıktı, üstelik nişastayı da basmışlar içine. Anlayacağın sosisten başka her şeye benziyordu. Dış kabuğu plastikten. Gravyer peynirini ise hiç sorma. O da ayrı bir rezalet! Peynir değil süt aromalı kireç püresi.
Kalpazankaya’ya çıkan yolda çiçek, böcek, kertenkele, kaplumbağa, kadidi çıkmış beyaz kısrak, tülüş kuyruklu tay, yasemin kokulu denize uzanan keyifli balkonlar derken, gördüğümüz her şeyi huzurlu, sakin, pek dost sanırken, adı üzerinde Kalpazanların kayasına vardık. Tapusu mu olurmuş Allahın kayasının demek geldiyse de içimden sustum. Kalpazanlara rast geldik, kelle başı elli papeli kareli masa örtülü denize nazır tahta masalarda bir şişe soğuk bira, birkaç halka kızarmış kalamar, az yeşil salata ve bir avuç deniz börülcesinden oluşan yemek karşılığı bırakıp kalktık. Ağaçtan kızarmış yeşil erik kopardık, neyse ki bedavaydı. Kıyıda Marmara’nın serin sularına ayak parmaklarımızı da şöyle bir daldırınca rahatladık. Tuttuk müzenin yolunu.
Ziyaretçilerin sana yazdıkları mektupları yenidünya ağaçlarının arasına gerdikleri iplere asmışlar. Ne günlere kaldık, dedim içimden. Kimsenin özeli kalmadı bu zamanda. Her şey vitrinlik oldu. Hiçbirini okumadım, okuyamadım şahsen. Aralarında kendi mektubumu görmekten feci korktum. Kitaplarını da satmaya başlamışlar müzenin içinde. Medarı Maişet Motoru’nu satın aldım. En sevdiğim kitaplarından.
Bir hovardalık yaptık bari tam olsun dedik, Ergin’de vişneli milföy yemeğe gittik. Sabahtan parasını verip ayırtmıştık zaten. Yoksa akşamüstüne kalmıyormuş bu leziz pasta. Her katı çıtır çıtır, muhallebisi tam kıvamında bir lezzet bombası. Kalorisini ise ne sen sor ne ben söyleyeyim!
Her yıl Ergin’de gördüğüm bir madam vardı. Köşedeki masada tek başına oturur, sabah çayını içerken ponçiğini yerdi afiyetle. Üç dört yıl üst üste fotoğrafını çekmiştim. Hep aynı masa, hep aynı saat, hep aynı kıyafet. Kiminde kısa saçlı, kiminde uzun. Baktım bir başkası oturuyor yerinde. Bilsen sen bilirsin usta. Ne oldu o madama? Her Cuma kilisede mum diken bir de matmazel Fotika vardı? Ya o? Barba Todori’nin torunu Aleko? Ağlarını usul usul, onaran Hıristo? Hep eski bir dost aradı gözlerim ama nafile.
Dediğin gibi… Yazdığın gibi…
Bir dost bulsam, onunla düşündüklerimi münakaşa edebilsem, ne iyi olurdu! Yalanı, gerçeği, iyiliği, fenalığı… Mevzu dolu kardeşlik!*
Seninle bir karşılaşabilseydik! Dediklerini, demediklerini, yazdıklarını yazmadıklarını, düşündüklerini düşünmediklerini, ne varsa konuşurduk. Olmadı işte, vapur geldi ayrılık vakti. Belki başka bir sefere.
*Medarı Maişet Motoru
Sait Faik’in kaleminden bir ilk romandır. Henüz Yeni Mecmua’da tefrika edildiği sırada (1940-41) dönemin baskıcı siyasi ortamında sakıncalı bulunup roman olarak yayımcı bulmakta zorlanacak ve Sait Faik’in annesinin maddi desteğiyle Ahmet İhsan Basımevi’nden 1944’te yayımlanacaktır. Ancak dağıtılmaya başlanmışken bakanlar kurulu kararıyla toplatılan roman, kimi paragraflar çıkarılarak Birtakım İnsanlar adıyla 1952 yılında okuyucusuna kavuşur. İş Bankası Kültür Yayınları, Medarı Maişet Motoru üzerinde yıllardır süren sansürü kaldırıyor ve ''tehlikeli'' bulunarak çıkarılan kısımları koyu harflerle vererek yapıtı eksiksiz bir şekilde bizlere sunuyor.
Füsun Çetinel
Pek sevgili Sait Faik
Beni hatırlar mısın, bilemem. Sana daha önce de birçok seferler mektup göndermişliğim var, ama eline ulaştılar mı emin değilim. Hiç cevabın gelmedi çünkü. Bu mektubu sana en samimi hislerimle yazıyorum. Sakın fazla senli benli olduğumu düşünmeyesin. Senin samimiyetten, basitlikten yana olduğunu hikâyelerinden bildiğim için, kendimde ‘sen’ diyecek cesareti buldum. ‘Siz’ deyip de lüzumsuz ekleri kullanmanın manası yok değil mi?
Senin çok büyük bir hayranın ve yakın takipçinim. Adada geçen küçük yaşam parçaları, kışın yemek bulamayan kediler, kuşlar, ada insanları, okurken kendimi onlardan biri gibi hissetmeme sebep oluyor, senin o kısa hikâyelerin beni sıcacık sarmalıyor.
Adaya ayak basar basmaz vefatını yaşlı bir madamadan öğrendim, inan olsun önceden haberim olsaydı, hiç cenazene gelmemezlik eder miydim? Büyük bir yeis içindeyim bilesin. Ama ne yapalım, ölenle ölünmüyor. Adada ne işin var bu geç Eylül günü dersen, işin aslı şu.
Yazı gurubu olarak, başımızda sevgili öğretmenimiz, otuz kadar kadın, bir erkek, bir çocuk, kimimiz Kabataş’tan, Kadıköy’den, kimimiz Bostancı’dan kafileler halinde bağırış çağırış Burgazada iskelesine indik. Gezeceğiz, göreceğiz ve yazacağız dedik. Aman o vapurun hali neydi öyle? Ben deyim bin, sen de iki bin kişi. Yani lafın gelişi. Öyle kalabalık işte. Meğer Büyükada Aya Yorgi dilek günü imiş.
Çoğunluğu kadın gurubumuz, daha kendimizi adaya atar atmaz, hemen çekirgeler misali iskele karşısındaki Ergin pastanesine hücum ettik. Sanırsın ki herkes kıtlıktan çıkmış, aç bir ilaç. Herkes pasta börek tepsilerinin başına üşüştü, kimi küçük pizzalardan alıyor, kimi ponçik, üzümlü kurabiye. Ay ben rejimdeyim, hamur işi yiyemem, diyen kadının teki tabağını tepeleme doldurdu valla. Gözlerimle gördüm yani. Neyse efendim, senin de anlattığın gibi buranın kedi ve köpekleri malumunuz üzerine pek bir samimi ve talepkar. Hemen yanımızda bitiverdiler, patileri kucağımızda. Yemek isterler. Dedikoduyu hiç sevmem, bilirsin daha önceki mektuplarımdan, eğer ki eline geçtilerse, ama kadınlar sanki çok ihtiyaçları varmış gibi her bir şeyi silip süpürdüler. O aciz hayvanlara zırnık koklatmadılar. Bir ben, bir de çocuk artık bunlardan ne kaçırabildikse, biraz verdik hayvanlara.
Canım Sait Faik, oradan kimimiz faytonlara bindi, kimimiz tabanvay. Tuttuk Kalpazankaya’nın yolunu. Ben, can arkadaşım, bir diğer ortaokuldan arkadaşım ve yazı arkadaşlarım senin evin yolunu tuttuk. Aman aman, o canım ev ne halde. Kapı pencere yerle bir. Viran vaziyette. İçeride dört iskemleden başka bir şey kalmamış. O da kim bilir ne vaziyette? Cama dişleri dökük, başı ak tülbentli aksiden bir ihtiyar çıktı. Burada görecek hiçbir şey yok, deyip bizi kışkışladı. Bahçenin her yerini yabani otlar bürümüş, ayıklayasım geldi valla. Ama vakit kısıtlı, zaman yok. Neyse çıkalım bari, derken senin oturan heykelin ile göz göze geldim. Ne yakışıklı adammışsın! Arkadaşa dedim ki, ben kucağına oturayım, resmimizi çek. Hakikaten de çok güzel bir resim oldu. Benden gördü ya, hemen o da çektiriverdi bir güzel. Pek bir samimi oturdu kucağına, gözümden kaçmadı, hiç tasvip etmedim. Üstüme vazife değil de, işte.
Ne muzip adamsın sen ya! Evine giremedik, ama o gün semt pazarı varmış sokağında. İşe bak! Kesin senin parmağın var bu işte. Benim pazar manyağı olduğumu biliyorsun, artık eminim. Okumuşsun sen benim mektupları. Beş altı kadın hemen daldık aralarına. Ben bir bluz aldım, bir diğeri gecelik. Ha, bir de oyuncakçıdan kurulunca davul çalan küçük plastik palyaço aldım. Sevaptır çocuk oynasın, canı sıkılmasın o kadar kadının arasında, diyerek. Aklımız mandalinalarda kalmadı değil. Nafile. Taşıyacak yer yok.
Yolda küçük bir kilise var ya. Ona girip mum yaktık. Ben tam iki dilek dilerken, bağırışlar duyup dışarı fırladım. İşe bak sen! Otuz senedir görmediğimiz çok sevgili bir arkadaşımız pazar çantası ile kilisenin önünde. Sarıldık, öpüştük, koklaştık. O zamanlar pek bir asiydi, sigara içerdi, okulu kırardı. Saçları da kızıldı. Şimdi sarışın olmuş. Boya tabi ki. Hemen gitmesi gerekiyormuş, ayrıldık. Dileklerim büyük ihtimalle tutacak, yukarıdakinin bir işareti işte, dedim kendi kendime. Bak çok başını ağrıttıysam eğer kusura bakma. Seni kendime yakın gördüğümdendir tüm bu samimiyetim.
Senin şu meşhur Hişt! Hişt hikâyen var ya. Pek severim. Oradaki papazı da, sapkın oğlunu da göremedim. Kuzu da yoktu zaten ortalıkta. Ama iki tane beyaz başıboş at vardı. Köpekler bunlara havlayınca, atlar bir azdı ki hiç sorma. Dörtnala, tozu toprağa katıp üstümüze geldiler. Ben hemen yola fırlayıp, onları kontrol altına aldım da, kadınları kurtarıverdim. Görmeliydin.
Konuşa, güle Kalpazankaya’ ya vardık. Garsonlar bize gölgelikte kocaman iki masa yaptılar. Bir tarafta hamaklar, salıncaklar. Bir tarafta Yassı ada. Deniz lebi derya. Çam ağaçları. Bir tarafta mis gibi tuvaletler. Yani rahatımıza diyecek yoktu. Birayı, kolayı içen soluğu tuvalette alıyor. Yorulan kendini hamaklara atıyor. Oh! Palamut, salata, kalamar, fava, patlıcan salatası söyledik. Her şeyi silip süpürdüler yine. Ben iştahsızdım biraz, pek bir şey yiyemedim. Resmim var zaten, görürsün. Hep keşke Sait Faik de aramızda olaydı da, onunla bir bira tokuşturaydık, birbirimize hikayeler okuyaydık, dedim. Gözlerim nemlendi.
Masanın başındaki ekmek sepetine adanın kuşları, serçeleri üşüştü. Kendilerinden büyük ekmek dilimlerini didiklemeye daldılar. Kokoş kadınlar, kuş gribi oluruz, diyerek ekmekleri yemediler. İyi de oldu! Sonra kahve söyledik, ikramları imiş. Düşünceli bir arkadaşımızda yanında lokum getirmiş. Pek iyi gitti valla. Garson hesabı yaparken bayağı bir zorlandı. Ne yemişiz azizim.
Aşağı iniş çok keyifli oldu. Manzara, deniz, güzel evler, köpekler, kediler. Kafamızda şekillenmeye başlayan hikâyeler. Senin Burgaz’ından hepimiz pek bir memnun kaldık açıkçası. Kapanışı iskelenin oradaki Teras kafede yapalım dedik. Sütlü tatlı yemekti niyetimiz, kısmet değilmiş. Kış sezonuna girmişler. Biz de kahve içtik, fal baktık. Üstüne Sinem’de dondurma yedik. Son bir gurup resmi derken vapur geldi. Sabahkine kalabalık demiştim, meğer o bir şey değilmiş. Aman bir insan seli. Et et üstüne. Ayakta duracak yer yok. Her yer kesin dönüşçülerin valizleriyle kaplı. İtişen formalı öğrenciler. Sırt çantalı bitli turistler. Bir de rüzgâr. Far far. Saç baş bir tarafta, serseme döndük. Zaten o kadar yemeğe bir ağırlık da mevcut, hali ilen gözler kapanıyor. Neyse efendim zahmetli bir dönüş yolculuğu sonunda, kendimizi Kabataş’a attığımızda, inan olsun evimizin yönünü unutmuştuk. İskelede sersem tavuklar gibi bekleşip durduk bir süre.
Sana yazacağım bu kadar Sait Faik. Velhasıl güzel bir gün geçirdik! Adada sana rastlayamadık ama kitabın çantamda, gün boyu seni de, hikâyelerini de hep dolaştırdım çarşı pazar yanımda. Son cümle biraz devrik olmuş diyenleriniz çıkarsa eğer, bilin ki Sait Faik böyle istediği içindir. Şiiri çok severdi kendisi. Benim onu sevdiğim gibi.
Füsun Çetinel
Yazar olamadın...
bari bir andromeda kadını olaydın ya.
Ataydın sarp kayalara kendini, ciğerlerini yırta yırta şöyle bir bağıraydın. Yetişin kimseler yok mu? Kimse yardım etmeyecek mi bana? Kurtarın beni bu hayattan. Belki atlı bir prens uçarak gelirdi bir yerlerden, çeker alırdı yanına.
O karı bile elindeki üç beş öyküyle kitap bastırdı ya. Helal olsun daha ne diyebilirim ki? Tanrı anlatıcıyla üçüncü tekil anlatıcının farkını bilmeyen cahil yazar. ‘’Ben ben’’ diye okura böğüren yazar. Oldun mu böyle olacaksın, her şeye karşı cahil, deli cesaretin olacak. Uzun uzadıya tartmayacaksın hiçbir şeyi. Kendi ayaklarının üzerinde duracağım diye inat etmeyeceksin. Bak işte el yapıyor. Bir sen beceriksizsin, kendim yapabilirim, kuvvetliyim diye bas bas bağırırken bile acizsin.
Annem mi konuşuyor bir yerlerden?
Kadında ne hırs varmış ama. Hocanın altından girdi üstünden çıktı. Sen daha uyuz uyuz, yok yazamıyorum, şöyle oldu böyle oldu diye titizlenmeye devam et. Bir öyküye iki yılını ver, orası potluk yaptı, şurası bol geldi derken millet malı götürsün. İkinci kitabı da çıkarır üçüncüyü de! Sana göre değil kızım bunlar. Olaydın bir andromeda kadını, kıraydın kıçını, yanaşaydın bir edebiyat müdürünün koltukaltına. Üstat siz bir harikasınız, hocam bir tanesiniz, siz dünyanın yazarısınız, her şeyi en iyi bilensiniz. Öykülerime şöyle bir göz atar mısınız? Olmuş mu üstat? Deseydin o da olmadı, kötü bir hastalığım var kitabım yayınlanmadan ölmek istemiyorum diye sızlansaydın biraz.
Edebiyat camiasının doğrucu davudu olmak zorunda mısın sen? Adam iki kelimeyi bir araya getiremiyorsa varsın getirmesin. Türk edebiyatını kurtarmak senin gibi zavallı bir kadına mı kaldı? Ne haddine. Her köşe başını tutan dinozor, pos bıyık top sakal edebiyat müdürleri herkese yeter de artar. İki erkek yazar bellemişlerdir, o kadar. Feodal kemerin altından geç geçebilirsen. Onlara kadar yazarsan, Perseusçuluk oynamalarına, seni kurtarmalarına izin verirsen ne ala.
Dosyanı on sekiz yayınevine de, otuz sekiz yayınevine de göndersen ne fark edecek? On beş yerden aynı ukala ret cevabını alacaksın. Diğerleri onu bile çok görecekler. Basmayız da basmayız diye tepinecekler. İnadın boşuna.
Güzel Türkçe yazmakla, farklı olmakla ilgisi yok bunun. Kendilerine ağır edebiyatçı dedikleri sürüye katılacaksın, aynı yontu fikirleri savunacaksın. ‘’Okuyucunun istediği gibi yazmamayı tercih ederim,’’ demeyeceksin bu camiada. Bir ölçek terör, iki ölçek taciz, biraz Berkan, biraz Kürtler, duran adam, ha üzerine de kadın cinayetlerini serptin mi azıcık, tadından yenmez olur öykülerin. Ödül bile kaparsın.
Koca yok, çocuk yok, ev yok, kurumsal bir işim yok,bir kitabım bile yok! Ne için yaşıyorum ben? Niye bu kadar okumak, gelişmek, fikir üretmek, kayalardan ben buradayım diye ufka seslenmek? Ayağı kanatlı bir kahraman bozuntusu için mi tüm çırpınışlar? Kimseye muhtaç olmamak, kurban olmamak için yırtınırken onu mu çağırıyorum bilinçaltımda?
Allah cezanı versin senin Perseus! Varmayacağım işte sana!
Füsun Çetinel
General Uçtu
Yazarın son romanı General Uçtu üzerine Galapera’da bir söyleşi gerçekleşti. Moderatörlüğünü sevgili Jale Sancak ve Nursel Duruel yaptı. Ayrıca romanı filme çekecek olan tiyatrocu Ayhan Kavas ve başka değerli edebiyatçılar da aramızdaydı.
Söyleşiyi çikolatalı bir pastanın mumlarını üfleyerek açtık. Jale Sancak’ın ilk romanı Fırtına Takvimi’nin Duygu Asena Roman Ödülü’nü almasını kutladık hep birlikte. Sonra da sözü moderatörlere bırakarak Mehmet Zaman Saçlıoğlu’nu ve eserlerini daha yakından tanımaya çalıştık.
Nursel Duruel
Senin şimdiye kadar çıkan kitaplarına bir göz atalım ilk önce. 1985’de Günden Önce,2002’de Sarkaç, 1994 Yaz Evi (Yunus Nadi ve Sait Faik Hikâye ödülünü almıştı), 1997 Beş Ada, 2002 Rüzgâr Geri Getirirse, 2010 Sur ve Gölge, iki ve Keçi ve şimdi de 2014 General Uçtu. Ben tüm bu kitapların arasında bir bütünlük olduğunu düşünüyorum. Belki bu fikirler çocukluktan beri vardı sende, düşünerek büyüyerek onların çevresinde gelişti meselelerin. Vicdan, adalet, hukuk, intikam gibi kavramları sorguluyorsun son kitabın General Uçtu’da da.
Jale Sancak
Ben de aynı şeyi düşündüm. Vicdan, Türkiye’deki siyasal çalkantılar, darbe dönemi, geriye kalanlar, yaşanan acılar, insanların telef olması, faşizm, dikta. Zaman zaman değişse de belli çizgide, benzer biçimlerde anlatıldı hep bunlar. General Uçtu çok daha sonrasını, farklı bir biçimde anlatıyor, daha önce anlatılan genel çizginin dışında. 12 Eylül darbesinin bir ailenin bireyleri üzerindeki acı izlerini resmediyor ve bir vicdan yoklamasına gidiyor.
Nasıl bir hazırlık oldu bu kitap için?
Hazırlıksız oldu. Ayhan Kavas’ın, kendisi tiyatrocudur ve uzun yıllar Kenterlerde oynadı, bir senaryo isteğiyle başladı. Ayhan film için bir konu özetlemişti. Beş farklı çocuğu olan bir baba olsun, bu baba kaçırılsın ve yıllar sonra hesap sorulsun kendisinden. Senaryo üretmek üzere yazmaya başladım ama bu arada çok şey değişti tabi. Konu, 12 Eylül’de derin yaralar almış bir ailede yaşlı babanın bu yaraların intikamını almak için darbeci Generali kaçırması ve hesaplaşmasıydı. Hikâyenin inandırıcı bir biçimde kurgulanması ve içinin dolması gerekiyordu. Yoksa basit bir polisiye düzeyinde kalabilirdi. Bu nedenle doğrudan senaryo yazmaktansa bir roman yapısı içinde karakterleri oluşturmak ve onların hikâyeyi yönlendirmesini sağlamak doğru olacaktı. Ben de çocukluğunda ve gençliğinde üç büyük darbeyi yaşayan biri olarak zaman zaman düşündüğüm adalet, hukuk, vicdan gibi kavramları bu konu çerçevesinde romanlaştırmaya karar verdim. Böylelikle başta düşünülenden çok farklı bir yola götürdüler karakterler romanı. Değişmeyen şeyler de oldu tabi. Hesaplaşma konusundan vazgeçilemezdi. O dönemin tanıtılması gerekirdi. Bu romanı dört yılda tamamladım.
İdealize bir aile değildi romandaki aile. 1970’lerin ailesiydi. Şimdi bu aile ideal, adeta kusursuz görünüyor bize. Onun için de çok eleştirildi ama o zaman normal aileler öyleydi gerçekten de.
70’li yıllara ilişkin motifler ortaya çıkmaya başlayınca hikâyenin içi doldu. Oyun içinde oyunla başka bir tarafa geçtik. Ve Generalin maskesi çıktı.
Kahramanların seçimi nasıl oldu?
Köy enstitülü, idealist, kendi değerleri güçlü bir karakter seçtim, bunlar ancak sert bir çatışmaya götürürdü hikâyeyi. Böyle bir karı kocanın çocukları da ancak böyle yetiştirilirdi. 1975’de doğan son çocuk apolitik yetişti, tıpkı Türkiye’nin gençleri gibi.
Köy enstitüleriyle doğrudan bir bağım yok ama ilk okuduğum çocuk kitabı Köycü Oktay diye incecik bir kitaptı. Beni çok etkilemişti. O okulların insanlara çok katkı sağladığını düşünüyorum.
Kahramanımız Harun inatçı demek, senaryoda isimler rast gele gelmez, romanın sonuna kadar köy enstitüsü karakterini sürdürüyor. Ben de Ayhan’ın senaryo için bana verdiği şeyleri sürdürdüm.
1990’lardan ve hatta daha öncesinden itibaren oyun edebiyatta çokça kullanıldı. Genelde oyunun kurallarını biliriz. Senin oyununda ise sonuna kadar ne olacağını bilmiyoruz. Bana bu, edebiyatta kullanılan oyunun metaforu gibi geldi.
Öykülerim Beş Ada’dan sonra ben istemeden, farkında olmadan uzamaya başladı. Ne olduğunu tam olarak bilmiyordum. İki ve Keçi novella mı, roman mı bilmiyorum. Şimdi de bu geldi. Kendiliğinden.
Romanda iki temel bölüm var. Oyun düzenli bir hale gelene kadar karakterlerin tanıtıldığı bölüm. Bu bölümde her şey iyice yerine oturuyor, ok iyice geriliyor.
Oyun ne zaman başladı baba, diyor oğlu.
Bilmiyorum, diyor baba.
Sonra oyunun somut başlama anı var. Oyunun içinde kalemin oyunu başlıyor. Oyun kurulurken tiyatrocuların kendi aralarında konuşması var. Shakespeare’in dediği gibi, yaşam bir oyun. Biz bu oyundan ne kadar haz alıyoruz? İşte bu soru önemli.
Bazı temel meseleler var senin hikâyelerinde. Topaç’ta, doğanın oyunu, büyüme meselesi, süreklilik var. Sur ve Gölge’de ise doğanın oyunu var. Bu kitapta da farklı perspektiflerden bakarak vermişsin oyun meselesini.
Romanda tiyatrocuların oyun üzerine konuşması ile yazar okuyucuya şunu der;
Bunu bir oyun gibi oku! Gerçek gibi görme!
Bu kitabın üç katmanlı bir gerçekliği var.
Kitabın sonunda bir “zamansal dizin” yer alıyor. Bu dizinde “romanın gerçekliği”, “yazarın gerçekliği” ve “yaşamın gerçekliği” ile karşı karşılaşıyoruz. Her kurgunun gerçek yaşamdan ve yazarın yaşamından esinleri, gerçek dünyada ve yazarının dünyasında bir yeri vardır. Bu üç gerçeklik her roman için geçerlidir. Romanımda olayların bu gerçeklikler içindeki zamansal sıralamasını yazmak istedim ve sanırım bu, daha önce yapılmamış bir şey oldu. Ayrıca bir pratik yararı da, çok sık geri dönüşler olduğu için romandaki olayların izlenmesinde okuyucuya kolaylık sağladı.
Bu kitapta yazdıklarınla mesafen nedir?
Yazarken kendini çok fazla metnin içine koymak yazarları en çok korkutan şey. Anlatıcı yazar olsa bile başka biri anlatıyor gibi olmalı. Didaktik olmamalı. Kafada başka birini, belki tanıdık biri olabilir bu, yaratmak gerek. Onun tavrı davranışı olmalı.
Bütün karakterlerde ufak ufak bana dair bir şeyler mutlaka var.
Ben romanı yazdığımda senaryo yoktu daha. Sonradan yazıldı. Bazı farklılıklar oldu.
Ayhan Kavas
Filmi farklı olmak zorunda aynı kişi için farklı karakterler kullanamayız. Bu film Harun’un hikâyesi olmak zorunda. Daha hangi karakteri oynayacağıma karar vermedim ama ben de olacağım filmde.
Romanın anlatımına bakalım biraz da. Net, sade, kısa cümlelerle yazıyorsun. Olan her şeyi somut ve canlı görüyoruz, sanki bir filmi seyrediyoruz. Her kitapta anlatım seçimi nasıl?
Kitap tanımlıyor sanırım anlatımı. Konu bir şey getiriyor. Derinleşme ve pencereye uygun bir dil buluyorsunuz. Bu romanda gerçekten çok yüklü sahneler var, onları edebi cümlelerle daha fazla ağırlaştırmaya gerek yok. Dil ağırlığı olayların etkisini azaltabilir.
Mehmet Zaman Saçlıoğlu’nun harika deneme yazıları da var. O usta bir denemeci. Arkasında çok iyi bir birikimi var.
Dünyanın Öyküsü dergisinde deneme yazıyorum.
Yazarımız belki bir gün denemelerinin hepsini bir kitapta toplayabilir, çok önemli bir kaynak olacaktır bu bizlere. Bu güzel söyleşi için teşekkür ediyor ve ileride bir gün deneme üzerine bir söyleşi gerçekleştirme sözü alıyoruz ondan. Yine Galapera yine muhteşem bir söyleşi!
Füsun Çetinel
Sait matbaanın paslı kepenklerini zorlanarak açtı, bismillah çekip sağ ayağıyla girdi içeriye. Girişteki devetabanının toprağına kaydı gözleri. Kurutmuşlar zavallıyı yine, diye söylendi. Çalışanların hiçbiri yoktu görünürde. Köşedeki pastanede kahvaltı yapıyor olmalıydılar.
Bugün sinirlenmek yok Sait Efendi, dedi kendine. Çay suyunu ocağa koymuştu ki sesler duydu.
Günaydın. Açık mısınız?
Buyrun?
El ilanı basıyor musunuz? Hani şu posta kutularına atılanlardan?
Matbaa yazıyor ya tepede.
Şey, biz yeni bir iş kuruyoruz da. Pek tecrübeli değiliz.
Gelin bakalım. Çalışkan gençleri pek severim. Bak, benim elemanlar daha yok görünürde. Onlar patron, ben çalışan sanki. Kahvaltı bile yapamadım daha.
Mehmet ve Rıza, yirmilerinde iki genç, ne diyeceklerini bilemeden girişteki iskemlelere iliştiler. Kuzguni siyah saçlarını jöleyle havaya dikmiş zayıftan gençlerdi. Bir örnek beyaz gömleklerinin üzerine siyah parlak ceketler giymişlerdi. Rıza masanın üzerinde duran kataloga uzandı, parmaklarını tükürükleyerek sayfaları rastgele çevirmeye başladı. Renkli menüler, parlak davetiyeler, biletler, kartvizitler, zarflar süslüyordu sayfaları.
İzin almadan ne karıştırıyorsun adamın masasını, diye alçak sesle tersledi Mehmet. Sait içeriden bir tepsi içinde üç bardak çayla çıkageldi. Sevmişti bu iki genç oğlanı. Heyecanlarını, çekingenliklerini. Kendi gençliğini, işini ilk kurduğu yılları hatırladı. Kim bilir İstanbul’un hangi semtinde oturuyorlardı? Yanında bunlar gibi bir sürüsü çalışmıştı kırk yıllık iş hayatında.
Yanılmazdı Sait. İnsan sarrafı olmuştu bunca yılda. Bunlar farklıydı. İkisine de kanı kaynamıştı. Kenar mahalle yeniyetmelerinin arsızlığı, yırtıklığı, uyanıklığı yoktu bu iki oğlanda.
Logonuz var mı bakalım sizin? Yaptığınız işin resimleri falan?
Kapattığımız işle ilgili bir el ilanımız vardı. Üzerinde internet adresi, cep telefonu, adres falan yazıyordu. Bu sefer resimli, daha gösterişli bir şeyler istiyoruz.
Her iş kötüye gidiyor zaten. Ülke çok şahane, gelişiyor, gelecek vaat ediyor diyorlar da… Kandırmaca hepsi. Ancak günü kurtarıyoruz.
Halı yıkama fabrikamız vardı. Dört arkadaş ortaklaşa kurmuştuk. Babalarımızdan para almıştık. Bizim gibi çok yer vardı, rekabet edemedik. İş hepimizi doyuramadı. Kapatmak zorunda kaldık. Yer Mehmet’in babasının. Minibüs benim, krediyle aldım. Daha borçları bitmedi. Madem bildiğimiz iş bu, dedik. Yine yıkama işi yapacağız.
Yazık olmuş gül gibi işinize. Madem durum bu, size şahane bir broşür yapalım. Müşteriler kapınızda kuyruk olsun.
Bilmem ki? Bizim müşteriler şey…
Bak üzüldüm şimdi, babalarınıza da yazık. Para kolay kazanılmıyor. Sizleri pek sevdim. Şimdinin züppelerine benzemiyorsunuz. Biliyor musunuz benim hiç çocuğum olamadı. Kısmet değilmiş. Neyse çaylarınızı soğutmayın.
İki genç aynı anda çaylarına uzanıp içmeye başladılar.
Şimdi işimize bakalım. Kaç tane broşür yaptırmayı düşünüyorsunuz?
Çok lazım. Bu sefer tüm camilere, hastanelere falan dağıtacağız, evlere zaten veriyorduk. Herkes potansiyel müşteri bizim işte. Parası uygun olursa çok yaptırırız değil mi, Mehmet?
Mehmet kafasını sallamakla yetindi.
Şimdi iyice gözüme girdiniz. Girin camilere, iş oralarda artık. Bak her yer cami inşaatı, sokaklar hacı hoca kaynıyor. Camilerde boydan boya halı var, çok iyi düşünmüşsünüz.
Yok, artık halı değil de… Biz başka şey…
Şöyle üçe katlamalı bir şey mi olsun?
Mehmet sendeki broşürü çıkarsana. Bizim bir arkadaşın waffle dükkânı var aşağı mahallede, broşürünü çok beğendik. Parlak, renkli.
Mehmet blucinin arka cebinden buruşuk bir broşür çıkardı. Özenle açıp düzledi. Ön tarafında üzeri bol kremalı, muz ve kivi dilimleriyle süslü kocaman bir waffle fotoğrafı vardı. Etrafına en iştahsız insanın bile aklını çelecek cinsten dondurma, ananas dilimleri, mango, çikolata topları ve renkli şekerlemeler yerleştirilmişti.
Merak etmeyin ödeme konusunda her türlü kolaylığı yaparım. Ama siz de işinize dört elle sarılacağınıza söz verin bana. Babalarınızı daha fazla üzmek yok. Ne iş yapıyorlar?
İkisi de emekli. Geçen yıl bizim mahalleye dozer girdi. Herkesi uzaktaki yeni yapılara taşıdılar. Gitmek istemedik. Şansa bizim evin bir kısmı yıkımdan kurtuldu da Mehmet’le ben orada kalıyoruz. Karışan görüşen de yok.
Bir başınıza zor değil mi? Kim yemek pişiriyor size? Kim çamaşırınızı yıkıyor? Genç çocuklarsınız.
Dışarıda bir şeyler atıştırıyoruz, akşam da yumurta ekmek idare ediyoruz. Anam arada gelip çamaşır temizlik falan bizi toparlamak istiyor da, babam kızıyor. Yemin verdirdi, bunlara arka çıkmak yok artık diye.
Kızdırdık adamı. Biraz da kredi kartı borçlarımız var ayıptır söylemesi.
Sait gömleğinin ilk düğmesini açtı. Saatine baktı yeniden. Dokuzu yirmi dakika geçiyordu. Beş on dakika neyse de. Çalışanların hepsini karşısına dizip konuşmalıydı artık. Rıza’yla Mehmet yerlerinde kıpırdandılar.
Ben borcu harcı hiç sevmem. Ayağı yorgana göre uzatmakta fayda var.
Mehmet’in cep telefonu Chopin’in cenaze marşını çalmaya başladı. Göz ucuyla arayan numaraya baktı, açıp açmamakta tereddüt etti.
Cevapla telefonunu. Önemlidir belki, diye ısrar etti Sait.
Hattın diğer ucundaki kadın bas bas bağırıyordu, Mehmet matbaanın dış kapısına doğru ilerledi. Sesini alçak tutmaya çalışıyordu.
Ne var ya anne, ne oldu yine? İşimiz var Rıza’yla. Tamam, bilip bilmeden ne köpürüyorsun. Cahil cahil konuşma ya. Bankadan aradılarsa ne olmuş. Herkes geç ödüyor borcunu. Yeni iş kuruyoruz. Yok, bu sefer farklı. Babama söyleme sakın. Markete işe girmiş dersin. Rıza’dan da bahsetme. İyiyiz işte. Babam da ne yapsam kızıyor. Bu sefer ne? İş güç arasında Sivas’a falan gidemem. Ben evlenmem, umudunu kessin. Babam cumaya gidince bize gelsene. Mantı yaparsın. Temiz çorap falan da kalmadı. Olmuyor işte, kirlenince atıyoruz. Soğuk, çok soğuk. Elektriği kesti şerefsizler. Bir arkadaş var, hallederim dedi. Kaçak. Ufo eşek gibi çekiyor. Gelirsen az bez sucuk da getirsene. Canım çekti. Hadi öptüm.
Mehmet geri gelip yerine oturdu. Cebinden bir tomar buruşuk para çıkarıp Rıza’ya uzattı. Rıza parayı saydı, kendi cebinden de üzerine ekledi biraz.
Yüz lira önden versek. Merak etme seni üzmeyiz, kalanı da işi alırken öderiz. Bize şöyle en şıkından bir şeyler yap, piyasayı yerinden oynatalım. Broşürde anlaşırsak ileride indirim kuponu da yaparız. Bizim işimiz piyasada ilk olacak. Kimseye anlatmadık. Hemen aynısını yaparlar diye korktuk. Bu işler böyle, ilksen eğer parsayı topluyorsun.
Ben sizi yine halı yıkama yapacaksınız zannettim.
Halı yıkamadan iş çıkmayınca, biz de başka şey yıkayalım dedik.
E? Neye karar verdiniz? Merak ettim.
Bak babam gibi kızma sen de.
Kırk yıldır bu işi yapıyorum ben. Neler gördü şu matbaacı Sait.
Şey, eminim bizim işi hiç duymamışsındır.
Sen de hele. Ben duydum mu duymadım mı söylerim.
Ölü yıkama fabrikası kuruyoruz.’
Üstüme iyilik sağlık. O ne demek öyle? Çarpılırsınız valla.
İşte nasıl halı yıkama fabrikası varsa, biz de ölü yıkama işi yapacağız. Düşündük Rıza ile, her gün onlarca insan vefat ediyor. Hem bu yükü camilerin üzerinden de almış olacağız. Cenaze işleri rahatlayacak. Hem de bizim kullandığımız malzemeler daha kaliteli. Özel solüsyonlar kullanacağız. Evden alıp kılıfında, el değmeden istedikleri camiye nakledeceğiz. Kefen bezi de satarız, onun karı da ayrı. Hatta anam çok güzel irmik helvası yapar, lokma döker. Bir razı edebilsem. Bizde proje çok ama aile arka çıkmıyor işte. Babamdan gizliyoruz.
Yoksa köpürür, çok dindar adam.
Kim size ölüsünü emanet eder evladım?
Niye öyle söylüyorsun? Daha işe başlamadan moralimizi bozdun.
Gazetede ne rezillikler okuyoruz. Sonra genç, güçlü kuvvetli çocuklarsınız. Ölü sahiplerinin aklına bin türlü şey gelir… Tövbe.
Yok daha neler abicim? Ben ölülerden korkarım, ellemem. Ne işim olur?
Hem ölülerden korkuyorsunuz, hem de ölü yıkama işine gireceksiniz. Peki, broşürü nasıl yapmayı planlıyorsunuz? Ölülerin resmini mi dizeceksiniz.
İş üzerinde birkaç resim koyarız, ama ölülerin gözlerini bantlarız veya surat kısmını bulanıklaştırırız gazetelerde yaptıkları gibi. Sonra aralara, sünger, kefen, gül suyu gibi şeyler serpiştiririz. Minibüsün resmini de koyarız belki. Üzerinde zaten Halı Yıkama Fabrikası yazıyor, ‘halı’ kısmını çıkartıp yerine ‘ölü’ koyarız. Lüzumsuz masraf olmasın. Evden Camiye Servis deriz büyük harflerle.
Siz benle dalga mı geçiyorsunuz? Kalıbınıza bakan sizi bir şey zanneder. Babanın kızdığı kadar varmış. Gerçekten bu işi yapabileceğinize inanıyor musunuz?
Fikir babası Mehmet. Benim de kafama yattı. Hem ben ölülerden korkmam da. Bu zamanda biraz riske girmek gerek diye düşündük.
Ey güzel Allah’ım. Peki, halı yıkama makinesiyle mi el âlemin ölülerini yıkayacaksınız? Cami, diyanet işleri size izin verir mi hiç?
İzin mi almak gerekir? Ölü sahibi tamam derse başkasına ne ki? Anacığıma nenemin ölüsünü yıkatmışlardı ta yıllar önce, geceler boyunca kâbuslar görüp durdu. Nenemi öyle sere serpe, tebeşir gibi musalla taşında görünce bayılmış. Kendine gelemedi günlerce. Dünya modernleşiyor artık.
Peki, onu anladık ta, ya indirim kuponu? Tövbe Rabbim.
Yemekçisinden berberine herkes veriyor, biz niye yapmayalım?
Oğlum kusura bakmayın ama bu iş yaş.
Sen yap abi, biz kesin kararımızı verdik.
İki genç ayağa kalkıp vedalaşıp ayrılırlarken üç beş genç aceleyle içeri daldı. Metrobüs yolundaki kazayla ilgili birkaç şey söyleyip işlerinin başına yöneldiler. İçlerinden en genç olanı sıkılgan bir tavırla Sait’e yaklaştı.
Biraz avans alabilir miyim Sait abi, kredi kartı ödememin son günüymüş mesaj geldi.
Sait derin bir of çekti.
Ona da peki, dedi, kararlıyım bugün hiçbir şeye sinirlenmek yok.
Füsun Çetinel