Edebiyat ve Muhalefet

Boğaziçi Üniversitesi 150.ci Yılını Kutluyor


Konuşmacılar: Semih Sökmen, Müge Sökmen, Meltem Ahiska, Bülent Somay, Murat Gülsoy, Nazlı Ökten

Burada toplanmamızın amacı, Boğaziçi Üniversitesini hatırlamak, anmak ve yeniden düşünmek. BÜ deyince ilk akla gelen bu okuldaki edebiyat çalışmaları ve dergileri. Bu çalışmalar felsefe, sosyoloji, politika gibi çeşitli konularda yenilikler üretmişlerdir. Darbe sonrası yıllarında Defter dergisi, Metis Çeviri, Hayalet Gemi gibi dergiler Türk Edebiyatında, yazım alanında iz bırakmıştır. Bu siyasi oluşumu konuşmak üzere buradayız. Metis Yayınlarından Semih Sökmen bu panelin moderatörlüğünü yapacak.

Semih Sökmen (Boğaziçi Üniversitesi Makine Mühendisliği ‘81 mezunu):

Burada olmaktan çok mutluyum. Rektörlüğe, bizi ağırladıkları, bir araya getirdikleri için çok teşekkür ederim. Bu bina benim için özel. Öğrencilik yıllarımı bu binada, kütüphanede geçirdim. Dokusu çok güzel. Panelin burada olması benim için sürpriz oldu.

Hepimizin ortak yanı düşünce. Müge ve Meltem’i kastediyorum, onlarla beraberdik. Üniversitede olduğum yıllar, hem Türkiye hem üniversite için özel bir dönemdi. Sancılı, acılı, başkalarının üniversite yıllarına benzemeyen yıllardı. Sonunda askeri darbe oldu. İyi ve güzel hatırladığım şeyler de oldu tabi. Kuşak mücadelesi, baş kaldıran, protestocu, kafa dengi arkadaşlar. Arkadaşlık ilişkileri vurgulanırdı. Üniversitede yaşadığımız güzellikleri içindeyken anlayamadık.

Boğaziçi gerçekten özgür ve özgürlükçü bir yerdi. Üniversitenin bu özelliğini ileriye taşıması, koruması, geliştirmesi çok önemli.  Büyüyüp yetişkin dünyasına katılmak çok önemli. Hayata atılmak. Farklı ne yapabilirimi düşünmek, bulmak. Hayatta neye tutunabilirim?

Somut üzerine konuşursam, inisiyatif anlarım nelerdi? Müge ile birlikte Metis’i kurduk. İki dergi çıkarttık. Nazlı Ökten ve Murat Gülsoy ile aramızda kuşak farkı var. Onlar bir dönem sonra Hayalet Gemi dergisini çıkardı. Bunlar bugün fiilen yayınlanan dergiler değil. Kendi adıma bu tercihleri yaptığım için çok mutluyum. Şu anda Metiste editörlük yapıyorum. Müge Sökmen bize Metis Çeviri dergisini anlatacak.

Müge Sökmen (Boğaziçi Üniversitesi Makine Mühendisliği ‘80 mezunu):

1980 bizim miladımız. 1976’da üniversiteye girdim. 1983’de mastırdan mezun oldum. Sol taraftaydım. Şiddet ortamı vardı. Neler olmaktaydı? Sorular sorup, belli meseleler için solcu olmuştuk. Üniversitede Bertold Brecht tiyatrosu oynuyorduk. Mahalle aralarında tiyatro yapıyorduk. Zamanımın çoğunu şimdi içinde bulunduğumuz bu eski kütüphanenin bodrumunda geçirdim. Akreplerin arasında atılmış, unutulmuş Memet Fuat dergileri okurduk. Başımıza 12 Eylül darbesi indiğinde biz, dışarıda olan insanlar, bunu geçici sandık. Düşünemediğimiz, konuşamadığımız şeyleri hadi şimdi tartışalım, dedik. Metis Yayınevini bu dönemde kurduk.

Bu ülkede dil hep sorun oldu. Biz de sokak dili konuşan bir kuşaktan geliyoruz. Birinci sorun dilimiz jargonlaşmış, zayıflamıştı. Düşünce ilerlemez oluyor ister istemez. İkinci engel ise dublaj Türkçesiydi. Sonra kitapların suç aleti gösterilmesi. Saldırıyla karşılanması. İroni bile yapılamaz oldu, edebiyat daralmaya başladı. Yayınların yüzde ellisi çeviriydi ve biz dile çeviri yanlışlarını tartışırdık. Dil meselesi yüzünden çeviri atölyesi kurduk. Çeviri tartışmaları başlattık. Yurdanur Salman, Suat Karaltay vardı. Ben makine mühendisliğinde okuyordum. Aramızda hiyerarşi yoktu. Gelin şu işi beraberce öğrenelim, dedik. Toplanıp tartışıp karar veriyorduk. Gençlerin heyecanı, diğerlerinin tecrübesi vardı. Disiplinlerarası bir çalışmaydı. Burada çevirinin kararlar, seçimler, tercihler, ihanetler ile yapıldığını öğrendik. Çeviri süreçlerini gösteren işler yaptık. Kişisel tercihler neyi belirledi? İki kişi aynı çeviriyi yaptık.  Farkına baktık. Karşılaştırmalı çeviri yaptık. Geri çeviri yaptık. Ne gitti ne kaldı? Orijinal metinden ne kadar uzaklaştı. Bunlara baktık hep. Duayenlerle söyleşi yaptık. Gönüllü işiydi. Dönemin en iyi aydınları, kültür insanları bize katıldılar. Jale Parla, Tomris Uyar cömertçe işlerini bize verdiler. Beş yıl boyunca ne gazetede ne medyada hiç tanıtımımız çıkmadı. Yersiz ve gereksizdik. 1982-1992 yılları arası yorucu bir süreçti. Daha sonra akademiden beslenemez olduk. Dolaplar dolusu yazı alıyorduk. Meselesi olan yazılar değildi bunlar. Öğrenemez hale geldik. Buraya kadarmış, dedik. Yirmi birinci sayıda kendi kendimizi eleştirdik ve çekildik. Dergiciliğe bir daha dönmedik.

Meltem Ahiskaya (Boğaziçi Üniversitesi, Sosyoloji Bölümü ‘80 mezunu):

Defter dergisi yayın kurulundaydım. Yedi sekiz kişiden oluşan bir yayın kurulumuz vardı. Sunuş yazımız bile yoktu. Daha sonraları gündelik hayatın zorlaması ile bir sunuş yazımız oluşmaya başladı. Arka arkaya yazılar koyardık. 1987-2002 yılları arasında, dar bir yayın kuruluna rağmen sekiz yüz kişinin işine yer vermişiz. Türk edebiyatında ciddi bir birikim.

İlk önce Akıntıya Karşı sonra Defter dergisini çıkarmaya başladık. Nasıl bir dönemdi? Akıntıya Karşı sadece iki sayı çıktı. Oluşturulması, dağıtılması çok zordu. 1985’de ilk sayı, 1986’da ikinci sayı. Son derece zahmetli bir işti. Tipo baskı vardı ve yanlışların düzeltilmesi günler alıyordu. O yıllarda dergi basmak yasaktı. Derginin çeşitli tanıtım cümleleri vardı. ‘Akıntıya Karşı, sınırları tanımak ama kabul etmemektir,’ bunlardan biriydi.

1980 sonrası büyük şok yaşadık. Korku, endişe hali, kitaplar, dergiler yakılmış. Ben kitaplarımı toprağa gömmüştüm. Açık kıyım vardı. İdeoloji kökleşmemiş. Alacakaranlık hali. Sol dili kullanarak çıkarırdık dergiyi.

Şenlikli muhalefet neydi? Defter dergisi yazıyı birebir gerçekliğe dönüştürdü. Bir gerçeklik ortaya çıktı. Söyleşiler önemliydi. Jest vardı. Öznel değildi. Geçmişle gelecek arasında bağ kurmayı amaçlıyordu. Yazılar tamamlanmaya başladığında heyecan yitti.

Roland Barthes  ‘Yazı kendini umut olarak sunar. Yazı hep eksiltir. Ben başlamadım, başlanmış bir şeyi bitirmeye çalışıyorum,’ der. Yorumlanmış olanı tekrar yorumlamak, tarihin içine katılmaktır yazı.

Piyasanın her şeyi yutması, şiddetin kanıksanması, yazı ve özgürlükle ilgili tehlikeler bunlar. Ürkekleşme. Yaratıklaşmış bir dil.

Murat Gülsoy (Boğaziçi Üniversitesi Elektrik-Elektronik Mühendisliği 89'mezunu):

Bizim hikâyemiz darmadağınık. Darbe bitmiş, bambaşka bir dünya var artık. 1984-1989 arası üniversite ortamında özgürlük vardı. Evet, vaha gibi. BÜ, 70li yıllarda Robert Kolej’den epeyce başka yerlere evrilmiş olmasına rağmen nefes almamızı sağlıyordu bize. Büyük şirketlerde kariyer yapmak isteyen bir gençlik, Amerikalılaşmış, tatsız, sevimsiz halleri, birbirinden not gizlemeler. Üniversite çok kabuk değiştirdi. Tek ayağım üniversitede, tek ayağım dışarıdaydı. Hayalet Gemi de, bir parçası dışarıda olan bir grup arkadaş tarafından çıkarılıyordu. Entelektüel hayata tutunmaya çalışıyorduk. Kopan şeye bağlanmaya çalışıyorduk. Herkes bir hesaplaşma içindeydi. Hayatımın bir kısmı okul dışında bir kısmı ise okul içindeydi. Kolektif ruh durumu bizde de vardı. Büyük bir misyon, vizyon kuramadık dergiye. Pratik düşünüyorduk. Ne kadar kurşun atsak kardı bizim için.

İlk amacımız, yazdıklarımızı birbirimize okutmaktı. Teknolojideki gelişmeler, masaüstü yayıncılık işimizi kolaylaştırdı. Macler neredeyse yayın işini kendi yapar hale geldi. Edebiyatla ilgili insanlar bir arada durabilmek için dergi çıkarırlar, bu her zaman böyledir.  Dergimiz hızla kendi okurunu buldu. Türkiye’de birçok yere ulaştı. Kolektif bir çalışmaydı. Üç kuralımız vardı. Bir, başından sonuna kadar on yıl boyunca bu kolektifliği sürdürecek eş güdümlü bir çalışmaydı yaptığımız. İki, kapalı bir çevre olmamalıydık. Üç, birçok yazının ilk acemi adımları burada atıldı. Çok hoş şeylerdi. Her şeyi ince hesaplarla yapmıyorduk. Bir taraftan yayıncılık öğreniyorduk. Sonra reklam almaya başladık. Dergiyi, fanzinin biraz ilerisine oturtmaya çalıştık.

Bizden önce yapılmış dergileri görmek çok önemli. ‘Vay be, demek böyle şeyler yapılabiliyor,’demek çok katkı sağlıyor insana. Hayalet Gemi bize öğretici bir ortam oluşturdu. Açık Radyoyu da anmak gerek. Orada da çeşitli programlar yaparak varlığımızı sürdürdük. On yıl hiç de kısa bir süre değil. Derginin utangaç bir dili vardı. Siyah beyaz baskı, gotik resimler, karanlıkta ıslık çalan çocuklar gibiydi bizim dergimiz.

Nazlı Ökten: Show TV haberlerde satanist ilan edilmemizle başladı her şey.
Korkuyoruz ama militan değiliz. Dergi öncesi okuma grupları, tiyatro grupları kurmaya çalışıyoruz. Cezmi Ersözler dinliyoruz. Bir mağdur durumu vardı. Herkes söylenmeyeni biliyordu. Siyasi olana tavır vardı. Bir saklama ve saklanma hali. Kendi köşemizde bir şey büyütmek istiyorduk biz de. Yenilginin izleri, saklanma olarak çıktı bizde. Saklandığınız yerde tohum yetiştirmeye çalışıyor ve koruyorsunuz onu.

Bizim için Akıntıya Karşı ve Defter dergileri çok önemliydi. Biz deli değiliz. Bizim gibi başkaları da var, dedik.

Hayalet Gemi siyah beyaz baskı olduğu, gotik resimleri olduğu için Akmar pasajında satılan diğer dergilerle birlikte toplatıldı. Reha Muhtar haberlerde söyledi bunu. Ben salonun masasında ders çalışıyordum, duydum. Eş dost, bu gece evde kalmayın, dedi. O zamanlar korkudan kitapları katlayarak okurduk otobüslerde. Patlamalar vardı. Faili meçhuller vardı.

Biz yola çıkarken Hayalet Gemi, Leman ile Defter arasında bir şey olsun istedik. Şenlikli muhalefet olsun. Alternatif bir yer arıyorduk. Kahkaha olsun, gündelik olanla ilişkisi olsun. Ben kısa çeviriler yapmaya çalışıyordum. Hiç bilmediğimiz yerlerden mektuplar, telefonlar alıyorduk. Derginin adresi evimizdi.

Yazı kurulunun büyük bölümü Boğaziçindendi. Karmakarışık yazılar, tartışmalar vardı. Üniversitede o dönemde çim saha yoktu daha, ortada toz toprak içinde bir futbol sahası vardı. Biz bütün gürültünün içinde sesimizi çıkarmaya uğraşıyorduk. Nefes aldığımız ortamdı burası. İçinde düşünce, özgürlük, şiir, gotik, içten içe olup bitenlere muhalefet, sorusu olan bir dergi istiyorduk.

Hayalet Gemiyi muhalif bir dergi olarak tanımlayamam ama sessizlik bile bir direniştir. Hüzünden neşeye doğru giderken tek tür bir siyasi hareketlilikten bahsedemiyoruz. Muhalefet, esnek birleşme ve ayrılma noktalarını getiriyor.

Bülent Somay (Boğaziçi Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı, ’78 mezunu):

1790 yılında İngiltere’de iki önemli yazar Radcliff ve Louis, Gotik edebiyatını tartışıyor. İngilizcede üç kelime var, horror, fear ve terror. Türkçe’de çevirinin zorluğu şuradan anlaşılıyor, bizde bu kelimelere karşılık sadece iki kelime var, korku ve dehşet. Yazarlardan biri diyor ki, ben insanları korkuturum ama kitabın sonunda tüm korku öğelerini mantıklı bir sonuca bağlarım. Diğeri ise diyor ki, her şeyi oturup evcil hale getirmek hiç iyi bir şey değil. Korkuyu bile. Bu tartışma çok önemli olmayabilir, ama işin devamı var. Fransa devriminin terör aşaması. Kanallar dökülen kandan kırmızı akıyor. Kafalar yerlerde misket gibi yuvarlanıyor. Ve bir yazar diyor ki, sizin ‘terror’ dediğiniz bizim gündelik hayatımız. 1980’lerde ise bizim gündelik hayatımız terördü. Çeviri böyle zor bir şey işte.

Ben şanslıydım. Benim adımı verebilecek insanlar yurt dışına kaçmıştı. 1980 sonrası biz de iki yıl süreyle yurt dışına kaçtık. Peşimizde olmadıklarını anlayınca geri döndük. Filistin askısı, sigara söndürme, şiddet, işkenceler. 12 Eylül bize günümüzü gösterdi. ‘Yakaladığımız zaman canınıza okuruz.’ Gerçek edebiyat anlamsız geldi.

Terör edebiyatı başka şey söyler bana. 70’lerde keşfettim. Ütopya ve bilimkurgu üzerine mastır yaptım. Akademide aşağılık görüldüm. Zor bela Jale Parla’yı ikna ettim. Tezimi yazdım. Yenilerde tekrardan yayınladım. Fena da değil.

Üniversitenin müzik, tiyatro faaliyetlerine katıldım. Bilimkurgu, fantezi hobimdi, ancak mastır yaparken ciddiye aldım. İnsanların, başka dünyalar da olabilir hissine ihtiyaçları var. Hepimiz için geçerli bu esasında. Akıl dışı olanın dehşeti bizi dondurmaz, aksine düşünmeye sevk eder.

Bir yazar ‘devrimi alamazsınız, yapamazsınız ancak devrim olabilirsiniz’ demişti. Ben de yapmaktan vazgeçtim. Devrim kelimesini kullanmak bile ayıptı zaten. Benim en sevdiğim yanım inatçı olmam. Ütopyaya, bilimkurguya bakmak devrimci kalmanın ön şartıydı benim için.

Defter hüzünlü, ölçülü mırıldanan bir dergiydi.  Benim ise mırıldanmaya halim yoktu. Aradan çekildim. Defterin yolunu dışarıdan izlerken müthiş kıskandım. Hasetle izledim onları. Bensiz neler yapıyorlar bunlar, diye. Ben kendimi o güzel işin dışına atmıştım. Kıskançlıktan çatlamamayı başardım. Zaman zaman editörlük yaptım. 1990- 19997, yedi yıl her günümü Metis’te geçirdim. Bu arada Defter de kucağıma düştü. Fantezi ve bilimkurgu hakkında yazdığım en iyi şeyleri Defterde yazdım.

1980 darbesi bize şunu kabul ettirdi. Hepiniz yanlışsınız arkadaşlar. Bu duyguyu yaşamak çok zor. Yalnızsın arkadaş. İşkence odasında, her yerde. Yalnız başına hiçbir şey yapılmıyor. No man is an island. Biz seksenlerde ada olduğumuza çok inandık. Dehşet vericiydi. Pil bitmişti artık. İnsanlardan yazı istemek yorucuydu. Mecburen yazmayanlar yazı yazmasın zaten.

Ortaçağda keşişler vardı, kendilerini kırbaçlayan. Biz bunu yaptık. Miladı doldu artık. Yapmasak iyi olur. Bir genç arkadaşımın benimle aynı sayıda bir yazısı vardı. Otuz yaşlarında, Özal gençliğinde yaşamış bir arkadaştı. Maksat üzüm yemek değil, bağcıyı dövmek değil, bağcıdan dayak yemek, sizin kuşağın amacı demişti. Çok güzel bir tespit bu. Bizim kuşak arasında hapse girmemek çok feci bir şeydi. İşkence hikâyelerini ikiye üçe katlamak çok yaygındı. Çektiğimiz acılardan başka hediye edecek bir şeyimiz yoktu.

İnternet yüzünden edebiyat dergileri ölüyor mu artık? Yani dergiler var da, içerikleri pek etkileyici değil.

Murat Gülsoy: Artık internet hızlı ve doğrudan yol sunuyor insanlara. Bloglarda kişisel tarihinizi tutmuş oluyorsunuz. Diğerlerinin yerini aldığını sanmıyorum. Birçok dergi var şimdi de. Kiminden haberimiz bile yok. Eskiden de böyleydi bu. Evet, çekim merkezi olacak dergiler yok piyasada. O konuda haklısınız. Bize özgü bir şey mi bu, evrensel mi yoksa? Tartışılır. Yazdığım yazılar, paylaştığım videolar, ben fiziksel arşivden vazgeçtim, hepsini elektronik ortamda tutuyorum artık. Hayalet Gemi’nin tüm sayılarını internete koyduk. Bence internet yazı ortamını canlı tutacak. Herkes kendi blogunu açacak,  bize verimli bir gelecek vaat ediyor internet. Şimdi zor olan, düşünmeyi üretmek. Her şeyde olduğu gibi, iyi ve kötü yönlerini beraberinde getirecek.

Semih Sökmen: Burada konuştuğumuz dergilerden ikisinin mutfağını çok iyi biliyorum. Elimizde bir ürün var. Yerli yersiz çabalamalar, yoğun bir çalışma, kaygılar. Dergi bir grup insanı bir arada tutuyor. Bu insanların birbirlerinin hayatında önemli bir yeri var. Kaybedilemeyecek bir birliktelik. Dergi, yazmaktan ibaret değil. Beraberlik hangi nedenlerle, hangi anlarda inşa edildi? Bu günden sonra bu nasıl yapılacak?

Boğaziçi Üniversitesi 150. yıl kutlamaları bu panelle sonlanmadı. Orhan Pamuk, Umberto Eco, Azize Tan, Fırat Yücel, Yamaç Okur, Perihan Mağden, Aslı Erdoğan'dan başka Halide Edip Adıvar, Halikarnas Balıkçısı ve Tomris Uyar gibi şu an hayatta olmayan Boğaziçili yazarların eserleri de bu toplantılarda değerlendirildi. 

Füsun Çetinel

Size Pandispanya Yaptım

Mario Levi anlatıyor...


Galapera’ya gelirken hem çok mutluydum hem de heyecanlı ve tedirgin. Çünkü hazırlıksız gelmiştim bu söyleşiye.

Geçenlerde Sahrap Soysal’la Boğaz kenarında, Sait Halim Paşa yalısında bir söyleşim vardı ama bu çok farklı, sizlerle samimi bir ortamdayım.

Sait Halim Paşa’nın hayatını düşünecek olursam o da bir roman kahramanı diyebilirim. 1910’larda sadrazamlık yapmış. Birazcık İttihak ve Terakki’nin kuklası olmuş, onu hep başkaları yönetmiş. O dönem Talat ve Enver Paşalar çok önemli. Adam hiçbir şeyin farkında olmadan Osmanlı İmparatorluğunun 1. Dünya Savaşına girdiğini görüyor. Ve rivayet edilir ki, Enver Paşa yalıya gelir ve ‘Müjde, bir çocuğun oldu,’ der. Adam sadrazam ama Enver Paşanın ne demek istediğini anlamaz. ‘İki Alman gemisi Boğazı geçiyor, evet harbe girdik,’ der Enver Paşa.

Şimdi biz mütevazı hayatlara gelelim. Yazarlar neden yalıda oturmazlar? Hâlbuki en çok biz hak ederiz. Eski Türk filmlerinde Kartal Tibet, ipek fular, robdöşambra ile inzivaya çekilmiş, meçhul bir yazar rolünde olurdu. Böyle birini gerçek hayatta bilmiyorum ben.

Tek bildiğim yazar, hayatının kısa bir döneminde yalıda yaşamış, Recaizade Mahmut Ekrem. Araba Sevdası Türk edebiyatının kilometre taşlarından biri. Muzip bir yazardır kendisi.

Benim kitaba gelecek olursak, Size Pandispanya Yaptım adı kitabın tamamı yazıldığında çıktı ortaya. İsimler kitabın yazılması bitmeye yakınken çıkar ortaya. On kitabımın hepsinde böyle oldu. Bir tek baştan ismine karar verdiğim kitap, İçimdeki İstanbul Fotoğrafları.

Bu başlık neyi temsil ediyor? Bildiğiniz gibi, pandispanya İspanyol ekmeği demek. Anlamı var mı? Bir yere kadar var. Aile kökenlerimizin Endülüs, Kastilya’ya kadar uzandığı düşünülürse simgesel bir anlam var. Ama romanın içinde başka anlamı da var. Ben en çok bunu önemsiyorum.

Kitabı ele vermeden birkaç küçük değinmede bulunabilirim. Bu kitap benim için rekor sayılabilecek kısa bir sürede yazıldı. On bir ay içinde, bir yıldan daha az. Kimileri, bu kadar kısa sürede yazdığını söyleme sonra kitabı şişirdin sanacaklar, dedi.

Bu kitabı yazma fikri tam on iki yıl önce aklıma düştü. Yemekler ile hayatlar arasında bağ kurarak bir kitap yazmalıydım. Ama bunun edebiyat karşılığı nasıl olacak, bilemedim. Sadece fikir olarak vardı kitap. Zaman içinde bazı romanlar keşfettim. Esin kaynağım 1970’lerin başında lisede okuduğum bir roman olmuş. Bu roman bir dönem Avrupa edebiyatının birçok okura keyif vermiş Avusturyalı yazar Mario Simmel’in romanıydı. Yalnız Havyarla Yaşanmaz. Başka bir tercümesi de vardı, Papaz Her Gün Pilav Yemez. Aşk, polisiye çok güzel harmanlanmıştı bu kitapta. Ama ana metinle hiç ilgisi olmayan yemek tarifleri vardı aralarda. Eğlenceli bir kitaptı. Demek ki biraz irdelesem bu kitap olabilir ilham kaynağım.

2012 yılında romanı yazmaya başlamıştım. Dostum Ersin bana bir kitap verdi. Keyifle okudum. Laura Esquivel, Acı Çikolata. Sonra bu kitabın başarılı denebilecek bir sinema uyarlaması da yapıldı.  Evet, yapmaya çalıştığıma yakın bir şeydi, biraz benim kitaba benziyordu.

10 Temmuz, 2010 kitabı yazmaya başladığım tarih. Bunu hatırlıyorum. Ben doğrudan bilgisayara yazmam, deftere yazarım. Elle yazmalıyım. Şikâyetçi değilim. Daktilo zamanında da yine elle deftere yazardım. Bu yüzden nereye gidersem gideyim çantamda bir defter ve bir kalem olur hep. Not alabilmek için. İşte bu tarihte Dublin’e gitmiştim. Uzun yıllardır gitmek ve görmek istediğim bir yerdi Dublin. Edebiyat şehri. İstanbul Bir Masaldı romanımın İngilizce baskısının tanıtımı için gitmiştim. Kitapevinin yöneticisi ve sahibi İrlanda kökenliydi. Kaldığım yer beş yıldızlı bir otel değildi ve bana ne mutlu ki sahibi çok hoş, çılgın, yetmiş beş yaşında bir bayandı. Ve seksen yaşındaki eşi psikoloji profesörüydü. Sohbetlerimiz çok hoştu. Çok büyük bir odada kalıyordum, bir de çalışma masası vardı odada. James Joyce, Samuel Beckett, Oscar Wilde ve diğer yazarların kentindesin kendine gel, dedim. Ve Trinity College’de konuşma yapacağım. Mevsimlerden yaz ama dışarıda şakır şakır yağmur sesi. Taptaze çim kokusu odaya doluyor. İşte orada adını bilmeden bu kitabı yazmaya başladım. Bu yaz sıkı çalışırsan belki bitirirsin, dedim. Bir hikâye kitabı yazmak istiyorum. Bu kadar roman yazdın, yeter artık. İlk göz ağrına dön, dedim kendime.
Her kitabın bir kaderi var. Yazmak istediğim yemek ve hikâyelerdi. Babaannemin bana öğrettiği yemekler, Sefarad mutfağı yemekleri. Hikâye çok, anı çok, yazdıkça gelir çünkü onlar içimizde. Yazıyorum, bir terzi kızı var, âşık olacağı bir çocuk var, kırgın kız var. Sen misin bunları düşünen. Otuz kırk sayfa yazmışım. Baktım ki ben bir roman yazıyorum. Mücadele etme Mario, dedim.

Roman gidiyor, yolunu buldu. 2012 yılının yazı çok sıcaktı. Eşim İngiltere’deydi. Fırsat bu fırsat, iki buçuk ay süreyle günde dokuz saat çalıştım. Geceleri yatağa yattığımda başım dönüyordu artık. İçimde birikmiş hepsi. Yaz bitmeye yakın romanın ilk yazılışı bitti. Hikâye çıktı, omurga çıktı ama içime sinmeyen bir sonu vardı. Önümdeki defterden ikinci kere başka bir deftere yazıyorum romanı. O yaz bitmeyeceğini anladım romanın. Şubat ayında ikinci yazımı bitti. Bilgisayara geçirdim.

Orada başka bir durumla karşılaştım. Roman bittiğinde yaklaşık beş yüz elli sayfa metin çıktı ortaya. Bazı şeyler fazla mı, diye sordum kendime. Yazar yıllar geçtikçe neleri gereğinden fazla yazdığını anlar artık. Böyle olunca çıktıyı alınca, neleri çıkartabilirim diye sordum kendime. Bazı yan kahramanların varlığı dikkati başka yöne çekiyordu. Kısaltmaları yapmaya başladım. Yüz elli sayfa çıkardım. Gelin sizi bu tarafa alalım, elbette ki bir gün görüşeceğiz sizlerle, dedim bazı karakterlere. Hissettirmeden, oluşan boşlukları kapattım. Hem aile, hem aşk hikâyesiydi ve bunun öne çıkması gerekiyordu romanda.

Romandan çıkardığım sayfalarla başka bir hikâye kitabı yazdım. Ama demlenmesi gerek kitabın. İnşallah önümüzdeki yıl çıkar. On, on iki öykü olacak. Birbirine geçen hikâyeler. Ancak daha gevşek roman örgüsünü sağlayacak olan ana metni bulamadım. Bu şu anda düşündüğüm bir şey, sonra ne olur bilmiyorum. İki anlatıcı var, biri olayı anlatan asıl anlatıcı. Diğeri onun yazdıklarını eleştiren anlatıcı. Bu çerçeve öykü yöntemi, Bin Bir Gece Masallarında var.

Bu yaz kendimi kitap okumaya verdim. Bir küçük çılgınlık yapıp bu masalları okumaya başladım. Sekiz cilt, her biri beş yüz sayfa. Dört cildini okudum. Fakat rivayet edilir ki hepsini okuyan delirir. Zaten bunları okuyan delidir ya.
Size Pandispanya Yaptım, bana güzel duygular yaşatan bir kitap oldu. Zaman zaman çok uzakta kalmış insanları hatırladığım için duygulandım. Bir o kadar da keyiflendim. Bir kahraman benim babaannem ve diğeri onun kız kardeşi. Babaannem öleli yıllar oluyor. Kız kardeşi yüz üç yaşında, Barselona’da oğluyla yaşıyor. Yarı yatalak, bilinci yerinde. Babaannem bu yemeği böyle yaptığımı görse bana nasıl da kızardı, neler derdi hep gözümün önüne geldi. Babaannem sert kadındı. Toplumsal hafızaya değinmek istedim, çok az kişinin bildiği yemekleri ve insanları anlatmak istedim. Bu kitapta otuz kırk yemek tarifi var, hepsi yapılabilir şeyler.

Edebiyatta en önemli şey sahici olmak. Ben ansiklopedik bilginin roman yazmaya yetmeyeceğini düşünüyorum. İçselleştirmek gerekir. Yoksa çuvallar yazar. Bir bilgi ne kadar içselleştirilirse o kadar iyi edebiyat olur. Bu nedenle Sait Faik iyi yazardır. Nihat Sırrı Örik iyi yazardır. Mithat Cemal Kuntay iyi yazardır.
Türk Edebiyatı türlerine baktığımızda Türk hikâyeciliğinin çok iyi bir durumda olduğunu söyleyebilirim. 1970’lerde bizi yetiştirenler Tomris Uyar, Firuzan, Oğuz Atay. Çok iyi romanlar yazıldı ama hala Türk romancılığının kendini geliştirme döneminde olduğunu düşünüyorum. İşlenecek çok konu var ama yazılmadı hiç biri. Resmi tarihle kendimizi o kadar çok doldurduk ki yazamadık. Ne kadar çok insan hikâyesi var, eşimin ailesi Selanik göçmeni. Neler yaşandı. Can pazarı. İstanbul’a sürgüne geliyorlar. Daha bunları anlatmadık.

Nihat Sırrı Örik, şimdi onun hakkında konuştuğumuzu duysa kim bilir ne kadar sevinirdi. Aynı şekilde yıllar yılı tüm hayatları süresince Ahmet Hamdi Tanpınar ve Oğuz Atay kitaplarının okunmamasının acısını yaşadılar. Nasıl kırgın ve küskün gitti Oğuz Atay. Sekiz yayınevinden ret cevabı aldı. Şimdi bakıyorsun hiç kimse onların aleyhine bir şey söylemiyor. Şimdi herkes Oğuz Ataycı. Celalettin Göktuna, Mehmet Seyda, Feyyaz Kayacan diğer yenmiş hikâyeciler.

Alice Munro’nun Nobel Edebiyat Ödülünü almasına çok sevindim. Çünkü ödül ilk defa bir hikâye yazarına verildi. Umutlu olmalıyız. Varsın çok satmasın. İtibar görüyor mu, değer veriliyor mu o önemli.

Belki ileride bir gün tanıdığım yazarlarla ilgili bir anı kitabı yazabilirim. Haldun Taner, Tomris Uyar, Ömer Kavur, Atilla İlhan, Bilge Karasu, Selim İleri olur içinde.

Haldun Taner Öykü ödülünü aldığım zaman Tomris Uyar beni bizzat aradı. Kulaklarıma inanamadım. Benimle dalga geçiyor birisi sandım. Kitabınızı okudum, sizi tanımak istiyorum, dedi. Şaşkınlıktan, neredesiniz hemen size geleyim, dedim. Bir gün anlaştık, ziyaretine gittim. Kitabımı didik didik etmiş. Beğendiği şeylerin yanında beğenmediklerini de öyle bir zarafetle eleştirdi ki, ders gibi, ondan çok şey öğrendim.

Edebiyat budur işte. Aktarmaktır. Bir mirastır. Bu sorumluluğu taşımaktır.

Füsun Çetinel



Mel'un- Bir Us Yarılması

Selim İleri’yle Söyleşi


Galapera izdiham günlerinden birini yaşıyor. Bir Martta Mel’un çıktı, iyi ki de çıktı yoksa burada toplanamayacaktık. Roman karakteri Sayru Usman’ın sözlük anlamı nedir, bu nasıl gelişti Selim?

Bilge kişi, akıl adamı demek Usman. Uslu, akıllı demek. Bir de İlhan Usman vardı. Eski romanlara uyalım dedim. Bilirsiniz bu eserlerde karakterlerle ya tezat ya da bağ kurulurdu.  Ahmet Mithat Efendi’nin Felatun Bey ile Rakım Efemdi’ si gibi. Sayru kelimesi Nurullah Ataç tarafından kullanılmıştı, sayru evi, deliler evi. Sonra Yunus Emre şiirlerinde var sayru kelimesi. Romanın anlattığı şeylerin isme indirgenmesi ne kadar doğru bilemem, ben bir şeyleri simgelesin diye uğraştım. On üçüncü yüzyıl Türkçesinde saçmalayan kişi olarak geçiyor.  Bu karakter saçmalar gibi gözüküp aklın içinde, hem de bilinçli. Kitabı ilk Ahmet Ümit okudu. Bana sordu, kim bu mel’un kişi dedi. Benim dedim. Yok canım, dedi. Sen mel’un olamayacak kadar iyisin. Sonra bir fotoğrafta ben ondan on yaş genç çıkmışım diye bana, kızdı. Evet sen melunsun, dedi.  Bu romanda mel’un iyi bir şey. Bugünün edebiyat dünyası, yayın dünyası, tarihin yeniden yazılışı. Kimi açık, kimi örtük açıklamalar. Örtmeye çalışmadım, ama bazı bilgileri birleştirdim. Amacım şahıslarla uğraşmak değildi. Herkes soruyor bu kim, diye. Kişilerden esinlendim, ben kimseyle uğraşmayı düşünmedim.  Sadece var olandan yola çıktım.

Romanın bugün getirildiği nokta bu. Bugün geldiğimiz noktayla ilgili, siyaset, edebiyat, yayın, insanların kitapla ilişkileri. Kırk beş yıldır bu işin içindeyim. Durum tedirgin edici, edebiyat kalmadı artık. Her şey edebiyatı baltalayıcı hale geldi. Çoksatarlar her yerde artık. O kelimeyi bile yurt dışından aldık. Bizde Türkçede böyle bir kelime yoktu. Kulağa acayip geliyor. Gelişmiş ülkelerde bu kavram çok yaygın. Marguerite Duras’ın dediği gibi, bunların gözü doymaz. Bizim on bin okuyucumuza göz dikerler.  Okuyucumuz eleştireldir, onun için de kıskanırlar. Bu durum bizde yeni, ancak dünyada on beş yirmi yıllık bir durum. Edebiyat bizde sona ermeye doğru yol alıyor. Tehlike büyük. Öz edebiyat varlığını koruyamıyor.

Ben kitapta bunları anlatmaya çalıştım, bazı şeylerin üzerine gitmeye çalışmadım. Pek çok kişi bundan bahsediyor olabilir ama kimse kapitalist düzene karşı gelemiyor tabi. Çoksatarların sağladığı imkânlar birçok değerli kitabın önünü tıkamış oluyor. Daha film piyasaya çıkmadan seyircisi belli oluyor artık. Dörtte üçü palavra üzerine kurulmuş, yermeye kalkınca kapılar kapalı. Kimse sesini çıkaramıyor. Her şey önceden belirlenmiş. Sanatın yeni bir açıya yol alabilmesi çok zor.

Çoksatarlık kurallarına göre yazmak bana göre çok zor. Geçmiş yıllarda, kırk yıl önce,  denedim, o tarz yazıları nasıl yazdıklarına dikkat ettim. Olumlu sonuçlar alamadım, kendi yolumda kös kös gittim. Bugünkü ortamda çok sattığımı düşünememek gerek. Kendimle ilgili değil toplumla ilgili bir sancı bu. Sağ olsun Everest kitabın hiçbir yerini ellemedi, noktası virgülü her şeyiyle basıldı. Teşekkürler. Çoksatarların yayınevine sağladığı ticari imkân benim sağladığım imkânlarla karşılaştırılamaz. Benim rakamım çocuk oyuncağı, ancak on bin baskı. İkinci baskıda ise ellerinde kalmasın diye ancak beş bin baskı. Çoksatarlar beş yüz bin basılıyor.

O yılların ortamı başkaydı. Bir yılda ancak dört beş kitap çıkardı. Artık şiir kitabı çıkmıyor. Hâlbuki yayınevinin görevi şiir kitabı çıkarmak. Jest olarak basması gerek. Şiir yayınevlerinin onuruydu, sevinç kaynağıydı. Her şey ters yüz olmuş durumda.

Bence çoksatarları da okusunlar. Sakıncası yok. Oradaki sakınca sekiz yüz bin, mor kapak, gri kapak olayı. Yetiştiğim yıllarda öğretmen görevi gören kitaplar vardı çoksatanlar arasında. Onlardan başka yerlere gelirdiniz. Bizler Kerime Nadir, Esat Mahmut okuyup sonra  Sartre’ye geçtik.  Esat Mahmut okumak Türk toplumu hakkında fikir sahibi olmaktır. Cemal Süreyya demişti, Kerime Nadir okumadan Sartre okuyan toplum olduk diye ta o zamanlar. Şimdi gençler sadece Borges okuyor, aradaki boşluğu nasıl kapatacaklar?

Can Bahadır Yüce, bir söyleşi yaptı sizinle. Ve kitaptan bir alıntı yapmıştı. Onu açabilir misiniz?

En koyu sofu en koyu ateistin, en koyu ateist en koyu sofunun iki mısraından iki satırından mesut olamaz mı?

Altmış üç yıldır bu ülkedeyim, baştan beri bunu düşünüyorum ben.
Çoksatarlarla ilgili bir sorunum olmadı hiç. Atilla İlhan bir kitabım üzerine yazmıştı, doğru yoldasın böyle devam et, diye. Ben isteyerek bıraktım o yolu. Her gece Bodrum’da yazmış olduğum aşk ten ilişkilerini. Saz, Caz, Varyete adlı romanım az satıldı. Belki okuyucuya uzak geldi, belki daha erkendi bu konular. Ele alınan karakterler sembolikti. Ecevit, Türkeş ve Demirel, okur bağı kuramadı. Bu kitaplar yeniden satsın diye üç kitap bir arada Selim İleri Tozlu Aşk Romanları diye yeniden basıldı, Kafes, Ölünceye Kadar Seninim ve Saz, Caz, Varyete. Beni üzmedi bunlar. Kırk beş yıldır yazarak yaşamımı sürdürüyorum, iyi, konforlu bir hayat yaşadım.

Yayın dünyası. Edebiyat dünyası demiyorum, o yok zaten.  Bu benim meselem değil, gelinen nokta. Ticari ortam alakadar ediyor insanları. Selin Ongun televizyon programında bana sordu, yayınevi kitabınızı reddetseydi ne olurdu, diye. Reklam olurdu, dedim. Başka yayınevine giderdim hemen, dedim. Buraya kadar indirgenmiş edebiyat maalesef.

Bu romanı yazmak iki buçuk yıl sürdü.  2010 Haziran’dan 20112 Kasımına kadar. Başı çok zorladı. Yarı şizoid bir karakter, normal bir kişi gibi. Mesleği ne, işi ne, tahsili ne bu kişinin? Memur yaptım önce, sonra vazgeçtim, emekli öğretmen yaptım. Kimse bana nereden para kazandığını sormadı.  Karakteri kendi akışına bırakmak gerektiğine sonradan karar verdim. İki üç defter bıraktım. Başı beni epey zorladı.

Herkesin kayıtsız kaldığı edebiyat alanında yazsan ne olur yazmasan ne olur, demiyor musun.  Kimse ilgilenmiyorsa dil, edebiyat ne olacak, diye sormuyor musun hiç, dedi Ömer Türkeş. Benimkisi sadece şikâyet. Kırk elli kişi yine toplanır yine konuşuruz bugün nasıl bir araya geldikse, dedim ona.

Zeliha Berksoy, Kenter tiyatrosunda Brecht’in bir oyununu sergiliyordu. Koca tiyatroda ancak yüz kişi vardı. Bu ne rezalet, yüz kişiye tiyatro mu oynanır, demiştim o zamanlar. Zeliha boş salona bakıp on yıl sonra ne tiyatro ne edebiyat olacak sen neyi dert ediyorsun, demişti gülerek.

Türkiye’de durum çok vahim. Ben sadece teşhis koymaya çalıştım. Çözüm yok. Kaç bastı kaç sattı, hiç derdim olmadı benim. Telif beni geçindirecek kadar olsun yeterdi bana. Susar otururdum.

Bir defasında iki çoksatar yazar hanımla birlikte Urfa’ya, oradan Harran’a gittik. Urfa çarşısında beni tanıdılar. Ama iki hanımı tanımadılar. Harran’da da bir hanımı tanıdılar. Etrafına toplandılar, o da hangi programlara çıkacak falan açıklama yaptı. Ona çay ikram ettiler, bize etmediler. Şaka, şaka. Bize de ettiler. Kimin nerede, nasıl tanınacağı pek belli olmuyor.

İki üç yaz önce Bodrum’da Mehmet Barlas’ın evine davet edilmiştim. Ben erken gittim biraz, Tansu Çiler de erken gelenlerden. Beni kendisine takdim ettiler, Selim İleri tanıyor musunuz, diye sordular Tansu Çiller’e. Tanıyorum tabi, milli güreşçimizi kim tanımaz, dedi. Sonra da zayıf halime bakıp, ne oldu size yoksa hasta mısınız, diye sordu.

Ömer Türkeş bu romanınız için Selim İleri’nin başyapıtıdır demiş. Diğerleri değil miydi?

Bu romana birikimimi döktüm ama diğerlerinden daha fazla uğraştım diyemem. İçine bazı şeyleri tıkıştırdım, sonra başıma bela oldu, nasıl bağlayacağım diye düşünüp durdum. Kapağa Usta’dan bir başyapıt yazdılar. Bu da bir nevi pazarlama işte. Arka kapağa ‘ustanın en boktan kitabı’ da yazabilirlerdi.

Hocam, belki de daha fazla satardı?

Hiç aklıma gelmedi. Niye daha önce söylemediniz bunu?

Yaratıcı yazar sözü ne kastediyor size? Bu tür atölyelerin faydası var mı?

Yazar eğer gazeteci değilse peşinen yaratıcıdır zaten. Kurslar hakkında hiç bilgim yok. Eğer bir kişinin içinde edebiyatçı olma arzusu varsa ve bu arzu şiddet halindeyse bu kurslar yolunu kısaltabilir. Sylvia Plath’ın Sırça Fanus isimli kitabında bu konu çok güzel işlenmiş. Üniversitede yaratıcı yazarlık bölümünde roman eğitimi görmüş öğrenci okulu bitirirken mutlaka bir roman bitirecektir. Bu kitap herkesin eğitimle romancı olamayacağını gösterir.  Ben bu kurslarda hocalık yapamam. Birkaç teklif aldım. Bir keresinde Ömer Türkeş’in ricasını kıramadım. Kursta her kesimden öğrenci olacak, demişti. Derste kendi aralarında konuştu öğrenciler. Elif Şafak kaç satmış. Günün çoksatarları üzerine odaklanmış insanlardı hepsi. Bunu şu tür bir faaliyete benzettim. Sağlık sorunlarım için havuza yüzmeye gidiyorum. Orada konuşulan konu, bugün ayağınız, beliniz nasıl.  Bunun gibi işte bu kurslarda konuşulanlar.

1960'lı yıllarda iç monologlar, bilinç akışı gibi şeyler hakkında yazarların ne bilgisi ne teknik donanımı vardı. Memet Fuat, Murat Belge çıkardıkları dergiler ile bugünkü kursların işlevini yapıyorlardı. Kafka ve bilinç akışı özel sayıları çıkardılar. Kafka o zamanlar anlaşılmıyordu. Çok ciddiye alınması gereken siyasi tarafının, geleceğe yönelik kâhin tarafının bilincinde değildik.

Altın Kitaplar tarafından yayınlanmış olan Agatha Christie kitapları bizde hep on formaydı. Yıllar sonra anlaşıldı ki bazıları on, bazıları yirmi beş forma. Ve evet, kötü çeviri şimdilerde çok daha kötü.

Safiye Ayla ile ilgili bir anınız vardı?

Niye, yaşım ona mı uygun?  1980'li yıllarda, Levent Etiler’de oturuyor Safiye Ayla. Yemeğe davetliydim. Kulağı iyi işitmiyor, yaşı epey var. Her şeye ‘hmm evet’ diyor, kolay yolunu bulmuş. İhtilal daha yeni olmuş. İnanılmaz zeki bir kadın. Orduevlerine davet edip Atatürk’ün sevdiği şarkıları okutuyorlar hala. Onu anlattı sevinerek. Yemek çok güzel geçti. Bir iki gün sonra Armağan Hanım aradı beni, Safiye Ayla’yı nasıl buldunuz, diye sordu. Çok hoş bir hanım, yaşım tutsa evlenme teklif ederdim, dedim şaka yollu. Bunu Safiye Ayla’ya anlatmış. O da, sakın teşebbüs etmesin, hiç tipim değil kendisi, demiş.

Romanınızda birçok motif var.

Romanın içinde dram var, eleştiri, doğu batı meselesi, mizah her şey var. Şizofren kahraman iki anne icat etmiş. Rahmetli Füsun Akatlı yıllar önce bu fikri kafama sokmuştu. Dostlukların Son Günü çıktığı zaman şöyle bir yorum yapmıştı. Anne, kimi zaman çok merhametli kimi zaman despot biri olarak çıkıyor karşımıza. Garip bir şey var bu kitapta, kahramanda kişilik bölünmesi gibi bir şey, diye yazmıştı bir eleştirisinde Füsun Akatlı. Bu eleştirisi kafamı yıllarca meşgul etti. Her şey birikiyor, sonradan bir şekilde ortaya çıkıyor.  Mel’un da işte böyle ortaya çıktı, iki farklı anne. Kimileri bunu doğu batı meselesi olarak algıladı.

Doğu Batı meselesi üzerine bir şeyler söyleseniz? Batılılaştıkça kibirli mi olduk biz Türkler?

Batılılaşmadık, batılılaştığımızı sandık ve bundan kibirlendik. Batı değerlerini özümseyemedik maalesef. Alçakgönüllü olmayı bilemedik. Einstein,  Almanya’da üstü başı dökük dolaşıyormuş, sormuşlar, niye böyle geziyorsunuz, diye. Burada beni herkes tanır da ondan, demiş. Amerika’da da aynı şekilde dolaşıyormuş. Peki burada niye böyle pejmürde dolaşıyorsunuz, demişler. Burada da beni kimse tanımaz zaten, demiş. Bizim toplumun senteze gitmesi lazım. Türkiye, birbirinin etkisi ve tepkisi olarak gelişiyor.

Bu kitapta yazdığım birçok şey kendi hayat güçlüklerimin ortaya attığı şeyler gibi görünmekte ama gerçekte içindekiler belgesel.  Yazdığım bir şey de resim sanatı üzerine. Van Gogh servileri her tabloda birbirinden farklıdır. Bizim nakkaşlarımız yüzyıllar boyu aynı şeyleri resmedip durmuşlardır. Bu,  meşhur bir sanat tarihçimizin yargısı. Ben bunu kullandım işte.

Bir ıspanaklı salata hikâyeniz vardı, anlatabilir misiniz?

Siz beni burada Bal Mahmut’a çevirdiniz. Yemek kitaplarını maddi problemlerle yazdım. Buradaki tarifler hep bir fiyaskoyla sonuçlandı ne yazık ki.

Kitap bastırmak eskiden de bu kadar zor muydu?

1060-1968 yılları arasında Memet Fuat, D yayınlarındaydı. Kısa bir süreliğine etkin oldu. Oktay Rıfat, Cemal Süreyya, Edip  Cansever gibi kıymetli şairlerimizin şiir kitaplarını bastı hep. Behçet Necatigil’in kendine özel imla kullanımı vardı, kesik kesik iki kısa çizgi gibi. Sonra Leyla Erbil’in kendine has yazım kuralları. O zamanlar dizgici yok, harfler kurşun dökülerek diziliyor çok zor şartlarda. Yanlış basılan bir kitabı, Memet Fuat parasını kendi cebinden ödeyerek tekrar bastı. Artık o titizlik yok, bilgisayarda şapkalı A  yok, kimse böyle şeylerle uğraşmıyor. Leyla Erbil bile pes etti, aman ne basarlarsa bassınlar, dedi en sonunda.

Evet, kitabımın Oğuz Atay’ın Korkuyu Beklerken hikâyesiyle büyük akrabalığı var. İnanılmaz derecede esinleniş var, fark ettim. Yusuf Atılgan, Bilge Karasu bir süre etkili olup maalesef sepetlendiler. Geriye kalanlar Oğuz Atay, Tanpınar. Ben bu yazarların bile kimse tarafından okunduğunu sanmıyorum. Üniversitelerde çok sayıda tezler, doktora çalışmaları yapılıyor ama hepsi yayınlanmıyor.

Ben kimi zaman melunluk yapar, eşe dosta var olmayan kitapları okudunuz mu diye sorardım. Evet, okudum, derlerdi. Ferit Edgü daha fazla melunluk yaptı. Gazetede olmayan bir kitap üzerine yazı yazdı. Haince bir şey. Kimi insanlar bunu referans olarak bile kullandı.

Bir de Selçuk Baran’ın Bir Solgun Adam romanıyla çok yakınlığı var kitabımın. Selçuk Baran’ı ayrıca çok severim.

Beğendiğiniz, okuduğunuz yazarlar kimler? Biz neleri okuyalım?

E, beni okuyun tabi. Kendi yolunuza kim yakınsa onu okuyun. Sizin yazarınız kimse. En önemlisi tat alın, akünüzün dolmasına yararlı olacaktır bu. Bazı kitaplar bazı yaşları bekler, diye bir şiiri var Necatigil’in. Çok doğru bir tespit bu.

Türkçenin geldiği koordinatlar nedir sizce?

Türkçe artık iki yüz elli kelimeyle yürütülen bir konuşma dili haline geldi. Üniversitelerde yapılan bir araştırma sonucudur bu. Bu nıktaya nasıl gelindi?
Kelime yarışmalarına çıkan çok iyi üniversitelerin öğrencileri ilk üç soruda eleniyor. Bu da bunu gösteriyor zaten değil mi?

O bir gösterge değil. Yarışma programları farklı bir şey. Yirmi beş otuz yıl önce, Tarık Tarcan jest yapıp Çarkı Felek programına davet etmişti, Pınar Kür’ü, beni ve Necati Güngör’ü. Ben eski edebiyat eserlerini severek okurdum.  Hepsine yanlış cevap verdim. Tarık Tarcan Şıp Sevdi’yi soruyordu. İpucu veriyor, hani yağmur yağar, diyor. Niye yağar, diyorum ben. Kimse bir şey bilemedi. Yarışmalarda insan tutuluyor.

Ziyarete gittiğimiz bir okulda, çocuk cami minaresi diyecek, caminin külahı, dedi örneğin.

Belki çocuğun aklında dondurma vardı hocam.

Öyleyse çok sevinirim. Yanlış kullandıysa kötü ama.

Selim Bey, caminin tepesine külah da denebiliyor.

Hiç bilmiyordum gerçekten.

Ya kitap fuarları hakkında ne düşünüyorsunuz Selim Bey?

Sizi seven okur kalkıp geliyor oralara kadar ve yazarlar, yayınevleri ‘geç sıraya, geç sıraya’ diye azarlayıp duruyor herkesi. Bunu bakkal çakkal yapmaz. Ekmek yediği müşterisini yere göğe koyamaz onlar. Ben dört beş yıldır katılmıyorum bu fuarlara. Zaten kulağım iyi işitmiyor. Yanlış anlaşılmalar oluyor. Bir kere feci bir şey oldu.

Kitabın adı Ölüm İlişkileri. Bir hanım imza istedi. Adını soyadını sordum. Sabiha bir şey. Soyadı aklımda kalmadı. Kitabı Sayın Sabiha Sertel’e diye imzalamışım, farkında değilim. Kadın öleli yıllar olmuş. Çok ayıp. Ama Sabiha Hanımın suçu, çok konuşup beni ambale etmişti. Kitabın içini açıp okumuş, koşup geri geldi, yanlış imzalamışsınız diye.

Yazılarıma postmodern denemez. Ben diyemem, çünkü öyle yazmadım. Zaten postmodern nedir, bunu iyice bir belirlemek gerek. Bizde her şeye postmodern deyiveriyorlar.

Selim İleri kendinden önceki yazarların tanıtılmasında rol oynadı, genç kuşaklara da öncü oldu. 

Bizim zamanımızda da Atilla İlhan, Behçet Necatigil hep destek oldu bizim gibi genç yazarlara. Üstünlük taslamazlardı, burnu büyüklük yoktu. Yirmi yaşında yazarken dünyayı değiştirebileceğime inanıyordum ama bugün yazdıklarımla değiştiremeyeceğimi anladım. Edebiyat narin bir şey. Hele Şiirler. İnsan çok sonra idrak ediyor, edebiyat hiçbir şeyi değiştiremez maalesef.

Siz en iyisini yazmaya çalışın, kitap mı ekmek mi önemli? Değişmeyen trajedi. Bu insanlar beni nasıl anlasın? Hatta gençleri azarlamalarını çok feci buluyorum. Edebiyat, seveni için duyarlılık yaratıyor. Sükûnet olacak, sıcak, masa lambası olacak, neyle geçineceğim derdi olmayacak.

Korsan kitaba karşıyım tabi.  Almaya mecbur kalanları da anlayışla karşılıyorum ama. Nasıl alsın, hangi parayla alsın. Bana hepsi bedava geliyor. Gelmese belki ben de korsan alacaktım, bilemem.

İnternet edebiyatı öldürür mü? Her öğrenciye tablet verileceği söyleniyor. Kitap sayfası çevirmeyen öğrenci okumayı nasıl sevecek?

Umberto Eco kitabında buna inanmadığını yazmış. Kâğıt kokusu olmadan kitaptan tat alamaz insan. Türkiye’de hayal mahsulü teklifler çoktur.  Özal zamanında da tüm öğrencilere bilgisayar verilecekti. Hani? Şimdi de tablet vermekten bahsediyorlar. Bence olmayacak. Hoş sözler. Kitap gitti. Karatahta kalktı gibi. Bırakın tahtayı depreme dayanıklı okul bile yok. Bunların hepsi Türkiye’ye dair sayıklamalar.

Sevgili Selim İleri’ye bu hoş sohbet için çok teşekkür ediyoruz. Bence Mel’un edebiyata dair çok samimi sayıklamalar. Halen okumadıysanız, bir an önce en yakın kitapçının yolunu tutun derim. Evet, biliyorum internetten sipariş edersek daha ucuza geliyor diyeceksiniz ama kitapçılar ne olacak, o güzel mekânlar?

Füsun Çetinel

Marguerite Duras ile Siyah Sardunyalar

Nilgün Şimşek'le Söyleşi


Bir kitap bittiğinde- yazılan bir kitap, demek istiyorum- ve siz bu bitmiş kitabı okuduğunuzda onun, sizin yazdığınız bir kitap olduğunu da, içinde neler yazılmış olduğunu da söyleyemezsiniz.  M.D

Bir kitap hakkında yazı yazmayı sevmemem bundandır işte. Yazar kitabı yazar, bitirir ve kenara çekilir. Bundan sonrası okuyucuya aittir. 

Hani ev sahipleri misafirlerini evlerinin salonuna alırlar hemen, ben hep o salondan arka balkona, arka bahçeye geçmek isterim. Evin gerisinde neler oluyor, bize göstermedikleri neler var, onları merak ederim. 

Nilgün Şimşek’le Siyah Sardunyaların arka bahçesini gezerken Marguerite Duras ve kitabı Yazmak da bizimle birlikteydi. Kimi zaman onun cümleleriyle yön verdik sohbetimize.

Siyah Sardunyalar hangi yönleriyle modern bir roman Nilgüncüm?

En başta yapısı itibari ile çünkü parça parça. Ev, parantez ve sürpriz anlatıcının bölümleri belli bir sırada devam ediyor. Bir de masalın anlatıldığı bölümler giriyor aralara. Sonra anlatıcılar her bölümde farklı, kimi zaman tanrı yazar, kimi zaman kahramanlar anlatıyor, bir de başka bir anlatıcı var ki ona burada değinmek istemiyorum.

Romanı yazarken bu parçalı bölümleri sistemli bir şekilde mi sıraladın, nasıl oldu?

Öyle bir planım yoktu ama okur iyice dağılmasın diye sıra gözettim. Baştan planlanmış bir şey değil bu, yazarken ortaya çıktı. Diğer tüm yapıyı zaten romana başlamadan planlamıştım, sadece sonunu değiştirdim, daha doğrusu sonun romandaki bitişini. Romanı bir masalla mı yoksa aynayla mı bitirecektim, ona karar verdim.

Niye bir ayna da başka bir şey değil? Koltuk, kitaplık veya dolap mesela?

Türk yazarlarından bir hikâye okumuştum. Anlatıcı tanrı yazar değildi. Evde eski bir çerçeveyi yenisiyle değiştirirken arada bir vesikalık fotoğraf sıkışıp kalmış ve bu unutulmuş fotoğraf tüm hikâyeyi anlatıyordu. Evdeki her şeyi gören bir fotoğraf fikri beni çok etkiledi.

Bizim evlerde gören şey aynadır. Açısı itibarı ile evin içini gören bir objedir ayna.  Sonra aynanın zihni olsa nasıl olurdu diye düşünmeye başladım. Ayna ve sır ikilisi de var… Üstüne üstlük masalları da çok severim ve böyle gizemli şeyler hep masallarda olur.

Ayna hem gizemli hem de korkutucudur.  Bazı evlerde aynaları ters çevirirlermiş, eski bir adet.  Ayna bir geçiştir, bir eşik atlamadır sembolik olarak.
İyi zamanlarımızda aynaya bakmaktan zevk alırız, üzülüp ağlamışsak aynaya bakmak istemeyiz. Ben bunu tersine çevirmek istedim. İstedim ki bu hikâye her durumdaki insana ayna tutsun. Benden ziyade okuyuculara ayna tutsun.

Onun için mi diyaloglar hemen hemen yok romanda?

Evet, içsesler önemlidir benim için. Karakterlerim kendileriyle konuşsun, anlatsın istedim. Sorgulasınlar kendilerini.

İnsan ancak evin içinde yalnız. Ve kendinin dışında değil, içinde. M.D.

Senin yalnızlığın nerede?

İnsanın yalnızlığı gerçekten de içinde ve her yerde.  Ama yazı yalnızlığım bahçemdeki yazı odamda, daha doğrusu yazı kulübemde.

Bu yalnızlıkta neler kabulün?

Çay, sigara, kahve, çikolata, okuma yaptığım zamanlar enstrümantal müzik. Odamın ışığını çok seviyorum. Gölgeli, çok aydınlık olmayan bir mekân. Ağaçların koyu yeşilinden yansıyan bir ışık geliyor pencereden. Ve çok dağınık. Normal hayatımda çok düzenli biriyken, yazarken dağınıklığı seviyorum. Yaratıcılığı tetiklediğini düşünüyorum.

Romanındaki Nazlı’nın odasında duvarda fotoğraflar, masada yerde hatıra defterleri, kumaş parçaları, müze broşürleri, oyuncaklar var. Senin de böyle şeylerin var mı yazı kulübende?

Şimdiye kadar hiç bulundurmadım.  Ama şu sıra biyografik roman yazıyorum. Yozgat’tan fotoğraflar yapıştırdım duvarlara, tanımadığım insanların hayatına ve mekânlarına girebilmek için. Perdelere fotoğrafları büyütüp iğneledim. Odayı hakkında yazdığım yer haline getirmeye çalıştım.

Sevim Burak’ı hatırlattın bana. O da cümlelerini küçük kâğıtlara yazıp perdelere iğnelermiş. Yerlere halılara yayarmış onları, sonra sıralarını beğenmez yerlerini değiştirip dururmuş. 

Şimdiye kadar hep tanıdık mekânlarda dolaşmışım yazı serüvenimde. İlk defa böyle bir şey yaptım.

Kitap yazan birinin çevresindeki öteki insanlarla arasına hep bir mesafe koyması gerekir. Yalnızlıktır bu. Yazarın, yazılı şeyin yalnızlığıdır. M.D.

Yazarken insanlara mesafen nasıl?

Bir sürü insandan uzaklaşıyorum yazarken. Haftada bir görmeye alıştığım arkadaşlarımı göremez oluyorum. Sitem edenlere aldırmamayı öğrendim. Kabul eden ediyor, etmeyen etmiyor.

İlk öykü kitabımı yazarken evde herkes şöyle bir sarsıldı. Eski köye yeni adet geldi diye. Uzun bir süre mücadele ettiler, kabullenmek istemediler. O sıralar mutfakta yazıyordum. Akşam saat dokuz oldu mu ben mutfağa kapanıyordum, hâlbuki alışmışız ailece oturup vakit geçirmeye. Onları yalnız bırakıyordum. Artık alıştılar, zaten çocuklar büyüdü hepsi bir yerde. Eşim hiç sorun etmez.

Ben herkesin yalnız olduğunu düşünüyorum. Bazıları bunun farkında, bazıları değil. Yalnızlık kötü değil, yaratıcılık açısından çok iyi. Kötü olan kimsesizlik.
Yazarlar yalnız olmanın iyi bir şey olduğunu fark eden kişiler bence.

Romandaki karakterler yalnız olduklarını anlıyorlar hikâye boyunca. Ömer, Nazlı’nın odasına girip de onun hatıra defterleri ve eskiye ait fotoğraflarıyla karşılaşınca yalnızlığını anlıyor. Remzi’nin kendine ait suskun bir yalnızlığı var. Nazlı hep yalnız. Ama kimsesiz değil bu karakterler.

Yazı yabanıl kılıyor insanı. M.D.

En tanıdıklarına bile tuhaf geliyorsun. Seni merak ediyorlar, ne yazıyor bu kadın diye. Yazdıklarını merak ediyorlar.

Tuhaf kişidir yazar. M.D.

Senin ne tuhaflıkların var?

Ne kadar çok şey aklımda tutmuşum diye kendime hayret ediyorum; kokular, sesler, diyaloglar… Gözleri okumaya çalışıyorum. Konuşmaları dinliyorum. Normal hayatımda titiz, düzenli iken yazı sürecimde yazmaktan gayrı bir şeyin önemi yok sanki, feci dağılıyorum.

Bir yazar nelerden büyülenir? Seni büyüleyen şeyler neler?

Yazar bence her şeyden büyülenir. Sarsıldığı için yazmak istiyor zaten. Pozitif anlamda bir büyülenme değil demek istediğim. Daha çok insan halleri büyüler beni, bakışlar, giydikleri şeyler, eller.

Eski evler, çarpık çurpuk bir ağaç. Ama içinde mutlaka insan olmalı, bir yerinde. Kapıdan çıkan bir insan. Park kıyısında bir çocuk, pencerede bir yüz. İçinde insan varsa çok daha besleyici benim için. Böyle daha manalı.
Sonra ölümler beni çok büyüler.

Gizli gizli yazmaktan hangi dönemde vazgeçtin? Yazma cesareti ne zaman yerleşti?

Saklama ihtiyacı hissetmedim ama kimseye de söyledim yazdığımı. Mario Levi hocayla yazmaya başladığımda, atölye çalışmasının ortalarına doğruydu sanırım, bu öykün güzel olmuş, dedi. Ve ben gizlenmeden, ortaya çıkarak yazmaya başladım artık.

Bir deliğin içinde olmak. M.D.

Bir delikte misin sen de yazarken?

Genelde çok hüzünlenirim yazarken, neşeli olamam. Ağrıtan bir şey yazmak. Tek oturuşta on beş sayfa yazı yazdığımda eklemlerim ağrır, yerimden kalkamam. Bedenimi yoruyor, kasılıyorum olsa gerek yazı yazarken. Bir delikten ziyade bir ağrının içindeyim diyebilirim

Her sabah yazıyordum ama kendime süre saptamamıştım. Hiçbir zaman. Mutfak dışında. Yemeğin kaynaması ya da dibinin tutmaması için ne zaman mutfağa gitmem gerektiğini biliyordum. M.D.

Her akşam iki saat yazıyordum. Mario hoca söylemişti. Yazamadığım zaman müzik dinliyor veya okuma yapıyordum bu iki saat içinde. Sonra yazma eylemim kendiliğinden uzadı. Kendi saatlerini yarattı. Akşam insanıyım ben, öğlen on ikiden sonra açılırım ancak. Ve gece yazarım. Çok nadir gece yetmez, sabah kalkar kalkmaz yazmaya devam ederim. Siyah Sardunyaları yazarken gündüzleri de yazdığım oldu arada. Bir süre sonra yazma eylemi otomatikleşiyor ve kendi saatlerini yaratıyor.

Geç kalmışlık duygun oldu mu hiç? Yazmaya geç başlamaktan dolayı bir korku?

Evet, çok saçma ama oldu. Şimdi diyorum ki, yazmam yazabilmem için belki bir noktadan geçmem gerekiyordu. Önümde yazmak için kırk yılım daha olsun isterdim. O kadar anlatacak hikâyem var mı, bilemem ama.

Niye yazdığım önemli benim için. Tek bir okuyucu için yazıyorum ben desem de kitabım çok okunsun isterim tabi. Yazar burada bir ikilem yaşıyor.

Yazarın çelişkisi diyelim.  Belki de kitabı satsa da satmasa da yazmaya devam edebilmesi için geliştirdiği bir savunma mekanizması. Yazdıkların sence daha çok kimlere hitap ediyor?

Sanki orta yaş kadın okuyuculara daha çok hitap ediyor dilim diye düşünmüştüm ama gençlerden ve erkek bir iki okuyucudan olumlu sözler duymak beni mutlu etti. Burada yayıncım Yitik Ülke’nin çok genç bir takipçi kitlesinin olmasının da rolü olabilir. Kitabım, İzmir Saint Josef Lisesinin kitap kulübünün düzenlediği Edebiyat Festivalinde okunmak üzere seçilmiş. Aralık ayında söyleşi için davet ettiler. Yaklaşık yirmi okulun öğrencileriyle bir araya geleceğim ve bu durum beni çok heyecanlandırıyor.

Seni daha çok ürkütmek istemem ama bu ciddi bir sayı, nerden baksan iki yüz öğrencinin önüne çıkacaksın. Kolay gelsin.

Bazı yazarlar korkuya kapılır. Yazmaktan korkarlar. M.D.

Yazarken değil ama roman basıldıktan sonra bir korkuya kapıldım. Çocukluğumdan kalan bir kayıp üstüne yazmıştım. Tamamen kurgu olsa bile tanıdık okuyanlar ne hisseder, onları üzer mi bu hikâye endişesine kapıldım.

Yazmak deliliktir. M.D.

Yazmak delirtir ve iyi gelir. Deli insan yazar zaten. Delirince sınırlar kaybolur, her şeyi yazabilirsin. İçinden seni delirten şeyleri çıkartırsın. Başka dünyalardan kopup kendi dünyanı yaratıyorsun, bir tür delilik hali.

Sen yazıp kurtuluyorsun, bırak okuyucu delirsin durumu yani?

Öyle de denebilir. Delirsin, düşünsün, yine delirsin.

Dünyanın her yerinde ışık gittiğinde çalışma durur. Ve bana gelince ben o saati çalışmanın sona erdiği saat olarak değil başladığı saat olarak duyumsarım... Kurtuluş gecenin yerleşmeye başlamasıyla gelir. Dışarıda çalışma durduğunda. M.D.

Yazarın kurtuluşudur gece. Karanlık tüm görüntüleri örter, her şey durur. Başka bir dünyayı kurmak kolaylaşır. Herkes yataklara çekilir, gün biter, o güne ait kaygılar da bitmiş olur. Bir hayatı kapayıp diğer bir hayata geçer yazar. Gecenin sesleri başlar, buzdolabı homurtusu, çakallar, baykuşlar. Gecenin sırası gelmiştir. Yazar tüm bunları kullanabilir.

Ve hiç gözyaşı dökmemek, yaşamamaktır. M.D.

Yazdığın şeylere ağlar mısın?

Yazarken değil ama yüksek sesle kendi kendime okurken bir iki yerde ağlamışımdır.Yazdıkça kendini tanırsın, üstünü örttüğün anılara ulaşırsın. Acıtır bu bazen.

Günlük yazı yolculuğun nasıl oluyor? Evden çıkıp bahçeden geçip yazı kulübene gidiyorsun. Neler hissediyorsun yazarken, bu yolculukta?

Her yazı yolculuğumda heyecanlanıyorum, bir önceki gün bir yerlerde takılmışsam eğer, endişeli başlayabiliyorum yazmaya. Heyecandan ziyade yazmaya oturacağım için çok mutlu oluyorum. Bir şeye başladım ve onu bitirmek beni mutlu ediyor. Her bölüm bittiğinde sona biraz daha yaklaştığım için seviniyorum. Sarkan işleri sevmem ben. Yazıda da takıldığım yerler beni sinirlendirir.

Arabada şehirden eve dönerken on beş sayfayı kurgulayabiliyorum, yazmak da denebilir. Eve varır varmaz oturup yazmam gerekiyor. Yoksa her şey bana eziyet oluyor. Bazen durup not alıyorum. Güzel bir fikir, bir cümle. Başka yazarlar telefona kayıt yapıyorlar ama benim yazmam gerek. Yazının daha yeterli olduğunu düşünüyorum.

Yazı dünyasına girmek mi zor, çıkmak mı?

Çok yoğun çalışmışsam, istediğim kadar tatmin olmuşsam yazdıklarımdan günlük rutine dönmekte iyice zorlanıyorum, kurduğum hikâyeden çıkamıyorum. Karakterler hep etrafımda oluyor. Yazı dünyasına girmek de zor çıkmak da…

Yazmazsan neler oluyor?

Bünye alışmış. Vicdan azabı ve yine boşa geçti günüm duygusu oluşuyor yazmazsam. Hep bir şeyler eksik kalmış gibi geliyor.
Yazmak da acı veriyor yazamamak da. Sadomazoşist bir durum, çözmesi çok zor.

Romanın içeriği hakkında konuşmayacaktık yani konuyu ele vermeyecektik ama en çok sevdiğin karakter kim hikâyede?

Remzi. Remzi hemen hemen hiç konuşmuyor, duygularını açığa vermiyor. Suskunlardan. Kabullenenlerden o. Nazlı’yla ilgili duygularını hiç anlatmıyor. Kendini en az açık eden karakter. Onunla oturup bir çay kahve içip sohbet etmek isterdim doğrusu.

İnsan içinde bir yabancıyı barındırır; yazmak işte o yabancıya ulaşmaktır. M.D.

Sen birazcık olsun içindeki yabancıya ulaşabildin mi?

Ben bu güne kadar hayatın konuları içinde yaşarken içimdeki o yabancının hep farkındaydım. Senin de çok iyi bildiğin gibi normal yaşamımda çok neşeli, gülmeyi ve güldürmeyi seven bir insanım ama yazdığım metinler hep hüzünlü. Demek ki içimde hüzünlü bir karakter barındırıyorum. Ben buna şaşırmıyorum ama kızım, içimdeki kişinin çok karanlık olduğunu ve buna çok şaşırdığını söylemişti bir kez.

Bir kitap fuarı daha yaklaşıyor, heyecanlıyız, aklımızda almayı planladığımız türlü kitaplar var. Belki de bu güzel söyleşiden sonra Siyah Sardunyaları listelerine eklemek isteyenler çıkabilir, kim bilir?

Füsun Çetinel


Kurbanın İntikamı


Kurban kesme fikri banka müfettişi Hakkı’ya emekli olduktan sonra musallat oldu. Çalıştığı yıllar boyunca hep munis bir adam olmuştu. Evde karısının kuralları geçerliydi. Aybaşında eline geçen parayı ortak hesaplarına yatırır, gerisine karışmazdı pek. Alınacak eksikler, doktor masrafları, yazlık evin taksitleri, Ayça’nın özel ders paraları, Emre’nin diş telleri, her şeyi en ince detayına kadar düşünürdü karısı.

Dört gözle beklediği emeklilik daha ilk gününde onun için bir hayal kırıklığına dönüştü. Kahvaltısını edip gazeteleri etraflıca okuduktan sonra günün kalanında ne yapacağını bilemeden dolandı evde. Televizyonu açtı, evdeki kocasına bela okuyan şirret bir kadınla yüz yüze gelince sinirlenip kapatıverdi. Canı sabah kahvesi çekti. Suade yemek yapmaya oturmuştu çoktan. Mutfakta radyosunu açmış, sebzelerin arasında kendine ayrı bir dünya kuruvermişti. Tezgâh ayıklanmayı bekleyen maydanoz, soğan, pırasa öbekleri ile kaplıydı. O karmaşada karısından kahve istemeye cesaret edemedi, salona döndü. Bir koltuğa attı kendini. Kapının ziliyle irkildi. Gündelikçi kadın gelmişti. Kova, süpürge, temizlik deterjanları ortalığı kaplayıp kapı pencere ardına kadar açılınca, Hakkı uzun bir yürüyüşe çıkmakta buldu çareyi. Evde istenmiyordu besbelli.

Her sabah çantasını alıp bankanın yolunu tutmaya alışmış Hakkı o ilk emeklilik gününde ne yapacağını bilemedi.

Karı koca sohbet etmeye, günü paylaşmaya alışık değillerdi. Gezmeyi tozmayı, hayata karışmayı sevmeyen Suade’nin tek zevki haftada bir de semt pazarına gitmek, yemek pişirmek ve belki bir iki arkadaşını ziyaret etmekti. Sokağa çıktığının ertesi günü hasta dönerdi eve. Çabuk yorulan, hastalıklı bir kadındı.

Hakkı kahvaltı sonrası ufak yürüyüşlere çıkmaya başladı. Civardaki sokaklara, parklara yürüdü. Amaçsız yürümek zoruna gitti kerli felli banka müfettişinin. Yakındaki kahvede birkaç emekli ile sohbet etmeyi denedi, kendisine yakıştıramadı. İkinci gün kahveden elini ayağını çekti. Başka bir gün yakındaki caminin avlusu ilgisini çekti. Ulu çınarın altındaki banklarda oturmak pek keyifliydi. Geleni geçeni seyretti. Birkaç adamla lafladı. Dini bütün, ne dediğini bilen, bilgili insanlara benziyorlardı. Hocanın hoparlörden etrafa yayılan davudi sesi onu derinden etkiledi. Hayatın anlamı ve başka bir sürü şey üşüşüverdi işten güçten yer açılan aklına. Şimdiye kadar üzerinde kafa yormadığı şeyleri kurcalamaya başladı. Akşamüstü eve dönerken pek mutluydu.

Cami avlusunda geçirdiği gününü heyecanla karısına anlattı. Suade sesini çıkarmadan dinlemekle yetindi. Nasılsa yakında sıkılır gitmekten vazgeçer, diyordu içinden.

Bir akşam yemeğinde, bu yaz kurban keselim, deyiverdi Hakkı. Suade’nin her yanını ateş bastı. Nereden çıkmıştı bu kasaba âdeti şehrin tam orta yerinde? Ayça ile Emre, olmaz baba, hayvan canlı canlı kesilir mi hiç, diye itiraz ettiler. Zaten dindar olmayan karısı, artık camiye gitme, kendine başka bir uğraş bul, dedi. Bir banka müfettişinin camide işi neydi? Duyan arkadaşları, çevresi ne derdi tüm bunlara? Hem durup dururken kurban kesmek de nereden çıkmıştı? Canilikten başka bir şey değildi canım. Canı et istiyorsa gider kasaptan alırdı.

Hakkı cevap vermedi ama camiye gitmeyi de sürdürdü. Yeni arkadaşlarıyla sohbet etmekten zevk alıyordu. Yepyeni bir dünya açılmıştı önünde.

Okullar kapanır kapanmaz ailece yeni yazlıklarına doğru yola çıktılar. Suade şehirden ve kocasının cami takıntısından kurtulduğu için seviniyordu. Evleri deniz kenarında modern bir sitenin içindeydi. Hemen arkalarında sık çam ağaçlarıyla kaplı bir orman başlıyordu. Evi temizleyip yerleştiler. Ziyarete gelen dostlarını ağırladılar. Suade pazardan mevsimlik meyveler alıp güneşte reçel pişirme hazırlıklarına girişti. Çocuklar yazlık arkadaşlarına ve denize kavuşmanın sevincini yaşıyorlardı.

Kurban bayramı öncesiydi. Verandada denize karşı sabah çaylarını yudumlarlarken Hakkı kurban konusunu açıverdi yeniden.

Tam yeri, diyordu. Yazlıktayız, bahçemiz var. Ev de yeni. Bir taşla iki kuş vurmuş oluruz.

Kurban fiyatlarından haberin yok senin besbelli, dedi karısı. Daha mutfak ve banyo yarım yamalak. Evin taksitleri bile bitmedi. Hangi parayla kurban kesmeyi düşünüyorsun?

Kaç liraysa kaç lira. Sevap işi bu, senin mobilyalarına, porselen takımlarına benzemez. Kırk yılda bir de benim isteğim olsun.

Ama babacım yazık değil mi o güzel şeye, demeye çalıştı Ayça.

Pirzolaları ikişer üçer yalayıp yutarken öyle demiyorsunuz. İtiraz istemem, dinimizin gereği, deyip kestirip attı Hakkı.

Emre de bir şeyler söylemek istedi önce sonra babasıyla takışmaktan vazgeçti. Suade baktı ki kocasını ikna etmenin, bu kurban fikrinden caydırmanın yolu yok, beni karıştırma da, ne halin varsa gör, dedi. Tabağını alıp içeriye geçti.

Hakkı’nın tek başına halledebileceği bir şey değildi bu kurban işi. Şimdiye kadar yanında karısı olmadan bir limon bile seçmemişti. Koca koyunu nasıl seçecekti? Oğluna ilişti bakışları. Emre gözlerini kaçırdı. Başına gelecekleri anlamıştı.

İkimiz bir olursak çocuk oyuncağı bu iş. Bahçeye bağlarız, kesimi bizim kasap halleder. Yarın kahvaltı sonrası erkenden kasabaya inelim, oldu mu aslan oğlum? Kurban işi geç kalmaya gelmez, dedi Hakkı oğlunun sırtını sıvazlayarak.

Emre gelmem diyemedi. Daha geçen hafta yeni bir cep telefonu için yalvarıp durmuştu babasına. Beraber gidecekler, en iyisinden bir adet kurbanlık seçeceklerdi. Annesine, babasının koyunu sitenin bahçesine bağlamak istediğini söyleyemedi.

Baba oğul sabah erkenden araba ile kurban pazarına vardılar. Hava cehennemi bir Temmuz sıcağıydı. İnsanlardan düşen ter toprağı ıslatıyordu. Tüm tatil beldesi sanki işi gücü bırakıp buraya üşüşmüştü. O kalabalıkta nereden başlayacağını bilemedi Hakkı. Hocalardan ve arkadaşlarından edindiği kurban seçiminin teoriğini iyi biliyordu da, pratikte zayıftı. Daha önce hiç koyun almamıştı.

Emre babasına belli etmemeye çalışıyordu ama hayvan postu ve dışkı kokularından midesi ağzına geliyor, bağrışan bu hayvanların bir iki güne kadar boğazlanacağı düşüncesi ayaklarının bağının çözülmesine neden oluyordu.
Baba oğul panik içinde en yakın sürüye dalıverdiler. Hakkı gözüne kestirdiği bir koyunu incelemeye başladı. İşe boynuzlarından başladı. Hayvanın kıvrımlı, süt rengi işlemeli boynuzlarında tek bir çatlak, kırık yoktu. Erkek veya dişi fark etmiyordu kurbanda, hayvanın edep yerlerine bakmaya hiç gerek yoktu da herkesin konuştuğu, şüphelendiği bir hadım olayı vardı. Satıcı kendinden emin, koyunun dişi olduğuna garanti verdi. Hakkı hayvanın kuyruk kısmını avuçladı, olması gerektiği gibi yağlıydı. Bir okka çekerdi. Kulak memeleri de iyi durumdaydı, delik, yara bere yoktu. Orası burası ellenen hayvan huylanmaya başlamış, yerinde duramıyor, ince ince meliyordu. Koyun uyarıldığından olsa gerek Emre’nin bacağına sürtünmeye başladı. Telaşa kapılan oğlan babasını kendisine siper etti.

Oğlum boşuna mı getirdim seni buraya? Bir işe yara. Sen de dişlerine bak hayvanın.

Yapma baba, ya ısırırsa

Abicim Allah inandırsın, dişleri senden benden temiz. Tek çürük yok hayvanda. Dili de sapasağlam yerinde. Elle oğlum korkma.

Hakkı ikna olmuştu. Ellerindeki tüm parayı verip, güzeller güzeli koyunu teslim aldılar. Arabanın arka koltuklarını yatırıp, ite kaka tıkıştırdılar hayvanı.

Ter sırtlarından oluk oluk akarken, evlerinin bulunduğu yarımadaya doğru yola çıktılar. Epey kolay hallettik bu kurban işini, dedi Hakkı gururla oğluna dönerek. Emre mide bulantısını atlatabilmek için kafasını camdan çıkarmış temiz orman havasını içine çekmeye çalışıyordu.

Virajlı yolları hızla tırmanırlarken Hakkı aniden durduruverdi arabayı. Koyunun gözlerine bakmayı unutmuştu. Ya körse hayvan? Tüm para boşa giderdi. Kör koyundan kurban kesilmezdi ki. Nasıl da atlamıştı bu kadar önemli bir konuyu. Emre fırsat bilip arabadan dışarı attı kendini. İçinden, keşke kör olsa da, zavallı hayvan da biz de kurtulsak bu işten, diyordu.

Arka kapıyı araladıklarında bir çift kömür karası parlak gözle karşılaştılar. Cin gibi bakıyordu hayvan. Bu gözler imkansız kör olamaz, dedi Hakkı. Koyun kör olmadığı gibi epeyce de akıllı olmalıydı, fırsatı değerlendirip kuvvetli bir tos ile kendini arabadan dışarı fırlattı.

Daha baba oğul toparlanamadan, koyun çamlı tepelere, özgürlüğe doğru kaçmıştı bile. Hakkı kendisinden beklenmeyen bir çeviklikle hayvanın peşi sıra koştu ama sık orman ilerlemesini engelliyordu. Kurbanı gözden yitirdiler.

Suade ve Ayça yaklaşan araba sesine dışarı fırladılar. Sofrayı çoktan hazırlamışlardı. Kayrak taşlı yolda ilk Emre’yi gördüler. Kaş göz yapıyor, bir şeyler anlatmaya çalışıyordu. Arkadan Hakkı belirdi. Suratı pancar gibiydi. Alnı ter içinde, kafasındaki biraz saç dağılmış, kaşı gözü yer değiştirmişti. Suade ters giden bir şeyler olduğunu hemen anladı. Koyun da yoktu görünürde. Emre başlarına gelenleri evdekilere anlatabilmek için babasının yatmasını bekledi.

O günden sonra kurban konusu bir daha açılmadı evde. Bayramı zeytinyağlı sebzeler, börek, balık, salata ile geçiştirdiler. Suade komşudan gelen kurban etini alelacele derin dondurucuya attı. Emre ile Ayça arada anlamsız gülme krizlerine yakalandılar. Korkmasa Suade de katılacaktı onlara. Bir taraftan da üzülüyordu kocasının yaşadığı hayal kırıklığına. Üstelik onca para bu sıkışıklıkta havaya uçuvermişti.

Yaz boyunca Hakkı yatmadan önce çamlığa doğru yürüyüş yapmayı bir alışkanlık haline getirdi. Ormanı dinliyor, kaçırdığı kurbanın seslerini duymaya çalışıyordu. Hep bir ümit vardı içinde, ufacık bir ümit.

Oysaki gecenin derinlerinden yaban domuzu homurtularından başka bir şey gelmiyordu.

Füsun Çetinel

Romanya' da Renkli Yaş Aldım


Craiova’dan İzlenimler


Sevgili Füsun Çetinel,
23.06.2013’den 29.06.2013 tarihine kadar Romanya’nın Craiova şehrinde yapılacak olan Colorful Ageing; hikâye anlatma, sosyal medya ve gönüllü faaliyetleri, EDUNET tarafından organize edilecek Grundtvig programına seçildiğinizi ve tüm masrafların tarafımızdan karşılanacağını haber vermekten memnuniyet duyarız.

Bu iletiyi posta kutumda gördüğüm anda gözlerime inanmadım çünkü içinde yazan her şey bana bu kadar mı yardı? Hikâye anlatmak, sosyal medya ve gönüllü faaliyetleri, yaş almanın dışında tabi ama onun da başında renkli kelimesi vardı ki bu her şeyi değiştirirdi. Evet, bir dostumun belki de farkında bile olmadan, facebook’ta paylaştığı bir programa başvurmuş ve kabul edilmiştim.

EDUNET organizasyon başkanı Victor Dudau, Almanya, Bulgaristan, Yunanistan, İngiltere, Finlandiya, Fransa, Danimarka, Belçika, Türkiye, Portekiz, on katılımcıyı ve görevli gönüllüleri kapsayacak şekilde mail grubu açtı, facebook’ta arkadaş olduk, birbirimizin yaptığı işleri, yaş ve aile durumlarını öğrendik yani birkaç gün içinde daha Craiova’ya gitmeden arkadaş oluverdik.

Bükreş’e varış zamanımıza göre buluşma grupları oluşturduk. Ben ve Yunanlı arkadaşım Anna sabahın erken saatlerinde Bükreş havaalanında birbirimizin kollarına atıldık ve konuşu konuşa şehri bir baştan bir başa yürüdük. İkimiz de yürümeyi, insanlarla sohbet etmeyi, kahve içmeyi seviyorduk. Akşamüstüne doğru tren garında Portekizli Fernando ile buluştuk. Craiova’ya kadar olan üç saatlik tren yolculuğunun sonunda birbirimizi yıllardır tanıyorduk sanki. Otelimize vardığımızda saat gecenin on biriydi ama lobide bizi şnitzel, patates ve soğuk biramız bizi bekliyordu. Diğer katılımcılar çoktan odalarına girip uyumuşlardı. Bizler de yorgunduk ama ertesi günlerin heyecanı ile biraz daha sohbet ettik.

Ertesi sabah otelin bahçesinde hem kahvaltı ettik hem de herkesle tanıştık. Victor ve öğretmenler ile yürüyerek kısa bir şehir turu yaptıktan sonra Beethoven Duyma Engelliler Okuluna gittik ve çalışmaya başladık. Sol avuç içi benzerliğine göre ikişerli gruplara ayrıldık. Ben ve Danimarkalı Marienne eşleştik. Ayakta birbirimizin kafası üzerine koyduğumuz kâğıtlara görmeden resimlerimizi çizdik, birbirimize sorular sorduk. Daha sonra herkes eşini gruba tanıttı. On farklı ülkeden on renkli insanı tanımak muhteşemdi.

Bu günler içerisinde yaşlanmayı, beraberinde getirdiği problemleri, toplumun diğer kesimlerinden izolasyonlarını nasıl önleyebileceğimizi, ülkelerin bu sorunlara nasıl çözümler üretebileceği, onları tekrar nasıl üretici konumuna getirebileceğimizi konuştuk. Hikâye anlatmak Leitmotif’imizdi pek tabi.
Otelde verilen bir çay partisinde çevre okullardan seçilmiş kızlı erkekli bir öğrenci grubuyla tanıştık. Doğum günlerimize göre eşleştik. Benim eşim on dört yaşındaki Livia oldu. Çok güzel İngilizce konuşuyordu. Türkiye’den getirdiğim fotoğrafları, broşürleri gösterdim. Nelerden zevk aldığımızı anlattık birbirimize. O bana yaptığı resimlerin fotoğraflarını gösterdi. Konuşmaya doyamadık.

Daha sonraki günlerde genç arkadaşlarımız kiliseleri, parkları, müzeleri dolaşırken bize rehberlik etti. Huro duygulu sesiyle Fince şarkılar söylerken ağaçlar altında biralarımızı içtik. Romen yemekleri yedik, üzüm bağlarından şarap içtik, Romanya’nın tarihini ve hikâyelerini dinledik. Bizi Craiova’da ağırlayan herkes rahat etmemiz ve mutlu olmamız için elinden ne geliyorsa yaptı, Romanya’yı sevmek için hiçbir şey eksik değildi.

Kültür gecesinde herkes ülkesinden getirdiği yemek, broşür, bayrak ve hediyelerle bir masa donattı. Müziklerimizi çaldık, farklı dansları öğrendik. Rakı, uzo, şarap ve adını hiç duymadığımız şeyleri içtik. Victor ve Romen arkadaşları kendi masalarını kurdular, yerel adetlerini ve danslarını gösterdiler. Ben dansöz kıyafetiyle göbek atmak zorunda kaldım.

Beethoven okulunun bilgisayar odasında sosyal medya öğretmenimiz İlleana ve öğrencilerinden photoscape öğrendik. Facebook hesabı olmayanlar açtı. Blog yapmayı öğrendik. Bloga fotoğraflar yükledik. Hikâyelerimizi yazmaya başladık. Daha deneyimli olanlar diğerlerine yardım etti. Aralarda kahve içtik, leziz pastalar, taze vişneler yedik. Duyma engelli çocuklarla oyunlar oynadık.

Livia ve ben ortaklaşa bir hikâye panosu hazırladık. Zamk, renkli kartonlar, boya kalemleri, yapışkanlı resimler ve oyun hamuru vardı. Bende kurutulmuş bir denizatı, nazar bocuğu, kuş tüylri, kartvizit, resimler vardı. Hepsini güzel bir kompozisyon içinde panoya yapıştırdık. Livia resim çizdi, oyun hamurundan çiçekler yaptı, konuştuk, paylaştık, güldük ve meydana çıkan şeyle gururlandık. İkimiz de yaratıcılığı, okumayı, hayvanları ve öğrenmeyi seviyorduk. Livia benim panomu herkese müthiş İngilizcesi ile tanıttı. Onun sözlerinden hayatımı dinleyince hiç de sıkıcı bir yaşamım olmadığının farkına vardım.

Livia beni çocuk hastanesine götürdü. Resim öğretmenlerinin rehberliği altında yetenekli altı kişilik bir grup çocuk bölümünün duvarlarını masal kahramanları ile boyuyorlar. Tüm malzemeleri daha önce yaptıkları resimleri satarak temin etmişler. Yataklardaki çocuklar sevinç içinde duvarlarda beliren Miki ve Minileri seyrediyorlardı. Livia’nın öğretmen olan anne ve babasıyla da tanıştım, onları İstanbul’a davet ettim. Bana çok güzel kolye, iğne, kitap arası yapmış. Ben de ona Türkiye hatıraları hediye ettim.

Craiova’daki günlerimi unutamam. Marie Claire’in buğulu Fransız şarkılarını, Sarah’nın çikolatalı kek krizlerini ve yanından ayırmadığı oyuncak ayısını, sevgili Bulgar komşum Venelin’i, müthiş sesli Urho’yu ve salıncakta sallanışını, Marienne’nin anlattığı hikâyeleri, Fernando’nun çekirge ve ateş böceği arasındaki farkı bize yüzlerce kez anlatmasını, ilk kez çubukta dondurma yiyen Wim’i, Yunanlı arkadaşım Anna’yı nasıl unuturum. Alman arkadaşım Katherina’nın öykü kitabı hala yanı başımda durur. Açar açar okurum.

Neler öğrenmedik ki? Kont Drakula, Kazıklı Voyvoda, Çingeneler, gurbete çalışmaya gidenler, arkada bırakılan yaşlılar ve özürlü çocuklar. Yıkılmaya yüz tutmuş binalar. Yasaklar getirilen üzüm bağları. Avrupa Birliğinin hiç de matah bir şey olmadığı. Kotalar.

Son gün herkes öğrendiklerini kendi ülkesinde nasıl uygulamaya koyacağını anlattı, hepimizin farklı uğraşları olduğu için çok zengin bir bilgi alışverişinde bulunduk. Aramızda tarihçi, hikâye anlatıcısı, tur operatörü, emekli öğretmenler, ormancı, kaptan, bilgisayarcı, çevre eğitmenleri ve yazarlar vardı.

Kalbimin bir parçası hep Romanya’da ve oradaki dostlarımda kaldı. Livia ile yazışıyoruz, eminim ki bir gün yeniden karşılaşacağız. Bir sürü parçası da diğer dostlarımla dünyanın dört bir köşesine dağıldı. Neyse ki kalbim kocaman, yaşam ve edebiyat sayesinde büyümeye devam ediyor.

Mutluyum, yeni projeler şekillendi, ortaya çıktı ve çıkmaya devam edecek. Renkli Yaş Almak da bu çalışma sayesinde ortaya çıkan projelerden sadece bir tanesi.

Beni takip etmeye devam edin.

Füsun Çetinel

Puslu Ada, Semih Gümüş

İnsan Sesleri


Sıradan bir pazar günüydü. Erken kalkmış, kimseler uyanmadan evden çıkmıştım.

Biraz sahil yolunda yürüdüm. Denizin kumsalla buluştuğu ufak düzlükteki salaş kahvede yüzümü güneşe, rüzgârla gelen tuzlu su zerreciklerine teslim edip günün ilk demli çayını içtim. Hayat pek de güzeldi.

Ne kadar zaman geçmişti bilmiyorum. İnsan sesleri, kovanlarını arayan kızgın arı sürüsü gibi çoğalıp kahveyi kapladı. Elimle kovaladım, ağızlardan fışkıran kelimeler çay bardaklarına, tahta masalara, güneş şemsiyelerine, yosunlara çarpıp bana ulaştılar.

''Ben seni çok özlüyorum. Sen alıştın, ama ben alışamadım hiç. Olmuyor, yapamıyorum. Daha ne kadar üzülmem gerekecek?''

''Küçük çekirge bu teyzesi. Benim okuduğum gelişim kitaplarını okuyor artık. Bilmediği yok valla. Fransız liselerini puanı düşük diye beğenmiyorlar ama bak ne güzel okuma alışkanlığı kazandırdı çocuğa işte. ''

''Ay ben onun çocukluğunu bilirim. Kıçında don yoktu, büyüdü bizi beğenmiyor.''

''Enerjisi düşük insanlarla beraber olmuyorum artık. Beni aşağı çekecek insanları hayatımdan sildim.''

''Her şey önemini yitirdi. Anlatılır gibi değil. Hiçbir şey yapmak istemedim. Neyse geçti gitti, hadi güzel şeylerden konuşalım artık. Geçmişi hatırlatacak konuşmalara girmiyorum. Öyle insanlarla olan ilişkimi de kestim. Bana iyi arkadaşlar gerek bundan böyle.''

''Bu domateslerde tat yok. Ah siz o eski domatesleri yiyecektiniz ki. O ne kırmızıydı, o ne lezzetti.''

''Bir duygu ki gel de kurtul elindeyse çemberinden. Kadının çekim alanından çıkamıyorum. Kaç kere böyle bir fırsat elime geçer ki, değil mi ama? Yok, pişman değilim.''

''Dedikodu, iftira, çekememezlik kalabalık ofislerin derdi işte. Sana gelip her şeyi söylüyorlar. Hadi sabredeyim diyorsun. Sonra bir gün, dayanamıyorsun. Sen de patlıyorsun. Yapmamak lazım ama olmuyor.''

''Gençsin daha günde sekiz saat de çalışırsın on iki saat de. Sağlık olsun da. Bak ben otuz yıl çalıştım bir gün olsun gıkım çıkmadı. Evde iki çocuk, işe yaramaz bir koca. Başımda kaynana vırvırı. Ah ne günlerdi.''

''Hacca gitmişsin ama şükretmeyi öğrenememişsin hala. Geri gelince o ulvi duyguyu kaybetmemek gerek. Yoksa neye yarar tüm o yolculuk?''

''Bir duble rakı söyledik, yanında salata, yayın balığı ve kerevet yedik. Arada sırada seninle de yapalım. ''

''Şimdi herkes İngilizce biliyor. Yanlış anlamayın ama kasabın, manavın, kapıcının kızı bile İngilizce konuşuyor. Onun için, hosteslerde nerede o eski kalite?''

''Kocam tutucudur. Telefonda konuşurken arka fonda müzik duysun, pavyonda mısın nereden arıyorsun sen beni, diye kızar.''


Keskin kelimeler, sivri uçlu cümleler, ithamlar, eleştiriler, akıl vermeler havayı, suyu kapladı. Yaprakların hışırtısını, dalgaların usul usul çakıl taşlarına vuruşunu, sabahın el değmemişliğini yedi bitirdi.

''Taze çaylar…''

''Benimki daha açık ve limonlu olsun. Bu kadar koyu içemem.''

''Ama bu ılınmış. Bana kaynar getir.''

''Sakarin var mı yavrum?''

''Büyük bardakta paşa çayı getiriver. Çocuk içemiyor yoksa.''


Can simidim, tek kurtarıcım sırt çantamdaydı. Aradım buldum.

Puslu Ada, Semih Gümüş, 2002 . Bir deneme kitabı.

Deneme kitaplarından ürkerim genelde. Sanki okuyucu zorlansın, ürksün diye özellikle anlaşılmaz yazılmıştır.

Bir sayfa, iki sayfa okudum. İnsan sesleri azaldı. Dört beş sayfa sonunda insan seslerinin kaybolduğunu fark ettim. Su gibi akıp gidiyordu satırlar.

Ben yazar olacağım, diye yazar olunmaz, diyordu Semih Gümüş bir satırında.

Bir yerden başlayarak değil, başlamış bir sürecin dönüm noktalarında karar verilir yazar olmaya. Önce kitaplardan, sonra sokaktan öğrenmeye başladığını fark ettiği anda, yazının cehennem trenine atlamıştır genç insan. Kitaplardan sözcüklerin büyüsünü, nasıl yazılacağını öğrenirken sokaktan ne yazacağımızı kaparız. Demek ki iyi okumuş olmakla yetinmeden, iyi yaşamış olmak da gerekiyor, diye devam ediyor. 

Thomas Bernhard’dan bir alıntıya yer vermişti.

Thomas Bernhard’la Konuşmalar. Sokağa çıktığınızda, bir şey yapmanıza gerek yoktur. Sadece kulaklarınızı ve gözünüzü açıp yürümeniz yeterlidir. Sonra bunlar eve gelip sizin yazdıklarınızın içinde olacaktır. Kasıntı ve budalaysanız ya da bir şeyler çabalama peşindeyseniz, bunlardan bir şey çıkmayacaktır. Hayatın içinde yaşıyorsanız, buna ek olarak başka bir şey yapmanıza gerek yoktur, her şey kendiliğinden içinize girecektir, yaptığınız işte de bir yansıması olacaktır. 

O kitabı okuduktan sonra insan seslerinden ürkmedim. Sadece yazmak istedim. Kurtulamadığım insan seslerini kurgulayıp kendi sesimle yazmak. Birileri okusun, istemediği insan seslerini unutabilsin diye.

Benim de yazma meselem bu işte.

Füsun Çetinel

Yabancı

Yabancı


Güneşli bir sabahtı, uzak mahallelerin araba geçmez, parke taşlı koridorlarında fotoğraf dersi verdiğim kızlı erkekli öğrenci grubuyla ilginç kareler yakalamak için dolaşıyorduk. Issız sokakta ipteki çamaşırların duruşu hoşuma gitmişti. Sahibi bilinmez bir el tarafından yan yana mandallanmış, bembeyaz, kışkırtıcı, farklı ve yabancı.

Eve dönünce ılık bir duş alıp sokağın kirini üstümden akıttım. Banyodaki boy aynasında kendimle göz göze gelmemeye çalıştım. Son beş yıldır, vücudumda olagelen değişimleri kabullenmek çok zor geliyordu. Etlerim yerçekimine karşı koyamıyordu. Sarkan göbeğim, göğüslerim, kollarım. Kemiklerim. Ve yaratıcılığım.. Çaresini biliyordum. Buzlu viski ve Beethoven’ın dokuzuncu senfonisi. Mac’in başına geçtim, fotoğrafların hepsini sosyal ağ sayfama yükledim. Sonra da hemen uyudum.

Ertesi sabah bilgisayarı açtığımda kutumda beni bekleyen onlarca mesaj vardı. Hepsi de aynı fotoğrafa aitti. Uzun süredir görüşmediğim, konuşmadığım, sadece sosyal ağ üzerinden arkadaş olduğum, kimi öğrencilerim, kimi yabancı sanatçılar, o kadar kişiyi, kadın erkek, değişik yaş ve meslek guruplarından tetikleyen neydi bu fotoğraf karesinde? Neydi bu kadar ilginç olan?

Tüm saflığı ile üç sıra ipe mandallanmış apak kadın külotları mı? Sayısı şaşırtıcıydı. On beşerden üç sıra, tam kırk beş külot. İnsanın aklına olası her şey gelebilirdi. Arkadaki camda belli belirsiz bir karaltı fark ettim. Fotoğrafı iyice büyüttüm. Bulanıklaştı. Ancak zarif duruşundan kadın olduğunu tahmin edebildim.

İstanbul’un kaymak tabakası hep eşim dostumdur. Sinema sanatçıları, galeri sahipleri, eleştirmenler, yazarlar, ressamlar, fotoğrafçılar, politikacılar. Mesajları okumaya başlayınca, gözlerime inanamadım. Seviyesiz dokundurmalar. Bu yaşta, suratımı kızartacak müstehcen yorumlar. Olası hikâyeler. Hiç aklımda olmayan şeyler kafamı ve bedenimi kurcalamaya başladı. Kendimi tanıyamadım, üzerinde fazla düşünmeden çektiğim basit bir sokak karesi beni garip duygulara, isimlendirmekten korktuğum heyecanlara sürüklemişti.

Kafam yüzleşmekte zorlandığım duygulardan ve lodostan kazan gibi, güçlü bir ağrıkesiciyi geceden bardağın dibinde kalan viskiyle yutup kendimi açık havaya attım. Macar sanatçı grubu olmasa hiç uğramazdım üniversiteye, ama her şey aylar öncesinden planlanmıştı. Üstelik çok ünlü bir sanat dergisinden çekim de yapacaklardı. Aklım ipteki beyaz kadın külotlarında, zoraki bir kolaj çalışmasına katıldım. İsteksizliğim hareketlerime yansımış olmalı, Macarlar çalışmadan pek memnun kalmadı. Migren bahanesiyle gurubu mastır öğrencilerimden birine devredip kendimi yeniden fotoğrafı çektiğim arka mahallelerde buldum.

Boynumda makinem aynı izbe sokağı bulabilmek için epeyce dolaşmam gerekti. İçimde o bölgeye ilk defa geliyormuşum gibi yabancı bir his oluştu. Oymalı demir kapının ardında sessiz hareket eden insanlar görür gibi oldum. Kadın külotlarının asılı durduğu balkonu mu soracaktım? Deli derler. Sapık geldi mahalleye, diye polis bile çağırır bu insanlar. Belki de çamaşırların sahibi çoktan toplamıştı hepsini. Gerisingeri caddeye çıkıp insanların, kalabalığın arasına karıştım. İnatçı baş ağrısı yakamı bir türlü bırakmıyordu. Elimle cebimdeki metal içki matarasını yokladım. İki ağrı kesici ile kalan viskiyi tek seferde yuvarladım. Yerimde duramıyordum artık. Mıknatısa tutulmuş toplu iğne gibi içeri sokaklara çekildim yeniden.

O günkü rotayı hatırlayıp, aynısını takip etmeye çalıştım. Araba galerisinin yanından girdim. Dik merdivenleri tırmandım. Kolay olmadı pek, arada tıkandım kaldım. Çitin aralığından zorlukla geçtim. Ot bürümüş patikayı takip ettim. İnşaatın yanından araca kapalı ıssız sokağa saptım. Bahçe duvarının bitiminden kıvrıldım. O dar, görünmez yol karşıma çıkıverdi. Hemen girişinde sokağa atılmış eprimiş kumaşlı, iki kişilik koltuk bile yerli yerinde duruyordu. İçkinin etkisinden olsa gerek pisliğine aldırmadan çöküverdim. Etrafta kimsecikler yoktu. Gariptir o gün de yoktu. Düştüğüm duruma hırslanıyordum. Kendime yakıştıramıyordum. Bir taraftan içimde çocukluktan kalma uygunsuz şeyi yapmanın heyecanı vardı. İşte, fotoğraftaki balkon tam karşımda duruyordu. Ve fotoğraftaki beyaz kadın külotları ipte asılıydı. Koltuğun hemen arkasında önceki gelişimde fark etmediğim salaş bir kahve çarptı gözüme. Çekinerek içeri girdim.

Uzak kasabaların izbe kahvehanelerini andırıyordu. Kimsecikler yoktu. Gözlerim içerinin loşluğuna alışmakta epey zorlandı. Bu zamana ait olmayan tahta masalar, iskemleler. Bilardo oynayan köpeklerin süslediği yıpranmış duvar halısı, köşede büyükçe bir mangal. Duvara yapışık minderli divan, biraz da ağır kekremsi kokuyla karışık belli belirsiz duman. Nargiledir, dedim kendime. Zaman duygumu çoktan yitirmiştim. Dışarıdan fazla dikkat çekmemek için tozlu camın arkasında kenar bir masa seçtim. İlaçlar ve içki etkisini göstermeye başlamış, kafam iyiden iyiye bulanmıştı. Başımı ellerimin arasına alıp kaldım bir süre.

Allı güllü bir perdeyle ayrılmış bölmeden, bardak, kaşık, çay tabaklarının elde yıkanırken çıkardığı seslere benzer gürültüler geliyordu. Tazyikli su, radyodan geldiğini tahmin ettiğim kısık bir melodi ve muhabbet kuşu şakımaları. Gözlerim etrafta kafes arandı, bulamadı. Meşgul görünmek, dikkat çekmemek için kamera çantasından bir kitapçık çıkardım. Rastgele bir sayfasını açıp boş gözlerle baktım. Çaycı içeri girdiğimi duymuş muydu? Hafifçe öksürdüm. Sesler kesilmedi. Aksine varlığımı bastırmak istercesine arttı. Sokağı ararken duyduğum ürperti yeniden her tarafımı sardı.

Bir çay alabilir miyim? Açık olsun, lütfen.

Der demez pişman oldum. İnsansız bu kahvede taze çay olmazdı. Düşüncesi midemi ekşitti. Kahve istemeliydim, diye geçirdim içimden.

Çay yok, dedi aksi ses.

Ne diyeceğimi bilemedim. Görünmez birisiyle konuşmak çok rahatsız edicidir. Sustum, çaycının yanıma gelmesini bekledim. Adamı iyiden iyiye merak etmeye başlamıştım. Bir süre gözlerim kâh kitapçığın hiç değişmeyen sayfası, kâh balkon arasında gitti geldi. Sokaktan geçen kimseler yoktu. İçeriden gelen bulaşık sesleri ise kesilmiyordu.

Aniden gözlediğim balkonda bir kıpırtı sezdim. Uzun kırmızı tırnaklı, zarif eller mandallara uzandı. Hafif rüzgârda uçuşan kızıl dalgalı saç görebildim biraz da. Daha iyi görebilmek için yerimde iyice doğruldum. Siluet balkon kapısının ardında kayboldu. Ve uzun kırmızı tırnaklar perdeleri hızlıca çekti. Külotlar yerli yerinde kaldı. Beni fark etmiş miydi?

Sveta’yı mı gözlüyorsun, dedi kulağımın hemen dibindeki ses.

Korkudan zıplayıverdim. Geldiğini duymamıştım. Suratım kıpkırmızı kesildi. Kekeledim. Teklifsizce bir iskemle çekti, masaya yanaştırıp tersten oturdu. Yarı kapalı, uykulu gözlerini gözlerime dikerek,

Çay ister misin, dedi.

Var mı ki, dedim.

Cevap vermeden arka bölmeye doğru gitti. Ne garip adamdı. Akılda kalmayan bir yüzü vardı. Eşkâlini tarif et deseler, ne diyeceğimi şaşırırdım. Sıradan yüz, sıradan boy ve kilo. Saç rengi sıradan kahverengi, her gün her yerde rastladıklarımızdan. Çaycı perdenin arkasında kaybolur kaybolmaz yüzü aklımdan çıkıvermişti. Onu görünür kılan aksi sesiydi. Bakışlarımı tekrar balkona kaydırdım.

Sveta olmalıydı,  kızıl dalga saçlar, kırmızı ojeli zarif parmaklar mandallarla dans eder gibi beyaz külotları iplerden toplamaktaydı. Şelale gibi akan saçların arasında hayal meyal kıpkırmızı dolgun dudaklar ve zümrüt yeşili gözlere bakakaldım. Bir ara yok oldu, mandalları ve topladığı külotları içeriye götürmüş olmalıydı. Bu kısacık yok oluşlar beni iyiden iyiye çıldırtmaya başladı. Sanki bilerek yapıyordu. İkinci sıra külotlar için tekrar balkona çıktığında sırtımdan aşağı bir ürperti geçti. Çaycının kaybolduğu tarafa kaçamak bir bakış fırlattım. Ne ses, ne hareket vardı. Radyo susmuştu. Muhabbet kuşu şakımıyordu artık. Etrafa musibet bir sessizlik hâkimdi. Fırsat bilip tekrar Sveta’ya kilitlendim. Garip, arzu uyandıran bir beyazlığı vardı. Çalıştığım nü modellerin hiçbirinde böyle bir beyazlık, duruluk ve cazibeyle karşılaşmamıştım Böyle bir ışıldamayı hiçbir insan teninde görmemiştim. Fotoğraf çekme arzusuyla kıvrandım ama kendimi göstermeye etmeye cesaret edemedim. Şehvet, korku birbirine karıştı dayanılmaz oldu. Vücudumu kontrol altına alabilmek için tırnaklarımı avuç içlerime sapladım. Sveta’yı ömrümün sonuna kadar buradan çamaşır asıp toplarken seyredebilirdim. Kıpırdamaya cesaretim yoktu.

Sonra kendimden iğrendim. Torunum yaşındaki bir kızdı seyrettiğim. Ne işim vardı kaçık bir çaycıyla bu sefil kahvede? Tanımadığım bir hizmetçiyi külotlarını veya kim bilir kiminkini toplarken seyredebilmek için miydi bu rezillik?

İster misin, diye düşüncelerimi böldü çaycı yeniden.

Aynı sinsilikle yaklaşmıştı yanıma. İçim hop etti. Gayri ihtiyari elindeki çaya uzandım.

Yok, Sveta’yı soruyorum, dedi arsızca sırıtarak.

Terslemek, sana ne demek için inanılmaz bir istek duydum. Balkondaki Sveta aklıma gelince, arzularıma yenik düşüp gözlerimi yere indirdim. Kendimi Bukowski’nin işi bitik yaşlı, zavallı, pis ayyaşlarına benzettim.

Güzel parça ha?

Evet, gerçekten çok hoş.

Hoş pek yavan kaçtı. Daha yaratıcı bir tasvir beklerdim.

Tanımadığım biri. Ayrıca beni alakadar da etmiyor. Ne dememi bekliyorsunuz ki?

Oyun istiyorsan, oyun. Çayını iç, soğutma. Arkandan ağlar.

Bu seviyesiz adam beni ne sanıyordu? Öte yandan terslemeye de dilim varmıyordu. Ya kovarsa, ‘Defol git buradan pis zampara.’ derse. Ne pahasına olursa olsun bu kız hakkındaki her şeyi öğrenmek istiyordum Aklımdan kovmaya çalıştığım gibi bir hayat kadını mıydı? Yok canım, olamaz. Kırk beş tane külotu ipe astığı için miydi tüm şüphelerim? Kolumun acısıyla irkildim. Çaycı dikkatimi çekebilmek için biteviye dürtüp duruyordu beni. Çayımdan bir yudum aldım. Tam da tahmin ettiğim gibi zehir zıkkım bir şeydi. Ah Sveta, her şey senin için. Konuyu dağıtmak için kafesteki kuşu sordum.

Ne kuşu? Ha, kuş sesi. Sesi var, kendisi yok.

Allah’ım, bu ne biçim bir insandı?

Çamaşırcı mı Sveta?

Yok, canımın içi. Çayı sevmedin mi? Özel harman, herkese vermem ha.

Çok gelen olur mu buraya?

Pek gelen olmaz.

E niye açık tutuyorsunuz, yani iş yoksa?

Oyalanmak için. Bir de Sveta olayı var. İti var kopuğu var. Kolay değil, herkeste arzu uyandırıyor.

Sveta yakınınız mı?

Kim?

E, dediniz ya. Balkonda çamaşırları toplayan hanım?

Çaycı koca bardak çayı bir dikişte içti. Cevap vermedi. Ben ne yapacağımı bilemeden elimde çay bardağı ile kalakaldım. Çayın tadı buruk ve garipti. Kuruyan boğazımı rahatlatmak için kendimi zorlayıp hepsini kafama diktim. O sırada Sveta ipteki son sıra külotları toplamak için tekrar balkona çıktı. Bu seferinde gözlerini oturduğum yere dikmiş kıpırtısız bana bakıyordu veya benim bulunduğum noktaya. Beni görüyor muydu? Kırmızı ojeli beyaz uzun parmaklarını çıplak boynunda dolaştırdı. Sırtımdan aşağıya bir sıra terin indiğini hissettim. Şakaklarım zonkladı. Hiçbir yere kıpırdayamıyordum. Pelte gibi oturduğum yerde kalakaldım. Mantığım kalk git buradan bir an önce diyor, duygularım beni çivi gibi olduğum yere mıhlıyordu. Kendimi hiç bu kadar rezil duruma düşürmemiştim. Ama en kötüsü, birazdan olacaklardan korkuyordum. Biliyordum. Korkuyordum. Utanıyordum. Bir o kadar da merak ediyordum.

Haşhaşlı çay bu. Her yerde bulamazsın. Müşterilere özel. Mangalda devamı var.

Ne diyorsunuz? Bilsem içmezdim. Üstelik üç tane kuvvetli ağrı kesici yutmuştum.

Hadi bırak bu ayakları. Ben sanatçı takımının ciğerini bilirim. Masum ayaklarına yatma hiç. Sende daha neler vardır kim bilir?

Lütfen, ama. Ben, saygımdan siz diye hitap ediyorum. Siz neler diyorsunuz.

Canım aştım ben bunları. Mert ol, direk olaya gir. Ben Sveta’a için geldim buralara, de. Onu ölesiye istiyorum, de. Özünü kabul et. De hadi de, işimiz kolaylaşsın.

Sveta için gelmemiştim ki. İpteki çamaşırların öyküsünü merak etmiştim. Tamam, sadece merak değildi. Rüzgârda salınan çamaşırlar içimde kaybolmaya yüz tutmuş bir şeyleri harekete geçirmişti. Sveta sonradan öykünün içine dâhil olmuştu. Çaycının münasebetsiz iğnelemelerinin etkisi de vardı biraz. Gevşemiştim, ama kendime itiraftan değil. Çaycının haşhaşlı çayı beni böyle yapmış olmalıydı. Gariptir, hareketlerim yavaşlamıştı ama duygularım aksine keskinleşmişti. Sveta’yı iki üç misli arzuluyordum, ona ait her şeyi merak ediyordum. İçim bulanır gibi oldu, gırtlağıma doğru bir öğürtü yükseldi. Genzim yandı, kasıldım.

Gerisi net değildi. Gözlerimi kapayıp açtım, aynı melodi, aynı kuş şakımaları. Güllü desenli perdeler gözüme ilişti ilkten. Burası başka bir yerdi. Perde aralığından havanın kararmış olduğunu gördüm. Başımı kıpırdatamıyordum. Allahın belası bir zonklama, gözlerimi matkapla oyuyorlarmış gibisinden bir ağrı göz çukurlarıma saplandı. Kör mü oluyordum? Bu ne olduğu belirsiz çaycı neler yapmıştı bana? Cep telefonum geldi aklıma. Çok garip, hiç bu kadar uzun süre sustuğu olmamıştı. Kahveye girdiğim andan itibaren zaman durmuştu sanki. Aklıma gelen her türlü küfürü savurdum. Cüzdanımda fazla bir şey yoktu da, neler okuyorduk gazetelerde. Ne tür bir belaya bulaşmıştım? Kime anlatsam kıçıyla gülerdi. İstanbul’un göbeğinde, Türk filmlerinde ki gibi ilaçlı çay içiyorum ve kendimden geçiyorum. Bu sefer kurban erkek. Acaba Sveta bir zahmet ırzıma geçmiş olabilir miydi? Düşüncesiyle vücuduma güzel bir ılıklık yayıldı. Hem de altmış yaşındaki yaşlı tekenin ırzına? Komedi dram. Yalnız, sefil erkeğin hazin öyküsü. Gazetelere çıksam, beni çekemeyenler hemen son noktayı koyarlardı. Azgın teke tufaya geldi. Sıra dışı fotoğraf sanatçısının sıra dışı sonu. Bedenimi kıpırdatmaya çalıştım. Parmak uçlarımı hafifçe oynatabildim. Salınan kadın terliği sesleri içerilerde bir yerlerde yitti gitti. Gülüşmeler, ağdalı sesler. Anlamadığım sözcükler. Seslenmek istedim. Tekrar bir boşluk.

Bu seferki epey uzun sürmüş olmalı. Gözlerimi araladığımda, allı güllü perdenin aralığından taze bir ışık huzmesi yattığım divanın kenarına düşüyordu. Yoğun deterjan kokusu odayı kaplamıştı. Kafamı hafifçe sola çevirmeye çalışınca tepeleme külot dolu beyaz çamaşır sepeti ile burun buruna geldim. Taze çamaşır kokusu. Vücudumu hala oynatamıyordum. En azından on saat geçmiş olmalıydı. Aynı melodi, aynı kuş şakımaları. Kulak kabartıp, farklı sesler bekledim. Kimseler yoktu. Değişik koku almaya çalıştım. Nafile. Keskin deterjan kokusu her şeyi bastırıyordu. Sveta nerelerdeydi? Güzel Sveta. Şimdi çıkagelse. Yanıma uzansa. Kafamda cirit atan her şey yitip gitse.

Ödül törenleri. Dinci rektör. Koparmam gereken ödenekler. Söz verilip hayata geçirilemeyen projeler. Sanat kampları. Yetiştirilecek, hazırlanacak sergiler. Katalog baskıları. Anlaşmalar. Bitirilmesi gereken kitaplar. Eleştiri yazılarım. Kanımı emmeye çalışan şöhret düşkünü azgın kadınlar. Her şey yitip gitsin istiyordum. Bir tek Sveta ve ben kalalım. Bir de bu temiz, dingin, taze çamaşır kokusu. Çaycıya ne olmuştu? O mu taşımıştı beni buraya kadar?

Midem kasıldı yeniden. Allı güllü perdenin gülleri büyüdü, kocaman oldu. Kırmızıları odaya yayıldı. Dalları bana kadar uzadı. Dikenleri büyüdü, her yanıma battı. Canım acıdı. Sepetteki çamaşırlar teker teker havalandılar, tepemde tasavvuf müziği eşliğinde döndüler, döndüler. Hep bir ağızdan, hamdım, piştim, yandım, diye şarkı tutturdular. Semazenlerle başım döndü. Odanın kapısında bir karaltı belirdi. Kapı pervazına yaslanıp kaldı. Kızıl saçlar dalga dalga kabardı, büyüdü, beni altına aldı. Derinlere çekti. Nefes almaya çalıştım. İmkânı yoktu. Kulaçlayıp çıkmaya çalıştım. Beceremedim. Battıkça battım. Kırmızı tırnaklı süt beyazı zarif bir el kuvvetle ellerime yapıştı, kızıl dalgaların arasından bir hamlede kurtardı beni. Tekrar nefes almaya başladım. Tam tepemde çaycı duruyordu. Garip kokulu bardağı ağzıma dayadı. Çırpındım, içmem dedim. Kollarımı savurdum. Başımı hoyratça kavradı ılık sıvıyı ağzıma boca etti, öksürdüm, direnemedim. Nefesim düzgünleşti. Güller perdelere çekildi. Semazen külotlar dönmeyi kesip, uslu çocuklar gibi çamaşır sepetine geri döndüler. Oda eski bildik halini aldı.

Duj ister sin? Duj, dedi kart kadın sesi.

Ne oldu? Kim getirdi beni buraya?

E sen geldin ya. Unuttun?

Kahvedeydim. Çaycıya ne oldu? Adama?

Ha? Sen Dursun’u sorar? Yok, gitti. İj var guc var. Hadi, kalk. Başka mujteri gelecek.

Lütfen, bir bardak su.

Su bajka yerde. Hadi kıj kıj. İj bitti, gule gule.

Kolumun üzerinde doğruldum, bilincim geri gelmeye başlamıştı. Dip boyası gelmiş oksijen sarısı saçlı kadın yarı çıplak, pislikten bej rengi griye dönmüş koltukta oturuyordu. Bu benim Sveta’ma benzemiyordu. Peki ama? Ben bu kadınla mı sevişmiştim? Bu kadar kendimden geçmiş olabilir miydim? Üstümü başımı yokladım, kazağım, pantolonum yoktu. Ne biçim bir yerdi burası? Bin türlü derdin içine girecektim. Ya hastalıklıysa? Bir an önce terk etmeliydim burayı. El yordamıyla eşyalarımı bulup giyinmeye çalışırken, o hiç tanımadığım kadın biteviye aynı şeyleri yineleyip duruyordu. Ayakkabılarımı ararken, yerlere atılmış elma koçanları, izmaritler, şırıngalar ve ezilmiş hamamböcekleriyle göz göze geldim. Kusma hissi yeniden belirdi. Aceleyle, çıktığımı zerre kadar hatırlamadığım pis basamakları tökezleyerek aşağı indim. Kesif bir sidik kokusu peşimi bırakmadı.

Gözlerim karşı kaldırımdaki kahveyi aradı. Yerinde sadece paslı demir kapı vardı. Uzun uzun yumrukladım. Kimse açmadı. Yılmadım. Bir süre sonra başı beyaz tülbentli bir kadın sarktı camdan.

Yanlış kapıdasın. Karılar karşıda. Azgın herif. Yaşından utan. Şimdi polisi çağıracağım. Yettiniz gayri. Her gün, her gün. Ahlak herkeste cır etmiş Kediler köpekler bile ortada yapmaz bu işi, diye bağırarak camını gürültüyle örttü.

Ne olduğumu şaşırdım. Suratım alev alev yanıyordu. Hiç bu kadar rezil olmamıştım. Kafamı kaldırıp biraz önce çıktığım binanın camına baktım. Görünürde kimse yoktu. Çaycı yoktu, Sveta yoktu, balkonda ki çamaşırlar yoktu. Başım zonkladı, midem yandı. Ceketimin ceplerini yokladım, cüzdan, cep telefonum, gerekli gereksiz her şey yerli yerindeydi. Paraları, kartları kontrol etmedim bile.

Ya kameram? Gözüm sokakta terk edilmiş koltuğa ilişti. Kameram üzerinde fırlatılmış duruyordu. Hemen alıp hafızasındaki resimleri taradım. Kadın külotlarının asılı olduğu balkon resmini göremedim. En son çekilmiş fotoğrafı görünce donakaldım. Ben böyle bir şey çekmemiştim ki. Çekmeyi düşünmeye bile cesaret edemezdim. Peşine düşmem gereken başka bir fotoğraf, başka bir av daha vardı. Kendimi çaresiz ve yorgun hissettim.

Füsun Çetinel