Çanak Çömlek Patladı

Sobe Sevgilim


Berna nefes nefese daire kapısından içeri attı kendini. Sırtını sokak kapısına yaslayıp kaldı. Gözleri duvar saatini aradı. Aydın’ın gelmesine üç kısacık saat vardı. Anahtar destesini sinirle komodinin üstündeki çanağa fırlattı. Metalin seramikte bıraktığı ses evin sessizliğinde dağılıp gitti.

Bilerek yapıyor. Planlarımı bozmaktan ince bir zevk alıyor bu adam. Hani hafta sonuna kadar gelmeyecekti? Hani işlerini ancak toparlayabilirdi? Dört kocaman günüm var diye seviniyordum. Evin keyfini sürerim, etrafı istediğim gibi dağıtırım, kızlarla yemeğe çıkarım, diyordum. Bari bir gececik rahat verseydi. Gittiği günün akşamına dönüvermek de nesi?

O akşam akademiden kızlarla güzel bir restoranda buluşmuştu. Hafif müzik, samimi sohbet, biraz şarap, keyfine diyecek yoktu. Nasıl da özlemişti kız kıza toplantıları. Az pişmiş bonfilesinden küçük bir parça ağzına atmış, kırmızı şarap kadehini dudaklarına götürüyordu ki, telefonu ısrarla çaldı. Açmakta tereddüt etti. Hattın ucundaki ses,

Sobe sevgilim, diyordu. İnanmayacaksın ama işim bitiverdi, ilk uçakla eve dönüyorum.

Berna donup kaldı. Ağzındaki bonfile parçası büyüyüp boğazını tıkadı.

Anahtarımı yanıma almayı unutmuşum, neredeysen bir taksiye atlayıp eve dönüver de, sevgilin sokaklarda kalmasın, diye devam etti ses.

Berna yutamadığı şarabı arkadaşlarının üzerine püskürtüyordu az kalsın. Kucağındaki peçeteyi hırsla tabağa fırlattı.

Üzgünüm, acilen gitmem gerekiyor, Aydın yine anahtarlarını evde unutmuş.

Kızlar surat astılar.

Koca adam. Gelip anahtarı buradan alsın. Zaten kırk yılda bir görebiliyoruz suratını. Dedik sana değil mi gir bir işe, biraz çek elini şu adamın üzerinden. Bu kadar bencillik olmaz ki canım.

Yazık değil mi gece vakti. Aksilik işte.  Anahtarını bulamayınca eli ayağı birbirine dolanmıştır.

Arkadaşlarına itiraf edemedi ama anahtarı yanında olsaydı ne fark ederdi? Her şeyi onun düzenine sokabilmek, bir geceyi daha sorunsuz bitirebilmek için yine arkadaşlarını masada bırakıp eve koşacaktı.

Üzerindeki salaş kazağı ve çiçekli atkıyı alelacele çıkarıp dolabın dip köşe bir yerlerine tıkıştırdı. Aydın bu tür kıyafetleri sevmez, yaşına uygun olmadığını söylerdi. Hafif aralık duran dolap kapaklarını sıkıca kapatıp hepsini bir hizaya getirdi. Sabah içinden aceleyle çıktığı yatak darmadağınıktı.  Kısa bir an yatağı olduğu gibi bırakmayı düşündü. Sonra titreyerek gülmeye başladı. Aydın o ana kadar yaşadığı en ağır krizle odanın ortasına yığılıp kalırdı. Aklından geçirdiklerinden utandı. Çabuk ellerle çarşafı gerip yatağın altına sıkıştırdı, yorganı düzledi, örtüyü yaydı, yatağın çevresinde tam bir tur dönüp her taraf eşit mi diye kontrol etti. Yastıkları kabartıp, tam ortada birbirini tamamlayacak şekilde bitiştirdi. Gözleriyle odanın geri kalanını taradı, perdeler, yatak, makyaj masası, hepsi derli topluydu. Çekmeceler bir hizada. Son anda yatağın altına gelişigüzel attığı kitapları fark etti. Telaşla oturma odasındaki kütüphaneye taşıdı hepsini. Alfabetik sıralarını bulup eski yerlerine yerleştirdi. Bazıları sanki biraz daha önde duruyordu. Geri itince diğerleri çok önde kaldı. Çalışma masasındaki tahta cetvele uzandı, tüm kitapları hizaladı. İşi bitince eski yerine bıraktı. Sinirden başı zonkluyordu ama bir ağrı kesici bile yutacak vakti yoktu. Sırada sabah aceleyle duş alıp çıktığı dağınık ve ıslak banyo vardı.

Küvetin kenarına oturup, alnını lavaboya yasladı. Eli ayağı kesiliyordu. Gözlerini kapadı. Lavabonun deliğinden hafif bir kızartma kokusu çarptı burnuna. Onu yıllar öncesine taşıdı. Saklambaç oynadıkları kirece boyalı alçak duvarın hemen dibindeydi şimdi. Koruk ağacının mora çalan üzümleri tepelerinde sallanıyor, akşamüstünün zayıf güneşi asma yapraklarının arasından süzülüp deniz tuzundan keçeleşmiş saçlarında, çil basmış suratlarında, açıkta kalan yanık sırtlarında dolaşıyordu. Pisi otları çıplak ayak parmaklarını gıdıkladı. Heyecanlı nefesleri birbirine karıştı. Elma dersem çık armut dersem çıkma, diye avaz avaz bağırdı uzaktan bir ses. Üst kat balkonundan Süheyla teyze kafalarına bir kova su boşaltıp, hadi artık evlerinize, diye azarladı hepsini. İşte o Aydın’ı, çocukluğunun Aydın’ını çok özledi Berna.

En son sarımsağı, kızartmayı yazlıkta kendi ailesiyle yemişti. Annesini ziyarete gidecekleri zaman önceden sıkı sıkıya tembihliyordu. Kızartma yok, kırmızı et, sakatat, sucuk tarzı şeyler kesinlikle yok. Sarımsak, kavrulmuş soğan yok. Aydın’ın uzun bir yoklar listesi vardı. Aynı yatakta uyuduklarına, aynı tuvaleti kullandıklarına göre aynı şeyler Berna'ya da yasaktı.

Ne yapabilirim ki, burnum aşırı hassas, diyordu Aydın.

Aydın çocukken de aşırı titizdi. Dizi kanadığında veya bisiklete binerken pantolonu kirlendiğinde dünyası kararır, ağlamaya başlardı. İlk gençliğinde katı kuralları vardı. Temizlik merakı, çalışma düzeni, renk uyumu takıntısı yakasını bir an olsun bırakmadı. Berna Aydın’ın annesine bağlıyordu her şeyi, evinden bir çıksa her şey farklı olacak sanıyordu.

Aynı evin duvarlarına hapsolduktan sonra öyle olmadığını anladı Berna. Aydın’ın kontrol hastalığı, düzen deliliği gittikçe dayanılmaz boyutlara vardı. Doktor adamın şikâyetlerini dinledi, zararsız birkaç rahatlatıcı verdi. Her şey kafasında, mükemmeliyetçi kişiliğindeydi. Bu sefer hastalık telaşı başladı. Sebepsiz el ayak titremeleri, nefes sıkışmaları, kâbuslar, uyku bozuklukları.

Beraberlerken her diziyi izleyemezdi Berna. Televizyonda ancak Aydın’ın seçtiği kanallar hafızaya alınırdı. Yiyecek alışverişi beraber yapılır, her şeyin üzerindeki son kullanma tarihi kontrol edilir, fiyatı diğer ürünlerle kıyaslanırdı. Bir haftalık domates ihtiyaçlarını matematiksel denklemlerle hesapladıktan sonra, bir kiloda karar kılardı Aydın. Müsrifliği sevmezdi.

Her şeyi kontrol altında tutmak istiyorsunuz. Bunun imkânsızlığını kabullenmiyorsunuz. Çarpıntılarınız başladığında, nefesiniz sıkıştığında vereceğim hapları alın, ihmal etmeyin. Düzenli bir psikolog yardımıyla tüm bunların üstesinden gelebilirsiniz, demişti doktor.

Aydın karısının gözlerinin içine bakıp, Sen benim biricik psikologumsun, başka kimseye gerek yok bir tanem, deyince karşı koyamadı Berna. Eğitimini yarıda bıraktı, yağlıboya çalışmalarını kesti. Boya ve tiner kokusu Aydın’ı rahatsız ediyordu. Nefes alamadığından şikâyet ediyordu.  On iki yıllık kedisini barınağa bırakmak zorunda kaldı. Çocuk olayını da ertelediler. Kakalı bezler, kusmuklu kazaklar, ağlayan bir bebek, evin dört yanına dağılmış biberonlar, oyuncaklar, uykusuzluk ve hastalık. Bunlarla başa çıkamazdı Aydın.

Berna kafasını yasladığı lavabodan kaldırdı. Dolaptan temizlik malzemelerini çıkardı. Küveti, lavaboyu, tuvaleti çamaşır suyuyla ovup havluları, fırçaları, fön makinesini kaldırdığında ölecek kadar yorulmuştu. Bir günde evi nasıl bu kadar dağıtabildiğine hayret etti. Şüphelendi kendinden. Belki de pasaklının tekiydi. Belki de Aydın bu kadar titizlenmese, kurallar koymasa, her şeyi kontrol altına almasa, ev evlikten, Berna kadınlıktan çıkardı. Belki de hep dediği gibi doktora gitmesi gereken oydu. Annesi ne derdi, ‘kıskanç kocalar boşuna kıskanç olmaz. Vardır altında kimsenin bilmediği bir şeyler.’ Başı zonkluyordu. Salonun müzeyi andıran görüntüsünü bozmamak için mutfaktaki tabureye ilişti, bir fincan bitki çayı ile iki ağrı kesiciyi peş peşe yuvarladı.

Yorgun gözleri mutfağın çiçekli perdelerine takıldı. Yazlıklarının bahçesini hatırlattığı için seçmişti bu deseni. Denize karşı banklarda kızlı erkekli hiç birşey yapmadan saatlerce oturdukları gül bahçesini özlemişti. Akşam yemeği sonrası saçlarını düzleştirir, dolabından uygun bir şeyler seçer, annesinden babasından gizli rujunu sürer, hemen deniz kıyısındaki banklara koşardı. Aydın daha sonra gelirdi. Akşam yemekleri bitmek bilmezdi. Kıyafetlerini özenle seçerdi. Kot pantolonları ütülü, tişörtleri ambalajından yeni çıkarılmış gibiydi. Berna hayrandı onun giyim zevkine. Her şeyi en ince ayrıntısına dek düşünmesine. Oturmadan bankı bir peçeteyle siler, temiz olduğundan emin olunca ancak Berna’nın yanına otururdu. El ele gelecekten, gitmek istedikleri üniversitelerden, gezmek istedikleri uzak ülkelerden konuşur, heyecanla hayallerini anlatırlardı birbirlerine.

Berna’nın hayalleri mutfak için istediği desen perdeyi seçmekten öteye gidemedi.
Biraz daha kaliteli bir şeyler seçebilirdin, demişti Aydın perde kumaşını görünce.
Karısının suratındaki düş kırıklığını fark edince,

Bir tanem bozulma ama dekorasyon konusunda senden daha ince zevklerim olduğunu ikimiz de biliyoruz. Niye bana sormadan aldın ki perdeyi, diye çıkışmıştı.

Ütü için çok az bir zamanı kalmıştı. Kocasının yarın sabahki iş toplantısında giymeyi planladığı krem rengi pantolonu askıdan alıp güzelce ütü masasına yaydı. Ütünün tabanı pırıl pırıldı. Kar beyazı bir tülbenti pantolonun üzerine serdi. Ütü ısınana kadar banyoya girip kırılan tırnağını törpüleyebilirdi. İşaret parmağında hafif bir batma hissetti. Törpünün sivri ucu parmağını zedelemişti. Ağzına götürüp emdi. Yara bandı saracak zamanı yoktu. Ütünün ısınma sesini duydu.
Ütü beyaz tülbentin üzerinde yağ gibi kayıyordu. Kırmızı bir noktacık irkilmesine neden oldu. Berna parmağına baktı, pembemsi bir noktadan başka bir şey göremedi. Panikle tülbenti kaldırıp pantolonu taradı gözleri. Sağ paçanın kıvrılma yerinde, toplu iğne başı büyüklüğünde belli belirsiz bir kan lekesi vardı. Berna banyoya koştu, temiz bir beze leke çıkarıcı döktü, kanı temizlemeye çalıştı. İnatçı şey çıkmıyordu. Büyük bir olasılıkla görmezdi Aydın. O kadar küçük ve belirsiz bir noktaydı ki. Pantolonu yıkamaya veya temizleyiciye götürmeye zamanı yoktu. Pantolonun ütüsünü tamamlayıp dolaptaki yerine astı.

Kapının zili ısrarla çaldığında ev kontrole hazırdı.

Sobe, benim güzel sevgilim. Anahtarımı unuttum diye kızmadın değil mi?

Bu olur olmaz tekrarlanan, çocukluktan kalma sobe lafı asabını bozmaya başlamıştı artık.

Bak ne diyeceğim, kendimi affettirmek için kızları bir akşam eve çağırsan?

İnanamıyorum. Sen eve misafir istemezsin ki hiç.

Bu aralar benimle perişan oluyorsun.

Teşekkür ederim canım. Ama kızlar sigara içmeden duramazlar, konuşmaları, tavırları seni rahatsız eder. Unut gitsin.

Valizi küçük odaya bırakıyorum. Elleme sen. Yatalım uyuyalım, sabah erken toplantım var. Elbiselerimi hazır etmişsindir.

Gece boyunca lekeyi düşündü Berna. Soldan sağa, sağdan sola dönüp durdu. Uyumaktan vazgeçip tavanın boşluğuna dikti gözlerini. Karanlık, kocaman bir leke olup tüm odayı kapladı.

Pantolonu kan lekesi yaptım desem. Hata yapamaz mıyım? Yemeği kötü pişiremez miyim? Bütün gün gecelikle dolaşamaz mıyım kendi evimde?  Pasaklı olamaz mıyım? Belki de hastalanır? Toplantıya gitmekten vazgeçer. Belki de hiç uyanmaz. Neler diyorum ben? Sabah uyanır uyanmaz ilacını versem? Heyecanlanmaz o zaman. Anlar mı bir şeyler çevirdiğimi?

Alarmın zili çaldığında Berna çoktan uyanmıştı. Aydın banyoya, kendi mutfağa geçti. Yeşil çay, beyaz peynir, birkaç ceviz içi, bir tutam maydanoz, petekli çiçek balı ve dört dilim tam tahıllı ekmek dilimini bir tepsiye dizip camın önündeki masaya taşıdı. Kocasını kahvaltıya çağırdı. Berna çatalıyla tabağındaki peyniri ezerken, Aydın bir gün öncesinin olaylarını, İngilizlerle yapacağı toplantının ona ne gibi imkânlar sağlayacağını, çok dikkatli olması gerektiğini anlatıyordu.

Ters giden bir şey mi var?

Yok.

Gülümse biraz. Yeteri kadar heyecanlıyım zaten.

Aydın son yudum çayı kafasına dikip giyinmeye gitti. Berna hiç kıpırdamadan oturdu. Dolap kapaklarının, çekmecelerin sesleri geliyordu.

Sevgilim kravatımı bağlayamadım, bir bakar mısın. Ellerin temiz mi?

Pantolonunu giymiş olmalıydı. Kravatını en son bağlardı. Berna titrek ellerle kravatı onun istediği gibi bağladı. Aydın aynanın önünde birkaç kere çekiştirip düzeltti yeniden. Ceketini ve evrak çantasını aldı, hole ilerledi. Lekeyi fark etmeden bir çıkabilseydi.

Bugün bağcıklı güderi ayakkabılarımı giyeyim. Bu pantolonun altına başka bir şey uydurmak zor.

Ben getiririm ayakkabıları, dedi Berna nefesi daralarak.

Aydın çekecekle ayakkabılarını giydi. Bağcıklarını bağlamak için sağ ayağını pufa dayadı. Berna sabit gözlerle kocasını izliyordu. Puftaki ayak, pantolonu hafifçe yukarı doğru çekti. Küçük kırmızı noktacık rahatlıkla görünüyordu artık. Sağ ayağını yere indirip, solu uzatacaktı ki durdu.

İnanmıyorum. Bu leke de nesi?

Hangisi canım? Göremiyorum.

Görmemek için kör olmak gerek. Şaka gibisin. Ben sabahtan beri toplantı diyorum, çok önemli diyorum, İngilizler diyorum.

Vallahi de görünmüyor. Kim bakacak toplantıda paçanın kenarına?

Ben gördüm, yeter. Yapamam, bu halde çıkamam evden. Bittim ben. Kıyafetimi değiştirecek vakit de kalmadı. Ben kötü oluyorum.

Aydın kapı önündeki pufa çöküverdi. Berna’nın umarsızlığından, dikkatsizliğinden başladı. Biteviye konuşuyordu. Aralarda sızlanıyor, rahat nefes alamadığı için şikâyet ediyordu. Kravatını gevşetti. Düğmelerini açtı. Berna ayakta bekliyordu. Onu ikna edemeyeceğini anlamıştı.

Midem bulanıyor, sol kolum uyuşmaya başladı, sinsi bir ağrı kalbimin üzerinde geziniyor, dedi hırıltılar arasında. Ütülü gömleğinin koltuk altları ter içinde kalmıştı.

Berna konsolun üzerinde sakinleştirici hapları aramaya başladı.

Valizde, dedi Aydın.

Berna arka odaya koştu.

Çabuk ol. Nefes alamıyorum. Ah, bunu nasıl yaparsın. O koca lekeyi göremeyecek kadar beyinsiz misin, diye söylenmeye devam etti Aydın.

Berna valizi açtı, ilaç kutusu görünürde yoktu. Eline gelen birkaç parça çamaşırı dışarı fırlattı. Gördüğü şey karşısında donakaldı. Aydın’ın unuttuğunu iddia ettiği anahtar destesi ortada öylece duruyordu.

Saklamış çamaşırların arasına. Demek sobe sevgilim, gerçek saklambaç nasıl oynanırmış gör bakalım.

Valizin file cebinden ilaç kutusunu alıp sabahlığının cebine koydu.

Berna? Bırakma beni, çok fenayım.

Berna terliklerini sürüyerek koridora çıktı. Puftan yere kaymış kocasına baktı. Gözlerini yummuş, kafasını duvara yaslamış, bembeyaz bir suratla çırpınıyordu. Kadın kararlı adımlarla banyoya geçti, klozetin kapağını kaldırdı, kutudaki ilaçları teker teker tuvalete attı. Sifonu çekti. Suyun girdabı her şeyi yaladı yuttu. Elindeki boş ilaç kutusuyla hole çıktı yeniden.

Sevgilim hiç ilacın kalmamış. Ne kadar çabuk tükettin bu kez?

Kocasını mızıldanmalarını duymazdan gelerek pardösüsüne uzandı, çanaktan anahtarlarını ve para cüzdanını aldı. Çorapsız ayağına çizmelerini geçirdi. Karışık saçlarını taramadı bile.

Eczaneden bir koşu alıp geliyorum canım, dedi geriye dönüp bakmadan.

Kaynak: altZine.net, altTema Denge

Füsun Çetinel

Sevdaya Zincir Vurulmaz

Renkli Yaş Almak bu işte!

Herkesin yaşamı biricik ve o yaşamdan öğrenilecek o kadar çok şey var ki. Renkli Yaş Almak projesi kapsamında herkesi yaşamını kitaba dönüştürmeye ve deneyimlerini genç kuşaklara aktarmaya davet ediyorum. Sandıklardan, albümlerden fotoğraflarınızı, hatıralarınızı çıkarın, korkmayın geçmişle yüzleşmekten. Kelimeleriniz bırakın aksın satırlara. Gerisini bana, kitap danışmanınıza bırakın. Birlikte size bir kitap oluşturalım.

Fatma Başural cesur bir öğretmen, bir eş, bir anne. Tüm olanlara rağmen yaşama bağlılığını, sevincini, azmini kaybetmemiş.

İlk görev yeri olan Rize'nin İyidere ilçesinin Yalı köyünün deniz kıyısında öğrencilerine okuma yazma öğretmiş bu yaratıcı öğretmenimiz.

''Okulun önü kumluktu. Deniz yükselince dalgalar  merdivenlere çarpardı. Ben de öğrencilerimi sık sık kumlara indirip kum üstüne yazma yarışmaları yapmaya başladım. Denizi silgi, kumu da karatahta olarak kullanıp fırsat eğitimi yapıyordum.''

Ceres Yayınları'ndan çıkan ilk kitabı Sevdaya Zincir Vurulmaz sanırım onun son kitabı olmayacak. Anlatacak o kadar çok şeyi var ki. Üstelik şiir de yazıyor kendisi.

Fatma Başural ile birlikte bu kitabı hazırlarken insan yaşamının sürprizlerine, güzelliğine ve anlaşılmazlığına bir kere daha hayran kaldım. İyi okumalar dilerim.

Füsun Çetinel

Sert Çok Sert

SERT, ÇOK SERT

Dokuz günlük bayram tatilini fırsat bilip herkes bir yerlere gitmiş, İstanbul hayalet şehir olmuş, sokakları, alışveriş merkezleri, plajları bile boşalmıştı. Sıcaklık gölgede otuz altı dereceydi. Sarper’in beceriksizliği yüzünden bir kere daha koca apartmanda bir tek biz kalmıştık.

Kız kardeşi Selin her zamanki pişkinliği ile arife günü yeni aldığı bilmem kaçıncı köpeğini bırakacak yer bulamayıp sorgusuz sualsiz kapımıza getirdi. Ben ''bir saatçik Gamze’ye göz kulak olur musun'' desem bin dereden su getirirdi, bencil şey.

Sütlü kahverenginde bal gözlü şirin bir av köpeği kırmasıydı Kırpık. Adını son harfine kadar hak ediyordu. Kapıdan girer girmez bol salyalı ağzıyla neşe içinde ayakkabılarıma girişti.

''Sadece dört gün kalacak. Bugünü saymayın, dönüş günü de çabuk geçer. Geriye sadece iki güncük kalıyor,'' dedi Selin en sevimli haliyle. Sormadı bile ''bakabilir misiniz'' diye. Kayınvalidem de aynı model, her işi emrivaki bu ailenin.

''Aşısı falan var mı bunun? Başımıza bela çıkarmasın sonra?''

''Anneee lütfen ama,'' diye çığlık çığlığa koşup yanımıza geldi Gamze. ''Benim odamda uyur. Hem benim dışımda tüm arkadaşlarımın evcil hayvanı var.''

''Aşı için daha çok küçükmüş, satan adam öyle söyledi. Artık Bozcaada dönüşü götürürüm veterinere .''

Bozcaada’ya gidiyormuş. Biz köpeğine bekçilik edelim, hanımefendi gezsin. Para bol nasıl olsa. Sokaktan ısrarcı bir korna sesi geldi. Sevgili görümcem hasır şapkasını savurup kraliçe edasıyla merdivenleri inip gözden kayboldu.

''İnşallah bunun sonu da diğerleri gibi olmaz,''dedim.

''Gamze köpek diye çıldırıyordu. Üç dört gün oynar, hevesi geçer işte. Bize de bulaşmaz artık.''

Beyefendinin istediği olmuştu, köpeği bahane edecek, kıçını her zamanki gibi koltuğa yapıştırıp tatil boyunca evden dışarı adım atmayacaktı.

''Ben tuvaletine karışmam ona göre.''

Sarper küçük tuvaleti boydan boya eski gazetelerle kapladı. Bir kenara su kabını yerleştirdi. Gamze hemen parka, gezmeye götürmek istedi köpeği.

''Çamurlara girmesin. Patilerini ben yıkamam söyleyeyim,''dedim.

Yapmayacaklarımı önden söylemem bir işe yaramasa da.

''Anladık ya,'' diye terslendi Sarper.

Gamze çoktan ayakkabılarını giymiş, Kırpık’ın tasması elinde kapıda babasını bekliyordu.

Evin boş kalmasını fırsat bilip kendime kahve yaptım. Bankadan arkadaşım aradı, havaalanındaymış. Paris’e uçacaklarmış. Uçak rötar yapmış. Biz niye bir yere gitmemişiz? O konuştu, ben dinledim. Neyse ki kapı çalındı da kapatabildim telefonu.

Niye anahtar almayı öğretemedim ben bu adama? Kırpık huysuzluk etmiş, yürümek istememiş. Bir yavru köpeği bile idare edemiyorsun, diyebilirdim ama Gamze’nin yanında kavga çıkarmak istemedim açıkçası. Hem daha önümüzde nice günlerimiz vardı.

Kırpık geldiği zamanki kadar neşeli değildi artık. Hareketlerinde bir ağırlık, doğal olmayan bir yavaşlık sezdim. Sarper normal olduğunda ısrar etti.

''Uykusu gelmiştir anne, parkta yoruldu ya,'' diye araya girdi Gamze.

Kahvem buz gibi olmuştu. Vişneli kek istedi canım. Buzlukta dondurulmuş ne varsa tatil boyunca kullanıp bitirmeliydim. Tek bir zeytin tanesi bile koyacak yer kalmamıştı. Sarper’in telefonda annesiyle konuştuğunu duydum. Bu ses tonuyla başka kimseyle konuşmazdı. Yine neyin peşindeydi bu kadın?

''Ne diyor annen?''

''Çiçekleri sulamayı unutmayın,'' diyor. ''Otelde yemekler rezaletmiş. Duvara bakan oda vermişler. Çok sıcak oluyormuş.''

Biz onun her işine koşuyorduk da o ne yapıyordu? Gamze’ye bir kere bile bakmadı. Bir kere bile bir tencere yemekle gelmedi evimize. Bir kere kış için yaptığım domates pürelerini derin dondurucusuna koymak istemiştim de, ‘Kusura bakma, bizim yiyeceklere bile yer yok kızım,’ demişti utanmadan. Ben nereden senin kızın oluyorum?

Ne zaman evine yemeğe gitsek, ellerinizi yıkadınız mı, diye sorar. Kaç yaşında sanıyor bizi? Masaya meyve tabağı getiririm. Bunları iyice ovaladın mı, der. Benim ailem köyden gelme sanki.

''Dayıma, teyzemlere gidecekmişiz. Sonra gönül koyarlarmış.''

Hırsla mikseri çalıştırdım. Ben akrabalarını ziyaret etmek için değil, uçak bileti bulamadığın için kaldım bu aptal şehirde.

Gamze’nin inceden ağlama sesi duyuldu içeriden. Kırpık da yoktu görünürde. Koştum, kızın eli kanıyor.  Gamze söylemek istemedi ama belli, oynarken ısırmış köpek.

''Şakadan yapmıştır,'' dedi Sarper.

Gamze’nin eline kolonyayı boca edince daha çok ağlamaya başladı.

''Isırmak istememiştir kızım, sütdişleri jilet gibi ya.''

''Çıldırdın mı sen, basbayağı ısırmış hain köpek.''

Kırpık bağrışlarımızdan yatağın altına sinip ulumayla karışık inlemeye başladı.
Gamze’yi kucağımda salladım. Biraz daldı. Hemen doktorunu aradım. O da tatildeymiş.

''Mutlaka kuduz aşısı yaptırın, işi şansa bırakmayın,'' dedi. Arkadan havuzun neşeli sesleri ve samba müziği geliyordu. Sarper birkaç kere Selin’i aradı, telefonu kapalıymış. Ben sinir içinde koridoru arşınlamaya başladım. Vişneli keki unutmuştum bile.

''Ya kuduzsa bu hayvan. Selin sorumsuzun teki, kim bilir nereden aldı.''

''Saçmalama, çocukken beni her gün kedi köpek ısırırdı.''

''İyi o zaman, bırakalım kudursun kız.''

''Köpek bizimle nasıl olsa. Hem yavru köpek kuduz olmaz ki.''

Sarper olayı yumuşatmaya çalıştıkça sinirim iyice tepeme çıkmaya başladı. Yerimde duramıyordum. İki de bir gidip uyuyan kıza ve yatağın altındaki Kırpık’a bakıyordum. Hayvanın gözleri kaymıştı. Derin soluklar alıp veriyordu. Bu hayvan kesinlikle normal değildi. Sarper görünce bana hak verdi.

''Sen kızla dur ben bunu köşedeki veterinere götürüyorum,'' dedim.

Veteriner beni hemen tanıdı, bu Selin’in başımıza attığı kaçıncı hayvandı.

''Gençlik hastalığı bu.'' dedi.  ''İğne yaparım ama çok zor, yaşamaz. Hasta hayvanı satmışlar size, başka ülkelerden kaçak getiriyorlar.''

Ağlamaya başladım. Kırpık için, Gamze için, kendim için. Zehrolan dokuz günlük bayram tatili için.

''Kuduz değildir ama yine de veteriner fakültesinde bir test yaptırmanızı öneririm. Madem kızınızı da ısırmış.''

Selin’i camdan aşağı atmayı istedim o an. Pırtık’ı alıp eve döndüm. Gamze uyanmış merak içinde beni bekliyordu.

''Kırpık biraz hastaymış, uyuması gerek,'' dedim yavaşça. Sarper onu küçük tuvaletteki çamaşır sepetinin içine koydu. Zavallı hayvan koyduğumuz yerde kalıyordu.

''Kırpık ölecek mi anne,'' deyip ağlamaya başladı Gamze. Hiç birimiz konuşmuyorduk.

Kırpık gece boyunca inledi. İlk önce solukları yavaşladı, sonra minik göğsü zor inip kalkmaya başladı. Çok feciydi. Sarper hep yanında kaldı. Ben uzaktan gözlüyordum. Sürekli Selin’i aradım, açmıyordu telefonunu. Sabaha doğru Sarper bitkin bir şekilde yatağa geldi. Anladım. Ölmüş. Hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladım. Ne kötü bir kızdı şu Selin. Sarper sesini çıkarmadan saçlarımı okşadı. Tatilin sonuna kadar yataktan çıkmak istemiyordum artık.

Ertesi sabah herkes şiş gözlerle uyandı. Kırpık’ı bir karton kutuya koyduk. Veteriner fakültesini aradık. Nöbetçi doktor çıktı telefona, ''ancak bayram sonrası alabiliriz köpeği,'' dedi. ''Hayvanı soğuk bir yerde muhafaza edin. Yoksa beyni bozulur, kuduz testini yapamayız.''

Ağustos sıcağında alışveriş merkezlerinin dışında soğuk yer bulmak neredeyse imkânsızdı. Buzdolabımızın buzluğuna sığamayacak kadar da büyüktü merhum Pırtık. Soğuk ve geniş bir yer daha vardı. Sarper’e söyleyince ‘asla’ dedi ilk önce ama Gamze’nin kuduz olma ihtimalini hatırlatınca, anında fikrini değiştirmek zorunda kaldı.

Kırpık’ın naylon poşete sarılı katılaşmaya başlamış minik bedenini kayınvalidemin derin dondurucusuna törenle indirdik; domates salçalarının, çilek reçellerinin, iç bakla ve bebek enginarların arasına. Gamze kapağını kaparken dua etti.

Balkondaki çiçekleri suladık, yakındaki tatlıcıdan kutu kutu baklavalar alıp dayı ve teyzeleri bayram ziyaretine gittik.

Kaynak: altZine.net, altTema Sert

Füsun Çetinel

Okuyucu


O Bir Gönüllü Okuyucu

Herrenbach anaokulunun girişindeki duvarı boyarken tanıştım kendisiyle. Gülümseyerek kendisinin bizler gibi bir gönüllü olduğunu anlattı. Haftada bir gün saat 11'de iki beş yaş arası çocuklara kitap okumaya geliyormuş.

Okulun öğrencileri genellikle Türk, Romen, Çin, Rus, Bulgar işçi çocukları. Kendi ana dillerini doğru düzgün konuşmadıkları gibi Almancayı da pekiyi öğrenememişler daha. Okulda başarılı olabilmelerinin tek şartı ise en azından bir dili çok iyi bilmeleri ve kendilerini düzgün ifade edebilmeleri.


Okuyucu, emekli bir ilkokul öğretmeni. Sırt çantasında resimli, renkli kitapları, sabahtan bisikletine atlayıp okul okul dolaşıyor. Ziyaret ettiği okullar genellikle yabancıların yoğun olduğu bölgeler. Amacı iki kültür arasına sıkışıp kalmış bu çocuklara kitap okuma alışkanlığı kazandırmak, okunanlar üzerine düşünmelerini ve doğru bir Almanca öğrenmelerini sağlamak.

Akşamları da boş durmuyor okuyucumuz. Bir arkadaşının kafesinde ücretsiz okuma saatleri düzenliyor. Katılımcılar genellikle emekli, işsiz veya maddi durumu uygun olmayan ama okumayı seven kişiler olduğu için kafe sahibi de herhangi bir ücret talep etmiyor, hatta herkese birer kahve ikramı bile var.  Yeter ki daha çok insan kitap okusun, boş vakitlerini anlamlı bir şekilde değerlendirsin.

Onu çocuklara kitap okurken dinlemeyi çok istesem de boya ve fırçalarımı bırakıp görev yerimden ayrılamadım. İki defa Antalya’ya tatile gittiğini ve Türkleri çok sevdiğini söyledi. Ekonomik durumu düzelir düzelmez ilk fırsatta yine Türkiye’ye tatile gitmek istediğini anlattı. Kitaplara ve okuyup yazmaya tutkun iki dost olarak beraber hatıra fotoğrafı çektirdik ve birbirimize teşekkür ederek ayrıldık.

Etrafımda o kadar çok boş zamana sahip eğitimli insan var ki, neden onlar da okuyucu olmasın ki dedim kendi kendime. Sonra hemen Ataköy Taşlık Kahve sahibi iki muhteşem insanı hatırladım.

Özkan Bey ve Saadet Hanım, karı koca yıllarca emekle okuyup biriktirdikleri onlarca kitabı ve dinledikleri plağı bu kahvede herkesin hizmetine açmışlar. Ücretsiz edebiyat seminerleri, film geceleri, yazarlarla söyleşiler düzenliyorlar. Her aradığınız kitabı hiç zorlanmadan anında çıkarıp size veriyor, kitap hakkında kıymetli bilgilerini paylaşıyorlar. Bilgileri sınırsız, kalpleri kocaman ve Saadet Hanımın kekleri, börek ve sarmaları, çayı unutulacak gibi değil.

Evet, okuyucumuz olmayabilir ama bizim de Ataköy Taşlık Sahaf Kahvemiz var. Çok sevgili Kitap Baba ve Kitap Annemiz var. Yolunuz Ataköy'e düşmese bile ne yapın ne edin kitap dostu bu kahveyi mutlaka ziyaret edin.

Füsun Çetinel

Hitler'in Ütopyası Bruno'nun Distopyası

Çizgili Pijamalı Çocuk

Hitler'in Ütopyası Bruno'nun Distopyası

Münih’e yarım saat uzaklıktaki Dachau Nazi toplama kampının girişinde ‘Arbeit macht frei’ yazısı karşılıyor ziyaretçileri.

Çalışmak Özgürleştirir

1933- 1945 yılları arasında Nazi Almanya’sı dil, din, ırk ayrımcılığına göre sınıflandırılmış, birçoğu siyasi suçlu niteliğinde olan milyonlarca insanı hapsedebilmek için yaklaşık 20.000 kamp kurdu. Bu kamplar, zorla çalıştırma kampı, geçiş istasyonu olarak kullanılan geçici kamp ve özel olarak katliam için inşa edilen imha kampı gibi pek çok biçimde kullanıldı.

Hitler'in 1933’te iktidara gelmesinin ardından, Nazi rejimi sözde ‘devlet düşmanları’nın hapsi ve bertaraf edilmesi için bir dizi tutuklama kampı kurdu. Toplama kampındaki ilk tutuklular Alman Komünistleri, Sosyalistler, Sosyal Demokratlar, Çingeneler, Yehova Şahitleri, eşcinseller ve ‘asosyal’ ya da sosyal açıdan sapkın davranışlar göstermekle suçlanan kişilerdi.

1937’nin başlarında SS subayları asıl kampın bulunduğu arazi üzerinde esir iş gücünü kullanarak büyük bir kompleks inşasına başladı. Bu kişiler korkunç şartlarda çalışmak zorunda bırakılıyordu. İnşaat resmen 1938’de Ağustos ayının ortalarında tamamlandı ve kampta 1945’e kadar herhangi bir değişiklik yapılmadı. Bu nedenle Dachau Third Reich sürecinin baştan sonuna kadar hep aynı kaldı.

İki yüz hektar alana yayılan bu kamp diğer kamplar için model oluşturmuş ve Alman askerleri için bir vahşet okulu niteliğinde olmuştur. Açık olduğu on iki yıl boyunca tüm Avrupa’dan 200.000 insan burada ve diğer kamplarda tutuklu kalmıştır. 41.500 kişi katledilmiştir.

19 Nisan 1945’te Amerikalı askerler kampa girerek tüm tutukluları serbest bırakmıştır.

Kapıdan içeri girer girmez yerdeki tren rayları göze çarpıyor.

Evlerden, sokaklardan topladıkları suçsuz yüzlerce insanı otuz kişi kapasiteli vagonlara doldurup kapıları üstlerine sürgüleyip çok az yiyecek ve suyla günlerce süren amansız bir yolculuğa çıkarıyorlar. Zayıf ve yorgun olarak ölmek üzereyken ulaştıkları son durak Dachau. Burada esirler çırılçıplak soyuluyor, kafaları tıraş ediliyor, bitlerden arındırmak bahanesi ile gaz odalarında ilaçlanıyor, sonunda fişlenip basit bir numaraya indirgeniyordu.

Bir bit, bir ölüm - Sigara İçmek Yasak - Gaz Duşu

Her şeyin zaten yasak olduğu, en ufak bir yanlışın bile gaz odasına gitmek veya günlerce ayakta hücre cezasına çarptırılmak demek olduğu bu yerde tüm duvar yazıları aynı amaca hizmet ediyor. Tutukluları aşağılayıp insanlıktan mümkün olduğunca uzaklaştırmak. Herkesi bir yapmak.

Barakaların dışında göz alabildiğine uzanan boşluk korkutucu. Her sabah ve akşam burada toplanan elli bin tutuklu yoklamadan geçiriliyor. Tepelerinde gözetleme kulesi, etraflarını çevreleyen elektrikli bir tel.

İki buçuk saatlik tur boyunca John Boyne’nun Çizgili Pijamalı Çocuk kitabındaki küçük Bruno her adımımda benimle birlikteydi. Barakalardaki ranzalarda, tuvalette, yoklama alanında ama en çok da tel örgülerin hemen yanındaki hendekte gördüm onu. Sakın demek istedim ona, sakın ola ki bu tarafa geçme. Ah Bruno! Tek istediği çizgili pijamalı bir arkadaştı oysa. Sakın çizgili bir pijama giyme Bruno! Gaz odasına yaklaşma Bruno! Annesinin nafile çığlıkları kulaklarımdaydı. Kitabın mekanı Dachau değil Auschwitz'dir ama ne fark eder.

Hayat bu işte, Hitler’in Ütopyası milyonların Distopyası oldu.

Bir de simgesel heykel var bahçede. Altında şöyle yazıyor, Bu Kamp Ölülere Saygı, Yaşayanlara Ders Olsun.

Tüm dünyada ve özellikle ülkemizde yaşananlar düşünülürse hiçbir felaket insanlığa ders olamıyor maalesef.

Füsun Çetinel




Stefan Zweig, Satranç

Satranç

Lise yıllarım boyunca bol bol orijinal dilinde Stefan Zweig okumak zorunda bırakıldığım için uzun bir süre kitaplarının kapağını dahi açmayı düşünmüyordum. Bir gün sevgili arkadaşım ve öğrencim Cem Yeker, Zweig’ın Satranç kitabından söz etti. Üstelik o da benimle aynı lisede aynı işkencelerden geçen birisi olarak yazarı yeniden keşfetmeye cesaret edebilmişti.

Yazıevinde ortaya bırakılan kitaplar arasında Satranç’a rastlayınca neden yeni bir başlangıç yapmayayım ki dedim kendi kendime. Her Türk genci gibi ben de bir zamanlar satranç öğrenmeye niyetlenmiş ama pek fazla da ilerleyememiştim. Belki de o yüzden kitaba pek sıcak yaklaşamadım ilk başlarda. Sonuna doğru ise tam anlamıyla âşık oldum.

Ama keçileri kaçırmamak ya da bir akıl hastalığına yakalanmamak için, bu saçmalıkla uğraşmaktan başka seçim şansım yoktu. Çevremdeki korkunç hiçliğin beni boğmaması için, kendimi siyah ve beyaza bölmeyi en azından denemek durumunda kaldım…

New York’tan Buenos Aires’e giden bir yolcu gemisi, sıra dışı dünya satranç şampiyonu Mirko Czentovic, Gestapo baskısında hücre odada çaldığı bir satranç kitabı ile bir yıl geçirmiş Avusturyalı Dr. B. ve onun ilginç öyküsü.

Satranç zehirlenmesi. En sonunda bu tek yönlü düşkünlük yalnızca beynimi değil, bedenimi de sarmaya başladı…

Bende ise tam bir Zweig zehirlenmesi oldu. Lise yıllarımda yaşadığım travmanın üstesinden geldim. Artık diğer kitaplarını da okumaya devam edebilirim. Bu kadar yıl sana direndiğim için çok üzgünüm Stefan Zweig.

Füsun Çetinel

Besleme

Orospuyu niye evde tuttunuz derler

''Herkes bizden bilir. Orospuyu niye evde tuttunuz derler. Rezil rüsva oluruz. Zırıltıyı kes. Piçini peydahlarken düşünecektin. Kocamdan, oğlumdan, evin erkeklerinden bilirler. Senin zevkin için biz mi taşın altına girelim? İstemem, tutmam evde. Hemen bu gece gidecek.''

Söylenmelerle elinde havlular, sıcak su dolu çaydanlık, zayıf çelimsiz bedeninden beklenmeyecek çeviklikle eşiği atlayıp buz kesmiş odaya girdi kadın. Köşede, kirli döşekte yatan yarı çıplak kızın kanamaları odayı ağır çürük kokusu ile doldurmuştu.

''Bağırma. Herkesi başımıza mı toplamak istiyorsun. Çocuklar uyanacak. Rezil. Kimden sormuyorum bile. İnşallah geberir de hepimiz kurtuluruz bu dertten. Allah’ım sen nereden saldın bu utanmazı başıma benim.''

Kadın kaba hareketlerle kızın karnına abandı. Nefesini iyice tutup, tek seferde ıkınmasını söyledi azarlarcasına. Sabaha varmadan, ev halkı güne uyanmadan bitmeliydi bu rezillik. Kız, yüzü ter, acı ve utanç içinde kıvranırken, tırnaklarını sapladığı kanlı çarşaf ile çıplaklığını beceriksizce örtmeye çalıştı. Tavandaki havalandırma deliğinden içeri süzülen cılız ışık kızın kaba etlerinde oyunlar yaptı.

''Tanımadığın heriflerin altına yatarken her yerini açmayı bildin. Kırk yıllık ablandan utanıyorsun ha,'' diye çemkirdi kadın suratını ekşitip.

Kız son bir defa inledi. Var gücüyle bebeği dışarı itti. Yorgun vücudu, bacaklarının arasında güçsüz bağırmaya çalışan bebekle beraber duvara dönüp öylece kaldı. Sırtı sessiz hıçkırıklarla sarsılıyordu.

Kadın çabuk hareketlerle paslı mutfak bıçağı ile göbek bağını kesti. Yarısı kızın altında top olmuş pis çarşafı yırttı, zorlukla nefes almaya çalışan, havayı yumruklayan bebeği sarmalayıp eşikte karaltılar içinde dona kalmış on yaşlarındaki oğlan çocuğunun ellerine tutuşturdu.

''Yapamam nene, ya ağlarsa, ya beni görürlerse,'' dedi oğlan titrek bir sesle.

''Yaparsın ağam, yaparsın aslanım. Akıllı ol. Kurtulmamız lazım bu utançtan. Karanlıktan, saçakların altından git. Avluya bırak gel. Ses ederse iblis, ağzını elinle ört sıkıca.''

''Günah olur nene, her yer takır buz.''

Çocuk kocaman açılmış gözleriyle heykel gibi kıpırtısız eşikte duruyordu. Kadın oğlanı kucağındaki bebekle tahta kapının dışındaki soğuğa itekledi, içeriden sıkıca sürgüledi kapıyı.

''Git, çabuk git,'' dedi son kez.

Odaya dönmeye içi elvermedi. Sırtını biraz önce oğlanın üstüne sürgülediği kapıya yaslayıp kaldı.

''Allah’ım affet hepimizi,'' dedi fısıltıyla.

Kaynak: altZine.net, altTema Çıplak

Füsun Çetinel

Handmaiden

Handmaiden

''Everyone is going to blame us. You kept the whore at home, they would say. Stop weeping. You should have given a thought while producing your bastard. They are going to blame my husband, my son, and my men in the house. Shall we go in danger just for your pleasure? I don’t want it. I can’t keep it in this house. This moment, right this evening, it is going.''

Bitter words in her lips, towels, and a kettle full of hot water in her hands, unexpected from her skinny, weak body the old woman jumped the threshold and entered the ice cold room. In a corner, the bleedings of the half naked girl lying on a dirty mattress filled the room with a heavy, rotten smell.

''Do not scream. You want to make everybody come here? Kids will wake up. You, shameless! I don’t even ask who it is from. Hope it dies and saves us from all the trouble. My dearest Lord, why did you let this immoral off.''

The woman pressed harshly on the abdomen of the girl. Scolding, she told her to hold her breath and push it at once. This theatre had to end before the dawn, before the household woke up to the daylight. The young girl whirled in pain, embarrassment and sweat. She was trying to cover her naked body with the blood soaked sheet, digging her nails into it. The weak light pouring from the ventilation hole played shapes on her buttocks.

''You could open every bit of yourself while throwing you under strange men. Now you are ashamed of your ma’m you have known for ages, ha,'' she reprimanded moppingly.

The girl moaned for a last time. She pushed the baby with all her strength. Her tiny body and the baby trying to cry between her legs turned towards the wall and froze like that. Her shoulder was shaking with unspoken utters.

The woman cut the umbilical cord with a rusty kitchen knife. She tore the wet sheet the girl was lying on and covered the hardly breathing baby.  It was beating the air with its tiny fists. She handed the bundle to the ten year old boy who was standing paralyzed in the darkness.

''I can’t do it granny. If it cries? If they see me?''

The boy spoke in a fearful and shaky voice.

''You can do it, my brave heart. Be smart. We have to get rid of this shame. Follow the darkness, go under the canopy. Leave it in the courtyard. If the evil gives a noise, cover its mouth tightly with your hands.''

''But it is a sin, granny. Everywhere is so frosty.''

The boy was standing like a statue on the threshold, his eyes wide open. The woman pushed the boy with the bundle in his arms to the icy weather and locked the door inside.

''Go, go right now,'' she ordered.

She didn’t dare to go back to the room where the girl was lying motionless. She leaned her back on the door she bolted a minute ago after the helpless boy.

''Oh God, forgive  us,'' she whispered to herself.

Füsun Çetinel

Aytmatov ile Bir Bayram Sabahı

Kilyos Halk Plajında Bir Bayram Sabahı

Bayramın birinci günü. Sabah erken. Herkeste bir telaş, eş dost ziyareti hazırlığındalar. Sofralar kurulmuş, dolmalar, baklavalar, içli pilavlar hazır beklemekte. Şekerlikler tepeleme doldurulmuş. Temiz pak giyinilmiş. Terlikler kapı önüne dizilmiş. Holdeki çanakta yumurcaklara tepeleme bozuk para biriktirilmiş.

Kimim kimsem yok, ziyaret edecek, gönül koyacak. Bir kuş kadar özgürüm, çantama bir kitap, gözlük ve yaygı, altıma bir mayo, Kilyos sahilinin yolunu tutuyorum. Etrafta in cin yok. Birkaç  Rus ve Amerikalıdan başka. Birkaç da başıboş köpek ve aylak martı. Benim gibi bayramla işi olmayanlar.

Deniz pek temiz. Kumlar pırıl pırıl. Tatlı suyun denize kavuştuğu yerde yüzlerce kefal yavrusu, serçe parmağımın tırnağı büyüklüğünde. Minik parlak yüzeyleri güneşle oyunlar oynuyor. Ayak izlerimi takip ediyorum. Şezlong kapmaca  yok.  Her yer benim. Yaygımı acelesiz seriyorum. Sabah güneşi  çıplak vücudumu ısıtırken, kitabıma dalıyorum. Tek elimde Cengiz Aytmatov’un Cemilesi, tek elimin parmaklarında ılık kumlar. Dalgalar pek tembel bugün.

Gözlerim kararsız. Okumakla uyumak arasında gidip geliyorum. Göz kapaklarım bir açılıp bir kapanıyor. Aytmatov ne güzel anlatıyor Cemilesini.

Yorulmak bilmez, her işten anlayan, biraz farklı, erkek gibi kuvvetli, türkü seven, düşündüğünü dobra dobra söyleyen, fikirlerini açıklamaktan ve savunmaktan çekinmeyen, şen şatır ve pek serbest. Güzel, ince uzun, sağlıklı, mütenasip vücutlu. Güldüğü zaman  laciverde çalan kara badem gözler. Bozkır kadını. Şakalaşan, sevişen. 

Kitabımı karnıma yaslıyorum. Tembel dalgalar kulağımda.

''Gülümsa  totay Cemile, gülümsa. Çekiyorum ha.''

Kitabımı yokluyorum,  kapanmış duruyor kumda. Bu Cemile başka biri.
Cemile izinli olmalı bugün. Doğru ya, bayram günü. Ne işi var evde? Kadın öbeğinin  az berisinde gençten bir adam. Menejer diyorlar bunun gibilere. Ev buluyor, iş buluyor, örgütlüyor Azeri kadınları. Minibüs ayarlamış, getirivermiş hepsini. Kadın başı beş dolar. Çoğunun  mayosu yok. Kimi panter desenli naylon iç çamaşırları, kimi kombinezonu ile denize girmiş. Bazısı et fazlalıklarını bir eşarp ile kapamaya çalışıyor. Bir şezlonga  tepeleme yığılmış kocaman desenli , boncuklu,  plastik Laleli çantaları. Ojeli tırnaklar, rujlu dudaklar. Varisli baldırlar. Sere serpe günün tadını çıkarıyorlar bedavadan.

Ne çok şeyleri birikmiş konuşacak. Fısır fısır devamlı anlatıyor Cemile. Diğerleri sakin, dinliyorlar. Bir tanesi  ayakları ile kumu düzlüyor ilkin. Şekiller çiziyor ince uzun parmakları ile. Bir diğeri evden getirdiği peynirli ekmeğini yiyor. Başka iki kadın mısır alıp, beş dolar ödüyorlar. Hasta bakmaktan, ev işi yapmaktan yorgun vücutlar kuma bulanıyor. Sıcak kumdan, güneşten medet umuyorlar. Herkes kendi dünyasına dalıyor bir süreliğine.

Cemile’nin beş çocuğu var okul çağında, anasına bırakmış gelmiş çalışmaya. Kocası  Rusya’da bir inşaat şirketinde. Kazandığı para doğruca köyüne.  Ev yaptırıyor, başını sokabilmek için. Hanımın verdiği fazla eşyalar, kıyafetler her Pazar menejerin bulduğu bir minibüsü ile köye  yollanıyor. Paket başına on lira. Aynı adamla para da gönderebiliyor. Arada polise yakalanmak olmasa iyi de. İzinsiz çalışmanın cezası yüz dolar. Geriye pek bir şey kalmıyor o zaman. Altı ayda bir çıkış yapmak zorunda. Hem iyi ; çocuklarını görüyor, hem kötü; bir sürü masraf.

Cemile hasta bakıyor. Gecesi gündüzü birbirine karışmış. Evden dışarı pek çıkmaz. Ancak izin gününde, haftada bir. Ütü, çamaşır, her iş onda. Tek lüksü yemek. Çok seviyor hamur işlerini. Çok da  güzel börek açıyor. Herkes bayılıyor böreklerine. Hanımı neyse skayp  kurdu da, her akşam bedava konuşuyor evi ile, hasret gideriyor. Hanımı ondan memnun, o hanımından. Şu ayrı hayatlar olmasa.

Ne demiş Aytmatov;

Tulpar yüz fersah uzaktan koşup kendi sürüsüne kavuşurmuş. Öz vatanını, öz milletini kim sevmez!

Aytmatov’un Cemilesini okuyorum;

Entarisinin eteğini dizlerinin yukarısına kadar kaldırmış, güneşten yanmış güzel bacaklarında bütün kasları gerilmiş, çuvalın altında yaylanan kıvrak vücuduna hakim olmak için nasıl gayret ettiğini görüyoruz. Basma entarisi sırılsıklam olarak vücuduna yapışmış, yuvarlak taze kalçalarını, diri göğüslerini iyice meydana çıkarmış. Ama kendi de bunun farkında değil. Gülüyor, sendeliyor, ve alev alev yanan yüzünden, sicim gibi neşeli sular süzülüyor.

Bizim  Cemile denizden yeni çıkıyor. Yüzme bilmez, kıyıda karaya vurmuş balinalar gibi biraz yuvarlandı. Yoruldu. Hantal vücudunu zorlukla sudan çekti çıkardı. Pudra rengi naylon kombinezonu suyun ağırlığı ile iyice üstüne yapışıp, dantel iç çamaşırlarını gözler önüne seriyor. Kombinezonun yırtmacından  varisli dolgun bacakları görünüyor. Arkadaşları ile şakalaşırken, güneşte altın dişleri parlıyor.

Cemile kendini kızgın kumlara atmadan önce taşlı kocaman gözlüklerini takıp, plastik çantasından çıkardığı ruj ile pörsümüş dudaklarını cart kırmızıya boyuyor. Yorgun  uzanıyor.

''Neyin var senin Cemilatay? Biştin güneşte. Gölgeye gelsene.''

''Keçe çiğnemişem gibi her  yanım tutuk. Yatam biraz.''

Cemile uyudu bile. Menejer gelip şöyle bir yokluyor hepsini, baktı ki herkes yerli yerinde, o da köşesine çekiliyor. Kemirilmiş mısır koçanlarını ilkten serçeler keşfediyor, daha  sonra hantal güvercinler. Kadınlardan biri, poşetindeki kek kırıntılarını kumlara serpiyor. Bir yarış başlıyor serçelerle güvercinler arasında.

Cemile rüyasında bozkırı görüyor. Çamaşırları yıkadığı çayı görüyor.  Az ileride sırtını yaslayıp hülyalı gözlerle sevgilisini beklediği söğüt ağacı. İşte atı ile yaklaşan cigiti. Ne kadar yakışıklı. Cemile’nin kalbinden geçenleri anlar mı, bilir mi acaba?

Ani bir rüzgar güneş şemsiyelerini kumdan söküp havalandırıyor. Deniz bulanıp tatsızlaşıyor. Keyfi kalmıyor pek sahilin. Kadınlar dört bir yana uçuşan havlularını yakalamaya çalışıyorlar. Minibüsün kornası duyuluyor yol tarafından. Menejer ayaklandı. Kadınlara işaret ediyor. Kuruyan iç çamaşırlarının üzerine kıyafetlerini geçiriyorlar acele ile. Saçlarını şöyle bir düzeltiyorlar. Menejer fotoğraflarını çekip ölümsüzleştiriyor o anı. Ailelerine gönderecekleri  bir şey daha bu ayrık hayattan.

Bir başıma kalıyorum, kitabım, tembel dalgalar ve serçelerle. Güvercinler çoktan terk etmişler sahili. Son sayfada şu satırları yazmış sevgili Aytmatov;

Şimdi nerelerdesiniz, hangi yollarda yürüyorsunuz? Artık bizde, bozkırda , uzaklara ulaşan yollar var. Nice cesur insanlar oralarda çalışıyor. Siz de mi o ülkelere gittiniz? Cemilem! O geniş bozkırda hiç ardına bakmadan yürüyüp gittin! Yoruldun mu, kendine olan inancını yitirdin mi? Öyleyse aşkına yaslan. Sana aşk üstüne, vatan sevgisi üstüne, hayat üstüne türkülerini söylesin! Bozkır canlansın ve bütün renkleriyle  oynamaya başlasın! Git Cemile, git! Hiç pişman olma, sen mutluluğu en sarp yollarda yürüyerek buldun.

Kitabımı  çantaya koyarken içimi bir hüzün kaplıyor. Kendimi sorguluyorum. Buraya gelirken olduğum kadar hür değilim artık. Bayramın ikinci günü uzak bir semtteki uzak bir akrabamı ziyaret etmek istiyorum. Belki bir kutu baklava alırım giderken. Kim bilir belki zeytinyağlı dolma ikram eder  bana , demli bir bardak çayın yanında.

Füsun Çetinel

Yerüstünden Notlar

YERÜSTÜNDEN NOTLAR

Diş ağrısının da ayrı bir hazzı vardır. Tam bir ay dişlerim ağrıdığı için çok iyi bilirim. Kuşkusuz bu durumda açıkça öfkelenilmez, iniltiler çıkarılır, ama bu iniltiler içten gelmeyen, sinsi iniltilerdir. Sorun da burada zaten. Acı çeken kimsenin bütün zevki inlemektir, bundan bir zevk almasaydı inlemekte direnir miydi? Bu inlemelerinizle, ilkin, acıların bütün amaçsızlığıyla sizi küçük düşürdüğünü, varlığına aldırmadığınız doğa yasalarının sizi alay edercesine, kılı kıpırdamadan hırpaladığını anlatmak istersiniz. Ortada bir düşman olmadığı halde sızılarınızın sürüp gittiğini; dişçi Wagenheim’ların bütün çabalarına karşın dişlerinizin tutsağı olduğunuzu; sizin dışınızda birinin istemesiyle acılarınızın dineceğini ya da üç ay daha süreceğini; son olarak da, boyun eğmeyip hala karşı koyuyorsanız, kendinizi avutmak için size kalan tek şeyin, ya kendinizi kırbaçlatmak ya da yumruklarınızı acıtırcasına duvarlarınızı dövmek olduğunu söylemek istersiniz inlemelerinizle.*

Sultan Hanımın inlemeleri yeniden duyulmaya başladı. Sayfanın kenarını kıvırıp üzeri ilaç kaplı sehpaya bıraktım. Ayraç kullanmam, kitapla arama kimseler girsin istemem. Kıvırdığım minik kulakların üzerine kurşunkalemle notlar düşerim. Bazen okumamın neden kesildiğine dair kısa hatırlatmalar. Bir önceki kulakçıkla şimdiki arasında kaç sayfa yol aldığıma bakarım. Genellikle iki üç sayfayı geçmez. Sultan daha fazlasına izin vermez. İniltileri hayatımın sınırlarını çizer. Geniş bir repertuarı, değişik anlamlara gelen tonlarca sesi vardır. Bu kadar zavallı bir bedenin bu kuvvette nidaları nasıl çıkardığına hiç aklım ermez.

''Ne var Sultan Hanım? Bu sefer ne var,'' dedim perdenin deliğinden giren zayıf güneş ışığını tenimde hissetmeye çalışarak.

Sultan Hanım konuşmaz, emir verir. Azarlar. Şikâyet eder. Bezdirir. İnler. Daha olmazsa ağlar. Kendini acındırmaya çalışırken çirkinleşir. Zavallılaşır. Eli ayağına dolaşır. Derinlerdeki tortular yüzeye çıkar. Ellemeye iğrendiğim yapışkan pisliğe dönüşür. Ondan kurutulmak isterim ama cesaret edemem.

Neler istemem ki? Bulaşık eldivenlerimi takıp, temizlik malzemeleriyle odasına dalmak isterim. Son kullanma tarihi geçmiş kemik torbasını battal boy çöp poşetine tıkıştırmak sonra da ağzını iyice büzüp üzerine kör düğümler atmak, çöp saatini beklemeden elceğizimle caddedeki konteynırına fırlatmak. Ağır demir kapağı üzerine kapamak. Aylardır çıkmadığı yatağını, tepside duran işlevsiz renkli hapları, ağır kokusu odayı kaplamış tütün kolonyasını, suyu çekilmiş limon dilimlerini, oraya buraya tıkıştırdığı kirli mendilleri, çorba lekeli hırkasını camdan aşağı atmak.  Kovayı ağzına kadar su doldurup içine bolca arap sabunu katmak, köpürtmek, köpürtmek, odanın dört köşesini kanırta ova silmek, ekşi kokusunu yok etmek. Camı ardına kadar açmak. Baharın iğde kokusunu, caddenin neşesini, okul çocuklarının bağrışlarını içeri doldurmak. Bunları isterim. Çok mu?

Öğrendim. Mors alfabesi gibi söktüm Sultan Hanımın inlemelerini. Yatağa doğru bir iki adım attım. Damarlı kuru parmakları sertçe koluma yapıştı, beni ölüm kokan nefesine çekti. Geceliğinin açıklığından ortaya çıkan tahta göğsü hızla inip kalkıyordu. Kurtulmaya çalıştım. Sivri kemikleri etime daha çok saplandı. Saate baktım. İki otuz. Yemeğini yedirmiş, istemese de altına bezini bağlamış, suyunu ilaçlarını vermiştim. Oda karanlıktı, camlar kapalıydı, üstü tam istediği kalınlıkta örtülüydü. Yastıklarını kabartmayı unutmamıştım.

Hırrrk, dedi. Kısa ve boğuktu. Kulaklarımı diktim. Bu sesi kodlayamadı beynim. Daha öncekilerin hiç birine benzetemedim. Kolum hala pençesindeydi. Asıldıkça asılıyordu. Gözleri dipsiz, karanlık birer kuyuydu. Çürük nefesi suratımda dolaştı. Kalbim hızla atmaya başladı. Kokusuz, sarı kahverengi bir ıslaklık hare hare beyaz geceliğine yayılıyordu. Kafasını aniden arkaya devirdi. Âdem elması gırtlağını deşip fırlayacak sandım. Çizgi olmuş renksiz dudakları belli belirsiz kıpırdadı. Bir şeyler söyleyecek sandım. Kulağımı yanaştırıp bekledim. Karanlık gözleri bulanık suyun içinde yüzen cansız dişlerine sabitlenmişti. Kolum yavaş yavaş pençesinden kurtuldu. Beyaz tenimde kırmızı çizikler kalmıştı geriye.

Kaç dakika kaç saat geçti? Elimde çöp poşeti odanın ortasında duruyordum. Yabancı bir sessizlik hüküm sürmekteydi. Koltuğa çöküverdim. Elim kitaba gitti. Kıvrık sayfaya diktim acıyan gözlerimi.

Artık eskiden görünmek istediğim gibi bir kahraman değil; iğrenç, şirret bir adam var karşınızda. Varsın öyle olsun.* 

Daha fazlasını okuyamadım. Çöp poşetine attım kitabı. Ağzını düğümledim. Terliklerimi sürükleyerek komşu kapıyı çaldım.

''Annem,'' diyebildim, gözyaşlarım sağanaklar halinde inerken. ''İki sayfa arasında terk etti beni.''

* Yeraltından Notlar, Dostoyevski, sayfa 29-31

Kaynak: altZine.net, altMetin

Füsun Çetinel