Yazı Evi Nedir?
Yazı Evi yazarın sığınağıdır. Kendine ait odasıdır.
Yazar bu evde kimseye ne yazdığına dair hesap vermek zorunda değildir.
Çoluk çocuğuna yemek hazırlamaz. Aklı dağ gibi çamaşırda, ütüde kalmaz. İçeriden kimse ''anneee tişörtümü gördün mü, anneee yemek hazır mı'' diye seslenmez, eteğini çekiştirmez.
Kapıcı çöpü olmaya, postacı başka dairelerin mektuplarını, faturalarını vermeye zırt pırt gelmez.
Birileri hep çay kahve yapar. Kek, börek getirir. Bereketi boldur.
Kütüphanede Türkçe, İngilizce yazmaya dair türlü kitap bulunur. İnternet vardır. Kalem vardır. Odalarda sizin gibi, sizi anlayan başka yazarlar çalışır, araştırır ve yazar.
Atölyeler, seminerler, söyleşiler, masal geceleri düzenlenir.
İlham ve perileri,
Kapalı kapıların ardında yazma cesareti, inanç, ben de yazabilirim duygusu,
Saçmalama hakkı vardır.
Kadıköy’ün tam ortasında, Nazım Hikmet Kültür Merkezinin arkasında, sokaklarında sahafları,
Kapısında tekir kedisi,
Perşembe sabahları sokaktan geçen baba kız akordeoncusu,
Geleni gideni, sürprizi, turuncu bir duvarı, sevimli perdeleri, cam önü sallanan koltuğu,
Kelimeleri, 6 dakikaları, kahramanı, masalı, edebiyat sohbetleri, öyküsü, hikâyesi vardır.
Kahkaha, gözyaşı ve anlayış vardır.
Kadını, erkeği, genci, yaşlısı herkesi kucaklar, ayırım yapmaz.
Öykünün Ev Hali’nin çıkış noktasıdır, kısacası yazarların ev halidir.
Lütfen detaylı bilgi edinmek için siteyi dikkatlice inceleyin
http://yazievi.yesimcimcoz.com/
Füsun Çetinel
Sevgili Sait Faik
Beni tanıdın mı? Sana daha önce de bir sürü mektup yazdım, ama cevap gelmedi. Posta kutumuza fatura gelir, broşür gelir, bazen de kartpostal gelir. Annem, artık e posta var kimse mektup yazmaz, diyor. Mektup yazdığımı duysa kızar. O her şeye kızar. Babama bile. Sen de tıraş bıçağına kızmışsın. Ben en çok makasa kızıyorum, çünkü keserken beni zorluyor. Merak etme, senin kitabını kesmem.
Onu atık kutusunun yanında buldum. Kocaman pis çuvalları olan, kâğıt toplayan adamlar var. Onlar gelince sandalyemden kalkıp duvara yapışıyorum. Kötü kokuyorlar. Bana değmelerini istemem. Kitabın yerde duruyordu. Üzerine basmışlar, kapağını kirletmişler. Biraz da uçları kopmuş. Ben yırtmadım, doğru söylüyorum. Kolonyalı mendille sildim. Üzerinde öykü kitabı yazıyor. Arka kapağında çok güzel bir fotoğrafın var. Şapkan gözüne düşmüş.
Ama çok fena bir şey yaptım, kitabı alıp sırt çantama koydum. Annemle babam duysa hemen elimden alırlar. Onlar hızlı okur, bense yavaş. Annem bana büyük yazıları olan, parlak resimli kitaplar alıyor. Ama ben çocuk değilim artık. Apartman yöneticisi, maşallah kızımız çok büyümüş, dedi. Evet, büyüdüm. Senin kitabını bile okuyabiliyorum artık.
İçinde hişt hişt diyen bir öykü var. Öykü öyle der mi, çok komik. İlk sayfayı biraz yavaş okudum. Sonra yine okudum. Annem beni yemeğe çağırana kadar okudum. Sesi çıkmasın diye, elbise dolabında kazakların arasına sakladım onu. Seni duymalarını istemeyiz, değil mi?
Osman amca var ya, o olmasa, beni işe almazlarmış. O çok iyi bir adam, babam öyle diyor. Annem beni salondaki koltuğa oturttu. Ancak önemli zamanlarda salona girebilirim. Hayatımı bozdun bari etrafı bozma, diyor. Ellerimi tutmak istedi, ben çektim. Babanın kızmasını istemeyiz değil mi, dedi annem. İstemeyiz. Bu iş senin için çok iyi olacak. Bir şeyler öğreneceksin, insanlar tanıyacaksın, dedi annem. Ben duvara baktım, sallandım. Annem, Allah aşkına bir kerecik gözlerime baksan ölür müsün be çocuk, dedi. Zaten kimse benimle uğraşmak istemezmiş. Üstelik Osman amca koca bankada önemli birisiymiş.
Ben işimi seviyorum. İş olmasa bütün gün odamda ne yaparım. Belki pencerenin önünde geçen arabaları sayarım. Sonsuza kadar sayabilirim. En çok ikişer saymayı seviyorum. İnsanları sayarım. Ceketliler, ceketsizler, sarman kedi, siyah köpek, küçük bulut büyük bulut. O kadar. Annem, camda fazla durma da mahalleliyi başımıza sardırma, diyor. Mutfak yasak. Salon da. Annem iş yaparken yanında durmamı istemez. Bana da iş yaptırtmaz. Her şeyi çok yavaş yapıyorsun, diyor. Aynı şeyleri tekrarlıyormuşum. İçi daralıyormuş. Arkadaşları gelince beni odama yollar. Konuşmalar sana göre değil, diyor. Çayımı ve tabağımı odama getirir. Yemek yerken etrafa dökebilirim. Misafirlere rezil olmak istemeyiz değil mi?
Her sabah yürüyerek bankaya gidiyoruz. Annem beni fotokopi makinesinin yanındaki iskemleye oturtuyor. Oraya benden başka kimse oturamaz. Üstünde kedili minderim var. Tuvaletin var mı, diye sorar. Ben hayır derim. Sonra annem gider, ben kalırım.
Gözümü makineden ayırmam. Yaptığım iş çok önemli. Ben olmasam, o makine iki günde bozulur. Yerimden kıpırdamam. Makinenin yan tarafında bir kapak var. Kapağın altında kırmızı ışık yanınca, kâğıt bitti demek. Tepsiyi çekerim ve içine rafta duran kâğıtları yerleştiririm. Çok dikkatli olmalıyım. Paketten çıkan kâğıtları iyice havalandırıyorum. Yoksa sıkışır, makinenin başına bela olur. Bir keresinde kâğıtlar elimden kaydı, yerlere saçıldı. Çok kızdım, bağırdım. Bir şey olmaz üzülme, dedi Osman amca. Toplarız, dedi. Susmak istedim ama yapamadım. Herkes başıma toplandı. Annemi çağırdılar. Bana ilaç verdiler. Umarım kâğıtları bir kez daha düşürmem.
Fotokopi çekmeye gelenler bazen benimle konuşur. Ben cevap vermiyorum. Tanımadığım insanlarla konuşmam. Onlara bakmam bile. Biliyor musun, makinenin kâğıtları bitince bana sesleniyor. Hişt hişt, kâğıt gerek, diyor. Başkasına söylemedim, bu bizim sırrımız olsun.
Anneme, hafta sonu gezmeye gidelim mi, dedim. Bakalım, dedi. Pek gezmeye gitmeyiz. Her gezme dönüşü sorun çıkarıyormuşum. Nereye gitmek istersin, diye sordu. Burgazada, dedim. Burgazada. Burgazada.Burgazada. Annemin başı şişti. Tamam, sus artık, dedi. Akşam yemeğinden sonra babamla yatak odasında konuştu. Koridorda durup onları dinledim. Babam ya kızarsa? Biraz sesi yükseldi. Olmaz canım burnumuzdan geliyor sonra, dedi. Biraz da annemin sesi yükseldi, ‘Ama eve kapatamayız ki sonsuza dek,’ dedi. Sonra kimse konuşmadı. Ben yorganımın altında mağaracılık oynadım. Biraz da ağladım ama çok değil.
Üçümüz vapura bindik. Üç sayısını seviyorum. Sen de sırt çantamdasın. O zaman ben dört sayısını da seviyorum demek. İçim yine kıpır kıpır. Dışarı oturtmadık, çok kalabalıkmış, deniz tehlikeliymiş. Babam kızmasın, eve geri dönmeyelim. Annem ağlamasın. Benim içim kötü olmasın. Tuvaletim geldi, ama tuttum.
Kitabı ezberledim. Nasıl başladı, nasıl bitti. Her şeyi biliyorum. Papazı, sapık oğlunu, bahçıvanı, ot yiyen yeşil eşeği, çiçeği, yaramaz böceği, ağaçlı tepeleri. En çok eski mantolu eşeği sevdim. Mantosu benimki gibi düğmeli mi? Dokuz çocuklu bahçıvanı merak ettim, bir çocuğu çok feci olmuş. Ama papazın oğlunu hiç sevmedim, o sapık. Vapurun camından beyaz köpükler göründü, elimi sabunlayıp köpük yapıyorum, sıkınca kocaman balonlar çıkıyor. Ben beyazı da çok severim. Sonra beyaz kuzuları severim. Onları sıkmak, öpmek isterim. Dalgalar kocaman. Elimi köpüklere daldırmak istedim. Martılar da beyaz. Çığlık çığlığa. Babam homurdandı. Dışarıda durmaz bu, başımıza iş açar hanım, içeride kalsın, dedi. Günümü rezil etmeyin, şunun şurasında bir tatil günüm var, dedi.
Burgazadan çok güzelmiş. Bizim sokaktan bile daha güzel. Babam paytoncuyla konuştu. Düşündü. Kafasını salladı. Geldik bari paytona da binelim de tam olsun, dedi. Annemle babamın ortasına oturdum ama ellerimden tutturmadım. Atlar klok klok ses çıkarıp yürümeye başladılar. Çok zevkli. İçim ağzıma geldi. Biraz bağırdım. Annem, aferin benim güzel kızıma, ne de güzel dururmuş, dedi. Ama atlar hiç güzel durmadı, kakalarını yaptılar yollara.
Kocaman bir köşkün bahçesinde senin bahçıvanı gördüm. Durdu, bize baktı. Parmağını kulağına soktu, sonra koluna sildi. Haklıymışsın, çok pis adam. Gülmemi tutamadım. Annem çok ayıp, bu kadar yüksek sesle kimseye gülünmez, dedi. Yol kenarındaki devedikenleri çiçek açmış. Ama kirpi görmedim, tosbağa hiç görmedim. Tepedeki restoranda balık yedik. Salata yedik. Yuvarlak kalamar yedik. Serçeler ekmek sepetine üşüştü. Çığlık attım. Kollarımı salladım. Üstüme konmasınlar diye kaçtım. Garson koşup geldi, ekmek sepetini başka masaya götürdü. Babam bu kadeh de sefam olsun hanım, hadi şerefe, dedi. Ben doymadım ama. Söz dönüşte sana dondurma alırız, dedi babam. Annem bugün ağlamadı. Babam sinirlenmedi.
Bir de seni görseydim. Herkese baktım, seni bulamadım. Payton bizi meydanda bıraktı. İnmek istemedim ama paramız bitmiş. Babam öyle söyledi. Tekir kedi, karabaş köpek var. Babam kahve içti, ben dondurma yaladım. Annem, bugün tam çay içilecek gün, dedi. Annem denize bakıp çay içmeyi çok sever.
Babam, geç oldu artık, dedi. Ama seni daha görmedim ki. Hişt hişt dedim. Belki duyarsın, gelirsin. Babam sus dedi. Annem, sus kızım herkes bize bakıyor, dedi. Ben daha çok hişt dedim. Annem eliyle ağzımı kapatmak istedi, o zaman nefes alamam ki. Elini ısırdım. Annem ağladı. Babam, istediğin oldu mu kadın, dedi. Ben gözlerimi kapayıp sallandım. İnsan kendi kendine hişt diyemez mi? Dedim. Kolonya kokusu geldi. Kalabalık vardı. Ceketimin düğmelerini açmış annem. Sırt çantam yanımdaydı. Kitap içinde. Kulağımı dayadım. Hişt. Hişt.
Gezmeye gitmeyi çok seviyorum ama dönmeyi sevmiyorum. Artık babam hiçbir yere götürmez beni. Sen neredeydin? Belki beni görmeye gelirsin. Mektubumu yine bankadaki çaycıya vereceğim. Postacı arkadaşıymış, öyle söyledi. Belki bu kez cevap da yazarsın.
Hoşça kal.
Arkadaşın Aslı
Füsun Çetinel
Sobe Sevgilim
Berna nefes nefese daire kapısından içeri attı kendini. Sırtını sokak kapısına yaslayıp kaldı. Gözleri duvar saatini aradı. Aydın’ın gelmesine üç kısacık saat vardı. Anahtar destesini sinirle komodinin üstündeki çanağa fırlattı. Metalin seramikte bıraktığı ses evin sessizliğinde dağılıp gitti.
Bilerek yapıyor. Planlarımı bozmaktan ince bir zevk alıyor bu adam. Hani hafta sonuna kadar gelmeyecekti? Hani işlerini ancak toparlayabilirdi? Dört kocaman günüm var diye seviniyordum. Evin keyfini sürerim, etrafı istediğim gibi dağıtırım, kızlarla yemeğe çıkarım, diyordum. Bari bir gececik rahat verseydi. Gittiği günün akşamına dönüvermek de nesi?
O akşam akademiden kızlarla güzel bir restoranda buluşmuştu. Hafif müzik, samimi sohbet, biraz şarap, keyfine diyecek yoktu. Nasıl da özlemişti kız kıza toplantıları. Az pişmiş bonfilesinden küçük bir parça ağzına atmış, kırmızı şarap kadehini dudaklarına götürüyordu ki, telefonu ısrarla çaldı. Açmakta tereddüt etti. Hattın ucundaki ses,
Sobe sevgilim, diyordu. İnanmayacaksın ama işim bitiverdi, ilk uçakla eve dönüyorum.
Berna donup kaldı. Ağzındaki bonfile parçası büyüyüp boğazını tıkadı.
Anahtarımı yanıma almayı unutmuşum, neredeysen bir taksiye atlayıp eve dönüver de, sevgilin sokaklarda kalmasın, diye devam etti ses.
Berna yutamadığı şarabı arkadaşlarının üzerine püskürtüyordu az kalsın. Kucağındaki peçeteyi hırsla tabağa fırlattı.
Üzgünüm, acilen gitmem gerekiyor, Aydın yine anahtarlarını evde unutmuş.
Kızlar surat astılar.
Koca adam. Gelip anahtarı buradan alsın. Zaten kırk yılda bir görebiliyoruz suratını. Dedik sana değil mi gir bir işe, biraz çek elini şu adamın üzerinden. Bu kadar bencillik olmaz ki canım.
Yazık değil mi gece vakti. Aksilik işte. Anahtarını bulamayınca eli ayağı birbirine dolanmıştır.
Arkadaşlarına itiraf edemedi ama anahtarı yanında olsaydı ne fark ederdi? Her şeyi onun düzenine sokabilmek, bir geceyi daha sorunsuz bitirebilmek için yine arkadaşlarını masada bırakıp eve koşacaktı.
Üzerindeki salaş kazağı ve çiçekli atkıyı alelacele çıkarıp dolabın dip köşe bir yerlerine tıkıştırdı. Aydın bu tür kıyafetleri sevmez, yaşına uygun olmadığını söylerdi. Hafif aralık duran dolap kapaklarını sıkıca kapatıp hepsini bir hizaya getirdi. Sabah içinden aceleyle çıktığı yatak darmadağınıktı. Kısa bir an yatağı olduğu gibi bırakmayı düşündü. Sonra titreyerek gülmeye başladı. Aydın o ana kadar yaşadığı en ağır krizle odanın ortasına yığılıp kalırdı. Aklından geçirdiklerinden utandı. Çabuk ellerle çarşafı gerip yatağın altına sıkıştırdı, yorganı düzledi, örtüyü yaydı, yatağın çevresinde tam bir tur dönüp her taraf eşit mi diye kontrol etti. Yastıkları kabartıp, tam ortada birbirini tamamlayacak şekilde bitiştirdi. Gözleriyle odanın geri kalanını taradı, perdeler, yatak, makyaj masası, hepsi derli topluydu. Çekmeceler bir hizada. Son anda yatağın altına gelişigüzel attığı kitapları fark etti. Telaşla oturma odasındaki kütüphaneye taşıdı hepsini. Alfabetik sıralarını bulup eski yerlerine yerleştirdi. Bazıları sanki biraz daha önde duruyordu. Geri itince diğerleri çok önde kaldı. Çalışma masasındaki tahta cetvele uzandı, tüm kitapları hizaladı. İşi bitince eski yerine bıraktı. Sinirden başı zonkluyordu ama bir ağrı kesici bile yutacak vakti yoktu. Sırada sabah aceleyle duş alıp çıktığı dağınık ve ıslak banyo vardı.
Küvetin kenarına oturup, alnını lavaboya yasladı. Eli ayağı kesiliyordu. Gözlerini kapadı. Lavabonun deliğinden hafif bir kızartma kokusu çarptı burnuna. Onu yıllar öncesine taşıdı. Saklambaç oynadıkları kirece boyalı alçak duvarın hemen dibindeydi şimdi. Koruk ağacının mora çalan üzümleri tepelerinde sallanıyor, akşamüstünün zayıf güneşi asma yapraklarının arasından süzülüp deniz tuzundan keçeleşmiş saçlarında, çil basmış suratlarında, açıkta kalan yanık sırtlarında dolaşıyordu. Pisi otları çıplak ayak parmaklarını gıdıkladı. Heyecanlı nefesleri birbirine karıştı. Elma dersem çık armut dersem çıkma, diye avaz avaz bağırdı uzaktan bir ses. Üst kat balkonundan Süheyla teyze kafalarına bir kova su boşaltıp, hadi artık evlerinize, diye azarladı hepsini. İşte o Aydın’ı, çocukluğunun Aydın’ını çok özledi Berna.
En son sarımsağı, kızartmayı yazlıkta kendi ailesiyle yemişti. Annesini ziyarete gidecekleri zaman önceden sıkı sıkıya tembihliyordu. Kızartma yok, kırmızı et, sakatat, sucuk tarzı şeyler kesinlikle yok. Sarımsak, kavrulmuş soğan yok. Aydın’ın uzun bir yoklar listesi vardı. Aynı yatakta uyuduklarına, aynı tuvaleti kullandıklarına göre aynı şeyler Berna'ya da yasaktı.
Ne yapabilirim ki, burnum aşırı hassas, diyordu Aydın.
Aydın çocukken de aşırı titizdi. Dizi kanadığında veya bisiklete binerken pantolonu kirlendiğinde dünyası kararır, ağlamaya başlardı. İlk gençliğinde katı kuralları vardı. Temizlik merakı, çalışma düzeni, renk uyumu takıntısı yakasını bir an olsun bırakmadı. Berna Aydın’ın annesine bağlıyordu her şeyi, evinden bir çıksa her şey farklı olacak sanıyordu.
Aynı evin duvarlarına hapsolduktan sonra öyle olmadığını anladı Berna. Aydın’ın kontrol hastalığı, düzen deliliği gittikçe dayanılmaz boyutlara vardı. Doktor adamın şikâyetlerini dinledi, zararsız birkaç rahatlatıcı verdi. Her şey kafasında, mükemmeliyetçi kişiliğindeydi. Bu sefer hastalık telaşı başladı. Sebepsiz el ayak titremeleri, nefes sıkışmaları, kâbuslar, uyku bozuklukları.
Beraberlerken her diziyi izleyemezdi Berna. Televizyonda ancak Aydın’ın seçtiği kanallar hafızaya alınırdı. Yiyecek alışverişi beraber yapılır, her şeyin üzerindeki son kullanma tarihi kontrol edilir, fiyatı diğer ürünlerle kıyaslanırdı. Bir haftalık domates ihtiyaçlarını matematiksel denklemlerle hesapladıktan sonra, bir kiloda karar kılardı Aydın. Müsrifliği sevmezdi.
Her şeyi kontrol altında tutmak istiyorsunuz. Bunun imkânsızlığını kabullenmiyorsunuz. Çarpıntılarınız başladığında, nefesiniz sıkıştığında vereceğim hapları alın, ihmal etmeyin. Düzenli bir psikolog yardımıyla tüm bunların üstesinden gelebilirsiniz, demişti doktor.
Aydın karısının gözlerinin içine bakıp, Sen benim biricik psikologumsun, başka kimseye gerek yok bir tanem, deyince karşı koyamadı Berna. Eğitimini yarıda bıraktı, yağlıboya çalışmalarını kesti. Boya ve tiner kokusu Aydın’ı rahatsız ediyordu. Nefes alamadığından şikâyet ediyordu. On iki yıllık kedisini barınağa bırakmak zorunda kaldı. Çocuk olayını da ertelediler. Kakalı bezler, kusmuklu kazaklar, ağlayan bir bebek, evin dört yanına dağılmış biberonlar, oyuncaklar, uykusuzluk ve hastalık. Bunlarla başa çıkamazdı Aydın.
Berna kafasını yasladığı lavabodan kaldırdı. Dolaptan temizlik malzemelerini çıkardı. Küveti, lavaboyu, tuvaleti çamaşır suyuyla ovup havluları, fırçaları, fön makinesini kaldırdığında ölecek kadar yorulmuştu. Bir günde evi nasıl bu kadar dağıtabildiğine hayret etti. Şüphelendi kendinden. Belki de pasaklının tekiydi. Belki de Aydın bu kadar titizlenmese, kurallar koymasa, her şeyi kontrol altına almasa, ev evlikten, Berna kadınlıktan çıkardı. Belki de hep dediği gibi doktora gitmesi gereken oydu. Annesi ne derdi, ‘kıskanç kocalar boşuna kıskanç olmaz. Vardır altında kimsenin bilmediği bir şeyler.’ Başı zonkluyordu. Salonun müzeyi andıran görüntüsünü bozmamak için mutfaktaki tabureye ilişti, bir fincan bitki çayı ile iki ağrı kesiciyi peş peşe yuvarladı.
Yorgun gözleri mutfağın çiçekli perdelerine takıldı. Yazlıklarının bahçesini hatırlattığı için seçmişti bu deseni. Denize karşı banklarda kızlı erkekli hiç birşey yapmadan saatlerce oturdukları gül bahçesini özlemişti. Akşam yemeği sonrası saçlarını düzleştirir, dolabından uygun bir şeyler seçer, annesinden babasından gizli rujunu sürer, hemen deniz kıyısındaki banklara koşardı. Aydın daha sonra gelirdi. Akşam yemekleri bitmek bilmezdi. Kıyafetlerini özenle seçerdi. Kot pantolonları ütülü, tişörtleri ambalajından yeni çıkarılmış gibiydi. Berna hayrandı onun giyim zevkine. Her şeyi en ince ayrıntısına dek düşünmesine. Oturmadan bankı bir peçeteyle siler, temiz olduğundan emin olunca ancak Berna’nın yanına otururdu. El ele gelecekten, gitmek istedikleri üniversitelerden, gezmek istedikleri uzak ülkelerden konuşur, heyecanla hayallerini anlatırlardı birbirlerine.
Berna’nın hayalleri mutfak için istediği desen perdeyi seçmekten öteye gidemedi.
Biraz daha kaliteli bir şeyler seçebilirdin, demişti Aydın perde kumaşını görünce.
Karısının suratındaki düş kırıklığını fark edince,
Bir tanem bozulma ama dekorasyon konusunda senden daha ince zevklerim olduğunu ikimiz de biliyoruz. Niye bana sormadan aldın ki perdeyi, diye çıkışmıştı.
Ütü için çok az bir zamanı kalmıştı. Kocasının yarın sabahki iş toplantısında giymeyi planladığı krem rengi pantolonu askıdan alıp güzelce ütü masasına yaydı. Ütünün tabanı pırıl pırıldı. Kar beyazı bir tülbenti pantolonun üzerine serdi. Ütü ısınana kadar banyoya girip kırılan tırnağını törpüleyebilirdi. İşaret parmağında hafif bir batma hissetti. Törpünün sivri ucu parmağını zedelemişti. Ağzına götürüp emdi. Yara bandı saracak zamanı yoktu. Ütünün ısınma sesini duydu.
Ütü beyaz tülbentin üzerinde yağ gibi kayıyordu. Kırmızı bir noktacık irkilmesine neden oldu. Berna parmağına baktı, pembemsi bir noktadan başka bir şey göremedi. Panikle tülbenti kaldırıp pantolonu taradı gözleri. Sağ paçanın kıvrılma yerinde, toplu iğne başı büyüklüğünde belli belirsiz bir kan lekesi vardı. Berna banyoya koştu, temiz bir beze leke çıkarıcı döktü, kanı temizlemeye çalıştı. İnatçı şey çıkmıyordu. Büyük bir olasılıkla görmezdi Aydın. O kadar küçük ve belirsiz bir noktaydı ki. Pantolonu yıkamaya veya temizleyiciye götürmeye zamanı yoktu. Pantolonun ütüsünü tamamlayıp dolaptaki yerine astı.
Kapının zili ısrarla çaldığında ev kontrole hazırdı.
Sobe, benim güzel sevgilim. Anahtarımı unuttum diye kızmadın değil mi?
Bu olur olmaz tekrarlanan, çocukluktan kalma sobe lafı asabını bozmaya başlamıştı artık.
Bak ne diyeceğim, kendimi affettirmek için kızları bir akşam eve çağırsan?
İnanamıyorum. Sen eve misafir istemezsin ki hiç.
Bu aralar benimle perişan oluyorsun.
Teşekkür ederim canım. Ama kızlar sigara içmeden duramazlar, konuşmaları, tavırları seni rahatsız eder. Unut gitsin.
Valizi küçük odaya bırakıyorum. Elleme sen. Yatalım uyuyalım, sabah erken toplantım var. Elbiselerimi hazır etmişsindir.
Gece boyunca lekeyi düşündü Berna. Soldan sağa, sağdan sola dönüp durdu. Uyumaktan vazgeçip tavanın boşluğuna dikti gözlerini. Karanlık, kocaman bir leke olup tüm odayı kapladı.
Pantolonu kan lekesi yaptım desem. Hata yapamaz mıyım? Yemeği kötü pişiremez miyim? Bütün gün gecelikle dolaşamaz mıyım kendi evimde? Pasaklı olamaz mıyım? Belki de hastalanır? Toplantıya gitmekten vazgeçer. Belki de hiç uyanmaz. Neler diyorum ben? Sabah uyanır uyanmaz ilacını versem? Heyecanlanmaz o zaman. Anlar mı bir şeyler çevirdiğimi?
Alarmın zili çaldığında Berna çoktan uyanmıştı. Aydın banyoya, kendi mutfağa geçti. Yeşil çay, beyaz peynir, birkaç ceviz içi, bir tutam maydanoz, petekli çiçek balı ve dört dilim tam tahıllı ekmek dilimini bir tepsiye dizip camın önündeki masaya taşıdı. Kocasını kahvaltıya çağırdı. Berna çatalıyla tabağındaki peyniri ezerken, Aydın bir gün öncesinin olaylarını, İngilizlerle yapacağı toplantının ona ne gibi imkânlar sağlayacağını, çok dikkatli olması gerektiğini anlatıyordu.
Ters giden bir şey mi var?
Yok.
Gülümse biraz. Yeteri kadar heyecanlıyım zaten.
Aydın son yudum çayı kafasına dikip giyinmeye gitti. Berna hiç kıpırdamadan oturdu. Dolap kapaklarının, çekmecelerin sesleri geliyordu.
Sevgilim kravatımı bağlayamadım, bir bakar mısın. Ellerin temiz mi?
Pantolonunu giymiş olmalıydı. Kravatını en son bağlardı. Berna titrek ellerle kravatı onun istediği gibi bağladı. Aydın aynanın önünde birkaç kere çekiştirip düzeltti yeniden. Ceketini ve evrak çantasını aldı, hole ilerledi. Lekeyi fark etmeden bir çıkabilseydi.
Bugün bağcıklı güderi ayakkabılarımı giyeyim. Bu pantolonun altına başka bir şey uydurmak zor.
Ben getiririm ayakkabıları, dedi Berna nefesi daralarak.
Aydın çekecekle ayakkabılarını giydi. Bağcıklarını bağlamak için sağ ayağını pufa dayadı. Berna sabit gözlerle kocasını izliyordu. Puftaki ayak, pantolonu hafifçe yukarı doğru çekti. Küçük kırmızı noktacık rahatlıkla görünüyordu artık. Sağ ayağını yere indirip, solu uzatacaktı ki durdu.
İnanmıyorum. Bu leke de nesi?
Hangisi canım? Göremiyorum.
Görmemek için kör olmak gerek. Şaka gibisin. Ben sabahtan beri toplantı diyorum, çok önemli diyorum, İngilizler diyorum.
Vallahi de görünmüyor. Kim bakacak toplantıda paçanın kenarına?
Ben gördüm, yeter. Yapamam, bu halde çıkamam evden. Bittim ben. Kıyafetimi değiştirecek vakit de kalmadı. Ben kötü oluyorum.
Aydın kapı önündeki pufa çöküverdi. Berna’nın umarsızlığından, dikkatsizliğinden başladı. Biteviye konuşuyordu. Aralarda sızlanıyor, rahat nefes alamadığı için şikâyet ediyordu. Kravatını gevşetti. Düğmelerini açtı. Berna ayakta bekliyordu. Onu ikna edemeyeceğini anlamıştı.
Midem bulanıyor, sol kolum uyuşmaya başladı, sinsi bir ağrı kalbimin üzerinde geziniyor, dedi hırıltılar arasında. Ütülü gömleğinin koltuk altları ter içinde kalmıştı.
Berna konsolun üzerinde sakinleştirici hapları aramaya başladı.
Valizde, dedi Aydın.
Berna arka odaya koştu.
Çabuk ol. Nefes alamıyorum. Ah, bunu nasıl yaparsın. O koca lekeyi göremeyecek kadar beyinsiz misin, diye söylenmeye devam etti Aydın.
Berna valizi açtı, ilaç kutusu görünürde yoktu. Eline gelen birkaç parça çamaşırı dışarı fırlattı. Gördüğü şey karşısında donakaldı. Aydın’ın unuttuğunu iddia ettiği anahtar destesi ortada öylece duruyordu.
Saklamış çamaşırların arasına. Demek sobe sevgilim, gerçek saklambaç nasıl oynanırmış gör bakalım.
Valizin file cebinden ilaç kutusunu alıp sabahlığının cebine koydu.
Berna? Bırakma beni, çok fenayım.
Berna terliklerini sürüyerek koridora çıktı. Puftan yere kaymış kocasına baktı. Gözlerini yummuş, kafasını duvara yaslamış, bembeyaz bir suratla çırpınıyordu. Kadın kararlı adımlarla banyoya geçti, klozetin kapağını kaldırdı, kutudaki ilaçları teker teker tuvalete attı. Sifonu çekti. Suyun girdabı her şeyi yaladı yuttu. Elindeki boş ilaç kutusuyla hole çıktı yeniden.
Sevgilim hiç ilacın kalmamış. Ne kadar çabuk tükettin bu kez?
Kocasını mızıldanmalarını duymazdan gelerek pardösüsüne uzandı, çanaktan anahtarlarını ve para cüzdanını aldı. Çorapsız ayağına çizmelerini geçirdi. Karışık saçlarını taramadı bile.
Eczaneden bir koşu alıp geliyorum canım, dedi geriye dönüp bakmadan.
Kaynak: altZine.net, altTema Denge
Füsun Çetinel
Renkli Yaş Almak bu işte!
Herkesin yaşamı biricik ve o yaşamdan öğrenilecek o kadar çok şey var ki. Renkli Yaş Almak projesi kapsamında herkesi yaşamını kitaba dönüştürmeye ve deneyimlerini genç kuşaklara aktarmaya davet ediyorum. Sandıklardan, albümlerden fotoğraflarınızı, hatıralarınızı çıkarın, korkmayın geçmişle yüzleşmekten. Kelimeleriniz bırakın aksın satırlara. Gerisini bana, kitap danışmanınıza bırakın. Birlikte size bir kitap oluşturalım.
Fatma Başural cesur bir öğretmen, bir eş, bir anne. Tüm olanlara rağmen yaşama bağlılığını, sevincini, azmini kaybetmemiş.
İlk görev yeri olan Rize'nin İyidere ilçesinin Yalı köyünün deniz kıyısında öğrencilerine okuma yazma öğretmiş bu yaratıcı öğretmenimiz.
''Okulun önü kumluktu. Deniz yükselince dalgalar merdivenlere çarpardı. Ben de öğrencilerimi sık sık kumlara indirip kum üstüne yazma yarışmaları yapmaya başladım. Denizi silgi, kumu da karatahta olarak kullanıp fırsat eğitimi yapıyordum.''
Ceres Yayınları'ndan çıkan ilk kitabı Sevdaya Zincir Vurulmaz sanırım onun son kitabı olmayacak. Anlatacak o kadar çok şeyi var ki. Üstelik şiir de yazıyor kendisi.
Fatma Başural ile birlikte bu kitabı hazırlarken insan yaşamının sürprizlerine, güzelliğine ve anlaşılmazlığına bir kere daha hayran kaldım. İyi okumalar dilerim.
Füsun Çetinel
SERT, ÇOK SERT
Dokuz günlük bayram tatilini fırsat bilip herkes bir yerlere gitmiş, İstanbul hayalet şehir olmuş, sokakları, alışveriş merkezleri, plajları bile boşalmıştı. Sıcaklık gölgede otuz altı dereceydi. Sarper’in beceriksizliği yüzünden bir kere daha koca apartmanda bir tek biz kalmıştık.
Kız kardeşi Selin her zamanki pişkinliği ile arife günü yeni aldığı bilmem kaçıncı köpeğini bırakacak yer bulamayıp sorgusuz sualsiz kapımıza getirdi. Ben ''bir saatçik Gamze’ye göz kulak olur musun'' desem bin dereden su getirirdi, bencil şey.
Sütlü kahverenginde bal gözlü şirin bir av köpeği kırmasıydı Kırpık. Adını son harfine kadar hak ediyordu. Kapıdan girer girmez bol salyalı ağzıyla neşe içinde ayakkabılarıma girişti.
''Sadece dört gün kalacak. Bugünü saymayın, dönüş günü de çabuk geçer. Geriye sadece iki güncük kalıyor,'' dedi Selin en sevimli haliyle. Sormadı bile ''bakabilir misiniz'' diye. Kayınvalidem de aynı model, her işi emrivaki bu ailenin.
''Aşısı falan var mı bunun? Başımıza bela çıkarmasın sonra?''
''Anneee lütfen ama,'' diye çığlık çığlığa koşup yanımıza geldi Gamze. ''Benim odamda uyur. Hem benim dışımda tüm arkadaşlarımın evcil hayvanı var.''
''Aşı için daha çok küçükmüş, satan adam öyle söyledi. Artık Bozcaada dönüşü götürürüm veterinere .''
Bozcaada’ya gidiyormuş. Biz köpeğine bekçilik edelim, hanımefendi gezsin. Para bol nasıl olsa. Sokaktan ısrarcı bir korna sesi geldi. Sevgili görümcem hasır şapkasını savurup kraliçe edasıyla merdivenleri inip gözden kayboldu.
''İnşallah bunun sonu da diğerleri gibi olmaz,''dedim.
''Gamze köpek diye çıldırıyordu. Üç dört gün oynar, hevesi geçer işte. Bize de bulaşmaz artık.''
Beyefendinin istediği olmuştu, köpeği bahane edecek, kıçını her zamanki gibi koltuğa yapıştırıp tatil boyunca evden dışarı adım atmayacaktı.
''Ben tuvaletine karışmam ona göre.''
Sarper küçük tuvaleti boydan boya eski gazetelerle kapladı. Bir kenara su kabını yerleştirdi. Gamze hemen parka, gezmeye götürmek istedi köpeği.
''Çamurlara girmesin. Patilerini ben yıkamam söyleyeyim,''dedim.
Yapmayacaklarımı önden söylemem bir işe yaramasa da.
''Anladık ya,'' diye terslendi Sarper.
Gamze çoktan ayakkabılarını giymiş, Kırpık’ın tasması elinde kapıda babasını bekliyordu.
Evin boş kalmasını fırsat bilip kendime kahve yaptım. Bankadan arkadaşım aradı, havaalanındaymış. Paris’e uçacaklarmış. Uçak rötar yapmış. Biz niye bir yere gitmemişiz? O konuştu, ben dinledim. Neyse ki kapı çalındı da kapatabildim telefonu.
Niye anahtar almayı öğretemedim ben bu adama? Kırpık huysuzluk etmiş, yürümek istememiş. Bir yavru köpeği bile idare edemiyorsun, diyebilirdim ama Gamze’nin yanında kavga çıkarmak istemedim açıkçası. Hem daha önümüzde nice günlerimiz vardı.
Kırpık geldiği zamanki kadar neşeli değildi artık. Hareketlerinde bir ağırlık, doğal olmayan bir yavaşlık sezdim. Sarper normal olduğunda ısrar etti.
''Uykusu gelmiştir anne, parkta yoruldu ya,'' diye araya girdi Gamze.
Kahvem buz gibi olmuştu. Vişneli kek istedi canım. Buzlukta dondurulmuş ne varsa tatil boyunca kullanıp bitirmeliydim. Tek bir zeytin tanesi bile koyacak yer kalmamıştı. Sarper’in telefonda annesiyle konuştuğunu duydum. Bu ses tonuyla başka kimseyle konuşmazdı. Yine neyin peşindeydi bu kadın?
''Ne diyor annen?''
''Çiçekleri sulamayı unutmayın,'' diyor. ''Otelde yemekler rezaletmiş. Duvara bakan oda vermişler. Çok sıcak oluyormuş.''
Biz onun her işine koşuyorduk da o ne yapıyordu? Gamze’ye bir kere bile bakmadı. Bir kere bile bir tencere yemekle gelmedi evimize. Bir kere kış için yaptığım domates pürelerini derin dondurucusuna koymak istemiştim de, ‘Kusura bakma, bizim yiyeceklere bile yer yok kızım,’ demişti utanmadan. Ben nereden senin kızın oluyorum?
Ne zaman evine yemeğe gitsek, ellerinizi yıkadınız mı, diye sorar. Kaç yaşında sanıyor bizi? Masaya meyve tabağı getiririm. Bunları iyice ovaladın mı, der. Benim ailem köyden gelme sanki.
''Dayıma, teyzemlere gidecekmişiz. Sonra gönül koyarlarmış.''
Hırsla mikseri çalıştırdım. Ben akrabalarını ziyaret etmek için değil, uçak bileti bulamadığın için kaldım bu aptal şehirde.
Gamze’nin inceden ağlama sesi duyuldu içeriden. Kırpık da yoktu görünürde. Koştum, kızın eli kanıyor. Gamze söylemek istemedi ama belli, oynarken ısırmış köpek.
''Şakadan yapmıştır,'' dedi Sarper.
Gamze’nin eline kolonyayı boca edince daha çok ağlamaya başladı.
''Isırmak istememiştir kızım, sütdişleri jilet gibi ya.''
''Çıldırdın mı sen, basbayağı ısırmış hain köpek.''
Kırpık bağrışlarımızdan yatağın altına sinip ulumayla karışık inlemeye başladı.
Gamze’yi kucağımda salladım. Biraz daldı. Hemen doktorunu aradım. O da tatildeymiş.
''Mutlaka kuduz aşısı yaptırın, işi şansa bırakmayın,'' dedi. Arkadan havuzun neşeli sesleri ve samba müziği geliyordu. Sarper birkaç kere Selin’i aradı, telefonu kapalıymış. Ben sinir içinde koridoru arşınlamaya başladım. Vişneli keki unutmuştum bile.
''Ya kuduzsa bu hayvan. Selin sorumsuzun teki, kim bilir nereden aldı.''
''Saçmalama, çocukken beni her gün kedi köpek ısırırdı.''
''İyi o zaman, bırakalım kudursun kız.''
''Köpek bizimle nasıl olsa. Hem yavru köpek kuduz olmaz ki.''
Sarper olayı yumuşatmaya çalıştıkça sinirim iyice tepeme çıkmaya başladı. Yerimde duramıyordum. İki de bir gidip uyuyan kıza ve yatağın altındaki Kırpık’a bakıyordum. Hayvanın gözleri kaymıştı. Derin soluklar alıp veriyordu. Bu hayvan kesinlikle normal değildi. Sarper görünce bana hak verdi.
''Sen kızla dur ben bunu köşedeki veterinere götürüyorum,'' dedim.
Veteriner beni hemen tanıdı, bu Selin’in başımıza attığı kaçıncı hayvandı.
''Gençlik hastalığı bu.'' dedi. ''İğne yaparım ama çok zor, yaşamaz. Hasta hayvanı satmışlar size, başka ülkelerden kaçak getiriyorlar.''
Ağlamaya başladım. Kırpık için, Gamze için, kendim için. Zehrolan dokuz günlük bayram tatili için.
''Kuduz değildir ama yine de veteriner fakültesinde bir test yaptırmanızı öneririm. Madem kızınızı da ısırmış.''
Selin’i camdan aşağı atmayı istedim o an. Pırtık’ı alıp eve döndüm. Gamze uyanmış merak içinde beni bekliyordu.
''Kırpık biraz hastaymış, uyuması gerek,'' dedim yavaşça. Sarper onu küçük tuvaletteki çamaşır sepetinin içine koydu. Zavallı hayvan koyduğumuz yerde kalıyordu.
''Kırpık ölecek mi anne,'' deyip ağlamaya başladı Gamze. Hiç birimiz konuşmuyorduk.
Kırpık gece boyunca inledi. İlk önce solukları yavaşladı, sonra minik göğsü zor inip kalkmaya başladı. Çok feciydi. Sarper hep yanında kaldı. Ben uzaktan gözlüyordum. Sürekli Selin’i aradım, açmıyordu telefonunu. Sabaha doğru Sarper bitkin bir şekilde yatağa geldi. Anladım. Ölmüş. Hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladım. Ne kötü bir kızdı şu Selin. Sarper sesini çıkarmadan saçlarımı okşadı. Tatilin sonuna kadar yataktan çıkmak istemiyordum artık.
Ertesi sabah herkes şiş gözlerle uyandı. Kırpık’ı bir karton kutuya koyduk. Veteriner fakültesini aradık. Nöbetçi doktor çıktı telefona, ''ancak bayram sonrası alabiliriz köpeği,'' dedi. ''Hayvanı soğuk bir yerde muhafaza edin. Yoksa beyni bozulur, kuduz testini yapamayız.''
Ağustos sıcağında alışveriş merkezlerinin dışında soğuk yer bulmak neredeyse imkânsızdı. Buzdolabımızın buzluğuna sığamayacak kadar da büyüktü merhum Pırtık. Soğuk ve geniş bir yer daha vardı. Sarper’e söyleyince ‘asla’ dedi ilk önce ama Gamze’nin kuduz olma ihtimalini hatırlatınca, anında fikrini değiştirmek zorunda kaldı.
Kırpık’ın naylon poşete sarılı katılaşmaya başlamış minik bedenini kayınvalidemin derin dondurucusuna törenle indirdik; domates salçalarının, çilek reçellerinin, iç bakla ve bebek enginarların arasına. Gamze kapağını kaparken dua etti.
Balkondaki çiçekleri suladık, yakındaki tatlıcıdan kutu kutu baklavalar alıp dayı ve teyzeleri bayram ziyaretine gittik.
Kaynak: altZine.net, altTema Sert
Füsun Çetinel
O Bir Gönüllü Okuyucu
Herrenbach anaokulunun girişindeki duvarı boyarken tanıştım kendisiyle. Gülümseyerek kendisinin bizler gibi bir gönüllü olduğunu anlattı. Haftada bir gün saat 11'de iki beş yaş arası çocuklara kitap okumaya geliyormuş.
Okulun öğrencileri genellikle Türk, Romen, Çin, Rus, Bulgar işçi çocukları. Kendi ana dillerini doğru düzgün konuşmadıkları gibi Almancayı da pekiyi öğrenememişler daha. Okulda başarılı olabilmelerinin tek şartı ise en azından bir dili çok iyi bilmeleri ve kendilerini düzgün ifade edebilmeleri.
Okuyucu, emekli bir ilkokul öğretmeni. Sırt çantasında resimli, renkli kitapları, sabahtan bisikletine atlayıp okul okul dolaşıyor. Ziyaret ettiği okullar genellikle yabancıların yoğun olduğu bölgeler. Amacı iki kültür arasına sıkışıp kalmış bu çocuklara kitap okuma alışkanlığı kazandırmak, okunanlar üzerine düşünmelerini ve doğru bir Almanca öğrenmelerini sağlamak.
Akşamları da boş durmuyor okuyucumuz. Bir arkadaşının kafesinde ücretsiz okuma saatleri düzenliyor. Katılımcılar genellikle emekli, işsiz veya maddi durumu uygun olmayan ama okumayı seven kişiler olduğu için kafe sahibi de herhangi bir ücret talep etmiyor, hatta herkese birer kahve ikramı bile var. Yeter ki daha çok insan kitap okusun, boş vakitlerini anlamlı bir şekilde değerlendirsin.
Onu çocuklara kitap okurken dinlemeyi çok istesem de boya ve fırçalarımı bırakıp görev yerimden ayrılamadım. İki defa Antalya’ya tatile gittiğini ve Türkleri çok sevdiğini söyledi. Ekonomik durumu düzelir düzelmez ilk fırsatta yine Türkiye’ye tatile gitmek istediğini anlattı. Kitaplara ve okuyup yazmaya tutkun iki dost olarak beraber hatıra fotoğrafı çektirdik ve birbirimize teşekkür ederek ayrıldık.
Etrafımda o kadar çok boş zamana sahip eğitimli insan var ki, neden onlar da okuyucu olmasın ki dedim kendi kendime. Sonra hemen Ataköy Taşlık Kahve sahibi iki muhteşem insanı hatırladım.
Özkan Bey ve Saadet Hanım, karı koca yıllarca emekle okuyup biriktirdikleri onlarca kitabı ve dinledikleri plağı bu kahvede herkesin hizmetine açmışlar. Ücretsiz edebiyat seminerleri, film geceleri, yazarlarla söyleşiler düzenliyorlar. Her aradığınız kitabı hiç zorlanmadan anında çıkarıp size veriyor, kitap hakkında kıymetli bilgilerini paylaşıyorlar. Bilgileri sınırsız, kalpleri kocaman ve Saadet Hanımın kekleri, börek ve sarmaları, çayı unutulacak gibi değil.
Evet, okuyucumuz olmayabilir ama bizim de Ataköy Taşlık Sahaf Kahvemiz var. Çok sevgili Kitap Baba ve Kitap Annemiz var. Yolunuz Ataköy'e düşmese bile ne yapın ne edin kitap dostu bu kahveyi mutlaka ziyaret edin.
Füsun Çetinel
Çizgili Pijamalı Çocuk
Hitler'in Ütopyası Bruno'nun Distopyası
Münih’e yarım saat uzaklıktaki Dachau Nazi toplama kampının girişinde ‘Arbeit macht frei’ yazısı karşılıyor ziyaretçileri.
Çalışmak Özgürleştirir
1933- 1945 yılları arasında Nazi Almanya’sı dil, din, ırk ayrımcılığına göre sınıflandırılmış, birçoğu siyasi suçlu niteliğinde olan milyonlarca insanı hapsedebilmek için yaklaşık 20.000 kamp kurdu. Bu kamplar, zorla çalıştırma kampı, geçiş istasyonu olarak kullanılan geçici kamp ve özel olarak katliam için inşa edilen imha kampı gibi pek çok biçimde kullanıldı.
Hitler'in 1933’te iktidara gelmesinin ardından, Nazi rejimi sözde ‘devlet düşmanları’nın hapsi ve bertaraf edilmesi için bir dizi tutuklama kampı kurdu. Toplama kampındaki ilk tutuklular Alman Komünistleri, Sosyalistler, Sosyal Demokratlar, Çingeneler, Yehova Şahitleri, eşcinseller ve ‘asosyal’ ya da sosyal açıdan sapkın davranışlar göstermekle suçlanan kişilerdi.
1937’nin başlarında SS subayları asıl kampın bulunduğu arazi üzerinde esir iş gücünü kullanarak büyük bir kompleks inşasına başladı. Bu kişiler korkunç şartlarda çalışmak zorunda bırakılıyordu. İnşaat resmen 1938’de Ağustos ayının ortalarında tamamlandı ve kampta 1945’e kadar herhangi bir değişiklik yapılmadı. Bu nedenle Dachau Third Reich sürecinin baştan sonuna kadar hep aynı kaldı.
İki yüz hektar alana yayılan bu kamp diğer kamplar için model oluşturmuş ve Alman askerleri için bir vahşet okulu niteliğinde olmuştur. Açık olduğu on iki yıl boyunca tüm Avrupa’dan 200.000 insan burada ve diğer kamplarda tutuklu kalmıştır. 41.500 kişi katledilmiştir.
19 Nisan 1945’te Amerikalı askerler kampa girerek tüm tutukluları serbest bırakmıştır.
Kapıdan içeri girer girmez yerdeki tren rayları göze çarpıyor.
Evlerden, sokaklardan topladıkları suçsuz yüzlerce insanı otuz kişi kapasiteli vagonlara doldurup kapıları üstlerine sürgüleyip çok az yiyecek ve suyla günlerce süren amansız bir yolculuğa çıkarıyorlar. Zayıf ve yorgun olarak ölmek üzereyken ulaştıkları son durak Dachau. Burada esirler çırılçıplak soyuluyor, kafaları tıraş ediliyor, bitlerden arındırmak bahanesi ile gaz odalarında ilaçlanıyor, sonunda fişlenip basit bir numaraya indirgeniyordu.
Bir bit, bir ölüm - Sigara İçmek Yasak - Gaz Duşu
Her şeyin zaten yasak olduğu, en ufak bir yanlışın bile gaz odasına gitmek veya günlerce ayakta hücre cezasına çarptırılmak demek olduğu bu yerde tüm duvar yazıları aynı amaca hizmet ediyor. Tutukluları aşağılayıp insanlıktan mümkün olduğunca uzaklaştırmak. Herkesi bir yapmak.
Barakaların dışında göz alabildiğine uzanan boşluk korkutucu. Her sabah ve akşam burada toplanan elli bin tutuklu yoklamadan geçiriliyor. Tepelerinde gözetleme kulesi, etraflarını çevreleyen elektrikli bir tel.
İki buçuk saatlik tur boyunca John Boyne’nun Çizgili Pijamalı Çocuk kitabındaki küçük Bruno her adımımda benimle birlikteydi. Barakalardaki ranzalarda, tuvalette, yoklama alanında ama en çok da tel örgülerin hemen yanındaki hendekte gördüm onu. Sakın demek istedim ona, sakın ola ki bu tarafa geçme. Ah Bruno! Tek istediği çizgili pijamalı bir arkadaştı oysa. Sakın çizgili bir pijama giyme Bruno! Gaz odasına yaklaşma Bruno! Annesinin nafile çığlıkları kulaklarımdaydı. Kitabın mekanı Dachau değil Auschwitz'dir ama ne fark eder.
Hayat bu işte, Hitler’in Ütopyası milyonların Distopyası oldu.
Bir de simgesel heykel var bahçede. Altında şöyle yazıyor, Bu Kamp Ölülere Saygı, Yaşayanlara Ders Olsun.
Tüm dünyada ve özellikle ülkemizde yaşananlar düşünülürse hiçbir felaket insanlığa ders olamıyor maalesef.
Füsun Çetinel
Satranç
Lise yıllarım boyunca bol bol orijinal dilinde Stefan Zweig okumak zorunda bırakıldığım için uzun bir süre kitaplarının kapağını dahi açmayı düşünmüyordum. Bir gün sevgili arkadaşım ve öğrencim Cem Yeker, Zweig’ın Satranç kitabından söz etti. Üstelik o da benimle aynı lisede aynı işkencelerden geçen birisi olarak yazarı yeniden keşfetmeye cesaret edebilmişti.
Yazıevinde ortaya bırakılan kitaplar arasında Satranç’a rastlayınca neden yeni bir başlangıç yapmayayım ki dedim kendi kendime. Her Türk genci gibi ben de bir zamanlar satranç öğrenmeye niyetlenmiş ama pek fazla da ilerleyememiştim. Belki de o yüzden kitaba pek sıcak yaklaşamadım ilk başlarda. Sonuna doğru ise tam anlamıyla âşık oldum.
Ama keçileri kaçırmamak ya da bir akıl hastalığına yakalanmamak için, bu saçmalıkla uğraşmaktan başka seçim şansım yoktu. Çevremdeki korkunç hiçliğin beni boğmaması için, kendimi siyah ve beyaza bölmeyi en azından denemek durumunda kaldım…
New York’tan Buenos Aires’e giden bir yolcu gemisi, sıra dışı dünya satranç şampiyonu Mirko Czentovic, Gestapo baskısında hücre odada çaldığı bir satranç kitabı ile bir yıl geçirmiş Avusturyalı Dr. B. ve onun ilginç öyküsü.
Satranç zehirlenmesi. En sonunda bu tek yönlü düşkünlük yalnızca beynimi değil, bedenimi de sarmaya başladı…
Bende ise tam bir Zweig zehirlenmesi oldu. Lise yıllarımda yaşadığım travmanın üstesinden geldim. Artık diğer kitaplarını da okumaya devam edebilirim. Bu kadar yıl sana direndiğim için çok üzgünüm Stefan Zweig.
Füsun Çetinel
Orospuyu niye evde tuttunuz derler
''Herkes bizden bilir. Orospuyu niye evde tuttunuz derler. Rezil rüsva oluruz. Zırıltıyı kes. Piçini peydahlarken düşünecektin. Kocamdan, oğlumdan, evin erkeklerinden bilirler. Senin zevkin için biz mi taşın altına girelim? İstemem, tutmam evde. Hemen bu gece gidecek.''
Söylenmelerle elinde havlular, sıcak su dolu çaydanlık, zayıf çelimsiz bedeninden beklenmeyecek çeviklikle eşiği atlayıp buz kesmiş odaya girdi kadın. Köşede, kirli döşekte yatan yarı çıplak kızın kanamaları odayı ağır çürük kokusu ile doldurmuştu.
''Bağırma. Herkesi başımıza mı toplamak istiyorsun. Çocuklar uyanacak. Rezil. Kimden sormuyorum bile. İnşallah geberir de hepimiz kurtuluruz bu dertten. Allah’ım sen nereden saldın bu utanmazı başıma benim.''
Kadın kaba hareketlerle kızın karnına abandı. Nefesini iyice tutup, tek seferde ıkınmasını söyledi azarlarcasına. Sabaha varmadan, ev halkı güne uyanmadan bitmeliydi bu rezillik. Kız, yüzü ter, acı ve utanç içinde kıvranırken, tırnaklarını sapladığı kanlı çarşaf ile çıplaklığını beceriksizce örtmeye çalıştı. Tavandaki havalandırma deliğinden içeri süzülen cılız ışık kızın kaba etlerinde oyunlar yaptı.
''Tanımadığın heriflerin altına yatarken her yerini açmayı bildin. Kırk yıllık ablandan utanıyorsun ha,'' diye çemkirdi kadın suratını ekşitip.
Kız son bir defa inledi. Var gücüyle bebeği dışarı itti. Yorgun vücudu, bacaklarının arasında güçsüz bağırmaya çalışan bebekle beraber duvara dönüp öylece kaldı. Sırtı sessiz hıçkırıklarla sarsılıyordu.
Kadın çabuk hareketlerle paslı mutfak bıçağı ile göbek bağını kesti. Yarısı kızın altında top olmuş pis çarşafı yırttı, zorlukla nefes almaya çalışan, havayı yumruklayan bebeği sarmalayıp eşikte karaltılar içinde dona kalmış on yaşlarındaki oğlan çocuğunun ellerine tutuşturdu.
''Yapamam nene, ya ağlarsa, ya beni görürlerse,'' dedi oğlan titrek bir sesle.
''Yaparsın ağam, yaparsın aslanım. Akıllı ol. Kurtulmamız lazım bu utançtan. Karanlıktan, saçakların altından git. Avluya bırak gel. Ses ederse iblis, ağzını elinle ört sıkıca.''
''Günah olur nene, her yer takır buz.''
Çocuk kocaman açılmış gözleriyle heykel gibi kıpırtısız eşikte duruyordu. Kadın oğlanı kucağındaki bebekle tahta kapının dışındaki soğuğa itekledi, içeriden sıkıca sürgüledi kapıyı.
''Git, çabuk git,'' dedi son kez.
Odaya dönmeye içi elvermedi. Sırtını biraz önce oğlanın üstüne sürgülediği kapıya yaslayıp kaldı.
''Allah’ım affet hepimizi,'' dedi fısıltıyla.
Kaynak: altZine.net, altTema Çıplak
Füsun Çetinel
Handmaiden
''Everyone is going to blame us. You kept the whore at home, they would say. Stop weeping. You should have given a thought while producing your bastard. They are going to blame my husband, my son, and my men in the house. Shall we go in danger just for your pleasure? I don’t want it. I can’t keep it in this house. This moment, right this evening, it is going.''
Bitter words in her lips, towels, and a kettle full of hot water in her hands, unexpected from her skinny, weak body the old woman jumped the threshold and entered the ice cold room. In a corner, the bleedings of the half naked girl lying on a dirty mattress filled the room with a heavy, rotten smell.
''Do not scream. You want to make everybody come here? Kids will wake up. You, shameless! I don’t even ask who it is from. Hope it dies and saves us from all the trouble. My dearest Lord, why did you let this immoral off.''
The woman pressed harshly on the abdomen of the girl. Scolding, she told her to hold her breath and push it at once. This theatre had to end before the dawn, before the household woke up to the daylight. The young girl whirled in pain, embarrassment and sweat. She was trying to cover her naked body with the blood soaked sheet, digging her nails into it. The weak light pouring from the ventilation hole played shapes on her buttocks.
''You could open every bit of yourself while throwing you under strange men. Now you are ashamed of your ma’m you have known for ages, ha,'' she reprimanded moppingly.
The girl moaned for a last time. She pushed the baby with all her strength. Her tiny body and the baby trying to cry between her legs turned towards the wall and froze like that. Her shoulder was shaking with unspoken utters.
The woman cut the umbilical cord with a rusty kitchen knife. She tore the wet sheet the girl was lying on and covered the hardly breathing baby. It was beating the air with its tiny fists. She handed the bundle to the ten year old boy who was standing paralyzed in the darkness.
''I can’t do it granny. If it cries? If they see me?''
The boy spoke in a fearful and shaky voice.
''You can do it, my brave heart. Be smart. We have to get rid of this shame. Follow the darkness, go under the canopy. Leave it in the courtyard. If the evil gives a noise, cover its mouth tightly with your hands.''
''But it is a sin, granny. Everywhere is so frosty.''
The boy was standing like a statue on the threshold, his eyes wide open. The woman pushed the boy with the bundle in his arms to the icy weather and locked the door inside.
''Go, go right now,'' she ordered.
She didn’t dare to go back to the room where the girl was lying motionless. She leaned her back on the door she bolted a minute ago after the helpless boy.
''Oh God, forgive us,'' she whispered to herself.
Füsun Çetinel